Yoğun sigara dumanı altındaki saz heyeti, güzel bir kanun taksiminin ardından Sultan Abdülaziz'in muhteşem hicaz sirtosunu çalmaya başlamıştı. Amerikalı foto muhabiri Norman Harris, gürültünün içinde etkisini kaybeden müziğe kulak verdi. İstanbul'da davet edildiği eğlencelerden aşina olduğu bu ezgileri dinlemekten büyük zevk alıyordu. Birasından bir yudum çekti, bardağı masaya bırakırken başını kaldırdığında, bara yerleşmekte olan Karabulat'a ilişti gözü. Canı sıkılmış, keyfi kaçmıştı bir anda. Ağzındaki sigarayı ağır hareketlerle küllüğe bastırdı ve oturmakta olduğu koltuğun elleriyle kavradığı kolçaklarından destek alarak ayağa kalktı. Üzeri beyaz örtülü masaların arasından geçip kendisine içki söyleyen acente müdürüne doğru ilerledi. Selâm vermeksizin adamın yanı başındaki yüksek tabureyi hırsla çekti kendine doğru. Meydan okurcasına üzerine yürüdüğü acente müdürüne büyük bir kin ve nefretle dikti gözlerini.
"Suratını dağıtmadan önce söyleyecek bir çift lâfım olacak sana."
"Ooo, bakıyorum bizim mütevazı terzi kızımız hiç zaman kaybetmemiş ve hiç üşenmeden içini dökmüş size." Karabulat, sakin bir şekilde gözlerini devirerek alaycı bir şekilde gülümsedi. "Küçük ispiyoncu büyük iş başarmış, kutluyorum kendisini..." Kızıla dönmüş yüzüyle çevirdi başını, büyük bir pişkinlikle barmene seslendi. "Sana getirdiğim o özel paketten değerli sanatçımıza bir fincan adaçayı hazırlayıver."
Norman, adamın vurdumduymazlığı karşısında şaşkına dönmüştü. Ellerini çırptı, alkışlarmış gibi. "Ne büyük oyunculuk ama! Bu konuda hayli yetenekli görünüyorsun."
"Evet, öyleyim." dedi Karabulat, istifini bozmadan. İki adam arasında gerilim artıyordu.
"Sen zehir saçan yılanın tekisin!" dedi, Norman, zor tutuyordu kendini. Karabulat ise, tam aksine genç adamı sinirlendirmek için elinden geleni ardına koymuyordu. Düşmanca bakışlarını Norman'a dikti.
"Evet, tam da dediğin gibiyim. Çok teşekkür ederim." Karabulat sanki kendisine iltifat edilmişçesine başını sallayıp Norman'ı çileden çıkardı.
"Adi herif, piç kurusu..." Norman bildiği tüm kötü sıfatları sıralıyordu birbiri ardına.
"Peki, o söylediklerinin hepsini kabul ediyorum." dedi, Acente Müdürü, sanki eski bir dostuyla sohbet edermiş gibiydi. "Haklısın, babamı hiç tanıyamadım ama annemi soracak olursan,..." Yeşil gözlerini açarak işaret parmağını kaldırdı. "İnan bana, ondaki t....k on erkeğinkine bedeldi." Karabulat'ın şekilden şekile giren yüzü değişmişti. Az önceki alaycı yüzü gitmiş, ağzındaki kelimeleri ısırırcasına çıkaran bir canavara dönüşmüştü. "Şimdi iyi dinle," dedi. "Bundan tam üç yıl önce zavallı, senin gibi merhametli bir aptal, polise ihbar etmişti beni. Sonra..."
Norman, gözlerini ayırmadan Karabulut'un lâfı nereye getireceğini bekliyordu merak içinde. "Evet, sonra?" dedi.
"Sonra.. " dedi Karabulat, tekrarlayarak. Canice genç adamın yüzüne baktı. Dişlerini gıcırdatırken başını salladı. "Sonra, ne oldu biliyor musun dostum? Cehennemin dibini boylayan o dört fahişenin muhteşem çığlık seslerini duymalıydın!"
"Sen tam bir orospu çocuğusun!" dedi Norman adama elleriyle hücum etmeye kalkıştı.
