KATEGORİLER

25 Eylül 2019 Çarşamba

AŞKIN KANLI HÂLİ


Geçtiğimiz pazar yaylada ceviz hasadına başladık. İşçilerden biri cep telefonunu karıştırırken kendi kendine söyleniyordu.
- Gene bi karıyı bıçaklamışlar
Merakla gayri ihtiyari soruyorum,
- Nerde, ne karısı?
Öyle derler kadınlara köylüler burada. Anası da olsa bacısı da olsa kadının adı karıdır. Ağaç altında ceviz toplayan, aralarında anasının, bacısının olduğu köylü kadınlara seslenir.
- Karılar! İşiniz bitince şuradaki ağaca geçin.

İbrahim, başını kaldırmadan bana cevap veriyor.
- Aşağıda, köyde. Yedi yerinden bıçaklamış karıyı.
- Neden?
- Seviyormuş işte! Kadın ölmüş kurtulmuş, olan kendine oldu. Şimdi hapislerde çürüyecek.

Ne diyeceğimi bilemedim. Aşkın binbir hâli.


Akşam eve dönünce aklıma geldi bu olay. Eşime döndüm, 
- Seni ben hiç sevmemişsin meğer.
- Nereden çıktı şimdi bu? Diye sorarken merakla baktı gözlerimin içine.
- Söyler misin bana, hiç bıçakladım mı seni? Bırak onu bir fiske vurdum mu sana şimdiye kadar?

Koştu mutfağa, kaptı bıçağı. Bir yandan üstüme yürürken,
- Sen canına mı susadın adam! diyerek bağırıyordu. Canımı kurtarmaya çalışıyordum. Nefes nefese anlattım bir çırpıda olayı. Güldük birlikte hâlimize, bıçaklanan kadını zihnimizden uzaklaştırmaya çalışırken.

******
Öykünün tamamı eşimin bana bıçak çekmesi dahil yaşanmış olaylara dayanmaktadır.

24 Eylül 2019 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #04



Sevgili Taha Akkurt ile Edischar tarafından başlatılan, sevdiğim ve heyecanla takip ettiğim güzel bir etkinlik olan "Ağaç Ev Sohbetleri"nde dördüncü haftaya girmiş bulunuyoruz. Bu hafta boyunca önerdiğim konu üzerinde tartışılmasını uygun bulan arkadaşlarıma bir kez daha teşekkür ederim. 

Pek çoğumuzun bildiği üzere üçüncü hafta Ağaç Ev Sohbetlerinde yaşadığımız yerleri tartışmıştık. Taha Akkurt bu konuya ilişkin görüşlerini paylaşan arkadaşlarımızın listesini arşiv sayfasına aktarmak suretiyle onları kolaylıkla ulaşılabilir hale getirmiş. Bkz "Ağaç Ev Sohbetleri #03".  

Evet bu hafta aslında basit gibi görünen ancak insanın üzerinde epey kafa yorması gereken bir konuyu tartışıyoruz. Soru şu:


Özgür olduğunuzu düşünüyor musunuz? Özgürlük sizin için ne anlam ifade ediyor? Size göre özgür olmanın sınırı nedir?

Öylesine tartışmalı bir sözcüktür ki "özgürlük", onun üstüne ne yazarsak yazalım geride yazmadığımız bir şeyler kalacaktır mutlaka. Sözlük anlamı; "herhangi bir kısıtlamaya, zorlamaya bağlı olmaksızın düşünme veya davranma, herhangi bir şarta bağlı olmama durumu, serbesti" şeklinde açıklanmakta. Bir çok filozof, düşünür, yazar çizer takımının merakını cezbeden bu konu üzerinde heprkes ayrı ayrı ahkam kesmiş. Fazla derine dalmadan sığ sularda dolaşalım biz de biraz. 

