KATEGORİLER

13 Mart 2021 Cumartesi

BİN HÜZÜNLÜ HAZ - HASAN ALİ TOPTAŞ


Kitabın Adı: BİN HÜZÜNLÜ HAZ

Yazar: Hasan Ali TOPTAŞ

Sayfa Sayısı: 152

Yayınevi: Everest Yayınları

Türü: Post Modern Roman

Çağdaş Türk edebiyatında ayrı bir yeri olan Hasan Ali Toptaş'ın okuduğum ikinci kitabı, Bin Hüzünlü Haz. Daha önce Gölgesizler romanını okumuş, üslubuna, kelimeleri muhteşem bir şekilde dans ettirişindeki ustalığa ve hayal gücüne hayran kalmıştım. Gerçekten de yazar, dünyada post modern tarzda iddialı bir yapıt koymuş ortaya. Gel gelelim, edebiyat çevrelerinde müstesna bir yeri olan ve okurlarının büyük sevgisini kazanan yazarın kariyeri, birkaç ay önce kendisine yöneltilen taciz suçlamalarından sonra bir çırpıda yerle bir oldu. Doğal olarak bu olay nedeniyle okurlarından büyük tepki gördü ve insanların aklına şu kritik soruyu gündeme getirdi: Yazarın işlediği suçtan dolayı kitaplarını cezalandırmak doğru mu? Toplumun büyük bir kısmı artık kitaplarını satın almayarak yazara bir şekilde tepkilerini göstereceklerini belirtirken, bazı kuruluşlar kendisine verdikleri ödülleri geri aldılar, bunların yanı sıra kitaplarından birinin filme çekilmesi projesi de iptal edildi. Bin Hüzünlü Haz romanı, uzun zamandan beri okumamı bekleyen kitaplardan biriydi, çünkü yazarın sıra dışı üslûbunu seviyordum. Yazar, Hasan Ali Toptaş, üçü yazar olmak üzere yirmiye yakın kadına taciz suçlamasından dolayı deşifre olarak toplum nazarında hak ettiği cezayı en ağır şekilde almış görünüyor. Gerçekten de yüz kızartıcı bir davranışta bulunmuş. Diğer taraftan sanat eseri, onu yaratan kişinin çocuğu gibidir. Babası tacizci ya da katil olan bir çocuğu suçlamak ne kadar mantık dışıysa yazarı yüz kızartıcı bir suç işlemiş esere ceza vermek de pek makul gelmiyor bana. Bu nedenle yazarı yediği haltlarla baş başa bırakıp esas konumuz olan Bin Hüzünlü Haz kitabından bahsedeyim biraz.

Romanın daha önce yazarın hiçbir kitabını okumayan kişiler için anlaşılması zor bir kitap olduğu söyleniyor. Fakat benim gibi bu tarz kitaplardan hoşlananlar için okunası bir eser. Normal bir roman gözüyle bakmadan okumak gerekiyor kitabı. Anlatıcı bir kadın, ama romanın içinde belli belirsiz hissettiriyor kendini. Hiçbir karakterde, olayda, zamanda ve mekanda bir netlik yok. Ne görünüş ne de anlam bakımından. Bütün sözcükler anlamını yitirmiş aynı zamanda. Renklerin sesini, gölgelerin ve çığlıkların sessizliğini, aydınlıkta karanlığı, iyilikte kötülüğü arıyor yazar, sözcüklerinde. Eğer romanda illâ bir kahraman gerekiyorsa, bu Alaaddin olabilir belki. Ancak, kitabın başından sonuna kadar Alaaddin'i arıyoruz fakat belki de öyle bir kişi yok. Alaaeddin'in net bir tasviri de yok, kimin nesi, iyi mi kötü mü, ne iş yapar bilmiyoruz. Diğer taraftan her birimiz, ondan bölük pörçük birer parça taşıyor gibiyiz. Gerçekler hayallerle birbirinin içine girmiş bir halde, kâh şehrin kalabalığı arasında yükselen bir apartmanın terasında, kâh ormanın derinliğinde buluyoruz kendimizi. Yer yer doğu ve batı masallarında geçen kahramanların içinde dolaşıyoruz; pamuk prensesin cücelerinde, Don Kişot'un Sancha'sında, kırk haramilerde, kırmızı başlıklı kız ve ona göz koyan kurtta... Müthiş bir dil hakimiyeti, yerli yerine oturmuş uzun cümleler ve okurda bırakan bir hayranlık duygusu...

Yazar, post modern edebiyatın dibine vuruyor bu eserinde. Romanda belirgin bir olay örgüsü göremiyorsunuz. Salt edebi haz almak isteyenler için yazılmış bir eser. Türk edebiyatına yeni bir soluk getiren yazar, dili bir araç değil, düşüncenin kendisi olarak görmekte. Romanın giriş cümlesi beni çok şaşırtmış, bu cümleyle kitabın içeriğinde felsefi bir içerik beklediğim için bir parça hayal kırıklığına uğramıştım aslında. 

"Beni en çok arınmışlığım tedirgin ediyor. Uzunca bir süredir, ruhumun derinliklerinde bütün şiddetiyle hissediyordum bunu. Kimi zaman, şöyle adamakıllı kirlenip de kim olduğumu anlayayım diye kendimi pervasızca şu şehrin alkol kokulu karanlığına vuruyor,... ama bunu başaramıyordum. " 

Derken Haraptarlı Nafi'nin bir sözü çıkıyor karşımıza, kitabın sonuna doğru,

"Hayat nedir diye sorarsan, bilmiyorum evlât; sormazsan biliyorum..."  

Bir de çok hoşuma giden "sözgelimi" sözcüğü sık sık kullanması dikkatimi çekti. Bir örnek, misal vermem gerektiğinde "örneğin", belki daha çok ya da yeri geldiğinde "mesela" diye başlardım söze, hem konuşmalarımda, hem yazılarımda. Yazar, bu iki sözcüğü kullanmaktan özellikle imtina etmiş sanki. Bunların yerine "sözgelimi" sözcüğünü kullanıyor, benim de güzel geldi kulağıma. Diğer bir husus, pek çok kitap kurdunun okurken zorlandığı bu eseri görece kısa bir sürede okumayı başardığım için kendimle gurur duydum.             

12 Mart 2021 Cuma

SON DANS BÖLÜM 19

Aniden bastıran yağmurla birlikte havaya karışan toprağın kokusunu derin derin çekti içine. Önceki akşam sözleştikleri gibi Selma’yı evinden alacaktı. Sokağa girdiğinde yağmur dinmiş, güneş bütün parlaklığıyla ışıl ışıl ortalığı aydınlatıyordu. Apartman girişinde beklemekte olan arkadaşını görünce aracını kaldırımın kenarına yanaştırdı. Sağ taraftaki camı indirirken arabanın ön konsolu üzerindeki saate baktı.  

- Seni yağmurun altında fazla bekletmedim umarım, dedi Esther.

Beyaz spor arabanın kapısını açıp ön koltuğa yerleşen Selma,

- Yok canım, dedi. Yeni indim aşağı ben de. Başını sürücü koltuğunda oturan Esther'e çevirdi, meraklı gözlerle olan biteni anlamaya çalışıyordu. Eee, hadi anlat bakalım, nereye gidiyoruz şimdi?

