KATEGORİLER

7 Aralık 2020 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 68


Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri'nin 68. Hafta konusu sevgili Andromeda tarafından belirlenmiş. Arkadaşımızın yazısını buradan okuyabilirsiniz. (TIK TIK). Konuya ilişkin muhtelif mim etkinliklerinde ve daha önceki Ağaç Ev Sohbetlerinde çok sayıda yazı paylaştığımı hatırlıyorum. Pek çok arkadaş da benim durumumdadır sanırım. Tekrara düşmemek bakımından önceki yazılarımın linkini vermek yeterli olur sanırım. Sorumuz şu:

Blogger'la nasıl tanıştınız?

1. Le Mim - Haftanın sorusuna net bir cevap oluşturan ve Babaannemin Saatli Maarif Takvimi blogunun sahibi arkadaşımızın sorularını cevaplandırdığım 22 Temmuz 2019 tarihli yazım.

2. Seçme Sorulara Safiyane Cevaplar - 1 Delinin Günlükleri blogunun sahibi arkadaşımızın sorularını cevaplandırdığım 23 Şubat 2016 tarihli yazım.

3. Ağaç Ev Sohbetleri # 56 - Sevgili Deeptone tarafından sorulan "Nasıl Okuyorsunuz blogları?" konulu ve 15 Eylül 2020 tarihli yazım.  

4. Blogger Mimi - Yine bu haftaki soruya cevap oluşturan İnci blogunun sahibi arkadaşımızın sorularını cevaplandırdığım, 17 Aralık 2019 tarihli diğer bir yazım.

5. Satır Arası Mim # 1 - Bu haftaki soruya cevap oluşturan bir mim daha. Ayna Hikayesi blogunun sahibi sevgili Aytül Örcün arkadaşımızın sorularını cevaplandırdığım, 20 Ekim 2016 tarihli yazım.

6. Mim de Can Uzunyol - Sevgili Taha Akkurt'un daveti üzerine katıldığım mimin üçüncü sorusu bu haftanın sorusuyla tıpatıp aynı. 27 Ağustos 2019 tarihinde cevaplandırmışım mimi. 

Bu haftanın Ağaç Ev Sohbetlerine bu şekilde katıldığım için sevgili Andromeda'dan özür dilerim. Konu hakkında sohbete katılmak isteyen arkadaşlar buyursunlar efendim.

CONFESSION CABINET 1


- Günaydın Papaz Efendi!

- Günaydın.

- Ben büyük yanlışlar yaptım.

- Anlat bana evladım, günahlarından arındırayım seni.

- Yıllar önce devletin işini yapıyordum. Sözleşmeye göre işi verilen süreden önce bitirdiğim takdirde devlet çalıştığım şirkete erken bitirme primi verecekti. Bunun için gece gündüz çalıştım.

- Zamanından önce bitirebildin mi?

- Evet ama düşündüğüm gibi olmadı.

- Nasıl yani? 

- Sözleşme bitim tarihinden tam üç ay önce işi tamamladım. Erken bitirme primini alınca patron beni de mükafatlandırır diye geçiriyordum aklımdan. 

- Bu gayet doğal, aklından geçenler seni günahkar yapmaz.

- Papaz Efendi, sorun bu değil. Müjdeyi patrona verdiğimde şok olmuştum. Bana işleri yavaşlatıp zamanında bitirmemi söyledi.

- Patronunun bunu neden yaptığını düşünüyorsun? 

- Yıl atlayınca devlete ödeyeceği vergiden kazancı olacakmış! 

- Senin beklediğin mükafat da gümbürtüye gitti, değil mi?

- Aynen öyle oldu, Papaz Efendi. Ama ben o zaman sadece kaçırdığım prime üzülmüştüm. Patronumun vergi kaçırarak devleti dolandırdığı, benimse onun suç ortağı olacağım hiç aklıma gelmemişti. Şimdi devletin soyulmasına ses çıkarmadığım için çok huzursuzum.

- Tanrı'nın seni affetmesi için dua edeceğim. Yaptığına pişman olmuşsun zaten. Bak Tanrı sana doğru yolu göstermiş, kilisemize katılmışsın. Bu arada merak ettiğim bir şeyi sormak istiyorum, evladım. Neden dinini değiştirdin?

- Çünkü eski dinimde günah çıkarma diye bir müessese yoktu Papaz Efendi.

- Tek neden bu mu?

- Evet, başka ne olabilir ki? Cennet aynı cennet, cehennem aynı cehennem. Neyse, şimdi borcum ne kadar Papaz Efendi?

- Tanrının evinde hiçbir hizmetin bedelini ödeyemezsin evlat. Ama sen yine at oradaki kumbaraya bir şeyler. Karanlıkta göremezsin şimdi, bir iki de mum yakıver.

- Eksik olma Papaz Efendi, bende günah çok, yine geleceğim.

3 Aralık 2020 Perşembe

SİLMEDEN MİMİ

Attenzione! (Attensiyoone okunur. Türkçe meali: Dikkat!)

SU INVITO DEL CARO Kahve Zamanı (Suu invido del karo kav zamani okunur. Türkçe meali: Sevgili Kahve Zamanı'nın daveti üzerine.)