Özgür olduğumu düşünmüyorum. Aklı başında hiçbir insan evladının özgür olduğunu düşünmediğim gibi. Ne her düşündüğümü söyleyebilirim ne de her istediğimi yapabilirim. İyice delirmesi lazım insanın, her istediğini yapabilmesi için. Olaylara bizlerden tamamen farklı pencerelerden bakan bir delinin her düşündüğünü söyleme hakkı vardır ancak. O halde özgürlük, toplum ve yasaların delilere vermiş olduğu bir ayrıcalıktır dersek yanlış olmaz. 

İki önemli davranış biçimi özgürlüğümü kısıtlar. İlki düşündüklerimi söyleyebilme ve yazma konusunda karşılaştığım engellerdir. Fikir ya da düşünce suçu diye anılan eylemlerdir bunlar. Başkasıyla paylaşmadıktan sonra düşünmeye kimse engel koyamaz aslında. Sorun, düşüncelerin söylenerek ya da yazılarak toplumla paylaşılmasıdır. Tarih boyunca bu sorunu yok sayanların uğradığı zulüm, diğerlerine göz dağı vermiş olmasına rağmen cesur özgürlük savaşçıları her türlü cezayı hatta ölümü göze alıp fikirleriyle toplumun gözlerini açmaya çalışmış, düşüncelerini yaymış ne yazıktır ki bütün bunların karşılığında büyük bedeller ödemişlerdir. Ben onlar kadar cesur olmadığımı kabul etmek zorundayım.     


İkincisi ise istediğim tarzda davranmaya ilişkin karşılaştığım engellerdir. Malûmunuz olduğu üzere din, sadece bir inanç sistemi değil, her bakımdan bir yaşama biçimidir. Öyle söylendiği gibi bireysel değildir, toplumun her kesimini etkisi altına alıp insanları kendi kurallarına uydurmaya  çalışır. Örneğin muhafazar bir bölgede Konya'da, Erzurum'da ramazanda bırakın içki içmeyi, yemek yerseniz bile hayatınız tehlikede demektir. Bu saygıdan öte bir dayatma, özgürlüğün kısıtlanmasıdır. Yaşam tarzı, giyim kuşam konusunda da ciddi kısıtlamalar söz konusu elbette. Ataerkil anlayışın hüküm sürdüğü ülkemizde kadınlarımızın sık sık maruz kaldıkları ve sonucu cinayetlere kadar varan olayların ana sebebi özgürlüklerin kısıtlanması değil midir? Yöneticileri izledikleri haksız ve yanlış politikalar nedeniyle farklı biçimlerde protesto etmek özgürlükse eğer, bunu ne kadar başarabiliyoruz?

Ayrıca aile, arkadaşlık ve genel anlamda toplumsal ilişkilerde de özgür değiliz. İşin bu yönü belli bir ölçüde gönüllü ya da zorunlu olarak yaptığımız eylem ve fedakârlıklardır. Örneğin ailede her bireyin her zaman istediği TV kanalını seyretme özgürlüğü yoktur değil mi?. Evi geçindirme yükü üzerine kalmış bir kişi, günün belli saatlerinde işverene kiralamıştır özgürlüğünü. Evinde evcil hayvan besleyen bir kişi, komşusu rahatsız oluyor diye istediğini yapamaz özgürce.

Diğer taraftan özgürlük, sınırsız olarak istediklerimizi yapma hali de değildir. Benim anlayışıma göre en güzel tanım şudur:
"İnsanın özgürlüğü; istediği her şeyi yapabilmesi değil, istemediği hiçbir şeyi yapmak zorunda olmamasıdır." 

Bu yüzden devlet memuru olmadım. Özel sektörde yıllarca çalıştım, kimse bana istemediğim bir şeyi yaptıramadı, gerektiğinde arkamı döndüm başka iş buldum kendime. Özel sektörde kişi, kendini geliştirip işinde yeri doldurulamayacak bir seviyeye geldiği zaman ona istemediği hiçbir şeyi yaptıramaz hiç kimse.