"Ah, yapmayın," dedi Karabulat kendini geri çekerek. "Bekâr göçmenler, göçmen olmayanlar, hepsi beni minnetle anar." Karabulat, bir kez daha tavır değiştirmişti. Norman'ın onca hakaretine rağmen sakin görünmeye çalışarak el kol hareketleriyle Norman'a sanki ders verir gibiydi. "Bilirsin, biz erkeklerin kadınlara ihtiyacı var; aynı ayakların ayakkabılara ihtiyacı olduğu gibi..." Anlatırken yüzünü şekilden şekile sokuyordu. "Şüphesiz, ayakkabın olmasa da yürüyebilirsin ama,..." Karabulat sanki hoş olmayan bir şeyin tadına bakmış gibi yüzünü buruşturduktan sonra gülümsedi. "Ayağın acır..." dedi. Gerçekten de hem el kol hareketleri, mimikleri hem de konuşma biçimiyle usta bir tiyatro sanatçısına taş çıkartıyordu. "Sen gel bu dediklerimi bir düşün." dedi. "Sanırım sen de bekârsın, öyle değil mi?" Norman sessizce dinliyordu Karabulat'ı. "Ara sıra düzüşmek için senin de birilerine ihtiyacın oluyordur mutlaka..." Karabulat'ın yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.
Norman, bu serseriyle başa çıkılamayacağına anlamıştı sonunda. Yüzüne tiksintiyle bakarak bir şey demeden kalktı yanından.
***
Niki ve Haro'nun gözü Olga'nın üzerindeydi. Karabulat'a yem etmemek için gece gündüz demeden genç kızın başında bekliyor, bir gölge gibi onu izliyorlardı. Olga'ya güzel bir gelinlik giydirdikten sonra, duvağı saçlarına iliştirip güzel kızı sevgiyle aralarına aldılar. Haro, mutlu bir şekilde Niki'ye gülümsedi.
"Bu benim annemin gelinliği..." dedi Haro. Kendi gelinliğini vermişti Olga'ya. Genç kızın başındaki tülbent duvağın üzerine çiçekli bir taç oturttu. Fotoğraf makinesini eline alan Norman, karşılarına geçmişti bile. Makineyi ayarladıktan sonra etrafında toplanan genç kızlara doğru seslendi.
"Bugün, şimdiye kadar fotoğrafını çekmediğim bütün Rus kızların fotoğraflarını çekeceğim. Gelinliklerini giymiş ya da giymemiş olsun fark etmez." Bu Karabulat'a açık bir meydan okumaydı.
Olga, iki koruyucu meleği arasında masumca gülümsüyordu. Norman hazırlığını tamamladıktan sonra Niki ve Haro, genç kızın yanından ayrıldı. Olga'nın gelinlik giymiş hali, Norman'ın yardımcısı, denizci Nikolas'ı heyecanlandırmıştı. Genç kız, bunu fark edince sevdiği adama gülümseyerek karşılık verdi. Yakışıklı genç, Olga'ya çok güzel olmuş dercesine başını sallarken, birbirlerine büyülenmişçesine bakıyorlardı.
"Olga,... Olg..." Norman, sadece biraz gülümsemesini isteyecekti. Genç kızın Nikolas'a olan ilgisi gözünden kaçmamıştı gazetecinin. Cevap alamayınca bir süre bekledi. Sonra yardımcısına seslendi.
"Nikolas," Genç denizci bir anda toparlanıp Amerikalıya baktı, panikleyerek. "Niye sen de Olga'nın yanına geçmiyorsun?"
"Ben mi?" dedi. Şaşkın gözlerle işaret parmağını göğsüne bastırıp. Bu güzel teklife inanamadığını gösteriyordu, yakışıklı denizci.
"Evet, sen." dedi Norman. "Hadi çabuk ol, zamanımı boşa harcama!"
Nikolas, ürkek hareketlerle oturduğu tabureden kalktı, yanına sokulduğu Olga, gülümseyerek takip ediyordu onu. Genç kızın yanında durdu, başındaki bahriyeli şapkasını çıkarıp sol kolunun altına aldı. Birbirlerine çok yakışmışlardı.
"Peki, çekiyorum," dedi Norman. Genç kızın eli, eline değmesiyle birlikte bir anda cesaretlenen Nikolas, Olga'nın elini tuttu, her ikisinin de kalp atışları hızlanmıştı. "Çok güzel..." dedi Norman. Deklanşörün klik sesi duyuldu.