Esther kendinden emin ve büyük bir özgüven içinde arabayı hareket ettirdi. Selma, meraktan kıvranırken muzipçe gülümsüyordu.

- Dün akşam söyledim ya, doktorumun yanına gidiyoruz, dedi gülümseyerek.

Aklı iyice karışan Selma, arkadaşının onu neden doktoruna götürmek istediğini anlamaya çalışıyordu.  

- Esther, meraktan çatlatma beni. Söyler misin, ne işim var senin doktorunda? Arkadaşın olduğum için benimle konuşmak mı istiyor doktorun? Niye ben, benden önce Kemal'i çağırmadı peki? 

- Dur, acele etme, bekle biraz. Hepsini anlatacağım, dedi Esther soğukkanlı bir şekilde.

Araba, Selma'nın sabırsızlığına inat, Esther'in sakinliğine nazire yaparcasına, yoğun trafiğin içinde, ışıklarda durup kalkarak,  sükunetle yol alıyordu. 

- Doktor sen içerdeyken beni de odasına alacağını sanmıyorum, dedi Selma. Yanlış mı düşünüyorum?

Esther, Selma’nın meraklı bakışları altında anlatmaya başladı.

- Bak var ya, şu senin doktor gibisini ne duydum ne de gördüm. Geçen haftadan beri her gün en az bir kez telefonla aradı beni. Aklına gelen bütün soruları sorup detaylı bir şekilde cevaplandırmamı istedi. Ben onun sorularını uzun uzadıya cevap verirken onun bana uygulayacağı tedavi konusunda güvenimi kazanmaya çalıştığını hissediyordum. Çünkü kaç doktora gittiğimi, hiç birinden fayda görmediğimi sana anlattığım gibi ona da anlatmıştım. Ama Cevdet Bey, bambaşka biri, diğerlerinden çok farklı. Onun beni tedavi edeceğine inanıyorum. Fakat bazen içime bir kuşku düşmüyor değil. Ne bileyim, normal biri değil yani, dediğim gibi, hayatımda böyle bir doktor görmedim.

- Cevdet Bey’e güvenebilir miyim diye fikrimi soruyorsun sanırım. Bu yüzden mi yanında olmamı istedin benden?

- O da var tabii, ama seni yanıma almamı Cevdet Bey istedi.

- Bak Selma, Cevdet Bey'in adını sana veren benim. Onun sıra dışı bazı uygulamaları olduğunu ben de duydum ama herkes onu başarılarından dolayı yere göğe sığdıramıyor.  Benim yakın arkadaşlarımdan birinin doktoruydu kendisi. Seninkine benzer bazı rahatsızlıkları vardı onun da. Yani, halüsinasyonlar falan görüyordu. Hatta bir ara… Selma, daha fazla konuşmamak için kendini tutarken, onun bu hali Esther’i hayli meraklandırmıştı.

- Ne olur devam et, her şeyi bilmek istiyorum.

- Bilmem nasıl anlatsam,  bunu sana söylemek istemezdim ama ağzımdan kaçtı bir kere. Evet, birkaç kez intihar girişiminde bulundu. Cinler, periler rahat bırakmıyordu peşini.

- Sonra, dedi Esther, heyecanla,

- Sonra Cevdet Bey’i bulmuş işte. Şimdi gayet iyi durumda. Kocasının tayini çıktı bir başka şehre gittiler. Hayata yeniden tutundu. Cevdet Bey’e her gün dua ediyormuş. Biliyorum senin durumun onunki kadar kötü değil ama belki bir faydasını görürsün diye sana da onun ismini verdim. 

- Evet, dedi Esther, dalgın gözlerle. Benim durumum biraz farklı, ama arkadaşından daha mı iyiyim daha mı kötü onu bilemem. Benim zorum cinlerle, perilerle değil. Evet, sanırım biraz farklı… 

- Kemal nasıl, yine gözü işinden başka bir şey görmüyor değil mi?

- Biliyorsun doğum gününü kutladığımız o geceyi hepimize zehir etmişti. Hâlâ sizlerin yüzüne bakarken utanıyorum. Ertesi gün işi bağladıktan sonra akşama Alman misafirlerini bir restaurant'a götürmüşler. Ben doktorun verdiği ilacı alır almaz derin bir uykuya dalmışım. O gece Kemal eve geldiğinde, hayatında ilk kez beni uyurken bulmuş. Öyle derin bir uykuya dalmışım ki, sabah gidişini bile fark edemedim. Selmin'e sorup öğrenmesem o gece Kemal'in hiç eve uğramadığını rahatlıkla söyleyebilirdim sana. Yıllardır böylesine huzurlu bir uykuya hasret kalmıştım. Bedenimde biriken yılların yorgunluğunu bir çırpıda atmıştım sanki, ruhumu sıkıştıran kara örtü birden kalkmıştı üzerimden. 

Ertesi akşam hiç beklemediğim bir saatte, elinde beyaz bir lilyum buketiyle eve geldiğinde yine bir hayalin içine düştüğümü sandım. Neşeyle sarılıp beni öperken kafamın içinde bu değişikliğin sebebini arıyordum. Bu bir hayal değilse gerçek hiç olamazdı. Gerçek olsa bile mutlaka bir sebebi olmalıydı. Büyük bir hata yapmış da kendini affettirmek için bir gayret sarf ediyordu sanki. Ben yine bütün olumsuz düşünceleri kafamdan kovdum, teşekkür edip çiçeği elinden aldım ve vazoya yerleştirdim. Selmin masayı hazırladı, birlikte yemeğe oturduk. Berlin'de birlikte yediğimiz ilk yemektekine benzer bir heyecan kaplamıştı içimi. Bana ilk kez işinden, yaptıkları toplantıdan bahsetti. Tesadüfe bakar mısın, toplantıya katılan Almanlardan biri de benim Berlin'deki dil okulunda birlikte çalıştığım Anna Karsch'mış. Anna'nın erkek delisi olduğunu biliyordum. Kemal'e de sarkmış toplantıda ama o hemen tepkisini ortaya koymuş. Daha sonra acaba yanlış mı anladım diye içi içini yemiş. Bu vicdan azabıyla kendisini affettirmek için imzaladıkları sözleşmeyi kutlamak üzere Alman iş adamı ile asistanı Anna'yı o akşam yemeğe almışlar. Bu kez Anna son derece mesafeli davranmış Kemal'e. Sohbet sırasında laf dönüp dolaşıp Kemal'in öğrenci olduğu dönemde benim öğretmenlik yaptığım Berlin'deki dil okuluna gelmiş. Onlara benden bahsedip, Almanca derslerini benden aldığını söylemiş. Anna beni tanıdığını ve en iyi arkadaşlarından biri olduğumu fakat üç yıldır ilişkimizin koptuğunu anlatmış. Bunun üzerine Kemal hemen telefona sarılıp beni aramış. Derin uykuya daldığım o gece değil telefon, top patlasa duyamazdım. Kemal benden bir cevap alamayınca meraklanıp apar topar yemeği bırakmış ve eve koşmuş. İşte Kemal böyle biri hayatım, onun gözü benden başkasını görmez. Anna'yı çok iyi tanırım, hiçbir erkek onun gibi fettan bir kadının elinden kolay kolay kurtulamaz.  

