KATEGORİLER

Kitaplarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kitaplarım etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Eylül 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 162

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili  Sessiz ve Derin / DeepTone'dan geliyor: 

"Kitap okurken kitaba notlar alır mısınız? Satırların altını çizer misiniz? Nasıl çizersiniz? Kitaplarınızı kaplar mısınız?"

Hiçbir nesne ya da sembole kutsiyet atfetmem. Kitap da onlardan biri. Fakat bu, kitabı sevmediğim anlamına gelmez. Benim için önemli olan içeriktir, insanlara saygı gösteririm fakat nesnelere saygı gösterilmesini anlamakta güçlük çekiyorum. Bana kitap bir şeyler veriyor mu, önemli olan bu. Bir şekilde yerine yenisini koyabileceğim bir eşya. Nadir kitap koleksiyoncusu değilim sonuçta. Kitap okurken sayfalarına, kapağına not almak gibi bir adetim yok. Eğer kitabı sadece ben okuyacaksam ve bunun ileride işime yarayacağına inanıyorsam satırlarının altını çizebilirim ya da sayfa kenarlarına işaret koyabilirim. Ancak okuduğum kitapları en azından  eşimin de okuyacağını düşünürüm, genellikle de öyle olur. Bazen okuması için tanıdık birilerine verebilirim. Altını çizdiğim, ilgimi çeken konular benden sonra kitabı okuyacak kişilerin ilgisini çekmeyebilir ya da sayfa kenarlarına aldığım notlar, işaretler onların okuma zevkini kaçırabilir. Satırlarının altı çizilmiş ya da sayfa kenarları işaretlenmiş bir kitabı okumak hiç hoşuma gitmez benim de. Daha önce düşünmemiştim ama kitap okurken satırların altını çizmememin, sayfa kenarlarına not yazmamamın sebebi kitaba değil, benden sonra aynı kitabı okuyacak insanlara olan saygım sanırım.

Diğer taraftan kitap okurken kaldığım sayfanın üst köşesini küçük bir üçgen şeklinde katlamak suretiyle işaret koyarım. Tekrar okumaya başlamadan önce kıvrılan sayfayı düzeltir, öyle devam ederim. Eşim ve özellikle oğlum sayfaları kıvırdığım için kızarlar bana. Ama ben yine bildiğimi okurum. Ayraç kullanmayı sevmiyorum, kitabın arasından kayıp düşünce bir işe yaramıyor çünkü.

Doğrusu kişi, kitabını istediği şekilde okur, nasıl ve hangi kitapları okuyacağına karışamayız. Kitap kendine ait olduktan sonra, onu koklar mı, kaplar mı, sayfalarına not mu düşer, satırların altını mı çizer ya da çizmez, bence bunların hepsi birer zevk meselesi. Lâkin kitabın daha sonra başkaları tarafından okunması isteniyorsa (bu tamamen tercih meselesi) mümkün olduğunca sayfalara not düşülmesinden, satırların altının çizilmesinden kaçınmak gerekir bence. 

Kitap kaplamak olayı benim için okul çağlarında kaldı. Kitaplarımı kaplamıyorum.

24 Eylül 2022 Cumartesi

PRENS - NICCOLO MACHIAVELLI

Kitabın Adı: PRENS

Yazar: Niccolo Machiavelli 

Çeviren: Kemal Atakay 

Sayfa Sayısı: 159

Yayınevi: CAN Yayınları

Türü: Bilimsel İnceleme

Kitabın yazarı Niccolo Machiavelli (1469-1527) hukukçu bir baba ve kültürlü bir ailenin oğlu olarak Floransa kentinde dünyaya geldi. Siyaset üzerine yazdığı bilimsel inceleme kitabı olan Prens, beş yüz yıldan beri önemini korumakta. Kitabı anlatmaya başlamadan önce çeviriyi yapan Kemal Atakay'dan bahsetmek istiyorum. 1962 doğumlu Atay, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdikten sonra A.B.D'de İngiliz ve İtalyan edebiyatı üzerine eğitim görmüş. Çevirmeni bu kadar anlatmamın sebebi eserin başında ve sonunda yazara ve kitaba ilişkin yaklaşık kırk sayfalık detaylı bilgi vermiş olması. Yani kitabın dörtte biri çevirmene ait diyebiliriz. Zahmetli bir çalışmaya imza atan Kemal Akay, yazarın hayatı ve eserlerinden başka kitabın yazıldığı dönemi, kitapta adı geçen önemli şahsiyetleri ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.  

Makyavelizm ya da Makyavelist düşünce deyince, iktidara gelebilmek ve iktidarı elinde tutabilmek için siyasette ahlaki yönüne bakmaksızın her araç ve her yolun geçerli olduğunu savunan, tüm insanların, verdikleri sözü tutmayan, beş para etmez, güvenilmez kişiler olduğunu ileri süren, sapık bir ideoloji gelirdi aklıma. Bu yüzden bu fikri ortaya atan Machiavelli hakkında olumsuz kanaate sahiptim. Yazarın ölümünden beş yıl sonra yayımlanan Prens kitabı, çağlar boyunca tartışılıp ahlâka ve dine aykırı olduğu gerekçesiyle saldırıya uğramış. Machiavelli'yi en ağır şekilde eleştirenlerden biri olan Prusya Kralı II. Friedrich, 1740 yılında, Prens'in ideolojisine karşı, erdem, adalet ve sorumluluğu kişiliğinde birleştiren aydın bir hükümdar portresini çizildiği Anti-Makyavel adında bir kitap yazmış. Aynı dönemde Hume, Rousseau ve Montesquieu gibi düşünürler ise Machiavelli'yi siyasal zorbalığın doğasını açığa vuran bir düşünür olarak değerlendirirken, Rousseau, Toplum Sözleşmesi kitabında, Prens'i "cumhuriyetçilerin kitabı", Machiavelli'yi, "dürüst bir insan, iyi bir yurttaş" olarak nitelendirecek kadar ileri götürmüşler olayı.   

1494 yılında Fransa Kralı VIII. Charles'ın İtalya'yı işgal etmesinden sonra ülkenin köklü ailelerinden Medici'ler Floransa'dan uzaklaştırılarak cumhuriyet yönetimine geçilmiştir. Bu dönemde üst düzey görevlere getirilen Machiavelli, Fransa kralıyla değişik tarihlerde üç kez görüşecek kadar etkili bir rol üstlenmiş. Ne var ki, papanın yanı sıra bazı beyliklerin oluşturduğu Kutsal İttifak, cumhuriyete son vererek 1512'de Medici'leri yeniden iktidara getiriyor. Medici'ler kendilerine karşı bir komplonun içinde yer aldığı iddiasıyla Machiavelli'nin bütün görevlerine son verip tutukluyor, cezaya çarptırıp işkence uyguladıktan sonra onu sürgüne gönderiyor. Bu dönemde önemli yapıtlara imza atan yazar, Prens kitabını da o sıralar yazmış. 1527 yılı başlarında çıkan isyan sonucunda Floransa'da Medici yönetimine son verilince, cumhuriyet yeniden kuruluyor. Medici'ler döneminde de belli görevler üstlenmiş olması nedeniyle, özgür cumhuriyeti destekleyenler, Machiavelli'ye yüz vermiyorlar bu kez. Aynı yılın haziran ayında kısa süren bir hastalığın ardından yaşamını kaybeden yazar anlaşıldığı üzere her dönemin adamı. Devamlı el değiştiren otokrat yönetime sahip şehir devletlerindeki iktidar kavgalarının içinde yer aldığına bakılırsa, karanlık bir tip. Bana günümüzün Sedat Peker'ini hatırlattı. Bu yönüyle Peker'in konuştukları kadar Machavelli'nin yazdıkları da son derece değerli.

Prens kitabını okuduktan sonra, Machiavelli'nin dürüst insan ya da iyi bir yurttaş olarak değerlendirilemeyeceğini ancak, tarih boyunca devletlere hükmeden otokrat yöneticiler hakkında son derece başarılı gözlemlerinin olduğu sonucuna vardım, İktidarı ele geçirmek ve onu muhafaza etmek için ne yapılması ya da ne yapılmaması gerektiğine dair öneriler sunan, zeki, ancak kitabında dile getirdiği siyaset usullerini özümsemiş bir şahsiyet. Prens'te yer alan görüşlerini, kitap henüz yayımlanmadan önce derleyip Muhteşem Lorenzo Medici'ye armağan ettiğini belirteyim. Yani, yazar, durumunu kurtarabilmek için muhalif olduğu Medici ailesine iktidara sahip olma taktikleri vermiş!

Prens'te devlet kavramı, batının Hıristiyan ahlâkına dayalı geleneksel görüşten son derece farklı. Kendine özgü meşruluğunda devlet, dini, ahlâk ve bilimi dışlıyor. Kilisenin siyasetteki varlığına bütünüyle karşı. Yönetimi kaybetmemek adına devletin başındaki prens, acımasızlığa ve dürüst olmayan yollara başvurabilir. Prens'te erdem (virtu), ahlâk ve din, anlamının ötesinde bir anlam taşımakta. Erdem, bir amaca ulaşmak için uygun araçları kullanma sanatı, Prens'in anlayışında. (RTE: Bize göre demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz. Demokrasi, bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz." Belli ki kitabı okuyan sadece ben değilim.

Devam edelim; erdem sözcüğünün İtalyanca karşılığı virtu, Latince virtus'tan geliyor. Kökü, "vir" yani erkek anlamında. Dolayısıyla erdemlik, "erkeklere özgü" bir vasıfmış! Machiavelli, Prensin, her zaman, kadın gibi davranmaktan uzak durması gerektiğinin altını çiziyor. Machiavelli'ye göre erkeğin tanımında cesaret ve kararlılık vardır, kadınlara özgü davranışlar ise merhamet ve cömertliktir.   

Diktatörler, yazarın 26 başlık altında topladığı incelemesini el kitabı olarak kullanabilir. Halk tarafından okunması daha da iyidir. Çünkü o zaman, diktatörlerin hangi düşüncelere sahip olduğunu görüp uyanabilir insanlar. Beş yüz yıl sonra, günümüzde, prenslere iktidar kapısı açmanın yolunu gösteren, onları yıllarca başta tutabilen daha ne alengirli teknikler geliştirildiğini görüyoruz, biliyoruz.

Prens'te kaleme alınan fikirlerin çoğunda yazara hak veriyor insan. Kitabı okumak benim için güzel bir deneyimdi. Araştırmacılar için iyi bir kaynak olabilir fakat bazı hususlarda aşırı derecede detaya inilmesi normal bir okur için bunaltıcı gelebilir. Belki sonuca varmak için gerekliydi bu, karar veremedim. Son söz olarak, "prens" sözcüğünün genel anlamda "otokrat" (siyaset erki tek başında elinde bulunduran kimse, hükümdar), herhangi bir yönetim sisteminde "tek adam" (Bkz. Prens RTE) olarak düşünüldüğünü, bu tanımın kralların, padişahların, sultanların tamamı için geçerli olduğunu belirtmekte fayda görüyorum.   

19 Eylül 2022 Pazartesi

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 13)

Genç kızın oturduğu sıranın yanına ilişti Norman. Dalgın gözlerini sabit bir noktaya dikmiş, sonsuza dek sürmesini arzuladıkları tatlı bir rüyanın içindeydiler sanki. Niki, başını kaldırmadan kendi kendine konuşur gibi mırıldandı.

"Hâlâ fotoğrafımı çekmek istiyor musun?" 

Şaşırmıştı Norman, iknâ etmek için günlerce onun peşinden koşmuş fakat her seferinde olumsuz yanıt almıştı. Heyecanla başını kaldırıp genç kıza baktı. "Elbette," dedi. "Rus kızlarının fotoğraflarını da çektikten sonra sipariş gelinler arasında fotoğrafını çekmediğim tek sen kaldın geride."

Niki, ayağa kalktı, mahcup bir ifadeyle gülümsedi. "O zaman, yarın sabah..." deyip sessizce ayrıldı gazetecimin yanından.

Ertesi sabah üçüncü sınıf yolcuları merak içinde Amerikalı gazeteciyi beklerken, beyaz gelinliğin içinde muhteşem görünüyordu Niki. Terzi olması sebebiyle özenerek hazırladığı, dantel işleri, fırfırlı tüllerle, payetlerle ve beyaz boncuklarla göz alıcı bir şekilde süslediği gelinlik, diğer bütün gelinliklerden çok farklıydı. Başına, siyah saçlarının bir kısmını açıkta bırakan beyaz, ipekten bir şal örtmüştü, duvak niyetine. Boynuna astığı fotoğraf makinesiyle salona girdi Norman. Ekipmanları taşıyan yardımcısı Nikolas vardı yanında. Niki, etrafını saran kalabalığın arasında onları fark etmemişti. Bütün kızların başı gazeteciye doğru çevrildi. O sırada, Niki'nin duvağını düzeltiyordu Haro, Norman'ı görünce arkadaşına dönüp içten bir gülümsemeyle başını salladı. Beklenen an gelmişti, salondaki uğultu dinmiş, herkes meraklı gözlerle Niki'ye bakıyordu.

Birkaç adım attıktan sonra Niki'yi gördü Norman. Olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Gelinliğin içinde karşısına geçmiş duruyordu. Bu bir rüya olmalıydı. Uzun süre hareketsiz bir şekilde öylece bakıştılar. gözlerini alamıyorlardı birbirlerinden. Şaşkınlığı geçince, genç kız, sert adımlarla Norman'a doğru yürüdü, bir şey söylemeden yanından geçti gazetecinin. Bir çırpıda başından çıkardığı duvağını fotoğraf makinesini taşıyan üç ayaklı sehpanın üstüne bıraktı. Genç kızın üzerindeydi bütün gözler. Norman, hayranlıkla Niki'yi izliyordu. Genç kız, vakur bir şekilde siyah fonun önündeki yerini alırken bütün genç kızların ilgi odağı olmuştu. Herkes, Amerikalının onu fotoğraf çekimine nasıl ikna ettiğini merak ediyordu. Niki'nin içinde kopan fırtınayı kimse tahmin edemezdi. Norman'a baktı genç kız.. Sonra, aklına ne geldiyse gelinliğinin üzerindeki bütün süsleri teker teker söküp atmaya başladı. Kaderine isyan edercesine güzelim gelinliğin bütün süslerini çatır çutur söküyor, omzundaki fırfırları, göğsündeki dantelleri, boncukları koparıp koparıp atıyordu yere. Bir nevi arınmaydı sanki bu gösteri. Sonunda beyaz satenden sade bir elbise kalmıştı üzerinde. Fakat yine de toplanmış siyah saçları, ışıl ışıl parlayan gözleri ve masum yüzüyle çekiciliğinden bir şey eksilmemişti. Gazeteci makinenin başında bekliyordu, Niki'yi anlamaya çalışırken makinenin üzerindeki tül parçasını alıp boynuna doladı. Fotoğraf makinesine filmi yerleştirdikten sonra deklanşöre basmaya hazırdı. Genç kız, anonsu kendi yaptı.