Canım bazen böyle yabancı dilleri kullanmak istiyor. Deli saçması gelebilir size ama böyle işte! Silmeden şu an aklımızdan geçenleri bir nefeste yazıyoruz. Hadi bakalım, birlikte görelim neler saçmalayacağım. Geçen hafta kitapçıdan iki kitap aldım, ne adını ne yazarını hatırlıyorum. Bir türlü elim varmıyor alıp okumaya. Sürekli olarak yarın, yarın başlayacağım diye oyalıyorum kendimi. Hayır hangi kitaplar olduğunu hatırlasam da burada şimdiden açıklayacak değildim zaten. Okuduktan sonra bende bıraktığı izleri burada yine paylaşırım.

Bu hafta hızlı geçti, neden böyle oldu bilmiyorum. Geceleri saat on ikiden sonra kumanda bende. Haber programlarını izliyorum televizyondan. Gündemi takip etmek zorunda hissediyorum kendimi. Gündem de ne gündem ya. Habertürk diğer yandaş kanalların yanında bir tık daha iyi. Sonunda ona da bir ayar çekti iktidarın Rtük'ü. Neymiş bir muhalefet milletvekili TSK'yı haber programında aşağılamış. Beş program kapatma (belgesel yayını) ve en üst sınırdan idari para cezası. Maşallah. Bu ülkede TSK'yı Amerika'nın taşeronu fetö'cülere satanlar suçsuz, bunu dile getirenler vatan haini. Adaletinizi yiyim sizin. Ara sıra siyasi yazılar yazmak istiyorum. Sonra bir işe yaramayacağını bildiğim için vazgeçiyorum.

Geçenlerde bir video paylaşmışlar eşime WhatsApp'tan. İtalyan bir doktor heyecanla pandemiden bahsediyor. Sakın ola Covid-19 testi yaptırmayın, asla aşı olmayın diye yırtınıyor. Bu dünya nüfusunu azaltma projesi diyor, hepimizi öldürecekler. Hiç kimseye güvenim yok, sanırım zorla yatırıp yapmazlarsa aşı olmayacağım. Kızım sürekli arıyor, burnunuzu dahi çıkarmayın dışarı diye. 

The Queen's Gambit dizisini iki gecede bitirdim. Pek dizi izleyen biri değilim ama bu dizi de daha önce izlediğim Masum ve Bir Başkadır dizileri kadar hoşuma gitti. Başrol oyuncusu Anya Taylor-Joy'un oyunculuğu çok etkileyiciydi. Aşırı hırs insanı genelde mahveder. Filmde beklentimin aksine gelişti olaylar. Fakat son karşılaşmasında Rus oyuncuya yenilseydi sanırım yaşamına son verirdi. Genç oyuncu bana biraz Amelie'yi hatırlattı.

Havalar serinledi biraz. Oğlumun yanındayız bu aralar. Merkezi sistem kaloriferi bir yakıyorlar ki kapı pencereyi açmak zorunda kalıyoruz. Yarın Cuma, hafta sonu sokağa çıkma yasağı başlamadan önce eksik erzakları tamamlamak üzere dışarı çıkacağım. Aklımız büyüklerde. Annemin gözünde sarı nokta. İğne zamanı geçti, kızım kör olmak ölmekten iyidir diye çıkmasını istemiyor dışarı. 

Yeni bir kitap çevirisine başlamak istiyorum. Fakat henüz seçtiğim bir kitap yok. Ağaç Ev Sohbetlerine bir güzel etkinlik daha eklendi. Kelime Oyunu adı altında içinde verilen beş kelimenin geçtiği öykü ya da benzeri yazılar yazacağız her hafta. Yazacaksan otur öykü yaz diyordu eşim. Kolay iş değil tabii. Kolay olmayan tarafı başı ve sonu. Öyle öykü yazacaksın ki son cümleyi okuyanın ağzı açık kalacak. Bir şeyle öğretecek okura. Kendimi bu konuda yeni işe koyulmuş bir çırak olarak görüyorum.

Sürç-i lisan eylediysem af ola... 

Not: Arzu eden bütün blog arkadaşları, bu mime davetlidir.

KELİME OYUNU # 1


Güzel bir etkinlik önerisi de
Kırmızı Ruh'tan geldi. Adı Kelime Oyunu. İlk kelimeler Deniz, Kayıkçı, Simitçi, Araba ve Dede. Bütün blog yazarlarına açık bu etkinlikte organizasyon yine sevgili DeepTone'da. Kırmızı Ruh, ilk haftanın kelimelerinden güzel bir öykü türetmiş. (TIK TIK)  
APTALİKO 

Mübadele yıllarında çektiği ıstırap ve nefreti kuşaktan kuşağa aktararak acılarını soğutmak yerine kederini içine gömüp kaderine razı olmuş, sakin biriydi anneannem. Yaptığımız her sakarlıktan sonra bize en kızgın halinde bile gülerek söylediği tek söz "aptaliko" ydu. Geçmiş hayatına sünger çekmişti, bizlere çekmiş oldukları sıkıntıları pek anlatmazdı. Merak edip sormazdık biz de, çocuk aklımızla. Onun her "aptaliko" deyişinde yüzümüzde suçlu bir sırıtma belirir, yanından sıvışırdık.