Dikkatinin dağıldığını fark eden Esther, önüne çıkan bir kafeye doğru yaklaşırken yavaşladı.

- Selmacım daha yarım saatten fazla zamanımız var, istersen şurada durup birer çay içelim, ne dersin? 

- İyi olur, nasıl istersen, dedi Selma.

Garson, ince belli cam bardakların içinde dumanı tüten tavşan kanı çayları önlerine bıraktı.  İki arkadaş çaylarını yudumlarken Selma kafasını kurcalayan soruyu sormaktan kendini alamadı.  

- Ben Kemal'in getirdiği şu beyaz zambak buketine takıldım.

- Ne var bunda? Beni düşünüp en sevdiğim çiçeği getirmiş. Beyaz zambak, temizliğin, saflığın, umudun ve masumiyetin simgesi. Bunun altında bir şey aramak mı lâzım?

- Estherciğim sen gerçekten beyaz bir zambak gibisin ama erkek milletini tanımıyorsun. Ya onları kafaya takmayıp hayatını yaşayacaksın, ya da kafaya takarsan peşini bırakmayacaksın. Jale'ye bir bak, kadının aklı bir karış havada ama kocasını parmağında oynatıyor. Senin dengeni bozan mesele de bu zaten. Sen Kemal'e kafayı takmışsın ama peşini bırakmış görünüyorsun. Onun keyfi yerinde, oyalanacak bir şeyler bulmuş kendisine. Farkındaysan bütün sıkıntıyı sen çekiyorsun. Ben bu konuda ne erkeklere ne de onların aklını çelen hemcinslerimize güveniyorum.

Esther bardağındaki çayı bitirdi. Selma'nın dediklerini kafasında iyice tarttıktan sonra kendinden emin bir şekilde gülümsedi.

- Seni anlıyorum canım. Ama Kemal farklı, onun beni sevdiğini biliyorum. Seven insan yanlış bir yola sapmaz. Beyaz zambağa farklı anlamlar yüklemiyorum. 

Saatine bakınca hadi kalkalım geç kalıyoruz, dedi Esther. Ödemeyi yapıp yeniden yola koyuldular. Cadde boyu yağmurun ıslattığı yolda ilerlerken yüzünü Selma'ya çevirdi Esther.

- Dur sana geçen gece gördüğüm rüyayı anlatayım: İri taşlarla kaplı bir dehlizin içinde yürüyordum. Duvarlarda asılı sağlı sollu üçer kollu meşalelerden çıkan alevler zifiri karanlığı aydınlatıyordu. Üzerimde lacivert taşlarla bezeli, yerleri süpüren mavi bir elbise vardı. Bana refakat eden on beş, on altı yaşlarında iki genç kız peşim sıra eteklerimin ucunu tutuyorlardı. Koridorun sonuna açılan yüksek tavanlı büyük bir mağaranın içine girdik. Şövalye kılıklı adamlar ve zarif hanımların bulunduğu kalabalık bir şölen masası karşıladı bizi. Sarı ve kahverengi üniformalı iki asker trompet çalarak geldiğimizi duyurdu misafirlere. Herkes büyük bir uğultuyla ayağa kalktı birden. Yakışıklı bir şövalyenin yanındaki boş koltuğu gösterdiler bana. Ortadaki uzun masaya serpiştirilmiş türlü türlü yemekler, meyveler ve şarap testileri iştahları kabartıyordu. Sazlar çalmaya, şarkılar söylenmeye başladı. Tam o sırada…

Acı bir fren sesiyle ön cama doğru fırladılar. Emniyet kemerleri bağlı olmasa başlarını cama vurmaları işten değildi. Kırmızı ışıkta aniden duran öndeki araca bindirmelerine ramak kalmıştı. Hemen arkalarında cırtlak korna sesiyle eş zamanlı acı bir fren sesi duyuldu.

Panikleyen Selma, sürücü koltuğunda, kollarının arasına aldığı başını direksiyona kapatmış  arkadaşını dürttü.

- Esther, iyi misin? diye sordu heyecanla. Esther yavaşça kaldırdı başını.

- İyiyim, ne oldu çarptık mı? Gözleri tam açılmamıştı.

- Hayır, sanmıyorum ama az kalsın önümüzdeki araca vuruyorduk, arkadaki de bize. Dur sen bir dakika, sakin ol, ben şimdi bakarım.

Selma arabadan çıkıp arka tarafa geçti. Diğer aracın içinden fırlayan birkaç adam etrafını sardı. İçlerinden en uzun boylusu,

- Ya kardeşim, böyle zank diye durulur mu? Az kalsın bindiriyorduk. Selma’nın altta kalmaya hiç niyeti yoktu.

- Kırmızı ışığı sizin de görmüş olmanız lâzım, bu kadar sürat yapmasaydınız yüreğimiz ağzımıza gelmezdi. 

Selma arabanın önüne yürüdü. Hem öndeki hem de arkadaki arabalar arasında sadece beşer santimlik bir mesafe kalmıştı. Derin bir oh çekti. 

"Neyse," dedi kalabalıktan biri, "Bir şey yok, bu kadarıyla geçmiş olsun."

Homurtulara aldırmaksızın dönüp arabaya bindi Selma yeniden. Esther, yavaş yavaş kendine geliyordu.

- Esther, arabayı kullanabilecek durumda mısın? diye sordu Selma.

- Evet, dedi Esther. Yeşil ışık yanıp yol açılınca hareket ettiler.

- Biliyor musun Selma, sana gördüğüm rüyayı anlatırken aynı şeyleri yeniden yaşadım. Bir an dalıp gitmişim. Son anda frene bastığımı hatırlıyorum. Ama bu kırmızı ışığı ya da önümdeki aracı gördüğümden falan değildi. İşte tam o sırada içeri biri girdi, yayını gerdi, fırlayan ok hızla üzerime gelip kalbime saplandı. İşte bu nedenle bastım frene...

Selma için için korkmaya başlamıştı.

- Esther, iyi ki çağırmışsın beni. Yalnız başına araba kullanamazsın sen. İstersen çek kenara biraz dinlen bari.

- Kusura bakma, seni de tehlikeye attım. Ama geldik sayılır zaten, Cevdet Bey'in muayenehanesi sağdaki ilk sokağın üzerinde.

Devam edecek





10 Mart 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 81


Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 81. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu Gülten Çapkın yeğenleriyle birlikte belirlemiş. Bizi bu kez hayvanlar alemine götüren arkadaşımızın hayli ilginç sorusu şöyle: 

"Eğer hayvanlarla konuşabilme yeteneğiniz olsa hangi hayvanla konuşurdunuz? Hangi hayvanı kendinize yakın buluyorsunuz ve neler sorardınız?" 

Ağaç Ev Sohbetlerinin en kolay soruları benim en zorlandığım sorular oluyor genellikle. Eğer böyle bir yeteneğim olsa, ayırt etmeksizin uçan, kaçan, sürünen ve yüzen tüm hayvanlarla konuşmak isterdim. Zira hepsinden ayrı ayrı öğreneceğim pek çok bilgiye sahip olduklarını düşünüyorum. Konuşma sohbet şeklinde geçse iyi de onlar bana bir şeyler sormaya kalktığında başımı öne eğer utanırdım herhalde...