"Niki," dedi herkesin duyacağı bir sesle. "25 yaşında, Limni adasından..." 

Gözleri dolmuştu Norman'ın. Parmağında deklanşöre basacak güç kalmamıştı. "Niki," dedi, sayıklarcasına. "Limni adasından..." Acı bir şekilde gülümsedi. Tizden bir klik sesi bozdu sessizliği.

***

Üst güvertenin büyük salonunda seçkin yolcular, şık kıyafetleriyle masaları doldurmuş, Maria'nın kızları tarafından sergilenecek büyük dans gösterisini bekliyorlardı. Dansçı kızlar, Niki'nin elinden geçen beyaz tuvaletlerini giymiş, saçlarını yaptırmış, sahnenin önünde tek sıra halinde dizilmişti. Tül kadar ince, dökümlü elbiseleri, bel hizasında altın rengi ince bir kemerle toplanmıştı. Yapma çiçeklerle bezenmiş beyaz, ince bir şerit kurdele saçlarını süslüyordu. Ak tenli, balık etli, sarışın, renkli gözlere sahip, etrafa neşeyle gülümseyen dansçı kızlara çevrilmişti bütün gözler. Piyano eşliğinde güzel bir vals müziği çalıyordu orkestra. Masalar, bu özel veda gecesine yakışır bir şekilde çeşitli mezeler, meyveler ve yiyeceklerle donatılmış, kristal kadehler şampanyalarla dolmuştu. Tiril tiril beyaz gömleklerinin üstüne giydikleri ütülü, siyah takım elbise ve boyunlarındaki papyon kravatlarıyla ortalarda dolaşan yakışıklı, genç servis elemanlarına garson demeye dili varmazdı insanın, hepsi birer damat gibiydiler. Öyle ki, salonu dolduran beyaz örtülü yuvarlak masalardan birine otursa biri, yolcular tarafından yadırgamaz, hatta hemen muhabbete girişirlerdi kendisiyle. Kocalarını işgal altındaki şehrin başı bozuk bürokrasisi içinde bırakıp macera arayan bazı varlıklı hanımefendiler, davetkâr gülümseyişleriyle masalarına gelen bu yakışıklı delikanlıların akıllarını çelmeye çalışsalar da onlar, böyle bir tuzağa düşmemek konusunda yeterince eğitimliydiler. Maria, işareti verdi ve piyano gösteri müziğini çalmaya başladı. Bütün servis elemanları davetlilerin arasından sıyrılıp salonun uzak bir köşesine çekildiler.

Sahnenin önündeki masalardan birinde yerini alan kaptan, yolculuğu kazasız belasız sona erdirmenin verdiği huzur içinde, falcı Emine Bacı'yı yanına almış, bir kaç Türk işadamıyla birlikte purosunu tüttürürken, büyük bir keyifle dansçı kızları izlemeye başlamıştı. Diğer yanında oturan Karabulat'a çevirdi başını. Hayranlığını gösteren bir bakışla kızları işaret ettikten sonra acente müdürünün kulağına eğilip birşeyler fısıldadı. Karabulat, kadehini kaldırıp gülümsemeden önce yüzüne gelen yoğun puro dumanını eliyle uzaklaştırdı. Dansçı kızlar çember şeklinde dizilmiş, kollarını ahenkli bir şekilde kıvırarak müziğin ritmine eşlik ediyor, kâh ortaya toplanıp eğiliyorlar, kâh zarif ayak hareketleriyle dışarı doğru geri çekilip doğruluyorlardı.

Müziğin sesi üçüncü sınıf yolcularının bulunduğu alt güverte salonundan duyuluyordu. Kısmetlerini bekleyen sipariş gelin adayları, çoktan eşyalarını toplamışlardı bile. Niki'nin elden geçirdiği gelinlikleri ve diğer kıyafetlerini koydukları torbalarına, valizlerine sarılmış, yarı uykulu bir halde, birbirlerine sokularak gemideki son gecelerinin geçmesini bekliyorlardı. İçlerinde geleceğe dair umutlarını kaybetmeyen küçük bir grup, bütün yaşananlara rağmen hayli iyimser görünüyordu. Yukarıdan gelen müziğin ezgileriyle, bütün geçmişlerini unutmuş gibiydiler sanki. Kendilerini bekleyen lüks yaşantının hayaliyle, kollarını müziğin ritmine uydurmuş, dönüyor, dans ediyorlardı coşkulu bir şekilde. Zorlu yolculuğun bu son gecesinde, diğer bütün yolcuların gözlerinde ise derin bir korku ve endişe hakimdi.

Üst katlara çıkan merdivenin basamaklarına oturan iki arkadaş müziğin sesine aldırış etmeden birbirleriyle dertleşiyordu. Kader onları çaresiz acılarla yakınlaştırmıştı. Biri aşkına ihanet etmenin verdiği acıyla kahrolurken diğeri ümitsiz bir aşkın pençesinde çırpınıyordu. Haro'nun uzattığı mektupları yüksek sesle okuyan Niki, genç kızın acısını içinde hissediyordu. Niki'nin ağır ağır okuduğu duygu yüklü her cümle, Antonis'in fırlattığı, Haro'nun yüreğine saplanan birer ok gibiydi. 

"Baban bana niçin inanmıyor... Sakat kalmayacağım... Belki gelecek yıl..." Niki, her ara verişte, Haro'nun yüzüne bakarken genç kızın yüzüne yansıyan duygu ve düşünceleri okumaya çalışıyordu sanki.

"Mayıs ayında..." dedi, Haro, içini çekerek. Buruk bir gülümseme belirdi yüzünde. Yüzlerce kez okumuştu her satırı. Niki'nin bıraktığı yerden Antonis'in cümlesini tamamladı. "Adada kavuşacağız birbirimize..."

"Kaç tane mektup yazdı sana?" Niki, yalancı bir tebessümle kendisine bakan Haro'ya sordu. "Kırk tane mi, elli mi?" 

"Kıskanılacak bir şey değil bu!" dedi Haro, fısıldarcasına. "Bir kez olsun dudağı, dudağıma değmedi." 

"Haro, istersen bu kadar yeter, daha fazla acı çekmeni istemiyorum."

"Faydası yok, çektiğim acıyı hiçbir şey dindiremez." dedi Haro, başını öne eğerken. "Hepsini okuduk zaten. Sonuncusuydu bu..."

Üst güvertede eğlence tüm hızıyla devam ediyordu. Etraflarına gülücükler saçan birbirinden güzel dokuz dansçı kız, ritmik hareketlerle bacaklarını kaldırıp indiriyor, ellerindeki beyaz tülden şalları başlarının üzerinde çeviriyor, kendilerini keyifle izleyen yolcular tarafından sürekli tezahüratla destekleniyordu. Gösterinin sonuna yaklaşırken masaların arasına karışıp hünerlerini gösterdiler. Havana purolarını ağızlarına alan beyefendiler, renkli yelpazelerini usulca masaların üzerine bırakan hanımefendiler, hep birlikte "bravo, bravo..." sesleriyle çılgınca alkışlıyordu dansçıları. Kaptanın keyfine diyecek yoktu. Karabulat, kızları alkışlamaya devam ederken başını kaptana doğru çevirdi. Sahtekârca iç geçirdi.

"Ah,..." dedi. "Şu senin Marussa yaşasaydı, şimdi dans ediyor olacaktı karşında. Ne yürekler yakan tanrıçaydı o..." Kaptan, Karabulat'ın lâfı nereye getireceğini merakla beklerken alaycı bir gülümsemeyle bakarken acente müdürü gözlerini ileride, hayali bir noktaya çevirmişti. 

"Onun gibi taze birini bulmalısın." dedi Karabulat, kaptanın kulağına eğilerek. "Her taraf fahişe kaynıyor..."

Kaptan, tıksırır gibi bir ses çıkardı, konuşmadan rahatsız olmuş gibi bir hali yoktu, bilâkis hoşuna gidiyordu Karabulat'ın bu sözleri sanki. Fakat, düşünceliydi aynı zamanda.

"O kadar genç birinin her istediğinde arzusunu yerine getiremem." dedi, kaptan. "Denizi bilirsin... Denizde ufka doğru baktığında... Bir zaman gelir, aniden görünmez olur her şey... Sis kapatmıştır önünü..." Karabulat, kaptanı anladığını göstermek için "hı, hı..." deyip aşağı yukarı hafifçe salladı başını. Eski günlerin geride kaldığını düşünen Kaptan, yüzünü ekşitip iç geçirdikten sonra arkasındaki masaya bakarak seslendi. "Hey, Selanikli!" Genç bir adam yerinden kalkıp yanına geldi kaptanın. "Git, sevgili Maria'mı bul, çağırdığımı söyle ona."      

Niki udunu eline almış, yürek burkan şarkısını çalmaya başlamıştı. Parmakları ağırlaştıkça udun tınısında matem havası seziliyordu. Yukarıdan gelen müziğin sesi duyulmuyordu artık. Haro kucağındaki uduyla, birlikte ağlıyorlardı sanki. Niki, genç kızı teselli etmek için her yolu denemişti ama içine düştüğü boşluktan çekip alamıyordu onu bir türlü. Haro, kederli bir şekilde arkadaşına baktı. Gözlerinin feri gitmiş, dış dünyayla ilişiği kesilmişti adeta. Bir kez daha şansını deneyip arkadaşını içine düştüğü kâbustan kurtarmak istedi, Niki. Haro, savaşın ilk yıllarında, Antonis'in, memleketi olan Sisam adasından Semadirek adasına göçtüklerini anlatmıştı bir keresinde. Haro'nun kısmeti, birkaç yıl önce Kanada'ya göçmüş bir Sisamlıydı yine. 

"Unutmaya çalış Haro, biliyorum çok zor ama bunu yapmak zorundasın. Hem Sisamlıların merhametli olduğu söylenir. Beyaz bir sayfa açacaksın hayatında. Antonis'i de merak etme, o da bir yolunu bulacaktır mutlaka, kendine uygun biriyle karşılaşıp yeni bir düzen kuracaktır kendisine. Zamanı geri getiremezsin..." Niki, söylediklerine kendini de inandırmaya çalışıyordu bir yandan. Ayrılığın acısını henüz tatmasa da kısa bir süre sonra yaşayacağı ayrılığa ne kadar zor dayanacağını tahmin edebiliyordu. Kuşkusuz Norman'dan ayrılırken Haro'yla aynı duyguları yaşayacaktı. Acıları dindirmenin tek çaresi geçmişi unutmak, eski anıların yerine yeni bir şeylerin hayalini kurup kandırmaktı kendini. "Kanada'da sakin bir hayatın olacak..." dedi Niki, genç kızı teselli etmeyi umarak. Bütün çabaları boşa çıkmıştı. Rüzgârın önünde sürüklenen kuru bir yaprağı düştüğü dala geri getirmek ve onu yeniden yeşillendirmek nasıl mümkün olabilirdi ki! Kendisine boş gözlerle bakıyordu, Haro. "Sana mektup yazarım..." dedi Niki, çaresizce. "Kısa zamanda yazmayı öğren... O zaman sen de bana mektuplar gönderirsin..." 

Yukarıda, müzik sesleri yükselmeye başlamıştı yine. Pistin önündeki masalar geriye doğru çekilerek genişletilen alanda kadınlı erkekli kalabalık bir grup kol kola girmiş halay çekiyordu Kemanın coşturan nağmeleri uzolarla demlenen zihinleri canlandırmıştı yeniden. Eğlence, vur patlasın çal oynasın devam ediyordu. Müziğin oynak sesine alkışlarıyla tempo tutan seçkin davetliler, inletiyordu salonu. Bu özel gecede, kaptana yaklaşmaya, araya girip halay zincirinde kendine yer edinmeye çalışan yolcuların mücadelesi görülmeye değerdi. Salonun orta yerinde, kol kola girmiş, neşe içinde, saat yönünde dönmekte olan kalabalığa karışmıştı Norman. Açık yeşil renkli takım elbisesi ve onu tamamlayan papyon kravatıyla oldukça şık görünüyordu. İki güzel dansçı kızın arasına girmiş, müziğin ritmine ve yanındakilerin hareketlerine göre ayaklarını sallıyordu gazeteci, iki adım ileri, bir adım geri yol alarak çemberden kopmamaya çalışıyordu. Halayın halkası büyüdükçe büyüyor, genişledikçe genişliyordu. Artık dairesel düzende dans eden yolcular salona sığmaz olmuş, içe doğru yeni yeni halkalar oluşmaya başlamıştı. Falcı Emine kaptanın yanında, yerini almadan olmazdı. Hemen onun olduğu tarafa koşup kaptanın koluna girmeye hazırlanırken karşısında keyifle dans eden Norman'ı fark etti. Kararını değiştirip kaptandan vazgeçti ve Norman'ın olduğu yere seğirtti. Dansçı kızlardan birinin önüne geçip gazetecinin koluna girmek üzere kendine yer açtı. Halay dönerken genç adamın kulağına eğildi. Sesini müziği aşacak seviyeye getirmek için bağırmak zorunda kalmıştı. 

"Niki de burada olmalıydı..." dedi, haksızlığa uğrağını düşündüğü birini savunmak için genç adama hesap sorar gibi bir tavır içindeydi,  falcı kadın. "Bu onun hakkı, biliyorsun, dansçı kızların tüm kostümleri elinden geçti!"

"Onun nasıl bir karaktere sahip olduğunu bilmiyorsun!" dedi Norman. Halayın içinde tempolu bir şekilde sürüklenirken, masa başında sohbet ediyorlardı sanki. "Çok gururlu bir insandır o!"

"Gençlik yıllarımda ben de aynı Niki gibiydim..." dedi Emine. "Çalışkan... İnatçı... Ve bir erkek kadar güçlü..." Sonra bir kahkaha patlattı. "Zamanla her şey değişti... Şimdi altmış yaşında, kedisiyle tek başına yaşayan biriyim." Norman, falcı kadınla birlikte neşe içinde yüksek sesle gülmeye başladı.           

Üst güvertenin büyük salonunda yer yerinden oynarken alt güvertede, Haro'ya dil dökmeye devam eden Niki, büyük bir sabırla sakinleştirmeye çalışıyordu genç kızı. "Zalim mesafeler... sevdiklerimi ayırabilir benden... ama dostluğum kalıcıdır... zaman eskitemez onu..." Ağır ağır, içinde hissederek dökülmüştü bu sözler ağzından Niki'nin. Arkadaşına baktı, "Bu bir şiir..." dedi Niki, "Norman'ın bana hediye ettiği kitapta yazıyordu..." 