Özgür olmanın sınırı başkasının özgürlüğünün başladığı yerdir derler klasik bir söylemle. Fakat pratikte sorunlu bir tespittir. Zira çoğu yerde bu durum kesişir, birbirinin içine girer ve sonu iyi bitmez. Bence adalet ve eşitlik ilkesine uygun olarak çıkarılmış yasalarla bireysel özgürlüğün sınırı çizilmelidir. Bunun dışında olabildiğince özgür olmalı insan. Eyleme dönüşmeyen her fikir ve düşünce özgürce yazılmalı, çizilmeli ve söylenmeli. İnsanlar yasal bir partinin mensuplarına terörist demedikleri için teröre destek verdikleri iddiasıyla haksız yere terör yanlısı olarak suçlanmamalı örneğin. Ne dediklerinden ne de demediklerinden, ne yazdıklarından ne de yazmadıklarından dolayı zuĺüm görmemeli insanlar. Bu icraatleri yasalarda suç olarak bulunmamalı. Sanatçı özgürce sanatını icra edebilmeli, topluma rehber olmalı aydınlar.

Özgür olmanın sınırı insan olmaktır. Ben hızlı araba kullanıyorum, bu benim özgürlüğüm diyemez insan olan. Çünkü kimsenin özgürlüğü başkalarının canına malına zarar getirmemeli. Özgür olmanın sınırı işte tam da burada yatıyor kanımca.

20 Eylül 2019 Cuma

SANAT

Kusursuz iletişimin imkânsızlığına inanırım. Düşündüklerimi, düşlerimi söze ya da sözcüklere dökmek illâ ki bir şeyler bırakır arkada. Ya onların dinleyicileri, okurları. Onlar da istedikleri kadarını alırlar kendilerine...

İşte sanatın gücü burada, gerçek dünyadan bağımsız, düşler alemidir sanat.

"Gerçeği bütünüyle sanat yapıtlarına aktarmak olanaksız olduğu kadar gereksiz ve sanatın aleyhine işleyen boşuna bir çabadır." 

Mavi Harfler Atölyesi
Hülya SOYŞEKERCİ

19 Eylül 2019 Perşembe

HAYALLER ve HARFLER - HÜLYA SOYŞEKERCİ

Kitabın Adı: Hayaller ve Harfler
Yazar: Hülya SOYŞEKERCİ
Sayfa Sayısı: 308
Yayınevi: Komşu Yayınevi
Türü: İnceleme, Eleştiri

Kitap Hakkında: İyi bir öğretmen, eleştiri, inceleme ve öykü yazarı olarak tanıdığım Hülya Soyşekerci, eşimin ve kızkardeşimin fakülteden sınıf arkadaşları. Dolayısıyla ilk kez bu türde bir kitap okumamın başlıca sebebi oldu bu aynı zamanda.

İnceleme ve eleştiri kitabı deyince benim gibi sıradan okurların değil, akademisyenlerin, yayıncıların ya da edebiyat alanında profesyonel yazarların ilgilendikleri bir yazın türü gelirdi aklıma. Kitabı okuduktan sonra ne kadar yanıldığımı anladım. Ne tür kitap okursanız okuyun, eh biraz da yazmaya merakınız varsa Hülya Soyşekerci'nin kaleminden çıkan inceleme kitapları mükemmel bir kılavuzunuz olacak, önünüzü açacaktır.

Hayaller ve Harfler, her biri kendi döneminde yazdıkları ile iz bırakmış 27 yazarı ve eserlerini anlatıyor. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarından günümüze kadar geçen çalkantılı dönemlerin etkisi altında yazılan farklı edebiyat türlerinde yazarların ruh hali, kendilerine özgü sanat anlayışları, yapıtlarına yön veren yaşam biçimleri detaylı bir şekilde inceleniyor. Kitaba konu edilen eserlere ilişkin yazarın yaptığı yorumlar, diğer eleştirmenlerin, araştırmacıların ve yazarların görüşleriyle destekleniyor. Roman, şiir, deneme, öykü dallarında eserler veren yazarların bir kısmının sıra dışı yaşam öykülerine detaylı yer verilirken bir kısmının eserlerinde etkilendikleri edebi akımlar ve sanatsal özellikler ön plana çıkarılıyor.

