Gecenin ilerleyen saatlerinde dev yolcu gemisi RMS Mauretania, Atlantik okyanusunun derin sularını yarıp hedefine doğru yaklaşırken, makine dairesinden gelen rahatsız edici uğultu ve titreşimlere alışan üçüncü sınıf yolcuları derin uykudaydı. Yüzlerce nefesin birbirine karıştığı yatakhanede beyaz tavan lambalarının parlattığı ıslak metal zemine yansıyan ürkek bir gölge, kızların yattığı ranzaların arasında sessizce dolaşıyordu. Gölgenin önünden giden karaltının cılız ayak seslerine kulak kabartan Niki, yattığı yerden başını kaldırdı hafifçe. Nefesini tutmuş, endişe içinde neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Orta boylu bir erkek siluetiydi, fakat tam olarak görememişti yüzünü. Kızların arasında dolaşan bu adamın niyeti ne olabilirdi? Bağırıp milleti uyandırmayı düşündü bir an, fakat sonradan vazgeçti. Yanı başında kendinden geçmiş, yarı uyur vaziyette yatan Haro'ya dokundu. Genç kız, yavaşça açtı gözlerini. Niki ona eliyle sus işareti yapıp gölgeyi izlemeye başladılar birlikte.
Koyu renk bir takım elbise vardı üstünde, ayağına ses çıkarmasın diye lastik tabanlı bir ayakkabı giymişti. Hemen yan tarafta Rus kızlarının bulunduğu bölüme geçti. Ranzalardan birinin alt yatağında uyumakta olan kıza yanaştı. Örtüyü yüzüne çektiği için kim olduğu belli değildi kızın. Esrarengiz adam etrafı kontrol etmek için bir adım geri çekildiğinde tavan ışığı yüzünü aydınlattı. Niki, dehşet içinde Haro'ya baktı. "Yine o!" diye fısıldadı. "Karabulat!"
Karabulat, genç kızın yüzünü kapatan örtüyü ucundan hafifçe kaldırdıktan sonra yavaşça eski durumuna getirdi. Belli ki aradığı kişi değildi o. Yanındaki ranzaya geçti. Başında durduğu genç kızın uzun siyah saçları, tamamen örtmüştü yüzünü bu kez. Karabulat etrafına bakındı, herkesin uyuduğundan emin olduktan sonra kızın yüzünü kapatan saçları kaldırdı eliyle. Fısıltı halinde kıza seslendi. "Yelena!" Aradığını bulmanın vermiş olduğu rahatlıkla gülümsedi. Genç kızın gözleri aralandı, uyku sersemliğiyle karşısındaki adama baktı bir süre. Biraz kendine geldikten sonra kendine uzanan eli tutup doğruldu yatağından. Ayaklarının ucuna basarak merdivenlere doğru ilerledi Karabulat'ın peşinden. Karabulat, kapının eşiğinde durup son bir kez yatakhaneye baktı ve elinden tuttuğu Yelena ile birlikte gözden kayboldu. Niki, Haro'nun kulağına fısıldadı:
"Dün gece başka bir Rus kızını götürmüştü."
Haro, bezgin bir halde gözlerini sabit bir noktaya dikti. Kimin ne yaptığı umurunda değildi sanki. Son günlerde iyice içine kapanmıştı. Sevgilisi Antonis'ten başka bir şey düşünmüyordu. Her gün alt güverteye çıkıp saatlerce ut çalıyor, söylediği şarkılarla teselli ediyordu kendini. Haro'nun bu melankolik ruh halini kavrayamayan Niki, onun zaman içinde Antonis'i unutacağını ve Amerika'ya vardıklarında yeni bir hayatı olacağını düşünüyordu. Onun aklı Karabulat'taydı. Adamın bakışlarından hiç hoşlanmıyordu. Kızları nereye götürdüğünü, onlara ne yaptığını düşünmekle meşguldü. Arkadaşının kendisini dinleyip dinlemediğine aldırmaksızın Haro'ya içini dökmeye devam ediyordu. "Dünkü kız geldiğinde parfüm kokuyordu." dedi. Haro, ancak kendine gelebilmişti, etrafında dolaşan tehlikeyi yeni fark etmişti.
"Yarın beni de almaya gelirse!?" Niki, elini tuttuğu arkadaşını sakinleştirmeye çalıştı. Tek kelime konuşmaksızın uzun bir süre Yelena'yı düşündüler, sonra çaresizlik içinde başları yastığa düştü usulca.