Ağlamaktan gözleri şişmişti Haro'nun. Arkadaşına dostça gülümsedi. Niki'ye cesaret veren bir gülümsemeydi bu. Niki genç kızın ellerine sarıldı heyecanla. "İngilizce öğreniriz orada..." dedi. "Bir işe girer, çalışırız...haftada 6 dolar veriyorlarmış... İleride çocuklarımız da olur..." Haro'nun yüzünün şekli değişmiş, hüzünlü bir hal almıştı yeniden. 

"Çocuklarımız..." dedi. "Onlar memleket topraklarında asla oynayamayacaklar, adalarda, Trakya'da..."   

"Fakat hepsinin çalışacak işleri olacak..." dedi, Niki. "Ve, farkında bile varmadan, Yunan göçmenlerle dolacak Kanada... Yunan milleti, dünyanın her bir yanına göç ediyor, aklından çıkarma bunu..." Haro, içine kapanmış, Niki'yi duymuyordu artık. Yavaşça göz kapakları düşerken başını arkasındaki duvara yasladı. Kendinden geçmekte olan genç kızın ellerini bırakmayan Niki, onu kendine doğru çekti. "Yapma Haro," dedi. "Kendini koyuverme hemen... Kadere karşı gelerek kötülüğün kapısını açmayalım... Bak, birbirimize söz verdik... Farklı insanları sevmiş olsak da... kaderimiz hep aynı..." Ayrılığın acısı, kendi derdini unutup arkadaşını teselli etmek için varını yoğunu ortaya koyan Niki'ye vuruyordu şimdi. Ağzını açıp bir kelime daha etse gözyaşlarına engel olamayacaktı. Keder ve hüzün, göz yaşı yüklü görünmez yağmur bulutları gibi gidip geliyordu iki genç kızın arasında. Haro'nun tükendiği yerde Niki yetişip onu hayata döndürüyor, sonra aynısını Haro, Niki'ye yapıyordu. Niki'nin yüzü acıyla gerilmişti, avucuna aldığı Haro'nun ellerini canını yakacak derecede sıkıyordu, farkında olmadan. Şimdi sıra Haro'ya gelmişti. Beklenmedik bir şekilde hareketlenip Niki'ye yaklaştı. Az önce kederinden eli ayağı kesilmiş, kendini bırakmış kızdan eser kalmamıştı. Soluk yüzü canlanmış hatta gözleri ışıl ışıl parlamaya başlamıştı.

"Her şeyi biliyorum, Niki..." dedi Haro. "Fotoğrafçıya nasıl baktığını görmedim sanma..." Niki, utanarak başını genç kızın başına dayadı, yüz yüze bakarken, herkesten gizlenen müjdeli bir haberi aralarında paylaşmış gibi sessizce gülümsediler. 

"Bu yetmez..." dedi Niki.

"Ama onun da sana nasıl baktığını biliyorum..." dedi Haro. Baş başa vermiş sanki oyun oynar gibiydiler. Oysa,  kan ağlıyordu Niki'nin içi. 

"O da yetmez,..." dedi Niki. Sesi, adeta inliyormuş gibi çıkıyordu. İki yana salladığı başını, Haro'nun başından ayırmadan.

"Bal gibi yeter!.." dedi Haro, fısıltı halinde Niki'nin kulağına eğilip. Niki bir şey demeden bir kez daha, hafifçe salladı başını iki yana. Haro, arkadaşına aldırmadan devam etti. "Senin için sadece bu kadarı yeter,..." Derin bir iç çekip Niki'nin kapanmış gözlerine baktı. "Ama benim için çok geç artık..." dedi. "Seninse hâlâ zamanın var..." Elleri birbirine kenetlenmişti.

Niki, kendini geri çekti biraz. Ellerini yüzüne kapadı. Dipsiz bir kuyuya düşmüştü sanki, çaresizlik içinde kıvranıyordu. Başını arkasındaki duvara yasladı.

"Onunla birlikte git, Niki..." dedi Haro. "Şartlar ne olursa olsun, sakın bırakma onu..."

Geminin üst güverte salonundaki eğlencenin sonuna doğru yaklaşırken kaptanı aralarına alan yolcular kendilerinden geçmiş bir vaziyette dans ediyorlardı. Müziğin durmasıyla birlikte büyük bir uğultu yükseldi. Emine, Norman'ın yanına geldi, yanaklarından öperek vedalaştı. Salon boşalmaya başlıyordu ki, Norman'ın enerjik sesi yükseldi.

"Bayanlar, baylar!... " Gürültü bir anda bıçak gibi kesilmişti. Sesin geldiği yere dönen kalabalık, merak içinde gazetecinin ne diyeceğini beklemeye koyuldu. "Bir yere ayrılmıyoruz. Muhteşem veda gecemiz, Haro'nun uduyla gerçekleştireceği canlı performanstan sonra tamamlanmış olacak!" Kaptan, şaşkın bir halde gözlerini açmış, Norman'a bakıyordu. Norman, aldığı alkolün etkisiyle haddini aştığını geç fark etmişti. Diğer yolcular, bunu anlayacak durumda değildi zaten. Gazeteci, kollarını kaptana doğru kaldırarak hatasını telâfi etmeye çalıştı. "Eğer itirazınız yoksa kaptan, Haro'yu alıp salona getirmek istiyorum."

O esnada, sırtını duvara veren Niki, merdiven basamaklarında uykuya teslim olmuştu. Yanı başında, üzeri açılmış bir şekilde Haro'nun işlemeli bez bohçası ve içinde, deste halinde Antonis'in mektupları duruyordu. Haro, Niki'nin uyuduğunu görünce parmağındaki yüzüğü çıkarıp mektupların üstüne bıraktı usulca. Yerinden kalktı, udunu eline alıp merdivenleri çıkmaya başladı. Bir kat yukarıdaki güverteye çıktığında denizin keskin kokusu ve dalgaların davetkâr sesi karşıladı genç kızı.

Kaptandan onayı alan Norman, mutlu bir şekilde etrafına gülücükler saçarak geminin uzun koridorları boyunca üçüncü sınıf yolcuların bulunduğu, alt katlara inen merdivenlere doğru ilerliyordu.  

Açık hava bütün uyuşukluğunu almıştı genç kızın. Rüzgâr kan kırmızı elbisesinin eteklerini uçuruyordu. Korkulukların önündeki birkaç metre genişliğindeki koridorda yürümeye başlamadan önce gözlerini kapatıp okyanus kokusunu içine çekti. Yüzündeki ifade kendini ele vermiyordu. Anlamsız bakıyordu, uyurgezer gibi bir hali vardı. Elindeki uduna sıkı sıkıya yapışmış, güvertenin ıslak döşemesi üzerinde kararlı adımlarla yürümeye başladı. Geminin kıç tarafını hedef seçmişti kendine. Topuk sesleri saatin tik tak seslerini andırıyordu. 

Norman, merdivenlerden alt kata indi, koridor boyunca sipariş gelinlerin bulunduğu salona yaklaşıyordu. Haro'yu alıp büyük salona götürecekti, uduyla birlikte. Aynı zamanda Niki'yle karşılaşmayı umuyordu. Döşemede bıraktığı topuk sesleri saatin tik tak seslerini çağrıştırıyordu. 

Niki, gözlerini açtı, Haro yoktu yanında. Şaşırmıştı. Yanı başında, genç kızın bez bohçası ve Antonis'in mektupları eski yerinde duruyordu. Yüzüğü gördü. Önce anlam veremedi. Aklından bir sürü şey geçti saniyeler içinde. Kendi kendine söylenircesine "Haro..." diye mırıldandı. Yoksa, diye kötü bir şey geçti aklından. Çıldırmışçasına gözlerini açarak feryat etti acıyla. "Haroooo!" Hemen fırlayıp kendini güverteye attı. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, sesini duyurmaya çalışıyordu Niki. 

Haro, hedefine yaklaşmıştı. Geminin kıç güvertesine inen merdivenleri iniyordu. Uzaktan gelen Haro, Haro seslerine aldırış etmeden yoluna devam etti. Gözlerini kör, kulaklarını sağır eden, dönüşü olmayan bu yolda, huzur içinde ve kararlı bir şekilde ilerliyordu. Demir korkuluğun önüne geldiğinde arkadan yükselen sesler iyice artmıştı. Fakat çok geçti artık. Haro, soğuk korkuluğu tutmuş, geminin köpürttüğü suları seyrediyordu. En ufak bir korku belirtisi yoktu yüreğinde. Antonis'e verdiği sözü tutacağı için büyük bir huzur kaplamıştı içini. 

Norman sesleri duyunca paniklemişti. Ne olduğunu anlamadan güverteye attı kendini. Koşar adımlarla seslerin peşine takıldı. 

Haro, başının arkasındaki tokayı çıkarıp saçlarını serbest bıraktı. Güzel saçları rüzgâra teslim olmuş, özgürce dalgalanıyordu. Elinde udu olduğu halde denize doğru baktı son bir kez. Dev geminin ikiye ayırdığı köpüklü suların bu kadar büyük bir süratle aktığını o ana kadar hiç fark etmemişti. 

Norman, nefes nefese kalmıştı. Haro, Haro seslerini takip ediyor, geminin kıç kısmına doğru koşuyordu. Bir çılgınlık yapacağına inanmak istemiyordu genç kızın. Denize baktı, gemi köpükler saça saça tam yol ilerliyordu. Bir ürperti kapladı içini.

Haro, eteklerini toplayıp korkuluğun arkasına geçti. Son derece sakin görünüyordu. Sıkı sıkıya tuttuğu udunu önüne aldı. Arkasına baksa onu çağıran sesleri duyacaktı. Önüne baktı dalgaların davetkâr sesini duydu. Adımını attı, hafifçe başını geriye çevirdiğinde Niki'yi gördü. Çok geçti artık. Narin bedeni, uduyla birlikte önce boşluğa, sonra okyanusun karanlık sularına düştü.

Niki, o son bakışı hayatı boyunca unutmayacaktı. Gözlerinin önünde en yakın arkadaşını kaybetmişti. Niki'nin yüreğinden kopan acı bir çığlık yükseldi gökyüzüne. Hemen geride Norman göründü. Niki diye bağırdı. Koşup Haro'nun kendini denize bıraktığı yere geldi. Demir korkuluk boyunca büyük bir kalabalık oluşmuştu bir anda. Norman, avazı çıktığı kadar bağırarak kaptan köşküne sesini duyurmaya çalıştı. "Denize biri düştüüüü." Çok geçmeden acı acı sirenler ötmeye, kampanalar çalmaya başladı. Büyük bir matem havasına bürünmüştü gemi. Telaşlı adımlarla olay yerine geldi kaptan. Yanında denizci kıyafetli nöbetçi mürettebatı vardı. "Hemen, çekilin, yol açın," diyerek kalabalığı dağıttı. Denize baktı, sonra başını yukarı çevirip bağırdı. "Sol tarafa bakın! Sol tarafta..."    


7 Eylül 2022 Çarşamba

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 12)

Kaptan, Norman'ın şaşkın bakışları altında sırtını dönüp kapıya doğru ilerledi. İki ateş arasında yalnızlığını fark eden gazeteci çaresizlik içinde donup kalmıştı. Aklından geçenleri söylemenin nafile bir çaba olacağını düşünüyor, yıllardan beri süre gelen bu insanlık dışı uygulamalara karşı kaptanın tepkisizliğini anlamakta güçlük çekiyordu. Bütün bu olanlara seyirci kalamazdı. Kamaradaki gergin sessizliği bozan Karabulat oldu. Kaptanın Norman'ı terslemesi acente müdürünü hayli keyiflendirmişe benziyordu.

"Gördüğün gibi dostum," dedi. "Herkes görevinin başında! Şunu da eklemek isterim ki, RMS Mauretania gemisini, göçmen acentelerinin müşterileri dolduruyor." Sinsi bir gülümsemenin ardında Karabulat, Amerikalı gazetecinin gerçekleri kabullenmek zorunda olduğunu ima etmişti. 

Norman tiksintiyle yüzünü buruşturup gözlerini dikti adama. Kaptan, kendisi ve şirketi zarar görmesin diye her şeyi bildiği halde Karabulat'ın çevirdiği dolapları görmezden gelmişti. Bu durumdan istifade eden acente müdürü, gemi azıya almıştı, hoyratça konuşmaya devam ediyordu. 

"Birkaç yıl önce..." dedi. "Romanya'dan... zekâsına hayranlık duyduğum bir meslektaşım...  Yoksul bazı köy kızlarına fotoğraflar göndermişti..." Oturduğu koltuktan ayağa kalkarak Norman'ın yanına geldi, Karabulat'ın heyecanlı bir şekilde, el kol hareketleriyle desteklediği konuşmasında lâfın nereye geleceğini merakla bekliyordu Norman. Arka tarafta, endişe içinde onları izlemekte olan kaptan, suratını asmıştı. Norman'dan kaçırdığı gözlerini yere indirirken alaycı bir ifadeyle gevrek gevrek güldü acente müdürü. "Bu fotoğraflardan hiçbiri müstakbel damat adaylarının fotoğrafları değildi..." Pis pis sırıtarak dilini çıkardıktan sonra samimi arkadaşların birbirlerine yaptığı gibi eliyle Norman'ın omzuna şaka kabilinden hafifçe vurdu. "Norman, aziz dostum, dedi..." Bir de kahkaha patlattı arkasından. "Köylü kızların müstakbel damat adayı sandıklarının hepsi Amerikalı yakışıklı artistlerin fotoğraflarıydı."

Bu kadarı fazlaydı Norman için. Genç adam, dişlerini sıktı, öfkesiyle birleşen şiddetli bir yumruk darbesiyle acente müdürünün üzerine çullandı. Hazırlıksız yakalanan Karabulat, gazetecinin hücumunu güçlükle savuşturmaya çalıştı. Odanın bir köşesinde ellerini göğsünde kavuşturmuş bir şekilde ayakta dikilen kaptan, arbedeyi müdahale etmeksizin sessizce izliyordu. Norman, acente müdürünü kapıya sıkıştırıp yumruklamaya devam etti. Acente müdürünü kafasını ellerinin arasında alıp şiddetle vurmaya başladı kapıya. Kan ter içinde kalan Karabulat'ın yüzü kızıla boyanmıştı. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Son bir gayretle genç adamdan kendini kurtarıp sağ elini gazetecinin yüzüne bastırdı. Gençliğinin verdiği enerjiyle çok geçmeden üstünlüğü yeniden sağladı Norman. İki eliyle boğazına sarıldığı acente müdürünü yere yatırdı. Gözlerinden şimşekler çakıyordu adeta. "Bu pisliği temizleyeceksin." dedi. Bütün gücüyle sıktı adamın boğazını. Karabulat'ın gözleri patlarcasına açılmış, yüzünden ter içinde kalmıştı. Gazetecinin göğsüne batırdığı dizi yüzünden nefes almakta güçlük çekiyordu. Norman, altında hareket etme kabiliyetini yitiren acente müdürünün boğazını saran ellerini gevşetti. Adamın ağzından hırıltılı sesler çıkıyordu. Dehşet içinde Norman'a dikmişti gözlerini. Gazeteci de, nefes nefese kalmıştı, işaret parmağını sallayarak tehdit edercesine göz dağı verdi altındaki adama. Kaptan yerinden kıpırdamaksızın eğdi başını önüne. 