Hayvanlar aleminin dünyaya hükmeden tek canlı türü olan insan, doğal hayata karşı son derece gaddar. Vahşi dediğimiz hayvanlar avlanıyorlar ama sadece hayatta kalabilmek ve karınlarını doyurabilmek için. Oysa biz insanlar o kadar acımasızız ki, yaşamamız için gerekmediği halde, bütün canlılar dünyasıyla paylaştığımız doğayı ve kendi türümüz dahil olmak üzere diğer bütün canlıları yok ediyoruz. Bilim insanları goril, kurt, papağan, yunus gibi bazı hayvan türleriyle iletişime geçmeye çalışmışlar ve çok kısıtlı da olsa birtakım ilerlemeler kaydetmişler. Onlarla iletişim kurmaya çabalarken onların da bizimle konuşmak isteyeceklerini düşünüyoruz. Bu konuda o kadar emin değilim şahsen!

Velev ki, büyüklük gösterip konuştular benimle. Bu yeteneğimi hiçbir art niyet gütmeksizin paylaşır, diğer insanlara da öğretirdim sanırım. İşte o zaman olan olurdu. Ey, köpek sen falancanın tarafını tutuyorsun, benden değilsin diye ona daha fazla zulmederdi insanlar. Konuştuklarına konuşacaklarına pişman ederdik bütün hayvanları. Kim bilir belki hayvan hapishaneleri kurulur, onları düşündüklerini söyledikleri için içeri tıkardık. Muhtemelen güvercinlerin hepsi kodeste olurdu. Ve ben bu işe bulaştığım için vicdan azabı çekerdim.

Hangi hayvanı kendime yakın buluyorum, bilemedim. İnsanları cinsine, cinsiyetine ve cibilliyetine göre tasnif etmediğimden olsa gerek, hayvanların türüne göre de bir ayrım yapmazdım herhalde. Eğer bizim bilemediğimiz bir düşünce tarzına sahip iseler, o zaman daha iyi anlaştığım farklı türde hayvanlar olabilirdi. Biraz romantik açıdan ele alırsam konuyu, "kumru" derdim muhtemelen. Onların en keyifli zamanlarında "guguk guk, guguk guk" diye çıkardıkları sesin ne anlama geldiğini sorardım. 

8 Mart 2021 Pazartesi

GORIOT BABA - HONORE DE BALZAC


Kitabın Adı: GORIOT BABA

Yazar: Honore de BALZAC

Sayfa Sayısı: 284

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Çeviren: Volkan YALÇINTOKLU

Türü: Roman

Fransız edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Honore de Balzac'ın bir kitabını okumak istiyordum. Kader beni Goriot Baba ile karşılaştırdı. İlginç bir hayat hikayesine sahip olan yazar, bu romanı sadece altı hafta içinde yazmış. Bir şehriye tüccarı olan Mösyö Goriot, bütün servetini ölesiye sevdiği iki kızına harcadıktan sonra kendini bir kenar mahalle pansiyonunda buluyor. Kızların her ikisi de soylu kişilerle evleniyor fakat damatlar kayınpederlerinin parası suyunu çekmeye başlayınca Goriot'tan yüz çeviriyorlar. Çok sevdiği kızlarının da babalarını aramamaları adamı kahrediyor. Pansiyonu kırk yıldır işleten yaşlı bir kadın olan Madam Vauquer, paralı zannettiği Mösyö Goriot'a ilgi gösteriyor ama Goriot'un gözü kızlarından başka bir şey görmediği için ondan karşılık bulamıyor. Pansiyonda kalan diğer yan karakterlerin derinlemesine mercek altına alındığı eserin önemli diğer iki karakteri; hukuk öğrencisi Eugene Rastignac ve kendini gizlemeye çalışan bir kanun kaçağı olan Vautrin.   

Kitabı okumaya başladıktan sonra ilk üçte birlik bölümünde biraz zorlandığımı söylemeliyim. Bunun nedeni karakterleri bir anda algılamakta zorlanmış olmam. Aynı kişiden bahsederken bazen adı, soy adının, bazen Madam, matmazel ve kocasının soy adının, bazen soyluluk unvanının (kontes, barones vs) kullanılması kafamı karıştırdı. Ancak bunu aştıktan sonra su gibi aktı geri kalanı. Gerçekçilik akımının bir temsilcisi olan yazar, bu eserinde, dönemin ahlak dışı toplumsal kurallarına dikkat çekiyor. Zengin olma koşulunun evlilik kanalıyla aristokrat bir aileye katılmaktan geçtiğini, bunun dışında ahlak ve erdemin hiçbir işe yaramadığını hicvediyor eserinde. Çalışmakla bir yere varılmayacağını eğer rahat bir yaşam sürmek isteniyorsa kötülük yapmanın kaçınılmaz olduğunu anlatıyor. Yazar, bugün için de geçerli olan bir toplum eleştirisini o dönemin koşulları içinde başarıyla işliyor. 

Kitabı okuduktan sonra yazarın yaşamını araştırdım, bu sayede Goriot Baba'yı yazdığı dönemdeki düşüncelerini daha iyi kavrama imkânım oldu. Bu durum en kısa zamanda başka bir Balzac romanı okuma isteği uyandırdı bende.  Çeviriye kötü diyemem ama bence daha iyi olabilirdi. Belki de romanın ağırlığı, kültürel ve dönemsel farklılık ancak bu kadarını mümkün kılmış olabilir ya da ukalalık etmiş olabilirim. Fakat kitap güzel, edebi yönü kuvvetli bir eser, büyük bir zevkle okudum ve henüz okumayanlara tavsiye ediyorum. Bu tür romanlar benim gibi öykü ve roman yazma heveslileri için güzel bir rehber oluyor elbette. Son olarak Balzac'ın sıkıntılarla geçen hayatında geriye yüzlerce taslak eser bıraktığını ancak bunlardan çok azının kitap haline getirildiğini eklemiş olayım. 

5 Mart 2021 Cuma

SON DANS BÖLÜM 18

Kapıyı hafifçe vurup içeri giren Ümit, Kemal'i bilgisayarın başında, kendinden geçmiş bir halde, posta kutusuna düşen mailleri cevaplarken buldu. Varlığını hissettirmek için bir iki kez tıksırdı. Bezgin bir halde başını kaldıran Kemal, boş gözlerle Finans Müdürüne baktı.

- Gitmedin mi sen daha?

Ümit, Kemal'in beklenmedik tepkisi karşısında şaşırmıştı.

- Kemal Bey, Mr. Knudsen ve Anna'yı yemeğe davet etmiştik ya. Hemen çıkmamız lazım, geç kalıyoruz, size hatırlatmak istedim.

Kemal, saatine baktı. Altına iğne batmışçasına yerinden fırlayarak Ümit'e bağırmaya başladı.

- Niye daha önce haber vermedin, Tanrım rezil olacağız insanlara! 