Kitapta geniş kitlelerce tanınan ve eserleri bilinen yazarlara yer verilirken, gözden kaçan, unutulan ancak taşıdığı özellikler bakımından edebi önemi yüksek yapıtlara imza atan bazı yazarlar da su yüzüne çıkartılmış. Azra Erhat'ın yaşam öyküsü, Hayalet Oğuz lakaplı Haluk Oğuz Alplaçin dünyaya bakışı, Sevgi Soysal'ın Tante Rosa'sı, Salah Birsel'in yazım dili gibi öne çıkan konularda ilginç bilgiler veriliyor ayrıca. Diğer taraftan Namık Kemal'in İntibah'ından tutun da Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın Gülyabani'sine, Suat Derviş'in Kara Kitap'ından Reşat Nuri Güntekin'in Çalı Kuşu'na kadar bir çok eserden alıntılar yapılırken onların sanatsal yönlerinden bahsediliyor. Yazar, bazen yazarların eserlerine ilişkin görüşlerine yer verirken bazen de onların etkilendikleri çevre ve zaman koşullarına değiniyor.

Bu kitabı okurken eski dönem yazarlara ait edebi eserlerin popüler edebiyatın etkisiyle gittikçe görünmez kaldığını, yeni yazmaya başlayanların eskilerden öğrenecek  çok şeyleri bulunduğunun farkına vardım. İyi bir şiir, deneme, roman, öykü nasıl yazılmalı, eserde ironi, mizah ve fantastik öğeler nasıl kullanılmalı gibi soruların cevaplarını buldum kitapta. Her şeyden önemlisi her bölümünü sıkılmadan keyifle okudum. Hülya Soyşekerci'nin "Mavi Harfler Atölyesi/Okuma Notları" adındak aynı türde yazılmış bir kitabı var sırada. Başta söylediğim gibi yazmaya merakınız varsa, okuduğunuzu daha iyi anlamaksa niyetiniz, bu kitaplar kaçmaz.         

16 Eylül 2019 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #03

TahaAkkurt ve Edischartarafından başlatılan Ağaç Ev Sohbetleri #03'te bu hafta şehir ve insan ilişkisini tartışıyoruz. Bu kapsamda aşağıdaki sorular düşüncelerimize ışık tutacak.


Yaşadığınız şehrin sevdiğiniz ve sizi oraya bağlayan özellikleri nelerdir? Şehrinizde gitmeyi tercih ettiğiniz yerleri, meşhur yemekleri ve bir gün uğrarsak bize önerebileceğiniz aktiviteleri tanıtır mısınız?

Yaşadığım şehrin en sevdiğim tarafı nedir diye sordukları zaman Cahit Külebi'nin Atatürk'e Ağıt şiirindeki iki dize gelir ilk aklıma...

İzmir'in denizi kız, kızı deniz
Sokakları hem kız hem deniz kokar.

Deniz özgürlüktür, bağımsızlıktır. Denizden gelen özgürlük imbat rüzgârlarıyla usul usul şehrin sokaklarını doldurur.

Türlü vaatlerle özgürlüğünden asla vazgeçmez şehrimin insanı, yeri gelir efe olur çıkar dağlara, mum gibi erir küçülür deniz kokulu kızların şimşek bakışlarında.

Atatürk aşığıdır şehrim. Gâvur diyenlere inat, sözcüğün anlamını değiştirmiş ve bir onur madalyası gibi taşımıştır göğsünde. Atatürk devrimlerini benimsemiş, herkese kucak açmıştır. Çalışırken yemesini, içmesini, eğlenmesini de bilmiştir, küçük şeylerden mutlu olmasını da.

Bütün bunların yanında beni bu şehre bağlayan o kadar çok şey var ki... Küçük, küçücük şeyler meselâ. Ahşap tezgâhını başının üzerinde gezdiren seyyar satıcının "Haydii, Gevreeeek, çıtır çıtır, yeni çıktı fırından" deyişi, Kadifekale'yi mesken tutmuş, denizi hayatında ilk defa şehrimde gören Mardinli delikanlının midye dolmasına cömertce limon sıkışı, Karşıyaka vapurunda esen rüzgâra karşı kanat çırpan martılara çocukların gevrek atışı, seyyar turşucuları, kokoreççileri, söğüşçüleri, boyozcuları, salepçileri... O kadar çok ki.