"Ne yaparsan yap bir yolunu bul!" Avazı çıktığı kadar bağırıyordu Norman. "Şu beş kızın problemini derhal çözeceksin... Aksi takdirde,... New York'u göstermeyeceğim sana!"

***

Norman, kamarasına gidip üstündekileri çıkarttıktan sonra duşun altına girdi. Sıcak su iyi gelmiş, gerilen sinirlerini biraz olsun yatıştırmıştı. Karabulat'la boğuşmanın sonucunda boynunda oluşan küçük sıyrık hariç, yüzünde hiçbir darbe izi olmamasına sevindi. Temiz bir kıyafet giyip soluğu üst güvertenin büyük salonunda aldı. Niki her zamanki köşesinde, dikiş makinesinin başındaydı. Genç kızla konuşmak istediğini söyleyen gazeteci, onu salondan çıkarıp güvertenin açık bölümüne götürdü. Gözlerden uzak bir köşede, başından geçenleri anlatırken aynı anları yeniden yaşıyor gibiydi. Sinirden elleri titriyordu. Karabulat'ın yaptıklarına hiç şüphesiz şaşırmamıştı ama kaptanın tavrı genç adamda büyük bir hayal kırıklığına yol açmıştı.

Gökyüzünü kaplayan kara bulutlar yağmuru çağırıyordu. Hava serinlemişti. Boşalan güvertede ağır ağır yürümeye başladılar. Norman bir adım geriden Niki'yi takip ediyordu. Genç kız durup başını arkaya çevirdi, yüzünde endişeli bir ifade vardı.

"Dün gece Haro'yu yatağında göremedim... Saatlerce alt güvertede denizi seyretmiş!" Niki elinde dikiş kutusu olduğu halde yeniden yürümeye başladı. Kendi kendine söylenircesine mırıldanıyordu. "Onu bulduğumda şafak sökmek üzereydi..."

"Aşağıda, üçüncü sınıf yolcusu sipariş gelinleri, hepinizi, düşünmekten bir an olsun kendimi alamıyorum." dedi Norman, genç kızın yanında ilerlerken önünde görünmez bir noktaya bakıyordu sanki. "Kendimi buraya aitmişim gibi hissetmiyorum artık..."

"Amerika'ya vardığımızda bizi bırakıp uzaklara uçacaksınız..." dedi Niki. Sesinde saklı bir hüzün vardı. Başını kaldırıp genç adama baktı gülümseyerek. "Özgürlüğe uçacaksınız... Bir kuş gibi..." Gazetecinin adına seviniyor gibiydi. Sonra durgunlaştı birden, yüzünü indirdi. "Bir daha hiç göremeyeceğim sizi..."  

"Yeniden görmek ister miydin beni?"  Heyecan ve umutla gözleri ışıldadı Norman'ın. 

Tam o sırada şapkalı ve şık siyah mantolu iki genç kadın yanlarından geçti. Kadınlar bir kaç adım ötede durup başlarını geriye çevirdi, tuhaf bir şekilde onlara baktıktan sonra yollarına devam ettiler. Norman'ın sorusu ilgilerini çekmiş olmalıydı. Niki, bir an Norman'a bakıp suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi yeniden önüne indirdi gözlerini. Genç kızın telâşı boşunaydı. Gemideki personel ve yolcuların içinde Niki ile Norman arasındaki yakınlaşmayı bilmeyen kimse yoktu neredeyse. Yine de iki kadın iyice uzaklaşana dek sessiz kaldılar. Gazeteci merak içinde Niki'nin cevabını bekliyordu.

"Amerika, öyle büyük bir yer ki,..." dedi Niki. "İnsan, onun içinde kaybolur." Genç kızın yüzünde derin bir kederin izleri okunuyordu. Güçlükle dökülüyordu kelimeler ağzından. "Ben de uçacağım,... trenle... New York'tan Şikago'ya biletim var... üçüncü sınıfta... yedi dolar..." 

Güvertede alt katlara inen merdivenlerin başına gelmişlerdi. Niki, sanki unuttuğu bir şey aklına gelmiş gibi hareketlenerek Norman'ın önünü kesti. "Size teşekkür etmek istiyorum," dedi. "O Gürcü pisliğine haddini bildirdiğiniz için..." Yüzleri iyice yaklaşmıştı birbirine, gözleriyle konuşuyorlardı sanki. "Küçük kız, Olga için içim sızlıyor..." dedi Niki. 

Yemek saatinin bittiğini haber veren kampananın sesi duyuldu. "Akşam yemeğini kaçırdınız,.. Benim yüzümden..." dedi Niki. Norman'ın gözleri dolmuş, genç kızı dinliyordu. Hiç susmasın, hep konuşsun der gibi bir hali vardı gazetecinin. Niki, genç adamın bu suskun halinden, dokunaklı bakışından heyecanlanmış, ne diyeceğini bilmez bir haldeydi. "Tatlıyı da kaçıracaksın..." dedi. 

Belli belirsiz başını sağa sola salladı Norman. Duygu dolu bir sesle "Gitmek istemiyorum." dedi. Gazetecinin bu sözüyle "senden ayrılmak istemiyorum." demek istediğini anlamak hiç de zor değildi Niki için. O da aynı şeyleri hissediyordu. Gözlerini kaçırıp zor bela merdivenlere doğru sürüklemeye çalıştı kendini. Birkaç basamak indikten sonra dönüp yeşil gözlerine baktı gazetecinin. 

"Ta matia sou einai poly omorfa" (*) dedi.

"Ne dedin?" diye sordu Norman. Gazetecinin bu basit cümleyi anlamaması mümkün değildi. İstanbul'da foto muhabirliği yaptığı sırada hem Rumcayı hem de Türkçeyi çat pat öğrenmişti. Niki de bunu gayet iyi biliyordu.

"Yağmur kokusu alıyorum..." dedi Niki acemice. Norman, buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi. Niki hemen arkasını döndü ve basamaklardan aşağı doğru hızla gözden kayboldu.

Gece yarısından sonra yağmur şiddetini arttırmıştı. Kararan gökyüzünde birbiri ardına çakan şimşekler geceyi gündüze çeviriyordu. Dev dalgalarla boğuşan RMS Mauretania, adeta suyun üzerinde salınarak yüzen bir ceviz kabuğu gibiydi. Kulakları sağır eden gök gürültüsü kamaralarına sığınan yolcuların uykusunu kaçırmıştı. Gemi sallandıkça üst güvertedeki masalar, sandalyeler ve diğer eşyalar bir o yana bir bu yana savruluyordu. Nöbetçi denizciler, ayakta durmanın imkânsız hale geldiği güvertede denize uçmamak için kendilerini iplere bağlamıştı. Fırtınanın uğultusu dalgaların ürkütücü sesine karışıyordu. Buna benzer nice fırtınalara tanıklık eden kaptan Marinos, kaptan köşkünde idareyi ele almıştı. Denizin şakaya gelir bir tarafı olmadığını gayet iyi bilen kaptan, gemisine son derece güvendiği halde içinden bildiği duaları okuyor, yüreğindeki korkuyu mürettebata hissettirmemek için büyük çaba sarf ediyordu.

Kıyameti andıran gecenin karanlığında, düşe kalka alt güverte korkuluklarına doğru ilerleyen Haro, yüzüne çarpan dev dalganın tesiriyle yere kapaklandı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında uzun kırmızı elbisesi sırıl sıklam olmuş, vücuduna yapışmıştı. Dağılan sarı saçlarının ucundan sular damlıyordu. Güvertenin üzerinde patlayan dev dalgalar beyaz köpükler saçarak zemine yayılıyor, peşinden yeni bir dalga gelene kadar aynı hızla gerisin geriye denize boşalıyordu. Perişan bir halde ayağa kalkmaya çalışan Haro, ellerini havaya açıp denize doğru seslendi.        

"Aziz Nikolas!" Şiddetli rüzgarın, yağmurun ve dalgaların korkunç seslerini sanki duymuyor gibiydi genç kız. 

"Aziz Nikolaaas!" Ağlamaklı bir şekilde haykırdı. Her seferinde sesi daha yüksek perdeden çıkıyordu.  

"Aziz Nikolaaaaas!" Korkuluklara bir kaç adım mesafe kalmıştı sadece. Güverteye açılan kapıdan farklı bir ses duyuldu bu kez.

"Haro!..." Sesin sahibi genç denizci Nikolas'tı. Üstü başı ıslanmış, bitkin bir halde ayakta durmaya çalışan kızın yanına doğru koşmaya başladı. "Haro, dur bekle beni, geliyorum!" Nikolas'ın yanına gelip Haro'yu kucaklaması birkaç saniyesini almıştı. "Haro," dedi. "Benim, Nikolas!" 

Şiddetli yağmur hızını kesmeden devam ediyordu. Genç denizcinin başını ellerinin arasına alan Haro, çıldırmışçasına bağırdı. "Nikolas, sen kamarotsun, seni çağırmadım ben!" Çöktüğü yerden delikanlının yardımıyla kalktı ayağa. "Aziz Nikolas'ı gördüm," dedi, "Beni çağırıyordu." 

"Nerede?" diye sordu denizci, heyecanla genç kızın yüzüne bakarak.

Korkuluklara doğru, açık denizi işaret etti parmağıyla. "İşte, işte tam orada!... Sana gördüm diyorum..." Hüngür hüngür ağlıyordu şimdi genç kız.

"Haro, yanılıyorsun, bir şey yok orada..."

 "Diyorum sana, onu gördüm!"

"Aziz Nikolas'ı mı? Denizcilerin koruyucu azizinden mi bahsediyorsun?" 

"Evet, evet dün gece de görmüştüm onu... Yatarken başucuma gelmişti."

"Peki ne dedi, sana?"

"İlahiye benzeyen bir şeyler... Antonis de ilahi okuyordu..."

"Antonis de kim, Haro?"

"Antonis," dedi, Haro. "İnan bana, kulaklarımla duydum sesini."

"Haro," dedi Nikolas, sakince. Bağırmaya devam edince omuzlarından tutup sarstı genç kızı. Daha sertti sesi bu kez denizcinin. "Haro, sen ya çıldırdın, ya da nöbet geçiriyor olmalısın." Çırpınan genç kızı zor zapt ediyordu delikanlı. "Hadi gel, içeri girelim. Hemen soğuk su kompresi yapayım sana."

"Bütün bunların nedenini biliyorum. Büyük günah işledim!" Genç adamın kollarında çırpınıyordu Haro. "Söz vermiştim ona, sonsuza dek onu seveceğimi söylemiştim." Genç kız tir tir titriyordu. Nikolas'ın yanaklarını okşarken yalvarıyordu adeta. "Nikolas, sakla beni bir yerlere... Mutfağa ya da makine dairesine..." Denizciye var gücüyle sarıldı, gözü yaşları yağmur sularına karışıyordu. "Yunanistan'a geri dönmek istiyorum..."

"İstesem de yapamam bunu, Haro... Gemi limana varmadan bir gün önce her taraf didik didik aranıyor. Büyük cezası var... Seni bulurlar... "

"Kaptanın ayaklarına kapanıp yalvaracağım öyleyse..."      

"Belki o bir yolunu bulur..." Genç kıza umut vermekten uzaktı ifadesi genç denizcinin. Haro'nun kolundan tutup çekmeye çalıştı. Genç kız, çığlık atarak ayağını kaldırdı.

"Bir tarafın mı incindi?" diye sordu Nikolas. 

"Düşerken bileğimi burktum." dedi Haro.

"Hadi," dedi Nikolas. İçeri girelim, sana sıcak çorba getireyim." Beline sarıldığı genç kızı oturduğu yerden kaldırıp yemek salonuna sürükledi.

***

Ertesi sabah güneş yüzünü gösterince geceyi korku içinde geçiren yolcular rahat bir nefes aldı. Fırtınanın ürkütücü uğultuları, gök gürültüleri, şimşekler, gemiyi sarsan dev dalgalar uykularını kaçırmış gece boyunca her an batacağız endişesiyle birbirlerini teselli etmişlerdi. Gazeteci Norman'ın iç dünyasında kopan fırtına dışarıdakinden çok daha büyüktü. O korkunç sesler kulaklarında yankılanırken şiddetli rüzgârın önünde kuru bir yaprak gibi sürüklendiğini hissediyordu. Kader günü yaklaşırken bu ayrılığa nasıl dayanacaktı? Kamarasında sabaha kadar hep Niki'yi düşündü. Uykusuzluktan kızarmıştı gözleri. Saatine baktı, ceketini üzerine alıp üst güvertedeki büyük salona gitti. Uzun bar tezgahının arkasında temizlik yapan barmene hafifçe başını sallayıp yüksek taburelerden birine oturur oturmaz bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip dumanı havaya üfledi. Aklından geçirip bir türlü içinden çıkamadığı düşünceler ruhunu daraltıyor, büyük bir çaresizliğin içinde kıvranıyordu.

Fırtınadan sonraki gece, geminin alt güvertesine çıkan Niki,  elleriyle yüzünü kapatmış, çaresizliğini düşünüyordu. Gökyüzünü aydınlatan yıldızlara bakınca annesini, kız kardeşlerini hatırladı. Ailesinin gururunu ayaklar altına almak fikri, aşkının aşılması imkânsız, kalın bir duvar örmüştü önünde. Duyguları ve mantığı arasında gidip gelirken güçlü ve mağrur görünmenin zorluklarıyla boğuşuyordu. Bağrına taş basacak, Eleni'den sonra zavallı ailesine yeni bir acı yaşatmayacaktı. Bir tarafta Norman, diğer tarafta ailesi... Ne zor seçimdi bu! Gözlerinden akan yaşlara engel olamadı. Islanan yüzünü eliyle silerken duyduğu bir sese kaldırdı başını.

