"Çocukluğunuza dair neler hatırlıyorsunuz? Nasıl çocuktunuz?"
Çocukluğum... Araya serpiştirilmiş güzel anlar, anılarım olmakla beraber pek de hatırlamak istemediğim, hatta unutmak için çaba gösterdiğim bir yaşam parçası benim için. Filmi iyice geriye sardığım dönem köy ve kırsalda yaşayan nüfusun çok daha fazla olduğu günlere gidiyor. Başkalarının anlattığı köy hayatı, benim ilkokulda hayat bilgisi derslerinde öğrendiğim köy muhtarı, köy imamı, ihtiyar heyeti ve köy merasından ileri gitmiyor ve ben bu hayatı çok merak ediyordum. Liseyi bitirene kadar gördüğüm tek köy, ilkokulda ziyaret ettiğimiz kardeş köyümüzdü. Şimdi, ismini hatırlayamıyorum, sanırım Torbalı yolu üzerinde bir köydü. Biraz araştırayım dedim ama bir şey bulamadım. Pek çok köyün ismi değiştirilmiş, mahalle olmuş! Bahsettiğim bu köyden bir pikabın arkasında okula gelip giden arkadaşlarım vardı. O günlerde duyduğumuz bir haber bütün sınıfı acıya boğmuştu. Arkadaşlarımızı taşıyan pikap kaza yapmış öğrencilerden bazıları hayatını kaybetmiş bazıları da yaralanmıştı. Hayal meyal o çocuklardan birinin de bizim sınıftan olduğunu hatırlıyorum. Okullar yeni açıldığından henüz doğru dürüst tanışmıyorduk. Kötü haberi aldığımız gün o arkadaşın sınıfta oturduğu yere çerçevelenmiş resmi ve çiçekler konulmuştu.
Evet, ben bir şehir çocuğuyum. Fakat sanmayın ki bir elim yağda bir elim balda büyüdüm. Şehrin tam merkezinde ama benim varoş kabul edeceğim bir hayat tarzının içinde geçti çocukluğum. "Yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmez." diye bir söz vardır. İşte bu tam da benim için söylenmiş. İyi bir çocukluk geçirdiğimi söyleyemem. Fakat bugün, o ortamdan çıkıp geldiğim yere baktığımda için için gurur duyuyorum. Üzüldüğüm nokta ülkemizin bugünkü hali. Artık toplumun alt kesiminden gelip sınıf atlayabilmek ve hayal ettiği refah düzeyine erişmek yeni nesiller için maalesef olanaksız. Eğitimden adalete, fırsat eşitliğinden yaşam tarzına, ahlak anlayışından güven duygusuna kadar pek çok konuda büyük bir yozlaşma, ayrışma ve kültür erozyonu sürecine girmiş bulunuyoruz.
Dört kardeşin en büyüğüyüm. Dedemi on bir yaşında kaybedene kadar evin en gözde çocuğuydum. İlk göz ağrısı derlerdi bana o zamanlar. Ben de bu sıfatı gururla taşır ve hakkını vermeye çalışırdım. Nasıl mı? Mahalledeki çocuk kavgalarına karışmazdım, küfür etmezdim, büyüklerin dediklerinden dışarı çıkmazdım sözgelimi. Derslerim de fena değildi. O zamanlar bütün dünyam zamanımın büyük kısmını geçirdiğim sokağımız ve sütçü beygiri gibi aynı güzergahtan şaşmaksızın okula gidip geldiğim yol parçalarıydı. Servis falan yoktu tabii o zamanlar. Araç sayısı da fazla değildi. Sokaklardan pek araç geçmediği için trafik bakımından emniyetli sayılırdı.