Karabulat, genç kızla birlikte geminin en prestijli kamaralarından birinin önünde durdu, parmaklarını kıvırıp iki kısa ve ardından üç uzun vuruşla kapıyı tıklattı. Ne yapacağına dair hiçbir fikri olmayan Yelena'yı orada bırakıp hızla ayrıldı yanından. Şifre alınmıştı, aralanan kapıdan uzanan bir el kızı içeri çekti. Geniş, ferah bir mekânın içinde bulmuştu kendini Yelena. Sol tarafta, konsolun üzerindeki abajurun soluk ışığı aydınlatıyordu odayı. Bütün duvarlar desenli kâğıtla kaplanmıştı. Yerde büyük bir İran halısı, karşı duvara asılmış yağlı boya tablonun altında çift kişilik bir koltuk, üzerinde likör takımının bulunduğu yuvarlak bir sehpa ve onun yanında tek kişilik bir koltuk ile kenarları yere kadar sarkan bej rengi kadife kumaşla örtülmüş geniş yatağın yer aldığı geniş oda, kamaradan ziyade bir sarayın salonundaymış hissi veriyordu insana. Yelena'yı odasına kabul eden esrarengiz adam, birinci kaptanın Karabulat'a bahsettiği Türk mühendisten başkası değildi. Orta yaşlarda, dar alınlı, yanakları şişkin, kocaman kafası saksı gibi omuzlarına oturmuş, bıyıklı, siyah saçları taralı, çakır gözlü, göbekli ve orta boylu adam, beyaz gömleğinin üzerine vişne renkli bir röpteşambır giymişti. Genç kızı kolundan tutup kapının yanındaki duşa götürdü. İyice yıkayıp kuruladıktan sonra cebinden çıkardığı ipek çorabı anadan üryan karşısında dikilen kızın yüzüne yaklaştırdı. Sesi titriyordu heyecandan, yüzünde boncuk boncuk ter birikmişti. Beline kadar uzayan kuzguni siyah saçları, menekşe renkli gözleri ve olağanüstü fiziğiyle Yelena aklını başından almıştı adamın. Kaderine razı bir şekilde put gibi ayakta dikilen genç kız, çaresizlik içinde anlamsız gözlerle bakıyordu babası yaşındaki adama. Adam, sağ elini içine geçirdiği ince çorabın ucunu diğer eliyle uzatıp gerdikten sonra hipnotize edermiş gibi gibi kızın gözlerinin önünden geçirdi.
"Şimdi bunu al, beni memnun edersen diğer tekini yarın gece vereceğim sana." Koca kafalı adam güzel kızın karşısında kendinden geçmişti. Yelena tepki vermeyince, sinsice gülümseyerek, Türkçe "Yarın akşama." dedi. Çorabı kızın boynuna doladıktan sonra ıslık çalarak keyifle üstündekileri çıkarmaya başladı.
***
Ertesi gün Niki, sabahın erken vaktinde birinci sınıf yolcularının bulunduğu kata çıkmıştı. Bardaki genç denizciden bir fincan kahve alıp kendisine teşekkür etti ve dikiş makinesinin bulunduğu, artık kendisine tahsis edildiğini düşündüğü köşeye doğru ilerledi. Üst güvertede büyük salonun genellikle boş olduğu saatlerdi. Masalardan birinde, yalnız başına oturan Karabulat'ın yanından geçti. Adamın canı sıkkın görünüyordu. Yakın dostu kaptan Marinos'un, "fotoğrafçının üzerine fazla gitme, ona bulaşma" demesini bir türlü hazmedemiyordu. Kaptan ondan desteğini çekerse bütün plânları alt üst olabilirdi. Amerikalı, her ne kadar mesleği bıraktığını söylemiş olsa da kaptanı korkutmuş olmalıydı. Gemi kaptanı ya da yolculuk hakkında gazetesine ileteceği olumsuz bir haber ciddi sonuçlar doğurabilirdi. Belli ki Norman'dan çekinme sebebi buydu kaptanın. Karabulat'ın güvendiği dağlara kar yağmıştı. Bundan böyle Amerikalı gazeteciye açık vermemek için daha dikkatli olmalıydı. Karabulat, az önce yanından geçen Niki'yi görmüştü. Düşüncelerinden sıyrılıp alaycı bir şekilde gülümsedi genç kıza.