Norman, merdivenin loş karanlığında göründü, genç kıza doğru yaklaşıyordu. Niki yaşlı gözlerini kaçırıp güvertenin korkuluklarından tarafa çevirdi başını. Kederi yüzüne yansıyan Norman, bir şey demeksizin yanına geldi. Demir korkuluklara tutunurken dalgın gözlerle engin okyanusun en uzak noktasına doğru dilmişti gözlerini. Her ikisi de aynı heyecanla, konuşmak, içlerinde kopan fırtınayı birbirlerine anlatmak, çaresizliklerinden dem vurmak isterlerken paha biçilmez bir kristale kırılabileceği korkusuyla yanaşmaktan çekinir gibi cesaret edemiyorlardı buna. Norman, içini çekti.

"Havada çok sayıda yıldız var bu gece." dedi Norman. İkisi birlikte başlarını gökyüzüne kaldırdılar. Niki, derin düşünceler içinde önüne bakarken sıkıntısını gidermek için tırnaklarını yemeye başladı. Konuşmakta zorlanıyordu.  

"Valizimde oradan oraya taşınan bir gelinlik var..." dedi. Bir an gazeteciye bakıp hemen çevirdi gözlerini. "Atlantik'i aşıp defalarca gidip geldi..." Korkuluklardan ayrılmış, birlikte yürüyorlardı şimdi. "Gitti, geldi... Gitti, yine geri geldi..." Merdivenlerin başında durup gazeteciye çevirdi bakışını. "1909 yılında vaftiz annemin çantasındaydı..." Birkaç adım atıp duruyor, Norman'a bakıyordu. "1921 yılında kız kardeşim Eleni'yle beraberdi ve şimdi, 1922'de benim yanımda..." Genç kız, merdivenlerin yanı başındaki sıraya oturup hüzünlü gözlerini Norman'a çevirirken içini çekti. "Çok şanssız bir gelinlik..." dedi. Oturduğu yerde, ileri geri sallanıyordu, Niki. "Gitti, geldi... Gitti, geldi..." dedi. Dudağını ısırdı, dalgın gözleri dolmuştu. Eğilip ellerinin arasına aldı yüzünü, ağlıyordu. Norman gözlerini ayırmıyordu genç kızdan. Başını kaldırdı Niki, gözyaşlarını silip gazeteciye bakarken gülümsedi. Göz göze geldiklerinde birbirlerini çözmeye çalışır gibiydiler. Norman'ın istemsizce dudağı kıvrıldı. O sırada genç kızın ayakkabı bağının çözüldüğünü fark etti. Ahşap sırada oturmakta olan Niki'nin önüne çöktü, eğilip elini uzattı. Heyecandan kalpleri duracaktı neredeyse. Genç adam, bağcığı bağlamak üzere ayakkabısına uzandı genç kızın. Niki, yavaşça ayağını geri çekerken Norman'ın eli öylece havada kaldı. Hareketsiz o şekilde kaldılar bir süre. Norman, elini umutsuzca ovuştururken küçük hareketlerle ayağını öne doğru uzattı Niki. İşte o an bütün buzlar erimişti sanki. Gazeteci önüne bakarak, ağır hareketlerle ayakkabının bağcığını bağlamaya başladı. İşini bitirdikten sonra yavaşça kaldırdı başını, Niki'yle birleşti gözleri, konuşmalarına hiç gerek yoktu artık. Gözleri anlatırken her şeyi, büyük bir özlemle bakıyorlardı birbirlerine. O bakışma büyük bir ateş düşürdü yüreklerine, büyük bir aşkın alevi yansımıştı yüzlerinde.         

(*) Yunanca: Gözlerin çok güzel.




2 Eylül 2022 Cuma

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 11)

Yoğun sigara dumanı altındaki saz heyeti, güzel bir kanun taksiminin ardından Sultan Abdülaziz'in muhteşem hicaz sirtosunu çalmaya başlamıştı. Amerikalı foto muhabiri Norman Harris, gürültünün içinde etkisini kaybeden müziğe kulak verdi. İstanbul'da davet edildiği eğlencelerden aşina olduğu bu ezgileri dinlemekten büyük zevk alıyordu. Birasından bir yudum çekti, bardağı masaya bırakırken başını kaldırdığında, bara yerleşmekte olan Karabulat'a ilişti gözü. Canı sıkılmış, keyfi kaçmıştı bir anda. Ağzındaki sigarayı ağır hareketlerle küllüğe bastırdı ve oturmakta olduğu koltuğun elleriyle kavradığı kolçaklarından destek alarak ayağa kalktı. Üzeri beyaz örtülü masaların arasından geçip kendisine içki söyleyen acente müdürüne doğru ilerledi. Selâm vermeksizin adamın yanı başındaki yüksek tabureyi hırsla çekti kendine doğru. Meydan okurcasına üzerine yürüdüğü acente müdürüne büyük bir kin ve nefretle dikti gözlerini.

"Suratını dağıtmadan önce söyleyecek bir çift lâfım olacak sana."

"Ooo, bakıyorum bizim mütevazı terzi kızımız hiç zaman kaybetmemiş ve hiç üşenmeden içini dökmüş size." Karabulat, sakin bir şekilde gözlerini devirerek alaycı bir şekilde gülümsedi. "Küçük ispiyoncu büyük iş başarmış, kutluyorum kendisini..." Kızıla dönmüş yüzüyle çevirdi başını, büyük bir pişkinlikle barmene seslendi. "Sana getirdiğim o özel paketten değerli sanatçımıza bir fincan adaçayı hazırlayıver." 

Norman, adamın vurdumduymazlığı karşısında şaşkına dönmüştü. Ellerini çırptı, alkışlarmış gibi. "Ne büyük oyunculuk ama! Bu konuda hayli yetenekli görünüyorsun." 

"Evet, öyleyim." dedi Karabulat, istifini bozmadan. İki adam arasında gerilim artıyordu. 

"Sen zehir saçan yılanın tekisin!" dedi, Norman, zor tutuyordu kendini. Karabulat ise, tam aksine genç adamı sinirlendirmek için elinden geleni ardına koymuyordu. Düşmanca bakışlarını Norman'a dikti.

"Evet, tam da dediğin gibiyim. Çok teşekkür ederim." Karabulat sanki kendisine iltifat edilmişçesine başını sallayıp Norman'ı çileden çıkardı.

"Adi herif, piç kurusu..." Norman bildiği tüm kötü sıfatları sıralıyordu birbiri ardına.

"Peki, o söylediklerinin hepsini kabul ediyorum." dedi, Acente Müdürü, sanki eski bir dostuyla sohbet edermiş gibiydi. "Haklısın, babamı hiç tanıyamadım ama annemi soracak olursan,..." Yeşil gözlerini açarak işaret parmağını kaldırdı. "İnan bana, ondaki t....k on erkeğinkine bedeldi." Karabulat'ın şekilden şekile giren yüzü değişmişti. Az önceki alaycı yüzü gitmiş, ağzındaki kelimeleri ısırırcasına çıkaran bir canavara dönüşmüştü. "Şimdi iyi dinle," dedi. "Bundan tam üç yıl önce zavallı, senin gibi merhametli bir aptal, polise ihbar etmişti beni. Sonra..."  

Norman, gözlerini ayırmadan Karabulut'un lâfı nereye getireceğini bekliyordu merak içinde. "Evet, sonra?" dedi.

"Sonra.. " dedi Karabulat, tekrarlayarak. Canice genç adamın yüzüne baktı. Dişlerini gıcırdatırken başını salladı. "Sonra, ne oldu biliyor musun dostum? Cehennemin dibini boylayan o dört fahişenin muhteşem çığlık seslerini duymalıydın!"

"Sen tam bir orospu çocuğusun!" dedi Norman adama elleriyle hücum etmeye kalkıştı.

"Ah, yapmayın," dedi Karabulat kendini geri çekerek. "Bekâr göçmenler, göçmen olmayanlar, hepsi beni minnetle anar." Karabulat, bir kez daha tavır değiştirmişti. Norman'ın onca hakaretine rağmen sakin görünmeye çalışarak el kol hareketleriyle Norman'a sanki ders verir gibiydi. "Bilirsin, biz erkeklerin kadınlara ihtiyacı var; aynı ayakların ayakkabılara ihtiyacı olduğu gibi..." Anlatırken yüzünü şekilden şekile sokuyordu. "Şüphesiz, ayakkabın olmasa da yürüyebilirsin ama,..." Karabulat sanki hoş olmayan bir şeyin tadına bakmış gibi yüzünü buruşturduktan sonra gülümsedi. "Ayağın acır..." dedi. Gerçekten de hem el kol hareketleri, mimikleri hem de konuşma biçimiyle usta bir tiyatro sanatçısına taş çıkartıyordu. "Sen gel bu dediklerimi bir düşün." dedi. "Sanırım sen de bekârsın, öyle değil mi?" Norman sessizce dinliyordu Karabulat'ı. "Ara sıra düzüşmek için senin de birilerine ihtiyacın oluyordur mutlaka..." Karabulat'ın yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.

Norman, bu serseriyle başa çıkılamayacağına anlamıştı sonunda. Yüzüne tiksintiyle bakarak bir şey demeden kalktı yanından. 

***

Niki ve Haro'nun gözü Olga'nın üzerindeydi. Karabulat'a yem etmemek için gece gündüz demeden genç kızın başında bekliyor, bir gölge gibi onu izliyorlardı. Olga'ya güzel bir gelinlik giydirdikten sonra, duvağı saçlarına iliştirip güzel kızı sevgiyle aralarına aldılar. Haro, mutlu bir şekilde Niki'ye gülümsedi.

"Bu benim annemin gelinliği..." dedi Haro. Kendi gelinliğini vermişti Olga'ya. Genç kızın başındaki tülbent duvağın üzerine çiçekli bir taç oturttu. Fotoğraf makinesini eline alan Norman, karşılarına geçmişti bile. Makineyi ayarladıktan sonra etrafında toplanan genç kızlara doğru seslendi.

"Bugün, şimdiye kadar fotoğrafını çekmediğim bütün Rus kızların fotoğraflarını çekeceğim. Gelinliklerini giymiş ya da giymemiş olsun fark etmez." Bu Karabulat'a açık bir meydan okumaydı. 

Olga, iki koruyucu meleği arasında masumca gülümsüyordu. Norman hazırlığını tamamladıktan sonra Niki ve Haro, genç kızın yanından ayrıldı. Olga'nın gelinlik giymiş hali, Norman'ın yardımcısı, denizci Nikolas'ı heyecanlandırmıştı. Genç kız, bunu fark edince sevdiği adama gülümseyerek karşılık verdi. Yakışıklı genç, Olga'ya çok güzel olmuş dercesine başını sallarken, birbirlerine büyülenmişçesine bakıyorlardı.

"Olga,... Olg..." Norman, sadece biraz gülümsemesini isteyecekti. Genç kızın Nikolas'a olan ilgisi gözünden kaçmamıştı gazetecinin. Cevap alamayınca bir süre bekledi. Sonra yardımcısına seslendi.

"Nikolas," Genç denizci bir anda toparlanıp Amerikalıya baktı, panikleyerek. "Niye sen de Olga'nın yanına geçmiyorsun?"

"Ben mi?" dedi. Şaşkın gözlerle işaret parmağını göğsüne bastırıp. Bu güzel teklife inanamadığını gösteriyordu, yakışıklı denizci.

"Evet, sen." dedi Norman. "Hadi çabuk ol, zamanımı boşa harcama!"

Nikolas, ürkek hareketlerle oturduğu tabureden kalktı, yanına sokulduğu Olga, gülümseyerek takip ediyordu onu. Genç kızın yanında durdu, başındaki bahriyeli şapkasını çıkarıp sol kolunun altına aldı. Birbirlerine çok yakışmışlardı. 

"Peki, çekiyorum," dedi Norman. Genç kızın eli, eline değmesiyle birlikte bir anda cesaretlenen Nikolas, Olga'nın elini tuttu, her ikisinin de kalp atışları hızlanmıştı. "Çok güzel..." dedi Norman. Deklanşörün klik sesi duyuldu.

***

Geminin birinci kaptanı Marinos, lüks kamarasında suratını asmış, sıkıntı içinde dolap raflarındaki klasörlerden birini alıp diğerini bırakıyordu. Gömleğinin yakasını gevşeterek kravatını aşağı indirdi. Klasörlerden ikisini seçip yuvarlak masanın yanındaki koltuğa oturdu. Odanın diğer köşesinde Nikolas, kaptanın ayakkabılarını parlatmakla meşguldü. Yüzlerine bakıldığında sebepleri farklı olsa da ikisinin üzerinde havayı geren bir hal vardı. Nikolas işini bitirdikten sonra çöktüğü yerden doğrulup ayakkabıları bir kenara bıraktı. Eli ayağına dolaşmış bir halde kıvranıyor, konuya nereden ve nasıl gireceğine bir türlü karar veremiyordu. Odanın içinde birkaç adım attı, yüzünü ter basmıştı. Kaptan'a baktı, onun da başkasını görecek hali yoktu. Başını klasörün içine gömmüş, adeta dünya ile ilişiğini kesmişti. Nikolas, eline aldığı yeni bir çift ayakkabıyla kaptanın yanına gitti ve cesaretini toplayarak sessizliği böldü sonunda. Sesini kaptanın rahatça duyabileceği bir şekilde ayarladı.

"Ben kardeşim gibi boğulana dek gemilerde kalmak istemiyorum artık! Kendime bir restoran açacağım." Kaptan, başını kaldırıp genç denizciye şöyle bir baktıktan sonra önündeki klasörü incelemeyi sürdürdü. Nikolas, kaptanın ilgisizliğine aldırmadan devam etti. "Mikonos Adasındakilere benzeyen geleneksel bir lokanta..." Kaptan sessizliğini koruyordu. "Vaftiz babamın bana verdiği paraları sizin sakladığınızı biliyorum."

Kaptan genç adamı dinledikten sonra, "Onları vermemi mi istiyorsun şimdi benden?" diye sordu sakince.  

"Evet," dedi Nikolas, çekinerek.

"Restoranı New York'ta açacaksın öyleyse..." 

"Hayır, Pire'de." dedi. Karabulat, küçümseyen bir bakış attı delikanlıya ve yeniden işine döner göründü.

"Sen mi pişireceksin yemekleri?" 

Nikolas, derinden bir iç çekti. "Olga" dedi.