Dedemle arkadaş gibiydim. Yaz tatillerinde onlarda kalır, onunla birlikte aylak aylak şehri dolaşırdık. Yine bir gün Konak İskelesinden biletlerimizi aldıktan sonra vapura binip Karşıyaka'ya doğru yola çıktık. Denizin kokusu hoşuma gitmişti. Güvertedeki seyyar simitçiden aldığımız gevreği küçük parçalara ayırıp bizimle yarışan martılara attıkça mutluluktan havalara uçuyordum. Yarım saat kadar sonra vapur iskeleye yanaştı. Yalı boyunca bir süre yürüyüp gördüğümüz ilk çay bahçesinde oturduk. Anneannemin bize niye "aptaliko" dediğini sordum. Dedemin bir anda gözleri derinlere daldı, sonra kendini toplayarak gülümsedi.

- Çok eskiden kapı komşumuzun bir kızı vardı, ona sadece anneannen değil herkes "aptaliko" derdi.

- Girit'teyken mi?

- Evet. Gerçek adı Zehra'ydı. Bir Rum gencine aşık olmuştu. 

Merakım iyice artmıştı. İlginç bir aşk hikayesi anlatacağa benziyordu. 

- Peki niçin ona "Aptaliko" diyorlardı?

- Esmer güzeli, ince belli, endamlı bir kızdı Zehra. İyi okullarda okutmuştu ailesi. Çok güzel keman çalıyordu. Ancak liseyi bitirdiğinde kader ona sırtını dönmüş, birkaç ay içinde anne ve babasını kaybedince hayatta hiç kimsesi kalmamıştı. O vakitten sonra yalnızlığını ve acılarını kemanının tellerinde seslendirmeye başlamıştı. Hiçbir geliri olmadığı için çağrıldığı düğün ve türlü eğlencelerde verilen üç beş kuruşla ayakta durmaya çalışıyordu. Onun kemanıyla en güzel yorumladığı oyun havasının adı "aptaliko" ydu. Günden güne bir parçası haline gelen müzik aletini eline alıp "aptaliko" yu dillendirmeye başlar başlamaz çevresindeki bütün gençler yerinde duramaz danslarıyla kendilerinden geçerdi. Bir süre sonra herkes onu "Aptaliko" diye çağırmaya başlamış, gerçek adı neredeyse unutulmuştu.

- Peki, Rum gencine nasıl aşık oldu?

- Yine çağrıldığı bir düğünde kemanının canlı ezgileriyle gençleri coştururken  Nikos isminde yakışıklı bir delikanlı çıktı meydana. Müziğin ritmine kendini kaptırmış, "Aptaliko" havasını öyle güzel oynuyordu ki, bütün genç kızlar kendine hayran kalmıştı. Zehra da bu yakışıklı çocuktan etkilendi doğal olarak. Narin eliyle tuttuğu yayı kemanının tellerinde gezdirirken tüm hünerlerini ortaya dökmeye çalıştı. O günden sonra Nikos, "Aptaliko" nun peşinden  hiç ayrılmadı, ta ki ölene kadar.

- Nikos öldü mü, neden?

- Birbirlerine sırılsıklam aşık olmuşlardı. Nikos kendini yetiştirmiş, hem Rumcayı hem de Türkçeyi çok iyi konuşan bıyıklı, uzun boylu bir gençti. Ancak her ikisinin de çevreleri bu ilişkiye hep kem gözle bakıyorlardı. Biri Hristiyan, diğeri Müslüman iki kişi birbirlerine nasıl aşık olabilirlerdi. Bazen karanlık bastığında Nikos'un arkadaşı Kayıkçı Hristo onları alıp denize açılır iki aşığı gözlerden ırak ıssız koylara götürürdü. Aptaliko, bütün aşkını, duygularını kemanın sesiyle Nikos'a aktarırken, Nikos da ona Sappho'dan şiirler okurdu o güzel sesiyle.

"Hiç uyarmadan nasıl sökerse

Kasırga meşeleri kökünden,

Öyle sarsıyor yüreğimi aşk."

                 ***

"Denizcilerdir, diyor, yeryüzünde

Göze en görünen şey; bense

Kişi kimi seviyorsa, diyorum odur

En güzel.  

Denizi çok severdi Sappho'yu sevdiği kadar. Belki şair Sappho'nun denize olan tutkusu çekmişti onu kendine. Nikos, denizden de çok sevdiği "Aptaliko"ya vurulmuştu vurulmasına ama esas vurgunu denizden yedi.

- Nasıl yani?

- Denizden kazanıyordu ekmeğini. Sık sık derinlere dalar sünger çıkarırdı. Sonunda bir gün baygın çıkardılar Nikos'u denizden. Kulaklarından kan geliyordu. Nefes alamıyordu. "Aptaliko" haberi alır almaz koştu sahile, gözü yaşlı. Akşama doğru narin kollarında verdi son nefesini Nikos. Canından çok sevdiği Nikos'u da terk etmişti artık onu. 

Gözleri dolmuştu dedemin, adeta yaşıyordu o günleri. Sanki o da içini dökmeye susamıştı dillendirirken bu destansı hikayeyi. Başka soru sormak, onu üzmek istemiyordum ama o kendini tutamıyordu, anlatmaya devam etti.