Niki, elindeki gelinlikleri askıya astıktan sonra makinesinin başına geçti. Karşısındaki masalardan birinde oturan Karabulut kendisine lâf attığı sırada kahvesini henüz yudumlamıştı.
"Görüyorum ki, bütün zamanını işe arıyorsun!" Her zamanki gibi şıklığına diyecek yoktu Karabulat'ın. Beyaz pantolon ve beyaz gömleğin üzerine beyaz bir kravat takmış ve yine aynı renkten bir yelek geçirmişti üstüne. Dökülmüş beyaz saçları arasında kızıl renge dönen teni dışında tepeden tırnağa beyazlara bürünmüştü. Yerinden kalkıp genç kıza yaklaştı. "Tam bir haftadır seni izliyorum, durmadan bir şeyler dikiyor, dikiyor, dikiyorsun..." dedi. Niki, ağzını açmadan adamı dinliyordu. Karabulat durmayacak gibiydi. "Hanımefendi, birinci sınıfı pek bir sevmiş görünüyor!" dedi. Alaycı bir gülümsemeyle masasına geri döndü. Bir yılan gibi zehrini kusmuştu. Niki, nefret ettiği adama onun duyamayacağı bir sesle söylendi.
"Oturup kendi söküğünü kendin dikersin o zaman!"
Karabulat kahvesini yudumlarken bir anda boğulacak gibi oldu. Hırsla arkasına döndü.
"Ne dedin?" dedi, tehdit edercesine. Masasından hırsla kalkıp Niki'nin üzerine yürüdü. "Ha, ne dedin sen bana? Bana cevap mı verdin, söyle!" Niki korku dolu gözlerle adama bakarken Karabulat, ısrarla aynı şeyi sormaya devam ediyordu. "Hadi, söyle bana ne dedin?"
"İhtiyacınız olduğunda işinizi kendiniz görürsünüz dedim." dedi, Niki, cesaretle. Cesur olduğu kadar korkuyordu aynı zamanda. Karabulut göz dağı verircesine, delici gözlerle baktı Niki'ye.
"İşimi kendim görürüm, öyle mi?" Yan taraftaki askıdan duvak dikiminde kullanılacak olan tülbent parçasını eline alıp Niki'nin gözü önünde cart diye yırttı. Haddini bildirircesine ateş saçan gözlerini genç kıza diken Karabulat, ikiye ayırdığı kumaşı dikiş makinesinin üstüne fırlattı. "Peki o zaman," dedi. "Ama bunu ben değil, sen dikeceksin!" Niki gözlerini açarak adama bakakaldı hayretler içinde.
"Sizden korkmuyorum..." dedi Niki, yeniden cesaretini toplayarak. "Ben Yelena değilim." Ağzından çıkmıştı bir kere. Şimdi kalbi yerinden çıkacak gibiydi korkudan.
Karabulat, çıldırmıştı. İşaret parmağını sallayıp tehdit etmeye devam etti genç kızı. "Sakın benimle bu tarz konuşma!" Kaşlarını kaldırırken alnındaki çizgiler iyice belirginleşti. Elini makinenin tablasına koyup Niki'ye doğru eğildi. "Anlıyor musun?"
Niki, endişeli gözlerle arkasını dönmekte olan adamın yüzüne baktı. "Siz kötü kalpli bir adamsınız, efendim." dedi. Dikiş makinesinin kapağını hırsla kaldırıp makineyi yuvasına yatırdıktan sonra kapağı şiddetle kapattı. Parmağının ucunda şiddetli bir sızı hissetti Karabulat. "Off," diyerek parmağını ağzına götürdü, canı fena yanmıştı. Yüzünü buruşturup elini silkeledi. "Seni," dedi. "Seni gidi kaltak, bana bunu yapmamalıydın!" Öfkeyle arkasını döndü ve masalarına arasından geçerek uzaklaştı.