Karabulat, sert bir ifadeyle Nikolas'a çevirdi başını. "Demek kulağıma gelenler doğruymuş..." dedi. Sesini yükseltti. "Onu tecrit etmek gerekirdi. Daha dikkatli olmalıydım... O çekilen romantik resimlerden anlamalıydım." Ayağa kalkıp genç denizcinin üzerine yürüdü. "Diyorsun ki hanımefendinin hemen şimdi ihtiyacı var paraya..." Elini salladı. "Seni gidi aptal çocuk!" dedi, kızarak. Nikolas, kaptanın karşısında süt dökmüş kedi gibi sesini çıkartamıyor, kaptanın sinirinin geçmesini bekliyordu sabırla. Kaptan işaret parmağıyla tehdit edercesine genç adama yüklendi. "Paranı vereyim, git de bir fahişeye yedir ha!" 

Nikolas için bu kadarı fazlaydı. "O bir fahişe değil!" diye haykırdı. Tam o sırada kaptanın sert bir tokadı patladı yanağında. "Söyle bana, ne diyeceksin anana ha?" Avazı çıktığı kadar bağırıyordu Kaptan. "Sıçtığım bok... Damat olmak istiyorsun bu yaşta öyle mi?" 

Norman, cesaretle karşı çıktı. "Sizin gibi elli yaşında biri bunu hak ediyorsa on yedi yaşında benim buna niye hakkım olmasın?"

"Kapa çeneni!" dedi kaptan, ağzından köpükler saçıyordu. Genç adamın yüzüne elinin tersiyle iki sert tokat daha indirdi. "Yediğin kaba tükürüyorsun. Saygısız, nankör herif!" Yüzünü Nikolas'ın yüzüne iyice yaklaştırdı. Yakasından tutup ileriye itti genç adamı. "Aynı benim oğlum gibisin sen de. Hiçbir farkınız yok!" dedi.

Nikolas, dengesini kaybedip acı bir ses çıkararak kapının önüne yığıldı. Kaptan söylenmeye devam ediyordu. "Hepsi bu fotoğrafçının yüzünden..." Delikanlıyı kendi haline bırakıp masanın başına geçti. "Allah hepinizi kahretsin..." 

Nikolas korku içinde yerinden kalkarken Kaptanın önündeki küçük içki bardağını bir dikişte midesine indirdiğini gördü. "Bir de bana yaşını başını almış diyorsun öyle mi?" diye söyleniyordu Kaptan. Sinirden elleri titriyordu. Nikolas sandalyenin üzerine bıraktığı bahriyeli şapkasını alıp odadan sıvışmakta buldu çareyi.

***

Güvertenin büyük salonu ışıl ışıl parlıyordu. Bütün masalar dolmuş, beyaz elbiseli garsonlar masaların arasında yolcuları memnun etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Salonun kapısı girişte bekleyen iki denizcinin şaşkın bakışları arasında açıldı ve siyah elbiseli genç bir kadın büyük bir hışımla girdi içeri. Şık kıyafetli hanımefendilerle beyefendilerin doldurduğu masaların arasında sert adımlarla dolaşan kadın, Niki'den başkası olamazdı. Bütün gözler ona çevrilmişti. Sonunda aradığı kişiyi gören Niki, o tarafa doğru yöneldi. Norman, masada tek başına oturmuş, jambonlu omlet yiyordu. Bir anda başında dikilen Niki'yi görünce şaşırdı. Niki, masanın üzerine beş fotoğraf bıraktı. Sesi titriyordu. Norman ne olduğunu anlamaya çalışırken Niki'ye baktı. Niki, öfkeyle bağırdı.

"Beş Rus kızı için aynı damat adayı!" Norman, fotoğraflardan birini eline alıp incelerken diğer masalarda oturan yolcular neler olduğunu merak edip başlarını onlardan yana çevirdiler. Herkes susmuş, salon sessizliğe bürünmüştü. Çatal bıçak sesleri bile kesilmişti. Norman, masada kalan fotoğrafları da eline alıp üst üste koyduktan sonra hepsini birlikte cebine yerleştirirken Niki'ye baktı. "Tamam," dedi. "Hadi gidelim." Seri adımlarla salondan dışarı çıktılar birlikte. 

Niki, Norman'ı alıp üçüncü sınıf katına indiğinde bütün genç kızlar bağırıp çağırıyor, ağlayıp zırlayarak kıyameti koparıyorlardı. Gemideki gelin adayları büyük bir hayal kırıklığı içindeydi. Aralarında baygınlık geçirenler vardı. Niki ve Norman genç kızları teselli etmek için varlarını yoklarını koyuyorlardı ortaya. Yatakhane isyan yerine dönmüştü. Niki, ranzasında sessizce oturmakta olan Haro'nun yanına gitti. "Haro'cuğum pes etmemeliyiz. Sadece Olga'yı değil, diğerlerini de kurtarmamız gerek."

İşini kaybetmemek için kızlar arasındaki asayişi sağlama görevini gönüllü olarak üstlenen Kardaki, gelin adaylarını sakinleştirmeye çalışırken hayli zorlanıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu, kimin kimi şikayet ettiği belli değildi. Yüzlerce genç kız paniğe kapılmış gemidekilerin bütün umutları suya düşmüştü bir anda. Norman gruplar halinde kümelenen kızların arasında dolaşıp sakin olmalarını söylüyordu fakat onun dilinden anlayan neredeyse hiç kimse yoktu. Bildikleri tek şey kandırıldıklarıydı. Norman Türklerin olduğu gruba yanaştı. Başları örtülü genç kızların hepsi iki gözü iki çeşme ağlıyorlardı. Fatma'nın arkadaşı Eleni onların yanından ayrılmamıştı. Gazeteci bildiği birkaç Rumca sözcük ve İngilizceyi karıştırıp sadece beş kızın kandırıldığını, diğer kızlar için herhangi bir problemin olmadığını anlatmaya çalıştı. Fakat yine anlayamamışlardı gazetecinin dediklerini. Dedikodu bütün sakinleştirme çabalarının üstesinden geliyor, tüm gelin adaylarının kandırıldığı haberi kulaktan kulağa yayılıyordu gemide. Kandırılma olasılığı genç kızların aklına daha inandırıcı geliyordu. 

Niki, çaresizlik içinde oradan oraya koşarken güzel, sarışın bir Rus kızı dikildi karşısına. Hiç beklemediği bir anda yüzüne yediği okkalı bir şamar aklını başından aldı Niki'nin. Kız delirmiş olmalıydı. Şaşırmıştı Niki, bir anlam verememişti kızın bu tepkisine. Karabulat'ın akşamları yataklarından kaldırıp yukarıya, birinci sınıftaki erkek yolculara servis ettiği kızlardan biri olmalıydı bu. Kısa bir süre duraksadıktan sonra yüzüne tokat atan kızın, kandırılan beş Rus kızından biri olduğuna kanaat getirdi. Karabulat, bedenleri karşılığında onları hoş tutuyordu belki ama başlarına neler geleceğinden, sonlarının ne olacağından haberi yoktu hiçbirinin. Niki'nin yufka yüreği, ne haliniz varsa görün diyemezdi. Gözleri dolarken genç kızın tokat atan elini tutup dudaklarına götürdü.

***

Gemi kaptanının kamarasındaki yuvarlak masaya kurulan Karabulat, Norman'ın kendisine verdiği beş erkek fotoğrafını yan yana dizdikten sonra uzun bir süre sessiz kaldı. Kaptan Marinos, suratını asmış, odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolanırken merakla Karabulat'ın vereceği cevabı bekliyordu. Kaptan'a olan saygısından dolayı acente müdürünü yumruklamamak için kendini zor zapt eden Norman'ın kan beynine sıçramış, yüzü sinirden kıpkırmızı bir hal almıştı. Karabulat'ın işi zordu bu kez. Yüzü pancara dönmüştü, elindeki beyaz kumaş peçeteyle alnında biriken terleri sildikten sonra derin bir nefes aldı. Gözleri kaymış bir vaziyette gülümsemeye zorladı kendini.

"Sakin ol dostum," dedi Norman'a. "Sinirlenmene gerek yok, belli ki acentede memurlar bir hata yapmış. Daha önce de olmuştu buna benzer şeyler..." Acente müdürünün karşısındaki sandalyenin arkasına kollarını dayayan Norman, acente müdürünün söylediklerini ayakta dinlerken Kaptan, ikisinin arasına girmiş, masanın üzerine dizilmiş fotoğraflara bakıyordu dikkatle. "Güvenin bana," dedi Karabulat. "Derhal gerekeni yapacağım. O kadar çok göçmenle uğraşıyoruz ki, bu öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değil." Konuşması gittikçe zorlaşıyor, kelimeler ağzından parça parça dökülüyordu. "Bunun gibi aksilikler..., ehm, bazı fotoğrafların karışması, yani anlatabiliyor muyum, ehm, son derece..., gayet normal bir durum."

Norman, ellerini dayadığı masadan destek alarak Karabulat'a doğru eğildi. "Olga..." dedi. "O henüz on altı yaşında!" 

Karabulat, şaşırmış gibi yaparak, "Uhhh," diye bir ses çıkardı. "Ama yirmi yaşında gösteriyor." Kendini haklı çıkarıp hatasının bağışlanabilir olduğunu gösterircesine ellerini havaya kaldırmıştı.

Norman'ın kendini daha fazla tutacak hali kalmamıştı. Gözlerinde şimşekler çakıyordu. Başını kaldırıp arkasını dönmekte olan  Kaptan'a yükseltti sesini, hesap sorarcasına. "Odesalı Yelena'ya ne yaptınız?" 

Kaptan, başını çevirip dik dik baktı genç gazeteciye. Sözleri oldukça sertti. Kelimelere basa basa konuşuyordu. "Benim görevim, bayım..." dedi. "Sizleri boğulmadan gideceğiniz yere götürmek!" Hitap şekli neredeyse kabahat işlemiş ufak bir çocuğu azarlar gibiydi. "Ben burada bir göçmen bürosu şefi ya da acente memuru değilim."  




31 Ağustos 2022 Çarşamba

KIŞ BAHÇESİ - KRISTIN HANNAH


Kitabın Adı: KIŞ BAHÇESİ

Yazar: Kristin HANNAH

Çeviren: Esra Kılıççı

Sayfa Sayısı: 512

Yayınevi: Pegasus Yayınları

Türü: Roman 

Kış Bahçesi, Kaliforniya doğumlu yazar Kristin Hannah (1960-...) ile tanışmamı sağlayan ilk kitap oldu. Özellikle seçip almadım, oğlumun kitaplığından aşırdım. Hannah, sekiz yaşında annesiyle birlikte Washington'a taşınmış. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra avukatlık yapan yazar, annesinin kansere yakalanıp ölümüne kadar geçen süreçte yazmaya başlamış. Bebeği dünyaya geldikten sonra eskiden yazdığı yazıları çıkartıp eşinin yardımıyla yazarlığa başlamış. Başlangıçta kitaplarını bastıracak yayınevi bulmakta zorlanmasına rağmen sonraki yıllarda popülerlik kazanarak pek çok ödülün sahibi olan bir yazar, Kristin Hannah.

Kış Bahçesi, Amerika'da yaşayan ve karakter bakımından birbirine uymayan iki kıza sahip Whitson ailesinin yaşamını konu ediyor.  Babaları Evan'ın ölümünden sonra evcimen, ailesinden devraldığı işi götürmeye çalışan Meredith ile dışa dönük, dünyayı gezen acar bir foto muhabir olan Nina, anneleri Anya'nın rahatsızlığı üzerine bir araya geleceklerdir. Anya kaybettiği kocasına aşırı derecede bağlı olmasına rağmen kızlarına karşı son derece ilgisizdir. Baba Evan bu açığı kızlarına olan sevgisi ve bağlılığıyla kapatmaya çalışırken, son nefesinde onlara annelerini sevmelerini ve ona ısrarla masal anlattırmalarını vasiyet eder. Anne Anya ve kızlarının arasında tek bağ bu masal anlatma işidir zaten. Meredith garip hareketlerinden Alzheimer olduğuna kanaat getiren annesini huzurevine yatırır. Ancak tesadüfen bu durumu öğrenen Nina, görevini bırakır ve Anya'yı huzur evinden kaçırıp baba evine getirir. Bu arada iki kızı dışarda yatılı okula giden Meredith'in yaşadığı stresten dolayı kocasıyla arası açılmıştır. Babalarının vasiyetini yerine getirmek için annelerine her akşam masal anlattırmaya başlar kızlar. Masal önce kara şövalye, prens, ejderhalar gibi fantastik öğelerle başlayıp ilerleyen günlerde Leningrad'da yaşanan büyük bir savaş dramına evrilir. Kızlar, annelerinin anlattığı masala sığınıp acılarını bastırmaya çalıştığının farkına varınca onun kendilerine niçin soğuk davrandığını öğrenebilmek için geçmişindeki izleri sürmeye başlar ve sonunda yolları Alaska'ya düşer. Orada beklenmeyen bir son kendilerine kucak açmıştır. Yapılan sürpriz ziyaret bilinmeyenleri açığa çıkarır. 

Romanı okuduktan sonra kafamda oluşan olumlu ve olumsuz eleştirileri ve kendi değerlendirmelerimi kaleme almadan önce her zaman yaptığım gibi yazar ve kitap hakkında başkalarının yazdıklarına göz gezdirmek istedim. Yüzün üzerinde yorum okudum. Hemen herkesin ortak fikri, romanın ilk yarısının sıkıcı olduğu ancak ikinci yarısını ise çok beğendikleri, Anya'nın yaşadığı dram karşısında göz yaşlarını tutamadıkları yönündeydi. Benim gibi düşünen sadece bir okur gördüm onca okurun arasında. Yazar, oldukça üretken ve birçok ödül almış. Okurlarının % 95'i kadın. Sanırım bu yüzden duygusal konuları derinlemesine işleyip geniş bir okur kitlesine ulaşmış. 

Romanda aşk, sevgi, aile bağları temaları işlenmiş olsa da esas konu Hitler'in Leningrad'ı muhasara altına aldığı dönemde yaşanan acılar, soğuk, kıtlık, hastalık, açlık, ölüm ve çaresizlik. Öyle ki çocuklarının karnını doyurmak isteyen anne, çorba niyetine duvar kâğıtlarını, hatta kocasının deri kemerini kaynatıyor. Bu kadarı olur mu, abartılmış olabilir mi demeksizin savaşın getirdiği içler acısı ortamı güzel yansıtmış değerlendirmesini yapacağım. Kızlar, Meredith ve Nina karakterleri güzel oturtulmuş. Kurgu genel olarak iyi fakat mantık dışı bulduğum birkaç hususun altını çizmeden geçemeyeceğim.