Korkarım uzun bir yazı olacak bu. Padişah Abdülhamit tarafından Girit'ten göçen dullara verilen tek katlı, arkasında ufak bir avlusu bulunan iki odalı bir evde gelmişim dünyaya. Dedem de hemen dibimizdeki tek tip evlerden birinde otururdu anneannemle birlikte. Tek bir apartmanın olmadığı sokağımız çok uzun gelirdi gözüme o zamanlar. Evlerin hemen hepsinde Girit göçmenleri yaşardı. Aralarında Türkçe bilmeyen yaşlı teyzeler vardı. Sokakta, çarşıda ve evlerde herkes ağırlıklı olarak Giritçe konuşurlardı. Her zaman hayıflanırım, birkaç yaş daha önce gelseydim dünyaya diye. O zaman ben de öğrenirdim bu dili. Büyükler ne zaman çocuklara duymalarını istemedikleri bir şey söyleyecek olsalar hemen Giritçe konuşmaya başlarlardı. Çocuk yaşlarımda sinir olurdum buna ve anneme ne dediniz, ne dediniz diye ısrarla sorardım. Annem işte, şunu konuştuk dediğinde gözleri ışıltıyla gülerdi. Ben bunu bir işaret kabul eder, hayır derdim, siz başka şey konuştunuz, bizim duymak istemediğimiz bir şey...
Hatırladığım diğer bir şey de komşular arasındaki tabak trafiği. Sadece Muharrem ayında pişirilen aşurelerden ya da Kurban Bayramlarında dağıtılan etlerden bahsetmiyorum. Sıradan bir yemek, komşuya koktu diye bir tabağa konup servis edilirdi. Aynı tabak birkaç gün içinde bir başka yiyecekle dolu olarak iade edilirdi. Ya da evde tuz kalmadı mı, hemen komşuya gidilip bir çimdik tuz istenirdi çay tabağının içinde.
Sokakta iki tarafa taştan kaleler yapıp futbol maçı ya da karşılıklı ağaçlara ip bağlayıp voleybol oynamak en büyük eğlencelerimizdi. Bazı kötü komşular gürültüden rahatsız olurlar, topun pencere camlarını kırmasından korkarlardı. Bunlardan en belalısı "Sazana" dediğimiz bir cadıydı. Eline geçtiğinde mutfağından aldığı bir bıçakla gözlerimizin önünde keserdi topumuzu. Bu oyunlarda diğer belalım babamdı. Bazen akşam karanlığı basana kadar oyuna dalardık sokakta. Biraz hareket etsem sırılsıklam terlerdim. Nasıl bir mantıksa, terlemem onun için çok büyük bir kabahatti. Herkes babasını görünce karşıdan, neşeyle koşardı karşılamaya. Ben ve kardeşlerime arkadaşlarımız "baban geliyor" sinyalini verdiğinde derhal eve koşar başımı havluyla kurulamaya çalışırdım. Ama fayda etmezdi, saçımı kurutsam bile pancar gibi bir suratı gizlemenin imkânı yoktu tabii.
Dedem, çocukluğumun en iyi insanıydı gözümde. Birbirimizi çok severdik. Belediye zabıtasından emekli olduğu için pasosu vardı, otobüsler bedavaydı yani. Çocukken benden de para almazlardı ve biz fırsat buldukça dede torun gezerdik. Benimle gurur duyardı. Kurbanını keser, zekatını verir, Kur'an'ını okur, orucunu tutar, namazını kılardı, velhasıl dinine bağlı bir adamdı. Yardımsever bir insandı. Ben de onun gözüne girmek için elimden geleni yapardım. Onun sayesinde Kur'an kursuna yazıldım ve ilk sene öğrendim, on yaşında ilk hatmimi indirmiştim. Benden büyük diğer üç çocukla birlikte camide hatim duası yapılırken benimle nasıl gururlandığını tahmin etmem güç değil. Camilere giderdik dedemle birlikte, müezzinlik yaptım, mahalle camisinde o çocuk sesimle ezanlar okudum. Annem klasik liseye gitmem konusunda ısrarcı olurken eğer yaşasaydı dedem beni muhtemelen imam hatip okullarına gönderirdi. Bazen düşünmeden edemem; imam hatip okullarında okusaydım şimdiye çoktan köşeyi dönerdim diye.