- Bir arabaya yüklediler cesedi. Kilisede kısa bir tören yapıldıktan sonra birkaç kişiyle birlikte mezarlığa kadar sevdiğine eşlik etti "Aptaliko". Bir kez daha yalnız kalmıştı. Üstelik bu kez daha kötüydü durum. Komşuları hiç yüzüne bakmaz oldu. Hatta Nikos'un ölümüne sevindiler bile. Senin anneannen de oh olsun diyenlerdendi. "Hadi Müslüman olsa neyse, utanmadın mı o gavurla düşüp kalkmaya" diye yüzüne karşı çıkışmıştı bir keresinde. Yemeden içmeden kesildi "Aptaliko". Kemanını alıp dağlara vurdu kendini. Elini tutan hiç kimse olmadı ne Türklerden ne de Rumlardan. Ama eğlenceye gelince yine çağırıyorlardı onu kemanıyla. Sonra birden tuhaf bir şekilde gülmeye, neşelenmeye başladı. Herkes artık acılarını unuttu diye düşünürken onun aklını kaçırdığı kimsenin aklına gelmedi. Her önüne geleni Nikos sanıp adanın Rum gençleriyle birlikte olmaya başladı. Yunan askeri adaya geldiğinde biz Türklerin orada yaşama imkanımız kalmamıştı. Bizi Türkiye'ye götürmek için gemilerin biri geliyor biri gidiyordu. Her gemi geldiğinde rıhtımda "Aptaliko" elinde kemanı olduğu halde beklerdi. O zamanlar canını kurtarmanın derdine düşmüştü herkes. Ne yanına çağıran vardı onu, ne de o adadan çıkmak istiyordu.

- Adadan ayrılmadı mı hiç?

- Bildiğim kadarıyla hep orada kaldı. Ama ben ona daima saygı duydum. Kemanıyla çaldığı "aptaliko" nun ezgileri kulağımdan çıkmıyordu. İzmir'e geldiğimizde ilk kez Atatürk Lisesi'nin halk müziği koluna çaldırdım bu parçayı. Onlar da "Kordon Zeybeği" diye repertuarlarına aldılar. Sonra çok meşhur oldu tabii. Hala bir yerlerde Kordon Zeybeği çalındığını duysam hep Zehra'yı yani bizim "Aptaliko" yu hatırlarım. 

Tesadüfün bu kadarı olurdu. Kulaklarıma inanamadım. Çay bahçesinde Kordon Zeybeği çalıyordu. 


    

1 Aralık 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 67


Sevgili DeepTone tarafından yürütülen Ağaç Ev Sohbetleri'nin 67. Hafta konusu sevgili Makbule Abalı' dan. Geçen haftanın konusu gibi bu haftanın konusu da çok güzel. Arkadaşımıza katkısından dolayı teşekkür ediyorum. İşte haftanın konusu:

TOPLUMDA GÜVEN DUYGUMUZU KAYBETMENİN NEDENLERİ... 

İnsan ilişkilerinde aranılan en önemli ve kapsayıcı özellik kişilerin birbirine güvenmesidir. Aksi durumda sağlıklı bir ilişki tesis edilemez. Güven duygusu, endişe, şüphe ve tereddüt hissetmeksizin karşımızdakine teslim olmak ve ona kayıtsız şartsız inanmak şeklinde ifade edilebilir. Güven duyduğumuz kişiye duygu ve düşüncelerimizi tüm açıklığıyla sunar, her şeyimizi paylaşırız. Güvenin olduğu yerde dürüstlük, samimiyet ve katıksız bir inanç vardır.

Şimdi, işin teorisine girmeksizin, somut bazı örnekler vererek şahsi görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Evet, toplum geneline yansıdığı gibi ben de başkalarına karşı güven duygumu ciddi oranda kaybetmiş durumdayım. En başta devletime güvenmiyorum, toplumun bütün kesimlerine, arkadaş çevreme, ilişkide bulunduğum kurum ve şahıslara tam manasıyla güvenmiyorum. Toplumda oluşan bu güvensizlik ortamında başkalarının da bana güven duymamasını son derece doğal karşılamama rağmen böyle bir ortam yine de canımı yakıyor. Peki güven duygumun böylesine kaybolmasına yol açan nedenler neler? Maddeler halinde ifade etmeye çalışayım:

1. Adaletin olmadığı bir toplumda yaşıyoruz.

Başta siyasetle uğraşan ve devleti yöneten kişilere güven duymuyorum. Çünkü anayasa ve kanunlar iktidar sahiplerinin, güçlü olanın ya da birilerine rüşvet verenin lehine eğilip bükülüyor. Hani yargı reformu falan diyorlar ya, bütün bu sözlerin toplumda adaletin tecelli etmesinde zerre kadar fayda sağlayabileceğine asla inanmıyorum. Çünkü sözde demokrasi dediğimiz sistem, güvenebileceğimiz kişilerin yönetime gelmesine engel. Siyasiler halkı düşünmek yerine tamamen kendi çıkarlarını düşünüyorlar. Daha da önemlisi görevini ve makamını kötüye kullanmalarından ötürü herhangi bir bedel ödemiyorlar. Yapılan haksızlıklar yapanın yanına kar kalıyor. Diğer taraftan adaletin terazisi doğruyu göstermediği için her türlü ilişkilerinde mağdur ediliyor insanlar çoğu zaman. Yargı bağımsız değil, hakkınız olanı alamıyorsunuz, haklı olduğunuz davalarda haksız çıkıyorsunuz, ya da büyük mücadelelerden sonra ve gecikmeli olarak adalet yerini buluyor ama atı alan Üsküdar'ı çoktan geçmiş oluyor. Bu nedenle hiç kimseye, hiçbir kuruma kayıtsız şartsız güven duymam mümkün değil. 