İzmir'in her yanı deniz olsa bile deniz çeker beni. Uzaktan değil, yakından görmek, o dalgaların sesini duymak isterim. Kordon'da gün batımını seyrederken eski günleri hayal etmek, Güzelbahçe'de Akdeniz'in zengin mezeleri eşliğinde balığımı yerken, rakımı yudumlamak, dostlarla şen şakrak kahkahalara boğulmak isterim. Ne Çeşme'nin denizine girmek, ne de dev AVM'lerde vakit tüketmek isterim. Kemeraltı'nın tarihi dokusunu solumak, Kızlarağası Hanı'nda kahvemi yudumlamak geçer gönlümden.

İzmir'e düşerse eğer yolunuz, fırından yeni çıkmış gevreğin ve boyozun, özellikle Mardinli usta ellerden çıkmış midye dolmasının, nar gibi kızarmış kokoreçin, karadut ve koruk şerbetinin, kabak çiçeği dolmasının, ot salatası çeşitlerinde alayının, cibezin, radikanın, turp otunun, hardalın, ot kavurmasının, şevketi bostanın, anason kokulu arap saçının ve tabii ki tavada sardalyanın bakın tadına, ama mutlaka yapın bunları...

14 Eylül 2019 Cumartesi

COWSPIRACY - İNEK KOMPLO TEORİSİ

Ağaç Ev Sohbetleri #02 etkinliği kapsamında küresel ısınma konulu yazımın hazırlığını yaparken küresel ısınmanın en önemli sebebinin fosil yakıtlar olduğunu, ikinci büyük sorumlu olarak da büyükbaş hayvanların gösterildiğini öğrenmiş ve bu durum hayli garibime gitmişti. Bu nedenle konuyu biraz daha derinleştirmek istedim. Sonuç tek kelimeyle şaşırtıcıydı. Kaderimizi ineklerin bağırsaklarına bağlamışlar meğer (!)

2014 yılında Kip Andersen, çektiği COWSPIRACY adındaki belgesel bir filmle bütün dikkatleri üzerine topluyor. "Cowspiracy", İngilizce Cow: İnek ve Conspiracy: Gizli anlaşma, komplo sözcüklerinden türetilmiş.

Bir buçuk saatlik belgeseli izlerken, en çok sera gazı üreten sektörün hayvan besiciliği olduğuna şaşırmış, Greenpeace de dahil olmak üzere dünyaca ünlü çevre örgütlerinin bilinçli olarak bu gerçeği sakladıklarını görünce iyice aklım karışmıştı.

Hayvancılık deyip geçmemek gerek. Bunlar ufak yerel çiftliklerden farklı. Koca amazon yağmur ormanları kesilip devasa tarım çiftlikleri kuruluyor inekleri beslenmek için. Gittikçe azalan su kaynaklarının en büyük tüketicileri yine bu büyükbaş hayvanlar. Dudak uçuklatıcı rakamlar... İnsanlar hem açlığa hem küresel ısınma nedeniyle oluşması beklenen felaketler zincirine doğru son sürat yol alıyor. Sürdürülebilir bir politika değil bu. Her türlü et, süt, yoğurt, peynir, yumurta gibi hayvansal ürün tüketimini en aza indirmek dışında yapılacak bir şey yok. İşte çarpıcı mukayeselerden bazıları:

- 1 Hamburger için 3.000 lt suya ihtiyaç var. Suyu idareli kullanın diyorlar, tatlı su kaynaklarımız gittikçe tükeniyor. Aynı miktar suyla bir kişi iki ay boyunca duş alabilir oysa. 

- Dünya tatlı su kaynaklarının toplamının 1/3'ü besicilik için harcanıyor. 1 lt süt üretimi için 880-1.000 lt arasında su tüketiliyor. 1 kg biftek için gereken su miktarı 21 tondan fazla. 