Niki, panik halinde ne yapacağını bilemedi. Karabulat'ın işi burada bırakmayacağından neredeyse emindi. Bir an bile tedbiri elden bırakmaması gerekiyordu. Şimdi Norman'a o kadar çok ihtiyacı vardı ki. Beti benzi atmıştı. Aceleyle topladığı dikiş kutusunu yanına alıp ait olduğu sınıfa inmek üzere seri adımlarla üst güvertenin büyük salonunu terk etti. Kamaraların önündeki duvar lambalarıyla aydınlatılmış sessiz koridorlar boyunca merdivenlere doğru ilerlerken sık sık başını çevirip ürkek gözlerle arkasına bakıyordu. Tam merdivenlerin bulunduğu sahanlığa varmak üzereydi ki sahanlığa çıkan diğer bir koridorun köşesinde korktuğu başına geldi. Karabulat, kollarını önünde kavuşturmuş, avını pençesine almış bir hayvan gibi sinsice gülümsüyordu karşısında. Niki'nin kalp atışları hızlandı, irkilerek birkaç adım geriledi. Sırtını duvara dayayıp gözlerini kapattı, hırıltılı bir şekilde soluk alıp verirken göğsü bir kabarıp bir iniyordu.
Karabulat genç kıza iyice yaklaştı. Dudaklarını ısırıp göz dağı verdi. "Kendini azize sanıyorsun değil mi, ama senin öyle biri olduğuna inanmıyorum ben." dedi. Hesaplaşacağız anlamında aşağı yukarı salladı başını ağır ağır. "Senin de bir geçmişin var elbette. Eninde sonunda bulup ortaya çıkaracağım. Bunu sen istedin."
Arka tarafta, koridora açılan kapılardan biri aralandı. Sesleri duyup kat kat kırmızı elbisesiyle kamarasından çıkan falcı Emine Bacı, Karabulat'ın sıkıştırdığı Niki'yi görünce telaşlandı. Merak içinde onlara doğru seslendi. "Niki? Ne var, bir şey mi oldu?" Karabulat, yıldırım hızıyla konuyu değiştirdi.
"Yani, kırmızı barbunya balığı tavada kızartılırsa ızgarasından daha lezzetli olur diyorsun öyle mi? Peki fırında pişirmeyi hiç denedin mi?" Yüzüne sevimli bir ifade katan Karabulat, falcı kadına döndü. "Ona Yunan adalarının meşhur yemek tariflerini soruyordum sadece." dedi. Daha sonra ciddileşerek dişlerini sıktı ve genç kızın kulağına fısıltı halinde son sözlerini söyledi. "Seni burada rezil etmemi istemiyorsan çeneni kapat, ağzını açıp sakın bir lâf edeyim deme!"
Karabulat'ın arkasını dönüp gitmesiyle birlikte Niki derin bir nefes aldı. Tansiyonunun düştüğünü, ayaklarının bedenini taşımadığını hissetti. Başı dönüyordu. Elinde dikiş kutusu olduğu halde sırtını dayadığı duvardan yavaşça kayıp yere çöktü. Emine hemen koşup yanına geldi, panik içinde kıza sarıldı.
"Söyle bana neler oluyor?"
Zoraki gülümsemeye çalıştı Niki, "Tamam, tamam bir şey yok." dedi. Falcı, çenesinden tuttuğu genç kıza acıyarak baktı, çaresizlik içinde başını salladı.
Güçlükle ayağa kalkan Niki, merdivenlerden aşağı indi. Yatakhanedeki kızlar yataklarını toplarlarken hep birlikte yeni bir güne hazırlanıyorlardı. Olga'nın masum yüzüne baktı. Çok geçmeden sıranın ona geleceğini biliyordu. Kendisine yardım edecek, derdini anlatacak birini arıyordu Niki. Haro'nun yatağı boştu. Muhtemelen kahvaltı için yemek salonuna gitmiş olmalıydı. Yatakhaneden çıktı, yemek salonunun girişinde aşçı Kardaki ile karşılaştı.
"Yalvarırım bana yardımcı olun," dedi kadına Niki. "Rus kızlarına yaklaşamıyorum. Olga da onlardan biri, henüz yaşı çok küçük, onun hakkında ciddi endişelerim var. Şu orospu çocuğu Karabulat, az önce tehdit etti beni."
Aşçı kadın tepki vermeksizin Niki'yi dinledi. "Bay Karabulat'ı biliyorum. Onu bu gemide tanımayan yoktur. Yüzlerce Rus kızına yardım etti." Niki'ye ders verir gibiydi. Konuşması biter bitmez genç kızla ilgilenmediğini hissettirircesine arkasını döndü. Niki kadının tavrına şaşırmıştı. Ellerini uzatarak yalvarırcasına seslendi. "Bayan Kardaki, beni dinlemek zorundasınız, çok önemli..."