Yarım saat sonra Osmanlı mutfağının en özgün lezzetlerini sunan Deraliye Restaurant'ta kendilerine ayrılan dört kişilik masada yerlerini almışlardı. Kemal tedirgin, Ümit ise son derece sakin görünüyordu. Birkaç dakika sonra Mr. Hans Knudsen, yanında yardımcısı Anna Karsch olduğu halde kapıdan içeri girdi. Ümit elini kaldırarak konuklara yerlerini belli etti. El sıkışma merasiminin ardından, gelenleri nezaket icabı masanın köşe kanepesine buyur ettiler. Kemal, Hans'ın, Ümit de Anna'nın karşısına geçti. Şef garson her birine deri kaplı birer menü uzatarak içecek olarak ne arzu ettiklerini sordu. Hans'ın rakıyı tercih etmesi, yemeğin keyifli bir ortamda geçeceğinin ilk habercisiydi. Kemal'in yemek seçiminde Anna'ya yardımcı olmaya çalıştığı esnada toplantıda yaşadıkları aklına gelince içine bir heyecan dalgası yayıldı. 15. Yüzyılda Fatih Sultan Mehmet'in en sevdiği "Nırbaç"ı öneren Kemal, menüdeki bir fotoğrafı gösterirken bunun kuzu eti ve köfteden oluşan, havuçlu, kişniş, tarçın, zencefil, damla sakızı ve nar ekşisiyle tatlandırılmış güzel bir tencere yemeği olduğunu söyledi. Ana yemekler gelinceye kadar garsonlar, nefis meze ve ara sıcak tabaklarıyla masayı donattılar. 

Klasik Türk müziğinin seçkin eserleri eşliğinde Osmanlı mutfağının nadide yemeklerinin tadını çıkarmaya başlayan grup, bir yandan içkilerini yudumlarken diğer yandan samimi bir sohbetin içinde buldular kendilerini. Rakı kadehlerini birbiri ardına yuvarlayan Hans'ın yüzü kırmızı bir elmaya dönmüştü. Kemal'in çok güzel Almanca konuştuğunu söyleyip onu abartılı bir şekilde övdükten sonra,

- Bugün güzel iş çıkartınız dostum, kadehimi işbirliğimizin şerefine kaldırıyorum, dedi. Prost! diyerek hep birlikte bardaklarını havaya kaldırıp tokuşturdular. Rakısından birkaç yudum çeken Hans, peltekleşmeye başlayan ağzıyla, nerede öğrendiniz dilimizi? diye sordu.

- Berlin, die deutSCHule dil okulunda, diye cevap verdi Kemal. Bunu duyar duymaz Anna'nın ağzındaki lokma boğazına takıldı. Büyük bir şaşkınlık içinde Kemal'e dikti gözlerini.

- Ne diyorsunuz, ben orada öğretmenlik yaptım. Bu kez şaşırma sırası Kemal'e gelmişti. 

- Ne zaman? diye sordu.

- Üç yıl çalıştım o okulda, iki yıl kadar önce ayrılıp GGC şirketine geçtim.

- Ben de üç yıl önce aynı dil okulundaydım. Belki bir yerlerde karşılaşmış olabiliriz. Aklına Esther geldi. Beni değil de eşim Esther'i mutlaka tanıyor olmalısınız. 

- Esther Gritsch'i mi?

- Ta kendisi, Esther benim Almanca öğretmenimdi, birbirimize aşık olduk ve üç yıl önce evlendik.

- İnanamıyorum, Esther en iyi arkadaşlarımdan biriydi benim. Fakat sonra nasıl olduysa birbirimizin izini kaybettik. İyi değil mi? O şimdi Türkiye'de mi yaşıyor ?

- Kendisi gayet iyi, evet, burada birlikteyiz. Arkadaş olduğunuzu bilseydim, onu da getirirdim. Durun, şimdi arıyorum, Onun için de büyük sürpriz olacak!

Kemal cep telefonunu çıkarıp karısını aradı heyecanla. Telefonu uzun uzun çaldı ama cevap veren olmadı. 

- Allah, Allah, ilk kez telefonu kapalı. Şarjı bitmiş olmalı, dedi.

İçine bir kurt düşmüş, Esther'i merak etmeye başlamıştı. İlk kez telefonla ona ulaşamamıştı ama biraz düşününce, neredeyse bir yıldır karısını telefonla hiç aramadığını anımsadı. Ne kadar utanılacak bir durum! diye geçirdi aklından. Son kadehleri içip hesabı ödedikten sonra misafirlerle vedalaştılar. Şoför Kemal'i evine bıraktı. Seri adımlarla asansöre yaklaştı, cebinden anahtarını çıkarıp daireni kapısını açtı. Kedi gibi sessiz ve ürkek hareketlerle yatak odasına ilerledi. Her gün gelişini bekleyen Esther, doktorun verdiği ilaç sayesinde yatağına uzanmış derin bir uykuya dalmıştı.  

Bir hafta sonra, Profesör Dr. Cevdet Saran’ın muayenesine gelen Esther, doğruca köşedeki beyaz zambağın yanına gitti. Derin derin çekti içine çiçeğin güzel kokusunu. Neşeyle odasından çıkan doktor, genç kadını güler yüzle karşıladı.

- Hoş geldin Ester,  nasılsın bakalım?

- Daha iyiyim Hocam, teşekkür ederim. Beyaz zambakla özlem gideriyordum. Ne kadar zarif bir çiçek, onun yanında huzur buluyorum.

- Öyle mi? Sevdiyseniz bahçemde çoğalttığım beyaz zambaklardan birini hediye edebilirim size. Ama önce konuşmamız lazım, hadi gelin şimdi, odama geçelim.  

Doktor, rahatsız edilmemeleri konusunda sekreteri uyardıktan sonra kapıyı çekti.

Profesör Dr. Cevdet Saran, Esther'in ziyaretinden sonraki haftayı sadece onun derdine çözüm aramakla geçirmişti. Masasının altına monte ettiği cihaza kaydettiği konuşmaları defalarca dinlemiş, uzun uzun notlar almış, kafasında türlü planlar kurmuştu. Profesörün sıra dışı tedavi yöntemleri hakkında ağızdan ağıza türlü rivayetler dolaşıyordu ama hiçbir hasta ya da hasta yakınının bunlardan şikayetçi olduğuna dair en ufak bir laf duyulmamıştı bugüne kadar. İnternetteki bütün yorumlar, doktorun sihirli gücüne hayranlık ve sonsuz minnet duygularını yansıtıyordu. Hastalarıyla kurduğu iletişimin yanı sıra onu diğer meslektaşlarından ayıran en önemli özellik, tedavi ettiği insanlarla ruhsal bir bütünlük sağlamasıydı. Gestalt terapi yöntemini benimseyen doktor, geçmişi ve geleceği bir yana iterek şimdiki zamana odaklanıyor, hastalarıyla yakın ilişki kurup sıra dışı yöntemlerle yaşanan tıkanıkları onlarla birlikte çözmeye çalışıyordu. Hiçbir doktorun aklından, hayalinden dahi geçmeyen kendine özgü tedavi usulleri vardı. Kapısını çalan hastalar konusunda son derece seçici davranırdı. İki ana prensibinden biri karşılıklı güven, diğeri ise gizlilikti. Oysa bir şeyi ne kadar gizlemeye çalışılırsan, o yine bir yolunu bulur dillere düşerdi. Karşılıklı güven vazgeçemediği prensiplerinden biriydi. Hastalarının kayıtsız, şartsız güvenini kazanmadan önce tedaviye başlamaz, tedavi sırasında, kendisine dair en ufak bir kuşku duyulması halinde aldığı bütün parayı iade ederek tedaviyi yarıda keserdi. Onun da hastaya güvenmesi gerekiyordu. Güvenmediği hastaları kesinlikle kabul etmezdi. Ancak onun nazarında hastaya güven, dediklerinin harfiyen yerine getirilmesi bir yana hastalarının mali gücüyle ilgiliydi. Zira alacağı yüksek ücretin dışında izlediği tedavi süreci sabır ve genellikle yüksek meblağlarda harcama gerektiriyordu. Kabul ettiği hasta, istediği düzeye gelinceye kadar asla yeni bir hasta kabul etmezdi. Adının bazı çevrelerde sosyete doktoruna çıkmasının bir asıl sebebi de buydu.