2. Çevrenin neden olduğu olumsuz insan davranışlarına karşı güven duygumuz azalıyor. 

İlk bakışta doğuştan geldiğine inandığımız mizaç özelliklerimiz aslında çevre koşullarının ürünü. Mevcut kaynaklar incelendiğinde bazı insanların kötü doğduğuna yani kötülüğü genlerinde taşıdığına dair herhangi net bir bilgi mevcut değil. Tam aksine insan doğduğunda "Tabula Rasa" yani yoğrulmamış bir hamur. Çevre onu yoğurup şekillendirmekte. Özellikle yerleşik düzene geçtikten sonra mülkiyetin değer kazanması insan neslinin bazı kötü özellikler kazanmasına neden olmuş. 

Tolumda bencilliğin (egoizm) hayatta kalabilmenin koşulu olduğu algısı oluşmuş durumda. Doğal olarak ilk olarak kendimizi ve daha sonra ailemizin çıkarını düşünüyoruz. Yakın zamanda okuduğum bir blog yazısında eğer on bin kişinin kurtulması için bir kişinin feda edilmesi gerekiyorsa hepimizin o bir kişiyi ölüme göndermeye rıza göstereceğinden bahsediliyordu. Fakat o kişi ailemizden biri olduğunda durum tamamen değişiyor. Yani çıkarımız söz konusu ise tarafsız kalmak oldukça zor. Günümüz şartlarında kişisel menfaatlerimiz her zaman öncelikli olduğundan haklarımızı korumak için her yola başvurmak zorunda kalıyoruz. Herkesin bu doğrultuda davrandığını hesaba katınca başkalarına olan güven duygumuz zedeleniyor.

Kıskançlık, yüzüne gülme, arkadan laf etme gibi insanların kötü özellikleri, güvenimizi sarsmakta etkili davranış biçimleri. Arkadaşımıza ya da bir yakınımıza güvenip sırrımızı paylaştığımızda, onun gidip güvenimizi suiistimal etmesi bizi zor durumda bırakır.  Toplumda güvensizlik doğuran bu tür özelliklere yalancılık, dolandırıcılık, sahtekarlık, çıkarcılık gibi birçok neden ekleyebiliriz. Bukowski'nin dediği gibi "Güvensiz kalplerimizi karaktersiz insanlara borçluyuz."

3. Kendimize olan güven duygusunu kaybediyoruz. 

Çevremize karşı güven duygumuzu yitirmek bizi ister istemez yalnızlığa mahkum etmekte. Yaşamım boyunca topluma olan güven duygusunun günden güne eridiğini düşünüyorum. Eski komşuluk ilişkileri artık yok. Esnaf sözünde durmuyor, işini doğru yapmıyor, kalitesiz malzeme kullanıyor. Pazardaki köylü bile tereyağına hile karıştırıyor. Manav müşteriyi yanıltmak için sebzenin, meyvenin iyisini tezgahın en üstüne koyup el çabukluğu ile poşete çürük çarık olanları sokuşturuyor. Marketlerde yeni gelen malzeme rafın en arkalarına saklanıyor. Aldanmamak için büyük çaba sarf etmek zorunda kalıyoruz. Her ne kadar artık insanlara güvenmiyorum desem de çoğu kez ister istemez güvenmek zorunda kalıyoruz. Bu durum geriyor bizi. Aldandığımız zaman kızıyoruz kendimize. Güvenmekle hata ettim diyerek huzursuz oluyoruz. Başkasının hatasının bedelini ödemek zorunda kalıyoruz.  Ender de olsa güvenebileceğimiz kişileri aramaya devam ediyoruz ama içimizdeki şüpheyi asla yok edemiyoruz. Bu durum kendimize karşı saygı ve güven duygumuzu kaybetmemize yol açıyor, mutsuz oluyoruz. 

Dost sohbetleri zevk vermiyor. İnsanlar sosyal medya üzerinde kendilerini bambaşka kişiler olarak gösteriyorlar. Bütün ilişkiler paylaşmak, yardımlaşmak üzerine değil karşılıklı çıkara dayanıyor. Çıkar çatışmaları en sıkı dostluklarda birbirimize olan güveni sarsıyor. Sahte dostluklarla kendimizi aldatıyoruz. 

Ne yazık ki karamsar bir tablo çizdim. Toplumda güven duygumuzu kaybedince daha dikkatli davranıyoruz. Arkadaş ve dost seçerken daha dikkatli, daha seçici oluyoruz. Bir bakıma yaşama ayak uydurmaya çalışıyoruz. Ayakta kalmamızın tek yolu bu. Diğer taraftan güvenmediğimiz yönetime karşı son derece aciz kalıyoruz.  