Kardaki durup Niki'ye baktı. "Bak kızım," dedi bu kez, nasihat verir gibiydi. "Benim hayat felsefem seninkinden biraz farklı. Aralarında sadece beş genç kız var bu işi yapan... Ne dediğimin farkındayım ve sana bunu ispatlayabilirim. Yeni doğan bebekler... Vaftiz törenleri... Bu okyanus aşırı yolculuklar kutsanmıştır. Karada yaşanan her şey gemide aynen yaşanır. Bunları benim değiştirmeye gücüm yetmez. Savaşta kocamı ve iki oğlumu kaybettim. Şimdi burada ayakta kalmaya çalışıyorum. Kendimi tehlikeye sokamam." Genç kızın omzuna dokundu. "Sana söyleyeceğim tek şey, başkalarının işine burnunu sokma! Şunun şurasında bir haftalık yolumuz kaldı." Niki, hayal kırıklığına uğramış, kadının söyledikleri karşısında çılgına dönmüştü. Birşeyler demek istediyse de kelimeler boğazına takıldı. Bir süre sessiz kaldı. Aşçı kadının söylediklerini anlamaya çalışıyordu. Fakat anlattıklarını kabul etmesi olanaksızdı. Sonunda dayanamadı. Öfkeyle bağırdı.
"Fakat biz burada birer hayvan değiliz. Ne biz, ne de onlar..."
"Açıkçası, bildiklerimi söyleyip gemideki bütün yetim kızları tedirgin etmek istemiyorum. Söyleyeceklerim bu kadar!" dedi, Kardaki.
***
Sabaha karşı geminin güvenliğinden sorumlu vardiya zabiti yanındaki genç güverte lostromosuyla birlikte gemiyi denetliyorlardı. Kır sakallı denizci alt güvertede demir korkuluklara dayanmış, yalnız başına denizi seyreden Haro'nun yanına gelince durdu. Uzun kollu kahverengi bir ceket giyen genç kızın saçları sert esen rüzgârla dalgalanıyor, yüzünün görünmesini engelliyordu. Haro, yanında dikilen iki denizciyi fark edince hayalet görmüş gibi şaşkın gözlerle baktı onlara. Sanki derin bir rüyadan uyanmış gibiydi. Sakallı adam babacan tavırla ikaz etti genç kızı.
"Hadi kızım, içeri geç, üşüteceksin." Haro, boş gözlerle bakıyordu adamlara.
Vardiya zabiti, "Üç saatten fazla burada dikilmiş bekliyorsun. Tasalanmayı bırak artık, yatağına git ve dinlen biraz." dedi.
Haro sesini çıkartmadı. Adamlar arkalarına baka baka yanından ayrıldılar genç kızın. Haro korkuluk boyunca ilerleyerek aşağıda geminin köpürttüğü sulara bakıyordu. Adeta büyülenmiş gibiydi. Gecenin karanlığında yol alan dev yolcu gemisinin iki parçaya ayırdığı deniz, projektörlerin parlak ışığı altında, avını yutmaya hazırlanan korkunç bir canavar gibi homurdanırken, Haro ona bakarken uçsuz bucaksız hayallere sürükleniyordu.
***
Ertesi gece geminin lüks oyun salonunda iddialı bir kumar partisi vardı. Masanın etrafındaki izleyicilerin bazıları purolarını tüttürürken, diğerleri ellerinde viski bardaklarıyla sohbete katılıyorlardı. Zenginliklerini ilk bakışta ortaya koyan şık kıyafetli oyuncu ve izleyicilerin birbirlerine anlattıkları hikâyeler ve yaptıkları esprilerle salon kahkahaya boğuluyordu. Oyunun oynandığı masanın çevresinde öylesine bir kalabalık toplanmıştı ki aralarından oyuncuları görmek mümkün değildi. Salon, tütün kokusu, sigara dumanı ve gürültüden geçilmiyordu. Diğer masaların neredeyse tamamı boştu. Kapının sol tarafında, envaiçeşit içkilerin raflara dizildiği gösterişli barda beyaz kıyafetli genç bir barmen bardakları kurularken kanun, ut ve kemandan oluşan üç kişilik minik saz heyeti kendi halinde bir şeyler çalıyordu. Barın önünde, beyaz örtülerle kaplı yuvarlak masaların birine oturmuş bira içen gazeteci Norman, can sıkıntısıyla elindeki sigara paketini parmakları arasında çevirip duruyordu. Bir süre sonra salona giren Karabulat etrafına şöyle bir bakındıktan sonra barın önündeki yüksek taburelerden birine oturdu.