Cemiyet hayatında doktorun tedavi yöntemi hakkında doğru yanlış bir sürü dedikodu dolaşıyordu. Onlardan biri şizofreni hastası genç bir adamla ilgiliydi. Holding sahibi, mütedeyyin bir ailenin veliahtı olan bu genç her gece rüyasında Cebrail'i görüyor, sabah namazını kıldıktan sonra Allah'ın emrini yerine getirmek üzere  iki yaşına yeni girmiş oğlunu bahçeye götürüp yanına aldığı keskin bir bıçakla onu kurban etmeye kalkıyormuş. Durumu bilen karısı her seferinde çığlık çığlığa komşulardan yardım isteyip adamın elinden zor kurtarıyormuş çocuğu. Sonunda dedesi zavallı torununu yanına almış. Şizofreni hastası oğlunu da kaptığı gibi bizim profesörün yanına getirmiş. Profesör genç adamla bütünleşmek için sakal bırakmış, onunla üç ay boyunca beş vakit namaz kılmış. Hac mevsimi gelince birlikte hacca gitmişler. Doktor yola çıkmadan önce oradaki meslektaşlarıyla bir takım hazırlıklar yapmış tabii. Hac ibadetini tamamladıktan sonra Mekke'de bir polikliniğe götürmüş adamı. Hipnoz tekniği ile işe başlamışlar, adama bir takım telkinlerde bulunmuşlar. Hasta kendine geldiğinde karşısına ak sakallı bir dede çıkarmışlar, ona "Ben Cebrail'im, sen yanlış anladın beni, Allah oğlunu kesmeni istemedi senden, git şimdi oğlunun yerine bir koç kurban et" demiş. O günden sonra bir daha böyle bir girişimi olmamış genç adamın, babasının yanında işe başlayıp çocuğunu yanına almış. Holdingin sahibi oğlunun iyileştiğini görünce doktora "Dile benden ne dilersen." demiş. Yine bir söylentiye göre şu an içinde bulunduğu gösterişli muayenehane, tedavi ettiği hastanın babası olan zengin iş adamının hediyesiymiş!   

Esther'de aradığından fazlasını bulan doktor büyük bir coşkuyla sarılmıştı işe. Bu coşkunun nedeni, genç kadının, doktorun eski eşine inanılmaz ölçüde benzerliğiydi. Sadece fiziksel anlamda değil, Esther'in çektiği sıkıntıların aynısını yaşatmıştı eşine. Mesleğine olan tutkusu gözünü kör etmiş, ailesini ihmal etmişti. Oysa, aynı Kemal gibi o da eşini çok seviyordu. Sevginin sadece korumak, kollamak değil, aynı zamanda birlikte hoşça vakit geçirmek, aynı şeylerden zevk almak, paylaşmak olduğunu öğrendiğinde artık çok geç kalmıştı. Eşi ondan ümidini kesince geri dönülmez bir yola girmiş ve tatsız bir şekilde ilişkileri son bulmuştu. Esther'i sağlığına kavuşturma mücadelesiyle birlikte bir bakıma günâh çıkartıyordu Profesör.

Bir saat boyunca dinledi genç kadını. Esther, doktora verdiği sözü tutmuş, ilaçlarını saati saatine almıştı. Birkaç gece gözünü kırpmadan sabahı sabah etse de, genel olarak uykusu düzene girmiş, sadece bir gece kâbus görmüştü. Doktorun yanında kendini sonsuz bir güven ve huzur içinde hissediyordu. Sanki onu yıllar önceden tanıyor gibiydi. Uzun bir zaman sonra kimseye anlatamadığı sırlarını paylaştığı bu adamın her dediğini yapacak kıvama gelmişti artık. Yine içini boşaltmış, bütün duygularını ortaya dökmüş, merak içinde doktorun ağzından çıkacak talimatları bekliyordu. 

- Durumunuzu çok iyi anlıyorum Esther, dedi Doktor. Eşinle birbirinize karşı saygınızı korumuşsunuz. Bu ilişkilerde son derece önemli. Ancak sevgi sadece karşınızdaki kişiye sabır göstermek, hoşgörülü olmak, kol kanat germek değildir. Gerçek sevgi, kişileri yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygudur. Bazen insanlar saplantı halinde herhangi bir konuya kaptırırlar kendilerini. Anladığım kadarıyla Kemal Bey, üstlendiği yeni görev nedeniyle sosyal açıdan kabul edilmez bir davranışta bulunmaktan, bir başka deyişle, başarısızlığa uğrayıp rezil olmaktan korkuyor. Bu bir tür obsesif kompulsif bozukluk. Halk arasında işkoliklik olarak biliniyor. Kişinin elinde olmayan bu rahatsızlık başta kendisi olmak üzere ailesine de zarar verebilir. İşkolikler, yaptıkları ile elde ettikleri arasında bir ilişki kuramazlar. Onlar sadece işleriyle evlidir. Bu bağ öylesine güçlüdür ki, kendilerinden önce iş hayatlarının gelmesini normal karşılarlar. Eş, özel hayat, önemli günler, aile toplantıları gibi kavramlar işkolikler için önem listesinin son sıralarındadır. Senin sorunun ise eşinin rahatsızlığına bağlı hasta yakını depresyonu. Kemal Bey'i eski haline döndürebilirsek bir taşla iki kuş vurmuş olacağız.

Esther, dikkatle dinledi Doktoru. Anlattıkları doğruydu ancak doktorun bu konuyu nasıl çözeceğini merak ediyordu.

- Hocam, dediklerinize katılıyorum, peki ne yapmamız gerekiyor? 

- Şimdi seninle bir oyun oynayacağız, umarım biraz rol yapma kabiliyetin vardır, dedi Doktor gülümseyerek. Şaşırmıştı Esther.

- Ne oyunu bu? diye sordu, merakla.

- Acele etme, hepsini anlatacağım.

Dışarıdan sipariş ettikleri yemekleri yedikten sonra tombul sekreterine izin veren doktor, onun muayenehaneden çıkmasıyla birlikte kafasındaki planı bütün detaylarıyla anlattı genç kadına.  