***
Geminin birinci kaptanı Marinos, lüks kamarasında suratını asmış, sıkıntı içinde dolap raflarındaki klasörlerden birini alıp diğerini bırakıyordu. Gömleğinin yakasını gevşeterek kravatını aşağı indirdi. Klasörlerden ikisini seçip yuvarlak masanın yanındaki koltuğa oturdu. Odanın diğer köşesinde Nikolas, kaptanın ayakkabılarını parlatmakla meşguldü. Yüzlerine bakıldığında sebepleri farklı olsa da ikisinin üzerinde havayı geren bir hal vardı. Nikolas işini bitirdikten sonra çöktüğü yerden doğrulup ayakkabıları bir kenara bıraktı. Eli ayağına dolaşmış bir halde kıvranıyor, konuya nereden ve nasıl gireceğine bir türlü karar veremiyordu. Odanın içinde birkaç adım attı, yüzünü ter basmıştı. Kaptan'a baktı, onun da başkasını görecek hali yoktu. Başını klasörün içine gömmüş, adeta dünya ile ilişiğini kesmişti. Nikolas, eline aldığı yeni bir çift ayakkabıyla kaptanın yanına gitti ve cesaretini toplayarak sessizliği böldü sonunda. Sesini kaptanın rahatça duyabileceği bir şekilde ayarladı.
"Ben kardeşim gibi boğulana dek gemilerde kalmak istemiyorum artık! Kendime bir restoran açacağım." Kaptan, başını kaldırıp genç denizciye şöyle bir baktıktan sonra önündeki klasörü incelemeyi sürdürdü. Nikolas, kaptanın ilgisizliğine aldırmadan devam etti. "Mikonos Adasındakilere benzeyen geleneksel bir lokanta..." Kaptan sessizliğini koruyordu. "Vaftiz babamın bana verdiği paraları sizin sakladığınızı biliyorum."
Kaptan genç adamı dinledikten sonra, "Onları vermemi mi istiyorsun şimdi benden?" diye sordu sakince.
"Evet," dedi Nikolas, çekinerek.
"Restoranı New York'ta açacaksın öyleyse..."
"Hayır, Pire'de." dedi. Karabulat, küçümseyen bir bakış attı delikanlıya ve yeniden işine döner göründü.
"Sen mi pişireceksin yemekleri?"
Nikolas, derinden bir iç çekti. "Olga" dedi.
Karabulat, sert bir ifadeyle Nikolas'a çevirdi başını. "Demek kulağıma gelenler doğruymuş..." dedi. Sesini yükseltti. "Onu tecrit etmek gerekirdi. Daha dikkatli olmalıydım... O çekilen romantik resimlerden anlamalıydım." Ayağa kalkıp genç denizcinin üzerine yürüdü. "Diyorsun ki hanımefendinin hemen şimdi ihtiyacı var paraya..." Elini salladı. "Seni gidi aptal çocuk!" dedi, kızarak. Nikolas, kaptanın karşısında süt dökmüş kedi gibi sesini çıkartamıyor, kaptanın sinirinin geçmesini bekliyordu sabırla. Kaptan işaret parmağıyla tehdit edercesine genç adama yüklendi. "Paranı vereyim, git de bir fahişeye yedir ha!"
Nikolas için bu kadarı fazlaydı. "O bir fahişe değil!" diye haykırdı. Tam o sırada kaptanın sert bir tokadı patladı yanağında. "Söyle bana, ne diyeceksin anana ha?" Avazı çıktığı kadar bağırıyordu Kaptan. "Sıçtığım bok... Damat olmak istiyorsun bu yaşta öyle mi?"
Norman, cesaretle karşı çıktı. "Sizin gibi elli yaşında biri bunu hak ediyorsa on yedi yaşında benim buna niye hakkım olmasın?"
"Kapa çeneni!" dedi kaptan, ağzından köpükler saçıyordu. Genç adamın yüzüne elinin tersiyle iki sert tokat daha indirdi. "Yediğin kaba tükürüyorsun. Saygısız, nankör herif!" Yüzünü Nikolas'ın yüzüne iyice yaklaştırdı. Yakasından tutup ileriye itti genç adamı. "Aynı benim oğlum gibisin sen de. Hiçbir farkınız yok!" dedi.