Evet, sert bir baba ve aşırı derecede yumuşak bir anne tarafından büyütüldüm. Ekonomik imkanlarımız son derece kısıtlıydı. Babam kısıtlı bir bütçeyi anneme haftalık olarak verir zavallı annem dört çocuğuna yetişmeye çalışırdı. Yaz tatili olarak bir kaç anım var sadece. Dedem ve anneannemi hatırlıyorum. Kilizmanda kayaların arasında beyaz bir çadır kurmuşlardı. Rüzgâr estikçe çadır tepemize yığılacak diye korkardım. O günlerden aklımda yer eden tek şey denizin kokusu... Sonra bir gün Kuşadası'na getirmişti babam bizi ailecek. Sanırım bir restorana gitmiştik deniz kıyısında... Annemi ilk ve son kez orada bira içerken gördüm. Çocukluğum boyunca hatırladığım tek mutlu aile tablosu...
Çocukluk arkadaşlarımdan birinin babasının küçük bir bakkal dükkânı vardı. Güneşin kavurduğu sıcak saatlerde o dükkanda geçirirdik zamanımızı. Dükkânın yan bölümünde içinde bir gaz varilinin olduğu depo olarak kullanılan bir yer vardı. Seccadelerimizi serer namaz kılardık orada. Hayaller kurardık sonra... Dere dediğimiz irili ufaklı taşlar yığılmış bir çıkmaz sokağımız vardı hemen yanı başımızda. Bir cami yapalım sevabına, taş sıkıntımız olmaz orada... Temel nedir bilmezdik çocuk aklımızla. Duvarları yükseltmek kolaydı, üst üste dizecektik taşları. Fakat çatıya gelince ne yapacağımızı bilemezdik. O kubbede taşları nasıl tutabilirdik? İşin içinden çıkamayınca bu büyük projemizden vazgeçmiştik!
İlkokula başladığım günü hatırlıyorum. İlk teneffüs zili çaldığında taşa takılıp yere kapaklanmıştım. Dizim kanıyordu. Etrafımda herkes yabancı, ağlıyordum ama kimsenin ilgilendiği yoktu. Evin yolunu tuttum. Annem beni görünce şaşırdı. Okul bitti, dedim. Olur mu hiç, ilk ders bitmiştir dedi. Dizime tentürdiyot sürdükten sonra elimden tuttuğu gibi okula geri getirmişti.
Dedemlerin evinde ikinci odanın altında küçük, basık bir mutfak vardı. Mutfağın küçük bir köşesi taş karo kaplı ve zeminden beş altı santim kadar düşüktü. Oradaki testimiz yazın sıcak günlerinde buz gibi soğuturdu suyu. Testiyi çektiğimizde o küçük alan bizim banyomuz olurdu. Mutfak dediğim en fazla altı metrekare bir yer! İçine bir kuzine, masa ve sandalyeler nasıl sığmıştı hâlâ şaşarım. Dedem masanın başına otururdu, ben de onun yanına. Karalahanadan içine biraz pirinç katılarak kavrulmuş dible adında muhteşem bir yemek yapardı anneannem. Tencereye çala kaşık saldırırdık çoluk çocuk. Bir de bazen halis tereyağı kızdırılırdı. Mis gibi kokardı, ekmeklerimizi banarak yediğimiz en güzel yemeklerden biriydi benim için. Sabah kahvaltılarında henüz annemizin ağzımıza beslediği günleri hatırlıyorum. Taze bir dilim ekmeğin üzerine bir parça sana yağı ve üzerine çay döker kaşıkla verirdi ağzımıza. "Anikse bukasu" derdi, yani, "aç ağzını" demekti bu Giritçe. O gariban halimizle yemekler verir, yemek davetlerine katılırdık dedemin ahbaplarıyla. Yemeğe misafir geldiğinde beylik yemeğimiz fırında etli patates olurdu. Tepsi domateslerle, biberlerle gelin gibi güzelce süslenir, fırına götürmek üzere bana verilirdi. Fırından çıkan sıcak tepsiyi ellerim yanmasın diye sofra bezleriyle tutar, eve taşırdım. O kızarmış patatesler gözlerime pek hoş görünürdü.