Öncelikle anne Anya'nın kızları Meredith ve Nina'ya yıllar boyu neden düşmanca tavırlar sergilediğinin akla uygun bir nedeni yok. Tamam, bunun sebebi Anya'nın yaşadığı büyük travma olarak açıklanıyor ve okurun çok büyük kısmı buna ikna olmuş görünüyor fakat ben pek mantıklı bulmadım. Anya Leningrad kuşatması sırasında kocası Sasha ve iki çocuğuyla büyük acılar yaşamış, ailesinin bütün bireylerini kaybetmiş. Savaşın bitmesinden sonra karşılaştığı görevli bir Amerikalı olan Evan, onu Alman toplama kampından alıp memleketine götürmüş ve orada evlenmişler. Romandan anladığım kadarıyla on beş yıl kadar çocuk yapmamışlar. Daha sonra Meredith ve Nina gelmiş dünyaya. Be kadın, sen bu çocuklara niçin düşman oluyorsun, onlardan teselli bulacağına. Birinci eleştirim bu.

İkinci eleştirim kitabın sonunda yapılan final ile ilgili. Leningrad'da kocasının ve kızının öldüklerine dair okurda en ufak bir şüphe bırakmayan yazar Alaska'da onların yıllarca yaşadıklarını öğreniyor. Elbette okur için beklenmeyen bir durum bu. Bazı okurlara zorlama geldiği gibi bende de aynı hissi uyandırdı. Yazarın pazarlama tekniği, mutlu son, ama olmamış. Eğer küçük bazı şüpheler bıraksaydı daha gerçekçi olurdu bu hikaye. 

Kitabın edebi bir değeri yok bence. Popüler edebiyattan bir örnek sadece. Kitabı okurken hem günümüzü hem de geçmişi anlatması güzeldi. Fakat, masala fantastik öğelerle başlayıp gerçek bir drama dönüşmesinin mantığını da anlayamadım. Çevirmen Esra Kılıççı hakkında internette hiçbir bilgiye rastlamadım. Pagasus yayınlarından bir kaç kitap çevirmiş. Çeviride beni fazlasıyla rahatsız eden cümleler vardı. Romanın ilerleyen sayfalarında bunlara biraz alıştım sanırım. 

Özetle St. Petersburg (Stalin dönemindeki adı Leningrad) kuşatmasında bir Rus ailenin yaşadıklarının güzel bir dille aktarılmasının dışında yukarıdaki olumsuzluklar nedeniyle tavsiye edebileceğim bir kitap değil. Yeni bir Kristin Hannah kitabı okur muyum? Sanmıyorum. Pek çok kişinin ağladığı kitap beni ağlatamadı. Kesinlikle okumayın diyemem, sevenleri vardır, olacaktır, ancak realizmi önemseyenler için pek uygun değil. 

30 Ağustos 2022 Salı

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK)


Sevgili
"she is the man" tarafından kurulan "BLOGGER KİTAP KULÜBÜ" nde ilk ev sahibi olmanın gururunu yaşıyorum. Bana bu gururu yaşatan "she is the man" e teşekkür ederim. Arkadaşımız söz konusu etkinliği ŞU yazısında duyurup üye sayısını on iki kişi olarak öngörmüştü. Bugüne kadar (bildiğim kadarıyla) kulübe katılmayı düşünen değerli arkadaşlarımızın blog isimleri ve adresleri şöyle;







1. Dövüşürken hanımefendi değilim / She is the man - (http://applesodaa.blogspot.com/)

2. Kitaplık/Okuma Günlüğüm - Eren (https://okumagunlugum.blogspot.com/)

3. Şule Uzundere Blog / Hayata Dair Her Şey - (https://suleuzundere.blogspot.com/)

4. Kaystros Tyrha / Kaplan Diary - (https://kaplandiary.blogspot.com/)

5. Yüreğimin İklimi - (http://yuregiminiklimi.blogspot.com/)

6. Gizem Gündüz / Okuyan Koala - (http://kitap28.blogspot.com/)

7. Gül Özdemir / Film Yabancı Dizi Anime ve Kitap - (https://fgofilmdizianime.blogspot.com/)

8. Manxcat - Kuyruksuz Kedi - (https://nurruyakara.blogspot.com/)

9. Su'nun Harikalar Diyarı - (https://sununnotu.blogspot.com/)

Yukarıdaki listenin dışında kulübe destek vererek bizleri onurlandıracak, yorumları ve eleştirileriyle katkı sağlayacak bütün blog dostlarına teşekkür ederim. Elimde okumadığım pek çok kitap olmasına karşın söz konusu etkinlik için internetten ilk kez toplu kitap satın aldım. D&R dan sipariş ettiğim yedi kitabın adları ve yazarları şunlar:

1. Karamazov Kardeşler - Hasan Ali Yücel Klasikleri - Fyodor Dostoyevski

2. Yeraltından Notlar - Hasan Ali Yücel Klasikleri - Fyodor Dostoyevski

3. Yeryüzüne Dayanabilmek İçin - Tezer Özlü

4. Şato - Franz Kafka

5. Vadideki Zambak - Honoré de Balzac

6. Cennetin Doğusu -  John Steinbeck

7. Prens - Niccolo Machiavelli

Bunların arasından BLOGGER KİTAP KULÜBÜ / EYLÜL ayı için önereceğim kitap Franz Kafka'nın ŞATO romanı. Türkiye İş Bankasının Modern Klasikler Dizisinin 43. kitabı. Çevirisini Almanca aslından Regaip Minareci yapmış ve toplam 351 sayfa.

Söz konusu etkinliğe katılmayı arzu eden dört arkadaşımızı daha bekliyoruz.

Eylül ayı sonunda, okumamız bittikten sonra, aynı Ağaç Ev Sohbetlerinde olduğu gibi, yayımlayacağım postun altındaki yorumlarda kitap hakkında geniş kapsamlı tartışmalar yapacağız. Sizlere diğer kitaplarından (Milenaya Mektuplar, Dönüşüm, Dava) tanıdığım ve beğenerek okuduğum yazar Franz Kafka ve kitabı Şato hakkında biraz bilgi vermek isterim.



Franz Kafka (1883-1924) Çek asıllı Avusturyalı yazar, Prag'da dünyaya geldi. Kendisi çağımızın en büyük yazarlarından biridir. Yapıtlarını edebiyat tarihinin belirli bir akımına dahil etmek zordur. Taşralı Çek bir babayla, burjuva Alman Yahudi'si bir annenin çocuğu. Prag Üniversitesi'nde hukuk öğrenimi gördü. İki kez nişanlanıp bir türlü evlenemediği Felice Bauer'le ilişkisinden geri kalan beş yüzü aşkın mektup, ölümünden çok sonra, 1967'de Briefe an Felice (Felice'ye Mektuplar) adıyla yayımlandı. Yapıtlarını Çekçeye çevirmek isteyen Milena Jesenkaya'ya yazdığı mektuplar ise yine ölümünden sonra Briefe an Milena (Milena'ya Mektuplar) başlığıyla okurla buluştu. Die Verwandlung (Dönüşüm), Der Prozess (Dava) ve Amerika önemli yapıtları arasındadır. Öykü ve romanlarında çağımız insanının korkularını, yalnızlığını, kendine yabancılaşmasını ve çevresiyle iletişimsizliğini ele aldı. 1924'te verem yenik düşerek yaşama veda etti.      

Kafka, Şato'da, tıpkı Dava'da olduğu gibi şeffaflıktan yoksun, işlemeyen kurumlarla, otorite ve bürokrasiyi hicveder. Esrarengiz bir kont, ona ait bir şato; diktatörce eğilimler gösteren, hiyerarşi içindeki çok sayıda bürokrat... Roman, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun modern ulus devletlere ayrışmasının ertesinde yazıldığından, Kafka geleneksel otoritenin nasıl bir düzene evrileceğini sorguluyor. Okur, romanın muammalarını çözmek için her türlü karmaşa, ikilem ve belirsizlik arasından yolunu bulmaya çalışacağı "aktif" bir okumaya davet edilir. 

Aradan geçen bir asırlık zamana rağmen günümüz Türkiye'sinden izler taşıdığını düşündüğüm ilginç bir roman. Herkese keyifli okumalar dilerim.  

28 Ağustos 2022 Pazar

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 10)

Gecenin ilerleyen saatlerinde dev yolcu gemisi RMS Mauretania, Atlantik okyanusunun derin sularını yarıp hedefine doğru yaklaşırken, makine dairesinden gelen rahatsız edici uğultu ve titreşimlere alışan üçüncü sınıf yolcuları derin uykudaydı. Yüzlerce nefesin birbirine karıştığı yatakhanede beyaz tavan lambalarının parlattığı ıslak metal zemine yansıyan ürkek bir gölge, kızların yattığı ranzaların arasında sessizce dolaşıyordu. Gölgenin önünden giden karaltının cılız ayak seslerine kulak kabartan Niki, yattığı yerden başını kaldırdı hafifçe. Nefesini tutmuş, endişe içinde neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Orta boylu bir erkek siluetiydi, fakat tam olarak görememişti yüzünü. Kızların arasında dolaşan bu adamın niyeti ne olabilirdi? Bağırıp milleti uyandırmayı düşündü bir an, fakat sonradan vazgeçti. Yanı başında kendinden geçmiş, yarı uyur vaziyette yatan Haro'ya dokundu. Genç kız, yavaşça açtı gözlerini. Niki ona eliyle sus işareti yapıp gölgeyi izlemeye başladılar birlikte. 

Koyu renk bir takım elbise vardı üstünde, ayağına ses çıkarmasın diye lastik tabanlı bir ayakkabı giymişti. Hemen yan tarafta Rus kızlarının bulunduğu bölüme geçti. Ranzalardan birinin alt yatağında uyumakta olan kıza yanaştı. Örtüyü yüzüne çektiği için kim olduğu belli değildi kızın. Esrarengiz adam etrafı kontrol etmek için bir adım geri çekildiğinde tavan ışığı yüzünü aydınlattı. Niki, dehşet içinde Haro'ya baktı. "Yine o!" diye fısıldadı. "Karabulat!"

Karabulat, genç kızın yüzünü kapatan örtüyü ucundan hafifçe kaldırdıktan sonra yavaşça eski durumuna getirdi. Belli ki aradığı kişi değildi o. Yanındaki ranzaya geçti. Başında durduğu genç kızın uzun siyah saçları, tamamen örtmüştü yüzünü bu kez. Karabulat etrafına bakındı, herkesin uyuduğundan emin olduktan sonra kızın yüzünü kapatan saçları kaldırdı eliyle. Fısıltı halinde kıza seslendi. "Yelena!" Aradığını bulmanın vermiş olduğu rahatlıkla gülümsedi. Genç kızın gözleri aralandı, uyku sersemliğiyle karşısındaki adama baktı bir süre. Biraz kendine geldikten sonra kendine uzanan eli tutup doğruldu yatağından. Ayaklarının ucuna basarak merdivenlere doğru ilerledi Karabulat'ın peşinden. Karabulat, kapının eşiğinde durup son bir kez yatakhaneye baktı ve elinden tuttuğu Yelena ile birlikte gözden kayboldu. Niki, Haro'nun kulağına fısıldadı:  

"Dün gece başka bir Rus kızını götürmüştü."

Haro, bezgin bir halde gözlerini sabit bir noktaya dikti. Kimin ne yaptığı umurunda değildi sanki. Son günlerde iyice içine kapanmıştı. Sevgilisi Antonis'ten başka bir şey düşünmüyordu. Her gün alt güverteye çıkıp saatlerce ut çalıyor, söylediği şarkılarla teselli ediyordu kendini. Haro'nun bu melankolik ruh halini kavrayamayan Niki, onun zaman içinde Antonis'i unutacağını ve Amerika'ya vardıklarında yeni bir hayatı olacağını düşünüyordu. Onun aklı Karabulat'taydı. Adamın bakışlarından hiç hoşlanmıyordu. Kızları nereye götürdüğünü, onlara ne yaptığını düşünmekle meşguldü. Arkadaşının kendisini dinleyip dinlemediğine aldırmaksızın Haro'ya içini dökmeye devam ediyordu. "Dünkü kız geldiğinde parfüm kokuyordu." dedi. Haro, ancak kendine gelebilmişti, etrafında dolaşan tehlikeyi yeni fark etmişti.

"Yarın beni de almaya gelirse!?" Niki, elini tuttuğu arkadaşını sakinleştirmeye çalıştı. Tek kelime konuşmaksızın uzun bir süre Yelena'yı düşündüler, sonra çaresizlik içinde başları yastığa düştü usulca.

Karabulat, genç kızla birlikte geminin en prestijli kamaralarından birinin önünde durdu, parmaklarını kıvırıp iki kısa ve ardından üç uzun vuruşla kapıyı tıklattı. Ne yapacağına dair hiçbir fikri olmayan Yelena'yı orada bırakıp hızla ayrıldı yanından. Şifre alınmıştı, aralanan kapıdan uzanan bir el kızı içeri çekti. Geniş, ferah bir mekânın içinde bulmuştu kendini Yelena. Sol tarafta, konsolun üzerindeki abajurun soluk ışığı aydınlatıyordu odayı. Bütün duvarlar desenli kâğıtla kaplanmıştı. Yerde büyük bir İran halısı, karşı duvara asılmış yağlı boya tablonun altında çift kişilik bir koltuk, üzerinde likör takımının bulunduğu yuvarlak bir sehpa ve onun yanında tek kişilik bir koltuk ile kenarları yere kadar sarkan bej rengi kadife kumaşla örtülmüş geniş yatağın yer aldığı geniş oda, kamaradan ziyade bir sarayın salonundaymış hissi veriyordu insana. Yelena'yı odasına kabul eden esrarengiz adam, birinci kaptanın Karabulat'a bahsettiği Türk mühendisten başkası değildi. Orta yaşlarda, dar alınlı, yanakları şişkin, kocaman kafası saksı gibi omuzlarına oturmuş, bıyıklı, siyah saçları taralı, çakır gözlü, göbekli ve orta boylu adam, beyaz gömleğinin üzerine vişne renkli bir röpteşambır giymişti. Genç kızı kolundan tutup kapının yanındaki duşa götürdü. İyice yıkayıp kuruladıktan sonra cebinden çıkardığı ipek çorabı anadan üryan karşısında dikilen kızın yüzüne yaklaştırdı. Sesi titriyordu heyecandan, yüzünde boncuk boncuk ter birikmişti. Beline kadar uzayan kuzguni siyah saçları, menekşe renkli gözleri ve olağanüstü fiziğiyle Yelena aklını başından almıştı adamın. Kaderine razı bir şekilde put gibi ayakta dikilen genç kız, çaresizlik içinde anlamsız gözlerle bakıyordu babası yaşındaki adama. Adam, sağ elini içine geçirdiği ince çorabın ucunu diğer eliyle uzatıp gerdikten sonra hipnotize edermiş gibi gibi kızın gözlerinin önünden geçirdi.