- ABD'de evlerde kullanılan su toplam tüketimin % 5'i iken hayvancılıkta bu oran % 55.

- 2.500 büyükbaş hayvan bulunan bir süt üretim çiftliğinden çıkan atık miktarı 411.000 kişilik bir şehrin atık miktarına eşit.

- Her saniye Amazon ormanlarında 6.000 m2 lik orman yok ediliyor. Şimdiye kadar 105 milyar m2 alan palmiye yağı üretimi için 550 milyar m2 alan ise hayvancılık sektörü için tahrip edilmiş.

- Dünyadaki toplam sera gazı salınımının % 13'ü kara-deniz-hava taşımacılığından kaynaklanırken hayvancılık ve hayvansal ürünler toplam salınımın % 51'inden sorumlu. Bisiklete binmişiz neye yarar, inekler boş durmuyor.

- Dünya inekleri her gün 150 milyar galon metan salıyorlar atmosfere. Sera gazlarından biri olan metanın küresel ısınma potansiyeli petrol kaynaklı yakıtlardan salınan CO2 karbondioksite göre 86 kat daha güçlü.

Dünya nüfusu 1812 de 1 milyar, 1912'de 1,5 milyar, 2012'de tam 7 milyar olmuş. Bu ivmeye sahip bir nüfus artışı sürdürülebilir değil. ABD'de günde kişi başı günlük et ve hayvansal ürün tüketimi 250 gr. Bu miktar nüfus arttıkça süratle daha fazla olacak. Daha fazla hayvansal üretim için yeni ormanlık alanlar tahrip edilecek, insana zor yeten su kaynakları hayvanlara tahsis edilecek. Tarım arazileri insanları değil önce hayvanları besleyecek. Açlık baş gösterecek, zenginler et yesin diye yoksullar ot yiyemeyecek. Daha fazla inek daha fazla sera gazı, daha hızlı küresel ısınma, yaklaşan felaketler. Nüfusun bir milyarı aşmaması gerek. 6 milyarımız fazla halen. Buna rağmen en az üç cocuk istiyoruz. Nereye gidiyoruz? Bilmediğimiz ne?

Belki izlediniz bu filmi. Ama eğer izlemediyseniz mutlaka izleyin. Türkçe alt yazılı olarak youtube'da var. Netflix'te de. Greenpeace ve diğer ciddiye aldığımız çevre örgütlerinin kimlere hizmet ettiğini görmek için izleyin. Brezilya'da binden fazla aktivistin katledildiğini öğrenin. 

12 Eylül 2019 Perşembe

SAKLI SEÇİLMİŞLER - SONER YALÇIN

Kitabın Adı: Saklı Seçilmişler

Yazar: Soner Yalçın

Sayfa Sayısı: 504

Yayınevi: Kırmızı Kedi

Türü: Araştırma

Kitap Hakkında: "Saklı Seçilmişler" insanı düşündüren, hayretler içinde bırakan bir kitap. Üzerinde oldukça fazla emek verilip araştırılmış. Ele alınan konular referanslandırılmış, belgelerle kanıtlanmış. Kitabın sonundaki kaynakça ve dizin bölümleri bir araştırma kitabında olması gerektiği gibi.

Küresel sermayenin toplum üzerindeki hain plan ve hedeflerinin araştırılıp değerlendirildiği kitapta 1800'lü yıllardan günümüze kadar geçen süre boyunca ekonomi, siyaset, sağlık gibi pek çok hususta toplumların kaderini belirleyen birkaç ailenin insanlığa verdiği zararları detaylı bir şekilde anlatıyor yazar.

Kitabı okurken başta ABD olmak üzere süper güçlerin az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeleri nasıl kendilerine bağımlı kıldıklarına, tarım arazilerini, tohumlarını ellerinden alıp insanların acımasızca sağlıklarıyla oynadıklarına, aynı güçlerin tedavi niyetine pazarladığı ilaçlar üzerinden milyarlarca dolar kazanırken türlü oyunlar çevirdiklerine, her taşın altından çıkan bu sömürgecilerin acımasızlıklarına şahit oluyoruz.