Akşam serinliğinde bütün mahalle çoluk kapı önlerine çıkar çiğdem çitlerdik. Televizyon yoktu henüz o zamanlar. Evin erkekleri eve dönene kadar orada eğlenirdik. Saat sekiz olduğunda kulaklarımızı radyo tiyatrosuna dikerdik, sonra cumba yatağa.
Üç tekerlekli bir bisikletim vardı, yıllarca kullandım onu ama çok istememe rağmen iki tekerlekli bir bisikletim olmadı. Annem kaza yapar bir aracın altına girerim diye korkardı ama asıl sebep ona ayırabilecek paralarının olmamasıydı. Bu yüzden ailemden gizli olarak bisiklet kiralamaya başladım biriktirdiğim harçlıkları ve bayram paralarımla. Bir gün yokuştan aşağı inerken kontra bisikletin pedalına ters basmaya bacaklarımın kuvveti yetmedi. Hızla karşı evin kapısına bindirmiştim. Annem beni ve üç parça haline gelen bisikleti alıp tarla dediğimiz yere götürdü, parası neyse verdi. Şanslıydım, o sırada sokaktan bir araba geçebilirdi. Annemin bana çok fazla kızdığını hatırlamıyorum. Annem hiç kızmazdı çocuklarına zaten. İçinden çıkamadığı zor durumlarda avlunun basamaklarına oturup hırsını bacaklarına vurarak çıkartırdı. Haliyle beni çok üzerdi bu görüntü, yapma yapma diye yalvarırdım. Tamam bir daha yapmayacağız.
Sanırım bu kadar yeterli, yoksa bu iş uzadıkça uzayacak...
Dedenizle olan ilişkiniz ne güzelmiş erken kaybetmenize üzüldüm, annenizi de çok güzel anlatmışsınız onunla ilgili kısımlar duygulandırdı.Biraz olgun bir çocuk olmak zorunda kalmışsınız anladığım kadarıyla,hatırlamak istemediğim bir dönem diye bahsetmişsiniz çünkü, keşke tüm çocuklar mutlu yaşasa..
YanıtlaSilEvet, belki karakterim öyleydi ama hiçbir zaman aşırılığım olmadı, haşarılık yapmadım sayılır. Dedem inançlı bir insandı ama dinin ahlâki yönünü önemserdi, hiçbir tarikata bağlı değildi. Ne ailemde ne de çevremde tarikat, şeyh şıh yoktu. Biraz da zaman öyleydi sanırım. Siyasal gücü arkalarına alıp sonradan palazlandılar.
SilYazınızı okudukça hem tebessüm ettim, hem de duygulandım. Yaş farkından dolayı o dönemleri hayal etmek için biraz da hikaye gibi okudum. Bana yazdığınız yorumdaki gibi kendinizi sağaltıp, yaşadıklarınızı samimi şekilde paylaşmışsınız. Baştan sona da çok güzel yazmışsınız. Elinize sağlık. Bu yazı özelinde dedeniz ve tüm kaybettiklerinize rahmet diliyorum. Sizde ne güzel hatıralar bırakmışlar.
YanıtlaSilSon olarak ben de düşünmeden edemedim, imam hatip okusaydınız nasıl olurdu diye:)
Evet, blog ortamının en güzel taraflarından biri de bu. Yaş farkı gözetmeksizin kurulan dostluklar yediden yetmişe bağlıyor insanları. Nesiller arası değişimi daha iyi anlıyoruz ve bu bizi daha toleranslı yapıyor. Böyle bir ortam aile dışında hiçbir mecrada yok. İkincisi insan kendini tanıyor yazarken, yüzleşiyor kendisiyle. Biliyor ki burada kimse ayıplamıyor birbirini, kimse kimseyi yargılamıyor. Teşekkür ederim. İmam hatip mevzuna gelince; tamamen farklı bir hayatım olurdu sanırım, ben de çok merak ediyorum. Sonuç itibarıyla verdiğim kararlardan ve hayatın beni sürüklediği yerden memnunum. Franz Kafka'nın dediği gibi "Ölümün olduğu bu dünyada hiçbir şey çok da ciddi değildir aslında."