Akşama doğru eve dönüş yolunda karışık duygular içindeydi, Esther 

Devam edecek

  


1 Mart 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 80

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 80. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu Aynadaki Yansıman belirlemiş. Bizi yine hayaller alemine gönderen arkadaşımızın sorusu şöyle: 

"Eğer bir masal karakteri olsanız nasıl biri olurdunuz? Görünüşünüz, kıyafetiniz, özel yeteneğiniz, yaşadığınız yer nasıl olurdu?"

Bu haftanın konusunun bir benzeri, Ağaç Ev Sohbetlerinin 13. Haftasında işlenmiş. İrem Can arkadaşımız "En beğendiğiniz ya da size en yakın gelen süper kahraman var mı? Peki süper kahramanınızın en sevdiğiniz özelliği nedir?" sorularıyla konuyu belirlemiş, ben de düşüncelerimi şöyle aktarmıştım. 

Bu kez çıtayı zirveye taşımak istiyorum ki, bunun üzerinde bir karakteri şüphesiz, hiç kimse hayal edemez. Bilindiği üzere gerçeklerin sınırı varken hayaller sınırsızdır.  Şimdi size hayalimdeki kahramanı söylemeye kalksam bana deli gömleği giydireceğiniz kesin. Bu yüzden yerine göz diktiğim kişiyi yazdıklarımdan çıkartmanız gerekecek. Bir kere sonsuz kudrete sahip bir karakter olurdum, üstesinden gelemeyeceğim hiçbir şey düşünülemezdi. Beni görmenizi istemezdim ama varlığım içinize korku salardı. Doğal olarak ölüm nedir bilmezdim. Size mesaj göndermek istediğimde aranızdan birilerini seçerdim. Kıyafete falan ihtiyacım olmazdı. Hayalinizde beni farklı canlandırır, tuhaf bir şekilde şahsımı hoşnut etmeye, gazabımdan korunmaya çalışırdınız. Aslında bütün bu yaptıklarınıza kıs kıs gülerdim içimden. Çünkü beni hoşnut etme çabalarınızı, sanki kaçacak bir yeriniz varmış gibi benden korunmaya çalışmanızı komik bulurdum. 

Göğün yedinci katında yaşadığımı sanırdı çoğunuz. Oysa ben size şah damarınız kadar yakın olurdum. Hepinizin aklından geçeni görür, ne haltlar karıştırdığınızı adım gibi bilirdim. Size güvenerek şeytanla pazarlığa zinhar, girmezdim. Baktım ki şeytan size kibirlenip bana karşı geldi, onu alıp hemen dünyaya ışınlardım. Buna gücümün yetmeyeceğini kim iddia edebilir? E, yanınızda şeytan olmayacağına göre kötülükten de söz edilmezdi artık. Hepiniz güzel güzel cennetimde yaşardınız. Cenneti size bilmem anlatmama gerek var mı? Yok, umduğunuz gibi olmazdı sanırım. Erkekler darılmasın ama huriye falan gerek görmezdim orada, cinsiyet ayrımcılığı yapmayı yakıştıramazdım kendime. Birbirinizle idare ederdiniz artık. Cehennemin kapısına kilit vururdum. Yazık değil mi, onca ateşe, külli enerji israfı. İsrafı sevmediğimi söylemiş miydim?  

Dedim ya, yine de güvenemezdim size, tecrübeyle sabit. Şeytan yanınızda olmasa bile, birbirinizi yerdiniz yine. Bu yüzden eşeğimi sağlama bağlar, ahireti falan beklemeyip gösterirdim hemen adaletimi. Ne demişler, geciken adalet zulümdür. Biriniz diğerinizin hakkını mı yedi, yallah dünyaya, ışınlardım şeytanın yanına.   

28 Şubat 2021 Pazar

SON DANS BÖLÜM 17

Havanın serinliğine aldırmaksızın salonun penceresini açtı, bir gün önceden plânladığı işleri bitirmiş olmanın verdiği huzur içinde, külçe gibi bıraktı kendini koltuğa. Günün yorgunluğunu üzerinden atmak için özenerek hazırladığı Türk kahvesini yudumlamadan önce fincanı burnuna doğru yaklaştırdı, kahvenin yoğun, baharatımsı kokusunu doyasıya içine çekti. Fiskos masasının üzerindeki cep telefonunun kendiliğinden kapandığını fark edince hemen cihazı şarja bağlayıp açma düğmesine bastı. Hiç alışık olmadığı sükunetin sebebini anladı. Sabah erkenden kalkarak Hasan’a kahvaltı sofrasını hazırlamıştı. Kocasını uğurladıktan sonra kirli çamaşırları makineye atıp Timur’un karnını doyurmuş ve onu bir alt kattaki annesine bırakmıştı. Daha sonra evi baştan aşağı bir güzel silip süpürmüştü. Selma, çevresinde bulunan herkese sık sık annemin hakkını ödeyemem, diyordu. Her başı sıkıştığında çocuğu annesine bırakıp rahat bir şekilde ev işlerini yapıyor, canının istediği zaman, istediği yere gidebiliyordu. Hasan'ın işleri bozulduktan sonra eski lüks yaşamlarını terk etmek zorunda kalmışlar,  annesiyle birlikte altlı üstlü oturdukları bu iki küçük daireyi ellerinde kalan son parayla almışlardı. Keyif sigarasını yakmak üzere çakmağa uzandığı sırada cep telefonunun sesi çınlamaya başladı. Aydınlanan ekrana baktı, Jale’nin adını görünce şarj kablosunu çıkarmadan aç tuşuna bastı.

- Alo, Selma, sabahtan beri kaçıncı kez arıyorum, telefonun hep kapalı, çok merak ettim, ters bir durum yoktur inşallah!

- İyiyim, iyiyim, bir sorun yok. Evin işlerinden başımı kaldıramadım, bu arada şarjım bitmiş, telefonun kapandığını fark etmemişim.

- Aman çok şükür, sonunda Hasan’ı arayacaktım, o da boşu boşuna panik yapacaktı. 

- Yok canım, Hasan rahat adamdır, öyle panik falan yapmaz, duymamıştır ya da şarjı bitmiştir deyip çıkar işinden.

- Neyse, bak şimdi sana anlatacaklarım var, dışarıda bir yerde buluşalım mı, ne dersin?

- Kusura bakma Jale, şu an hiçbir yere çıkacak halim yok, işlerim daha yeni bitti, kendime bir kahve yapıp koltuğa attım kendimi.

- Ama bak, çok önemli! Dün gece yeni bir şey keşfettim. Sanırım Rahibe Margaret’in ruhunu taşıyorum. Sana bundan bahsetmem lâzım.

Selma, Jale’nin elinden kurtulamayacağını anlamıştı, deli bu kız diye geçirdi aklından.

- Seni dinlerim ama inan ki bu halde dışarı çıkmam mümkün değil, istersen bana gel.

- Peki, ne yapalım, geleyim bari, sen çay suyunu koy, ben de hemen çıkıp atıştırmak için bir şeyler alayım.

- Tamam,  hadi, bekliyorum o zaman.

Herkesin derdi başka, deyip gülmekten kendini alamadı, Selma. Bu kız reenkarnasyona takmış kafayı. Ne fark eder sanki, daha önce kimin bedeninde yaşadıysan yaşadın. Bunun sana ne faydası var şimdi? Ama yine de komik kız, eğlendiriyor beni. Fincanını ters çevirdi, bir de falıma baksın bakalım neler zırvalayacak, diye söylendi.