28 Kasım 2020 Cumartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 66


Sevgili DeepTone'un organize ettiği Ağaç Ev Sohbetleri'nin 66. Haftasında Adadeniz, muhteşem bir konu başlığı önermiş. Ne yazık ki bazı işlerimden dolayı sohbete katılmayı ilk kez bu kadar geciktirdim. Tartışma konusu şöyle:

"Ev, arsa, koltuk, dolap vs. malın-mülkün sahibi miyiz, yoksa kölesi mi?"

İlk bakışta malın-mülkün kölesi olduğumuzu düşündüm. Sahip olmak insanı ne ölçüde mutlu ya da mutsuz edebilir? Bu konunun anahtar sözcükleri mutlu ve huzurlu olmak sanırım. Her insanın kendini mutlu hissedeceği durumlar birbirinden farklı olmakla beraber sahip olmak konusunda ölçünün kaçırılmadığı sürece kölelikten kurtulabileceğimizi düşünenlerdenim. Sahip olmanın kıskançlık, egoizm, nefret gibi bazı olumsuz duyguları harekete geçireceği dikkate alındığında olumsuz etkileri var elbette. Burada mal-mülk sahibi olmanın insanı nasıl köleleştirdiği konusunda sayfalarca yazabilirdim. Ancak blog platformu ve özellikle Ağaç Ev Sohbetleri benim için özgürce kendi fikirlerimi paylaştığım bir ortam. Bu yüzden en başta kendime karşı dürüst davranarak gerçek düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. 

Mülk ya da para sahibi olmak belli ölçüde bir zorunluluk ancak ölçüyü kaçırdığımızda sahip olduklarımızın kölesi durumuna gelmekle kalmayıp çevremizden gelecek her türlü düşmanlık ve kötülüğe de kucak açmış olmaktayız. Ben kendi açımdan ölçülü davranmaya çalışıyorum. Buradaki ölçü, yaşamım boyunca kimseye muhtaç duruma düşmeden halen sahip olduğum refah düzeyini korumamdır. Bugünkü dünya düzeninde aşırı derecede mülk ve para sahibi olmak güç, bunlara hiç sahip olmamak ise güçsüzlüktür. Bence her ikisi de mutsuzluk kaynağı. Eğer biri çıkıp bana yaşamımı idame ettirecek bir geliri garanti etse hiçbir mülke gereksinim duymam. Nedir ihtiyacım olan? Moda ve lükse girmeyen şeyler. Yani oturacak bir evim olsun, öyle villaya falan özenmem. Şöyle derli toplu net 140 m2 bir ev yeter bana. Fakat evimin bulunduğu semt önemli. Çevremde yaşayan insanlar görgülü, eğitimli ve saygılı kişiler olmalı. Evimde fazla eşya olsun istemem. Ancak evlilikte sadece benim borum ötmüyor elbette. Uzun süren evliliklerde zamanında ihtiyaç hissedip aldığınız bir sürü eşya işlevini yitirdikten sonra kıyılıp atılmıyor maalesef. Özellikle hanımlar her şeyin elinin altında olmasını istiyorlar. Para verip aldığınız şeyleri atmaya kıyamıyor insan. Kişisel harcamalarım oldukça az. Altımda SUV aracım var. Bahçe işlerinde, restoranımızı işletirken, yaylanın dik ve virajlı yollarında ona ihtiyacımız vardı. Şimdi BMW ya da Mercedes'te asla gözüm yok. Ayağımızı yerden kesecek bir binek arabayla değiştirmeyi düşünüyorum. Çünkü yakıt ve yedek parça masrafları beni köleleştiriyor. Pandemi sonrasında yılda bir kez yurt dışı seyahat etmek isterim. Ayda bir ya da bazen iki kez dışarıda yemek yemek, kültürel faaliyetleri izlemek, yazın on beş gün ya da bir ay değişik yerlerde yaz tatilini geçirmek ve ihtiyacım kadar yemek yiyip, giyinip kuşanmak, sağlık harcamaları dışında bir gereksinimim yok. Bunlara evin elektrik, su ve ısınma, temizlik, gibi rutin ihtiyaçlarını da eklersem sanırım tamam olur. Yine de sahip olduklarımla ülkede ortalama bir vatandaşın üzerinde kabul ediyorum kendimi. İster gelir getiren mülk, ister herhangi maddi bir gelir benim bu ihtiyaçlarımı karşılıyorsa kendimi köleleşmiş görmüyorum. 

Bütün bunların yanı sıra bir de çocukların gelecek yaşamını kolaylaştıracak bir şeyler yapmak lazım belki. Özellikle eşim bu konuda benden çok daha hassas. Bazen ona hak vermiyor değilim. Çünkü bu çocuklar bizim isteğimizle dünyaya geldiler. Çocuklar anne va babalarına karşı aynı sorumluluğu taşımazlar ama bizlerin onlara olan sorumluluğumuzun ölene kadar devam edeceğini düşünüyorum. Hayatın ne getirip ne götüreceği bilinmez. 