Sileğlenceli olabilecekken yani ortam ve çevre açısından ki yani tabak trafiğine bayıldım mesela :) ama eğlenceli geçmemiş de neyse çabuk büyümüşsün :)
YanıtlaSilHaklısın çok çabuk büyüdüm, göz açıp kapayana kadar:))))
SilDedenizin yeri hep ayrı kalmış, rahmet olsun...
YanıtlaSilBenim babam da hastalanınca hep yerlerde oturuyorsun o yüzden diye çok kızardı, neden böyleler acaba :)
Her gün eve yemek gelen, götürülen komşuluk ilişkileri çok özlendi, ama biliyor musunuz hala az da olsa böyle komşuluklar var görüyorum.
Yerde oturma üşütürsün, terleme hasta olursun... Bu kadar nane molla yetiştirmek doğru değil çocukları bence. Fakat bazı komşular bunu alışkanlık haline getirmişler, bakkalın yolunu unutmuşlardı:))
SilRadyo tiyatrosunun yanında birde çocuk bahçesi programı vardı benim hatırladığım:)) En büyük bakkal tutkum leblebi tozu idi:)) vallahi çocukluk güzel şeydi. Dede ve nine güzel insanlarmış, ben babamınkileri tanımıyorum. Anneminkilerle ilse sınırlı ilişkilerimiz vardı, blogta yazdım bende....
YanıtlaSilÇocuk bahçesi programını hatırlamadım. Belki bizden sonra çıkmış olabilir. Evet, leblebi tozlarını hatırlıyorum. Ben de anne tarafımdakilerden bahsettim, baba tarafındakileri tanımadım sayılır:)
SilKomşuya yemek kokmuştur ritüeli uzunca süre bizde de vardı fakat sonra bu iş sen verdim ben de verdim gibi garip bir ödeşme şekline döndü hatta hazırlıksız biçimde ağızlardan da döküldü. Biz de "hııımmm öyle demek" deyip kaldırdık bu adeti. Dedeyle kurulan ilişkiler özel oluyor, sizde de öyle olmuş , ne güzel :)
YanıtlaSilÇocukken kirada oturuyorduk bir ara. Ev sahibimiz orta yaşlı bir kadındı. Hamile olduğunu söyleyip doğurana kadar evde her pişen yemekten birer tabak göndermemizi şart koşmuştu. Ve annem gün atlamadan buna uymuştu, bugün için inanılmaz bir şey. Evet, dede torun ilişkileri her zaman iyidir:))
SilNe güzel bir dede torun ilişkisi bizde öylesi olmadı tabii imrendim. Ah annelerimizi nasıl da iyi biliriz değil mi? O son kapanışdaki halini gözümde canlandırabildim sanki...
YanıtlaSilÇok şey kaybetmişsiniz o zaman. Annelerimiz, evet çok kötüydü o sahneler...
SilO kapı önü çiğden çitleme babamın en nefret ettiği şeydir. nedense hiç sevmezdi o sesi ve fare sesi gibi derdi. Bizim evin içinde kesinlikle yenmezdi. Bu arada babam kendi mesleğini bırakıp İzmir'e yerleştikten bir süre sonra çerez satma işine girmişti. Çuvallarla çerezi paketlerdik ve çiğdem yasak:)))
YanıtlaSilEvlerde yasaktı. Akşam üzeri kapı önlerinde yendikten sonra güzelce süpürülür, pislik içeri girmezdi. Ben şimdi kabak çekirdeğini çok severim ama evde yenmesi yine yasak! Çiğdem bir dönem İzmir'in kültürü haline gelmişti. Kabukları çevreyi kirletmese iyi. Bir de tuzlu olunca dudaklarımız yara içinde kalırdı fazla yersek:)
SilAğaç Ev Sohbetleri böyle oluyor. Bazen bir anı, bazen sohbet, bazen öykü, bazen de roman tadında. Aslına bakarsanız her birimizin hayatı roman. Önemli olan bunları kaleme alıp yazabilmek. Memleketten insan manzaraları...
YanıtlaSil