Daha yarım saat geçmeden Jale kapıya dayanmıştı. Önce üzerinde BigChefs yazılı kâğıt çantayı daha sonra sırtından çıkardığı taba renkli şık kaşe kabanı Selma'ya uzattı. Üstüne oturan yırtık bir blucin, Emperio Armani marka siyah bir kazak giymişti. Ayağında bileği kavrayıp baldırları kapatan son moda siyah deri çizmeler vardı. Boynuna astığı altın zincirin ucunda burcunu yansıtan iri bir yengeç figürü sallanıyordu. İki kadın dudaklarını büzüp yanaklarını hafifçe birbirine değdirdikten sonra salona geçtiler. Jale'nin heyecanı gözlerinden okunuyordu. Hal hatır bile sormadan doğrudan konuya girdi.

-  Gel, şekerim, bak sana neler anlatacağım şimdi.

-  Dur kız, sakin ol biraz, geç şöyle bir otur, çay demini aldı, bayatlamadan önce birkaç bardak içelim bari.

Mutfağa geçen Selma, tepsiye koyduğu iki bardak çayın yanına Jale’nin getirdiği San Sebastian ahududu soslu cheesecake’ten birer dilim kesip geri döndü.  

-  Teşekkür ederim canım, dedi Jale. Ben de bütün gün oradan oraya koşturup durdum, saçlarımı boyattım, cilt bakımı, nail art falan yaptırdım, nasıl, güzel olmuş mu?

Ellerini şımarık bir kız çocuğu gibi Selma’ya uzatırken parmağındaki yüzüğü gösterdi.

-  Bak bu da Ayhan’ın bana son ay dönümü hediyesi. Aslında ona kalsa uyduruk bir şey alır gelirdi fakat ben bunda ısrar ettim. Biraz pahalı ama dünyaya bir kere geliyoruz değil mi şekerim?

Selma’nın gözleri fal taşı gibi açılmıştı, ne diyeceğini bilemedi. 

-  Dur bir dakika. Hepsi çok güzel, iyi günlerde kullan, ancak nedir bu ay dönümü kuzum? Adama zorla aldırdığın şey hediye mi olurmuş? Ayrıca sen dünyaya birden fazla geldiğini söylemiyor muydun?

-  Aşk olsun, ay dönümünün ne olduğunu bilmiyorum deme bana sakın. İlk tanıştığımız günden itibaren altı aydır, her ay, aynı günü kutluyoruz biz. Altı ay sonra yıldönümümüz olacak. Tabii o zaman böyle küçük şeylerle beni kandıramayacak. Bak canım, Ayhan kaliteden anlamaz, bana hediye alacağı zaman ona yardımcı olmak zorundayım, aslına bakarsan bu durumun beni üzdüğünü söyleyemem. Ancak dünyaya yeniden gelme konusunda haklısın, evet, ben birden fazla kişinin bedeninde yaşadığıma inanıyorum. Bak sana bunu ispatlayacağım.

Selma donup kalmıştı. Esther’le birlikte nerede hata yaptıklarını düşündü. Çatlak diye dalga geçtikleri Jale, kocasını avucunun içine almış, istediği her şeyi yaptırıyordu.

-  Peki hadi anlat bakalım ama fazla uzatma, Hasan’a yemek hazırlamam lazım.

- O işi kafana takma sen, saat on’dan önce dönmezler. Ayhan’a bu akşamlık izin verdim, Fenerbahçe’nin maçı varmış, döksün biraz kurtlarını. Hasan’la birlikte kulüpte maç izleyecekler. Eve aç gelmeyin, orada bir şeyler atıştırın, dedim.

Ne güzel terbiye etmiş adamı, diye geçirdi aklından, Selma. Kocası değil adeta çocuğu sanki. Acaba Ayhan, göründüğü kadar mutlu mu bu durumdan?

-  Valla pes doğrusu, adamı sustalı maymuna çevirmişsin. Helâl olsun sana. Hadi çayını bitir de tazeleyeyim, sonra devam edersin.

Jale’nin bir dakika beklemeye tahammülü yoktu. Alelacele bardağından son yudumu ağzına devirdi, oturduğu yerden kalkıp Selma’nın peşine takıldı.

- Dün gece bir rüya gördüm, o kadar sahiciydi ki sana anlatamam. Tuna Nehrinin ortasında ufak, yemyeşil bir adada yaşıyordum. Çok sayıda tavşan vardı orada. Bu yüzden adına Tavşan Adası diyorlarmış. Babam o bölgenin kralıymış düşünebiliyor musun? Ayy, harika bir şey bu! Ama ne yazık ki prensesliğim uzun sürmemiş, babam, doğudan gelip topraklarımızı istila eden barbarlara karşı savaşı kaybedince başıma bir kötülük gelmesin diye beni adadaki manastıra göndermiş. O zaman henüz on yaşlarındaymışım. Adadaki manastırda eğitim görüp beş yıl sonra rahibe çıkmışım. Kimseye benim prenses olduğumu söylememişler. Ben de bu durumu unutup kendimi sadece İsa'ya adamış, temizlik başta olmak üzere en ağır ve en zor işleri üstlenmişim. Biliyorsun, benim işe olan düşkünlüğüm geçmiş hayatlarımın ortak yönü. Belki de bu yüzden şimdiki hayatımda iş yapmaktan hoşlanmıyorum artık.

Selma dayanamayıp sordu.

-  Jale ne var bunda ayol, herkes böyle rüyalar görebilir. Hayırdır inşallah deyip hayra yoralım. Bak ben fincanımı çevirdim, sen bırak şimdi bunları da, gel benim bir falıma bak.

-  Dur daha bir şey anlatmadım ki. Gecenin bir yarısında gözlerimi açtım. Bütün detaylar gözümün önünden gitmiyordu. Merak edip internete girdim. Bir de ne göreyim. Gerçekten de Budapeşte şehrinin içinden geçen Tuna Nehrinin üzerinde Tavşan Adası diye küçük bir adacık varmış. Çok heyecanlanmıştım. Biraz daha araştırınca bu adada Margaret adında bir rahibe yaşadığını ve bu rahibenin Moğol istilasından sonra başına bir şey gelmesin diye, babası Macar Kralı Bela tarafından manastıra götürüldüğünü öğrendim. Allah canımı alsın ki doğru söylüyorum. Sence bu kadar tesadüf olabilir mi? Ayhan’dan beni en kısa zamanda ruh eşim Margaret’in yaşadığı adaya götürmesini isteyeceğim.   

Ayhan'la Hasan eve dönene kadar Selma’yı esir alan Jale, gece boyunca Margaret’le ne kadar benzeştiklerini anlatıp durdu. Fenerbahçe’nin galibiyeti ise Hasan’ı ziyadesiyle neşelendirmişti. Ayhan'la Jale'yi uğurladıktan sonra kayınvalidesinden aldığı Timur'u havalara atıp tutarak zavallı çocuğun pestilini çıkardı. Sonunda halsiz düşüp koltuğunda sızan Hasan'ı yatağına sürüklemek yine Selma'ya kalmıştı.

Devam edecek