Sahip olmak konusunda ölçünün dışına taşmak huzursuz eder. Pazar alışverişinden bile çoğu zaman rahatsız olurum. Bu yüzden pahalı olduğunu bildiğim halde manavı tercih ederim. Çünkü günlük yemek için üç adet domates alacağına pazardan üç beş kilo domates alıp ondan sonra bunu tüketmek için çırpınmanın alemi yok. Reklamı yapılan şeylerden, hediye almak ya da hediye alınması fikrinden hoşlanmam. Evimizde ihtiyacımız olmayan o kadar çok hediye edilmiş eşya var ki. Elbette biz de kalkıp başkalarına karşılığını yapmışızdır. Onlar da kim bilir hangi evlerin bir köşesinde atılı. Modayla hiçbir alakam yok. Başkasında olanı asla kıskanmam, halimden memnunum. Çok fazla mal-mülkün ya da paranın huzur getirmeyeceğini, mutlu etmeyeceğini biliyorum. Çünkü hırs, belli bir süre sonra insana zarar vermeye başlar. İstek ve arzuların sınırı yok. Ve bizim sınırsıza ulaşma imkanımız da yok. Sonuç olarak ne ele güne muhtaç olacak kadar maldan mülkten yoksun olalım, ne de bizi yoldan çıkaracak ve kendimizi köleleştirecek kadar malımız ve mülkümüz olsun.         

22 Kasım 2020 Pazar

THE ANIMATE AND THE INANIMATE - ENTROPİ


Sahip olmak fikri ya da duygusu insanda ilk ne zaman oluştu? 300.000 yıl öncesine kadar uzanan Homo Sapiens tarihinde en başından beri böyle bir duygu var mıydı? Avcı göçebe halimizden çıkıp mülkiyet kavramının doğduğu yerleşik tarım düzenine geçtikten sonra mı ortaya çıktı bir şeylere sahip olmak? Diğer canlılarda ne ölçüde var bu özellik? Erich Fromm, "Sahip Olmak ya da Olmak" isimli kitabında "İnsanlığın kurtulabilmesi için ilk ve tek şart, "sahip olmak" ilkesinden "olmak" ilkesine geçmektir" diyor. "Olmak" eksenli yaşadığında aktifleşen varlık, "sahip olmak" eksenli yaşadığında tüm yaşamını pasifleştirmiyor mu? Çiçeği dalından koparıp ona sahip olmak mı mutlu eder bizi, yoksa dalında güzelliğini seyredip onu koklamak mı? Her şeyin sahibi olabilir miyiz? Her hangi bir varlık buna sahip olabilir mi? Daha ötesi, varoluşun sırrını çözen bir anahtar gibi görünüyor aynı zamanda bu "sahip olmak ya da olmak" ikilemi. Sahip olmak belki de olmamaktır. O zaman William Shakespeare'in karakteri Hamlet'in kafatasına bakarken söylediği "Olmak ya da olmamak" aynı kapıya çıkmıyor mu?

Termodinamiğin ikinci yasası "entropi" nin mevcut evrenimizde her şeyi açıkladığına kanaat getirdiğimiz bir gerçek. Entropinin felsefe ve diğer sosyal bilimleri ilgilendiren ilişkileri konusunda yazacağımı fakat teknik yönüne pek değinmeyeceğimi ifade etmiştim. Ancak daha önce kaleme aldığım "entropi" konulu yazımda bana ilham kaynağı olan ve dünyanın en zeki insanı kabul edilen William James Sidis'in 1920 yılında (henüz yirmi iki yaşında) yazdığı "The Animate and the Inanimate" kitabını okuduktan sonra bu yazıyı yazmaktan kendimi alamadım. Adını "Canlı ve Cansız" olarak dilimize çevirebileceğimiz kitapta evren (the universe) ve ters evren (the reverse universe) kuramları açıklanırken canlı ve cansız tanımları tartışmaya açılıyor. Hayatın anlamı ne sorusuna cevap aradığımız bu dönemde Sidis'in yüz yıl önce düşündükleri ve yazıya döktükleri son derece sarsıcı.  Termodinamiğin ikinci yasasını bilmeden kitabı anlayabilmek hayli zor. Fakat "entropi" gerçeğini öğrendikten sonra her bölümü büyük bir merak ve ilgiyle okurken anlamadığım kısımların umduğumun çok altında kaldığını söyleyebilirim. Aslında kitabın çevirisini yapmayı düşündüm fakat konuyla ilgisi olmayanlara biraz ağır geleceğini dikkate alarak vazgeçtim. Şüphesiz yazarın değindiği konular her ne kadar bilimsel temele dayandırılsa da hepsi deneysel ya da gözlemsel sonuçlar değil. Zaten bütün bu konular bazen teorinin ötesinde hipotez olarak işlenip okurun değerlendirmesine sunulmuş. 