"Şimdi bunu al, beni memnun edersen diğer tekini yarın gece vereceğim sana." Koca kafalı adam güzel kızın karşısında kendinden geçmişti. Yelena tepki vermeyince, sinsice gülümseyerek, Türkçe "Yarın akşama." dedi. Çorabı kızın boynuna doladıktan sonra ıslık çalarak keyifle üstündekileri çıkarmaya başladı. 

***          

Ertesi gün Niki, sabahın erken vaktinde birinci sınıf yolcularının bulunduğu kata çıkmıştı. Bardaki genç denizciden bir fincan kahve alıp kendisine teşekkür etti ve dikiş makinesinin bulunduğu, artık kendisine tahsis edildiğini düşündüğü köşeye doğru ilerledi. Üst güvertede büyük salonun genellikle boş olduğu saatlerdi. Masalardan birinde, yalnız başına oturan Karabulat'ın yanından geçti. Adamın canı sıkkın görünüyordu. Yakın dostu kaptan Marinos'un, "fotoğrafçının üzerine fazla gitme, ona bulaşma" demesini bir türlü hazmedemiyordu. Kaptan ondan desteğini çekerse bütün plânları alt üst olabilirdi. Amerikalı, her ne kadar mesleği bıraktığını söylemiş olsa da kaptanı korkutmuş olmalıydı. Gemi kaptanı ya da yolculuk hakkında gazetesine ileteceği olumsuz bir haber ciddi sonuçlar doğurabilirdi. Belli ki Norman'dan çekinme sebebi buydu kaptanın. Karabulat'ın güvendiği dağlara kar yağmıştı. Bundan böyle Amerikalı gazeteciye açık vermemek için daha dikkatli olmalıydı. Karabulat, az önce yanından geçen Niki'yi görmüştü. Düşüncelerinden sıyrılıp alaycı bir şekilde gülümsedi genç kıza.

Niki, elindeki gelinlikleri askıya astıktan sonra makinesinin başına geçti. Karşısındaki masalardan birinde oturan Karabulut kendisine lâf attığı sırada kahvesini henüz yudumlamıştı. 

"Görüyorum ki, bütün zamanını işe arıyorsun!" Her zamanki gibi şıklığına diyecek yoktu Karabulat'ın. Beyaz pantolon ve beyaz gömleğin üzerine beyaz bir kravat takmış ve yine aynı renkten bir yelek geçirmişti üstüne. Dökülmüş beyaz saçları arasında kızıl renge dönen teni dışında tepeden tırnağa beyazlara bürünmüştü. Yerinden kalkıp genç kıza yaklaştı. "Tam bir haftadır seni izliyorum, durmadan bir şeyler dikiyor, dikiyor, dikiyorsun..." dedi. Niki, ağzını açmadan adamı dinliyordu. Karabulat durmayacak gibiydi. "Hanımefendi, birinci sınıfı pek bir sevmiş görünüyor!" dedi. Alaycı bir gülümsemeyle masasına geri döndü. Bir yılan gibi zehrini kusmuştu. Niki, nefret ettiği adama onun duyamayacağı bir sesle söylendi.

"Oturup kendi söküğünü kendin dikersin o zaman!" 

Karabulat kahvesini yudumlarken bir anda boğulacak gibi oldu. Hırsla arkasına döndü.

"Ne dedin?" dedi, tehdit edercesine. Masasından hırsla kalkıp Niki'nin üzerine yürüdü. "Ha, ne dedin sen bana? Bana cevap mı verdin, söyle!" Niki korku dolu gözlerle adama bakarken Karabulat, ısrarla aynı şeyi sormaya devam ediyordu. "Hadi, söyle bana ne dedin?" 

"İhtiyacınız olduğunda işinizi kendiniz görürsünüz dedim." dedi, Niki, cesaretle. Cesur olduğu kadar korkuyordu aynı zamanda. Karabulut göz dağı verircesine, delici gözlerle baktı Niki'ye.

"İşimi kendim görürüm, öyle mi?" Yan taraftaki askıdan duvak dikiminde kullanılacak olan tülbent parçasını eline alıp Niki'nin gözü önünde cart diye yırttı. Haddini bildirircesine ateş saçan gözlerini genç kıza diken Karabulat, ikiye ayırdığı kumaşı dikiş makinesinin üstüne fırlattı. "Peki o zaman," dedi. "Ama bunu ben değil, sen dikeceksin!" Niki gözlerini açarak  adama bakakaldı hayretler içinde. 

"Sizden korkmuyorum..." dedi Niki, yeniden cesaretini toplayarak. "Ben Yelena değilim." Ağzından çıkmıştı bir kere. Şimdi kalbi yerinden çıkacak gibiydi korkudan. 

Karabulat, çıldırmıştı. İşaret parmağını sallayıp tehdit etmeye devam etti genç kızı. "Sakın benimle bu tarz konuşma!" Kaşlarını kaldırırken alnındaki çizgiler iyice belirginleşti. Elini makinenin tablasına koyup Niki'ye doğru eğildi. "Anlıyor musun?"

Niki, endişeli gözlerle arkasını dönmekte olan adamın yüzüne baktı. "Siz kötü kalpli bir adamsınız, efendim." dedi. Dikiş makinesinin kapağını hırsla kaldırıp makineyi yuvasına yatırdıktan sonra kapağı şiddetle kapattı. Parmağının ucunda şiddetli bir sızı hissetti Karabulat. "Off," diyerek parmağını ağzına götürdü, canı fena yanmıştı. Yüzünü buruşturup elini silkeledi. "Seni," dedi. "Seni gidi kaltak, bana bunu yapmamalıydın!" Öfkeyle arkasını döndü ve masalarına arasından geçerek uzaklaştı.

Niki, panik halinde ne yapacağını bilemedi. Karabulat'ın işi burada bırakmayacağından neredeyse emindi. Bir an bile tedbiri elden bırakmaması gerekiyordu. Şimdi Norman'a o kadar çok ihtiyacı vardı ki. Beti benzi atmıştı. Aceleyle topladığı dikiş kutusunu yanına alıp ait olduğu sınıfa inmek üzere seri adımlarla üst güvertenin büyük salonunu terk etti. Kamaraların önündeki duvar lambalarıyla aydınlatılmış sessiz koridorlar boyunca merdivenlere doğru ilerlerken sık sık başını çevirip ürkek gözlerle arkasına bakıyordu. Tam merdivenlerin bulunduğu sahanlığa varmak üzereydi ki sahanlığa çıkan diğer bir koridorun köşesinde korktuğu başına geldi. Karabulat, kollarını önünde kavuşturmuş, avını pençesine almış bir hayvan gibi sinsice gülümsüyordu karşısında. Niki'nin kalp atışları hızlandı, irkilerek birkaç adım geriledi. Sırtını duvara dayayıp gözlerini kapattı, hırıltılı bir şekilde soluk alıp verirken göğsü bir kabarıp bir iniyordu.

Karabulat genç kıza iyice yaklaştı. Dudaklarını ısırıp göz dağı verdi. "Kendini azize sanıyorsun değil mi, ama senin öyle biri olduğuna inanmıyorum ben." dedi. Hesaplaşacağız anlamında aşağı yukarı salladı başını ağır ağır. "Senin de bir geçmişin var elbette. Eninde sonunda bulup ortaya çıkaracağım. Bunu sen istedin." 

Arka tarafta, koridora açılan kapılardan biri aralandı. Sesleri duyup kat kat kırmızı elbisesiyle kamarasından çıkan falcı Emine Bacı, Karabulat'ın sıkıştırdığı Niki'yi görünce telaşlandı. Merak içinde onlara doğru seslendi. "Niki? Ne var, bir şey mi oldu?" Karabulat, yıldırım hızıyla konuyu değiştirdi.

"Yani, kırmızı barbunya balığı tavada kızartılırsa ızgarasından daha lezzetli olur diyorsun öyle mi? Peki fırında pişirmeyi hiç denedin mi?" Yüzüne sevimli bir ifade katan Karabulat, falcı kadına döndü. "Ona Yunan adalarının meşhur yemek tariflerini soruyordum sadece." dedi. Daha sonra ciddileşerek dişlerini sıktı ve genç kızın kulağına fısıltı halinde son sözlerini söyledi. "Seni burada rezil etmemi istemiyorsan çeneni kapat, ağzını açıp sakın bir lâf edeyim deme!"

Karabulat'ın arkasını dönüp gitmesiyle birlikte Niki derin bir nefes aldı. Tansiyonunun düştüğünü, ayaklarının bedenini taşımadığını hissetti. Başı dönüyordu. Elinde dikiş kutusu olduğu halde sırtını dayadığı duvardan yavaşça kayıp yere çöktü. Emine hemen koşup yanına geldi, panik içinde kıza sarıldı.

"Söyle bana neler oluyor?"

Zoraki gülümsemeye çalıştı Niki, "Tamam, tamam bir şey yok." dedi. Falcı, çenesinden tuttuğu genç kıza acıyarak baktı, çaresizlik içinde başını salladı.

Güçlükle ayağa kalkan Niki, merdivenlerden aşağı indi. Yatakhanedeki kızlar yataklarını toplarlarken hep birlikte yeni bir güne hazırlanıyorlardı. Olga'nın masum yüzüne baktı. Çok geçmeden sıranın ona geleceğini biliyordu. Kendisine yardım edecek, derdini anlatacak birini arıyordu Niki. Haro'nun yatağı boştu. Muhtemelen kahvaltı için yemek salonuna gitmiş olmalıydı. Yatakhaneden çıktı, yemek salonunun girişinde aşçı Kardaki ile karşılaştı. 

"Yalvarırım bana yardımcı olun," dedi kadına Niki. "Rus kızlarına yaklaşamıyorum. Olga da onlardan biri, henüz yaşı çok küçük, onun hakkında ciddi endişelerim var. Şu orospu çocuğu Karabulat, az önce tehdit etti beni."           

Aşçı kadın tepki vermeksizin Niki'yi dinledi. "Bay Karabulat'ı biliyorum. Onu bu gemide tanımayan yoktur. Yüzlerce Rus kızına yardım etti." Niki'ye ders verir gibiydi. Konuşması biter bitmez genç kızla ilgilenmediğini hissettirircesine arkasını döndü. Niki kadının tavrına şaşırmıştı. Ellerini uzatarak yalvarırcasına seslendi. "Bayan Kardaki, beni dinlemek zorundasınız, çok önemli..."

Kardaki durup Niki'ye baktı. "Bak kızım," dedi bu kez, nasihat verir gibiydi. "Benim hayat felsefem seninkinden biraz farklı. Aralarında sadece beş genç kız var bu işi yapan... Ne dediğimin farkındayım ve sana bunu ispatlayabilirim. Yeni doğan bebekler... Vaftiz törenleri... Bu okyanus aşırı yolculuklar kutsanmıştır. Karada yaşanan her şey gemide aynen yaşanır. Bunları benim değiştirmeye gücüm yetmez. Savaşta kocamı ve iki oğlumu kaybettim. Şimdi burada ayakta kalmaya çalışıyorum. Kendimi tehlikeye sokamam." Genç kızın omzuna dokundu. "Sana söyleyeceğim tek şey, başkalarının işine burnunu sokma! Şunun şurasında bir haftalık yolumuz kaldı." Niki, hayal kırıklığına uğramış, kadının söyledikleri karşısında çılgına dönmüştü. Birşeyler demek istediyse de kelimeler boğazına takıldı. Bir süre sessiz kaldı. Aşçı kadının söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Fakat anlattıklarını kabul etmesi olanaksızdı. Sonunda dayanamadı. Öfkeyle bağırdı.

"Fakat biz burada birer hayvan değiliz. Ne biz, ne de onlar..."

"Açıkçası, bildiklerimi söyleyip gemideki bütün yetim kızları tedirgin etmek istemiyorum. Söyleyeceklerim bu kadar!" dedi, Kardaki. 

***

Sabaha karşı geminin güvenliğinden sorumlu vardiya zabiti yanındaki genç güverte lostromosuyla birlikte gemiyi denetliyorlardı. Kır sakallı denizci alt güvertede demir korkuluklara dayanmış, yalnız başına denizi seyreden Haro'nun yanına gelince durdu. Uzun kollu kahverengi bir ceket giyen genç kızın saçları sert esen rüzgârla dalgalanıyor, yüzünün görünmesini engelliyordu. Haro, yanında dikilen iki denizciyi fark edince hayalet görmüş gibi şaşkın gözlerle baktı onlara. Sanki derin bir rüyadan uyanmış gibiydi. Sakallı adam babacan tavırla ikaz etti genç kızı.

"Hadi kızım, içeri geç, üşüteceksin." Haro, boş gözlerle bakıyordu adamlara.

Vardiya zabiti, "Üç saatten fazla burada dikilmiş bekliyorsun. Tasalanmayı bırak artık, yatağına git ve dinlen biraz." dedi. 

Haro sesini çıkartmadı. Adamlar arkalarına baka baka yanından ayrıldılar genç kızın. Haro korkuluk boyunca ilerleyerek aşağıda geminin köpürttüğü sulara bakıyordu. Adeta büyülenmiş gibiydi. Gecenin karanlığında yol alan dev yolcu gemisinin iki parçaya ayırdığı deniz, projektörlerin parlak ışığı altında, avını yutmaya hazırlanan korkunç bir canavar gibi homurdanırken, Haro ona bakarken uçsuz bucaksız hayallere sürükleniyordu.

***

Ertesi gece geminin lüks oyun salonunda iddialı bir kumar partisi vardı. Masanın etrafındaki izleyicilerin bazıları purolarını tüttürürken, diğerleri ellerinde viski bardaklarıyla sohbete katılıyorlardı. Zenginliklerini ilk bakışta ortaya koyan şık kıyafetli oyuncu ve izleyicilerin birbirlerine anlattıkları hikâyeler ve yaptıkları esprilerle salon kahkahaya boğuluyordu. Oyunun oynandığı masanın çevresinde öylesine bir kalabalık toplanmıştı ki aralarından oyuncuları görmek mümkün değildi. Salon, tütün kokusu, sigara dumanı ve gürültüden geçilmiyordu. Diğer masaların neredeyse tamamı boştu. Kapının sol tarafında, envaiçeşit içkilerin raflara dizildiği gösterişli barda beyaz kıyafetli genç bir barmen bardakları kurularken kanun, ut ve kemandan oluşan üç kişilik minik saz heyeti kendi halinde bir şeyler çalıyordu. Barın önünde, beyaz örtülerle kaplı yuvarlak masaların birine oturmuş bira içen gazeteci Norman, can sıkıntısıyla elindeki sigara paketini parmakları arasında çevirip duruyordu. Bir süre sonra salona giren Karabulat etrafına şöyle bir bakındıktan sonra barın önündeki yüksek taburelerden birine oturdu.