Yazar bu sömürü planının aslında neyi hedeflediğine dair varsayımlarda bulunuyor. Ona göre yapılan onca hainlik, haksızlığın amacı sırf daha fazla para kazanmak olamaz. Ortada gizli bir plan var. Gizli planın ne olduğunu ise kitabın sonuna saklıyor. Spoiler olmasın diye ben de açıklamayayım. Komplo teorisi tarzında, abartılı ya da yanlış bulduğum bazı öğeler barındırmış olsa da genel olarak kitabı oldukça etkileyici, hatta ürkütücü bulduğumu söyleyebilirim. Şöyle ki, kitabı okuduktan sonra hiçbir gıda ürününü eskiden olduğu gibi görmüyor, mobilya mağazasından alacağınız koltuk acaba kısırlık yapar mı diye tereddüt ediyorsunuz.

Monsanto, Cargill, Bayer ve benzeri küresel şirketler, Rockefeller gibi başkalarına yaşam fırsatı tanımayan ailelerin tuzağına düşen geri kalmış ülkeler, tek tük de olsa vatanını milletini düşünen dürüst insanlar, insan ırkının ıslah edilmesine yönelik çalışmalar, milyar dolarlarla ifade edilen şirket devirleri, milyonlarca dolarlık tazminatlar... 

Şöyle anlatayım. Kitabı üç bölümde değerlendirecek olsam; % 80'i gerçekleri yansıtıyor, % 10'unda abartıya kaçıyor, % 10'u ise yazara katılmadığım yönler içeriyor derdim. İlk bölümde anlatılanların bir kısmını yüzeysel de olsa biliyordum. Bilmediklerim ise kanımı dondurmaya yetti. GDO'lu ürünlerin, zirai ilaçların, sağlığa zararlı gıda katkılarının, mısır şurubunun, palimiye yağının, nebati margarinlerin  pazarlanması, kuş gribi ve domuz gribi mikroplarının önce insanlara bulaştırılıp sonra aşılarının satılması, zehirlenen topraklar, ilaç sektöründe dönen dolaplar... anlatmakla bitmez. 

İkinci bölümde abartılı bulduğum bir iki örnek vereyim: Eskiden köylere hizmet üreten Toprak-Su varmış. Daha sonra Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'ne dönüştürülmüş. Hain AKP ise Köy Hizmetlerini tamamen kaldırmış. Toprak-Su çok iyi hatırlamamakla birlikte faydalı bir kurumdu sanırım ama Köy Hizmetlerini iyi bilirim. İktidar partisinin yaptığı üç beş hayırlı işten birincisi sigara yasağı ise ikincisi Köy Hizmetlerini kapatıp bu görevi İl Özel İdarelerine devretmesiydi. Diğer bir örnek; Efendim, ABD'liler gelip baraj yapılacak yerleri seçmiş, seçtiği yerlerdeki verimli araziler su altında kalsınmış. Bir baraj mühendisi olarak bunu aşırı abartılı buluyorum. Yok öyle bir şey. Baraj nereye yapılır nerede yapılmaz konusunda kitap yazarım. Bunun için yıllar süren etütler yapılır, uygun yer aranır barajın tipine göre. Malzeme kaynaklarına yakınlığı, gövdenin otıracağı zeminin niteliği önemlidir. Yanlış projler yok muydu? Vardı elbette ama bunda elin Amerikalısını suçlamak niye.

Üçüncü bölümün konusu kitabın sonuna doğru işleniyor. Adeta bilim kurgu niteliğine bürünüyor olay. Küresel sermaye sadece para kazanmak için çalışmıyormuş. Spoiler vermemek için küresel sermayenin esas niyetini söyleyemiyorum. Sadece yazarın fikrine katılmadığımı ifade edebilirim. Zira emperyalizmin tek hedefinin sömürü yani başkasının sırtından para kazanmak olduğuna dair hiçbir şüphem yok. Paranın yerini alacak başka bir değer görmüyorum onların gözünde.