Birkaç konudan bahsedecek olursam; Kitapta en çok "ters evren" üzerine kafa yoruluyor. Yazar, ters evrende, mevcut evrenimizde var olan her şeyin aksinin hüküm sürdüğünü iddia ediyor. Bunu şu anki algımızla değerlendirmek oldukça zor elbette. Fakat daha önceki entropi başlıklı yazımda değindiğim üzere kainatın toplam enerjisi değişmezken birbirine dönüştüğünde bir miktar enerji evrene dağılıyordu. Sidis, elimizden kaçan bu enerji için entropi sözcüğü yerine, buna "yedek enerji" diyor. Halen içinde yaşamakta olduğumuz evren (pozitif evren) enerji yaymakta ve yayılan bu enerji bir miktar fire verip birbirine dönüşebiliyor. Bu firelerin milyarlarca yıl birikmesi sonucunda canlı cansız varlıklar (madde, enerji) maksimum entropiye ulaşıyor, yani artık enerji yoksunu bir hal alıyor. Ters evrende ise durum tam tersine işliyor. Ters evren bir bakıma şu an içinde bulunduğumuz evrenin en son halini andırıyor. Yedek enerji, yani entropi had safhaya ulaşmış hale geliyor. Bu negatif evrende başlangıçta her taraf karanlık, ölü, madde ve enerji sıfır. Bu evrende maddelerin enerji yayma imkanları yok, toplanan yedek enerjiden emmeye yani maksimum entropilerini kullanmaya başlıyorlar. Yeni bir evren doğuyor bilinenin tersine çalışan. Burada bütün maddeler endotermik yani, etkileşim halinde ısı yaymayan tam aksine ısıya ihtiyacı olan (enerji yutan) cinsten. Mevcut evrenimizde de buzun erimesi gibi bu tür reaksiyonlar var ancak güneşin ekzotermik (ısı yayan) enerjisinin yanında minimal düzeyde kalıyor. Daha fazla kafaları karıştırmadan somut bazı örneklerle olayı gözümüzde canlandırmaya çalışalım:

Yaşadığımız evrende mevcut yer çekimi sayesinde merdivenin üzerindeki topa ufak bir kuvvet uyguladığınızda top merdiven basamaklarında zıplayarak alt kata iner. Ters evrende yer çekimi mevcut olmadığından topun hareketi merdivenin alt basamağından aldığı ısı enerjisi vasıtasıyla basamaklardan yukarı doğru çıkma yönünde olacaktır. Nehirlerin akışı denize doğru değil, adeta denizdeki tuzdan kaçarcasına kaynağına ulaşıp, oradan pınara, yağmur damlalarına ve nihayet su molekülüne, hidrojen ve oksijen atomlarına doğru bir seyir izlemekte. Bu olaylarda en önemli unsurlardan biri de zaman. Zaman da tersine işliyor ters evrende. Yani gelecek geçmiş, geçmiş ise gelecek oluyor. Mevcut evrende biz ve bütün varlıklar geçmişi hatırlarken gelecek hakkında kesin bir fikirleri yok. Oysa ters evrende bilinen şey gelecek, bilinmeyen ise geçmiş! 

Ayrıca evrenin şekline dair varsayımlarda bulunuyor yazar. Ona göre etrafında tuğlaya benzer ters evrenler döşenmiş oval şeklinde bir geometriye sahip evrenimiz. Benzer şekilde çevresi ters evrenlerle örülü sonsuz sayıda evren var. Her birinin başlangıcı ve sonu mevcut. Ancak ne zaman başladığı ne zaman sona ereceğine dair bir şey söz konusu değil. Bu düzen her zaman vardı ve daima olacaktır. Yani uzay dediğimiz, içinde evrenleri barındıran sistemin en başı ve en sonu diye bir şey yok, biteviye bir döngü sadece. Şaşırtıcı değil mi? Tanrı denilen şey bu mu yoksa? Sonsuz uzayın sonsuz döngüsü... 

Mevcut evrene pozitif, ters evrene negatif sıfatını yükleyen yazar her iki evrenin birbirine dönüşmeye meyilli olduğunu ifade ederken zaman boyutu içinde bu dönüşümü sinüzoidal bir grafikle sembolleştiriyor. Grafiğin tepe noktaları evrenin oluşumu yani, entropinin minimum olduğu büyük patlamanın (big bang) meydana geldiği evre, grafiğin çukur noktaları ise evrenin sonu yani entropinin maksimum olduğu ölüm anları. Büyük patlamadan sonra yeniden evrenin oluşumu... Evrenimizde gözlenebilen 18.000.000 yıldız var deniyor, toplam yıldız sayısı ise bunun on katı civarında. Her yıl en az bir kez bir galaksinin doğuşuna ve bir başkasının ölümüne şahit oluyoruz. Biz bütün enerjimizi Samanyolu Galaksisinin bir yıldızı olan güneşten alıyoruz. Evrenimizin yok oluşu güneş gibi 180 milyar yıldız sisteminin enerjisini tüketmesi anlamına geliyor. İnsanın hafızası almıyor. Sidis, "yaşam teorisi" bölümünde canlı ve cansız tanımlarında yapılan hataları dile getirirken, ters evrende de yaşamın olabileceğini ancak bunun bilinenden çok farklı özellikler taşıyacağını savunuyor ve bu konudaki düşüncelerini kitabın "yalancı yaşam organizmaları" (pseudo living organisms) bölümünde açıklıyor. 

Neyse uzun hikaye. Benim burada kafama takılan tek soru kaldı ki, bunu yazımın başında belirttim. Tesadüfler bir yana başı sonu olmayan böyle bir düzenin sahibi yok mu? Yoksa sahip olma duygusu sadece biz insanların yarattığı bir şey mi? Belki de kainatın sahibi diye de bir şey hiç yok. Her şey baştan beri vardı ve sonuna kadar olacak. Sonsuzdan gelip sonsuza gideceğiz, bu paradoks mevcut algımız ve aklımızla bizi tam olarak tatmin ediyor mu, hayır!