Nikolas, dengesini kaybedip acı bir ses çıkararak kapının önüne yığıldı. Kaptan söylenmeye devam ediyordu. "Hepsi bu fotoğrafçının yüzünden..." Delikanlıyı kendi haline bırakıp masanın başına geçti. "Allah hepinizi kahretsin..."
Nikolas korku içinde yerinden kalkarken Kaptanın önündeki küçük içki bardağını bir dikişte midesine indirdiğini gördü. "Bir de bana yaşını başını almış diyorsun öyle mi?" diye söyleniyordu Kaptan. Sinirden elleri titriyordu. Nikolas sandalyenin üzerine bıraktığı bahriyeli şapkasını alıp odadan sıvışmakta buldu çareyi.
***
Güvertenin büyük salonu ışıl ışıl parlıyordu. Bütün masalar dolmuş, beyaz elbiseli garsonlar masaların arasında yolcuları memnun etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Salonun kapısı girişte bekleyen iki denizcinin şaşkın bakışları arasında açıldı ve siyah elbiseli genç bir kadın büyük bir hışımla girdi içeri. Şık kıyafetli hanımefendilerle beyefendilerin doldurduğu masaların arasında sert adımlarla dolaşan kadın, Niki'den başkası olamazdı. Bütün gözler ona çevrilmişti. Sonunda aradığı kişiyi gören Niki, o tarafa doğru yöneldi. Norman, masada tek başına oturmuş, jambonlu omlet yiyordu. Bir anda başında dikilen Niki'yi görünce şaşırdı. Niki, masanın üzerine beş fotoğraf bıraktı. Sesi titriyordu. Norman ne olduğunu anlamaya çalışırken Niki'ye baktı. Niki, öfkeyle bağırdı.
"Beş Rus kızı için aynı damat adayı!" Norman, fotoğraflardan birini eline alıp incelerken diğer masalarda oturan yolcular neler olduğunu merak edip başlarını onlardan yana çevirdiler. Herkes susmuş, salon sessizliğe bürünmüştü. Çatal bıçak sesleri bile kesilmişti. Norman, masada kalan fotoğrafları da eline alıp üst üste koyduktan sonra hepsini birlikte cebine yerleştirirken Niki'ye baktı. "Tamam," dedi. "Hadi gidelim." Seri adımlarla salondan dışarı çıktılar birlikte.
Niki, Norman'ı alıp üçüncü sınıf katına indiğinde bütün genç kızlar bağırıp çağırıyor, ağlayıp zırlayarak kıyameti koparıyorlardı. Gemideki gelin adayları büyük bir hayal kırıklığı içindeydi. Aralarında baygınlık geçirenler vardı. Niki ve Norman genç kızları teselli etmek için varlarını yoklarını koyuyorlardı ortaya. Yatakhane isyan yerine dönmüştü. Niki, ranzasında sessizce oturmakta olan Haro'nun yanına gitti. "Haro'cuğum pes etmemeliyiz. Sadece Olga'yı değil, diğerlerini de kurtarmamız gerek."
İşini kaybetmemek için kızlar arasındaki asayişi sağlama görevini gönüllü olarak üstlenen Kardaki, gelin adaylarını sakinleştirmeye çalışırken hayli zorlanıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu, kimin kimi şikayet ettiği belli değildi. Yüzlerce genç kız paniğe kapılmış gemidekilerin bütün umutları suya düşmüştü bir anda. Norman gruplar halinde kümelenen kızların arasında dolaşıp sakin olmalarını söylüyordu fakat onun dilinden anlayan neredeyse hiç kimse yoktu. Bildikleri tek şey kandırıldıklarıydı. Norman Türklerin olduğu gruba yanaştı. Başları örtülü genç kızların hepsi iki gözü iki çeşme ağlıyorlardı. Fatma'nın arkadaşı Eleni onların yanından ayrılmamıştı. Gazeteci bildiği birkaç Rumca sözcük ve İngilizceyi karıştırıp sadece beş kızın kandırıldığını, diğer kızlar için herhangi bir problemin olmadığını anlatmaya çalıştı. Fakat yine anlayamamışlardı gazetecinin dediklerini. Dedikodu bütün sakinleştirme çabalarının üstesinden geliyor, tüm gelin adaylarının kandırıldığı haberi kulaktan kulağa yayılıyordu gemide. Kandırılma olasılığı genç kızların aklına daha inandırıcı geliyordu.
Niki, çaresizlik içinde oradan oraya koşarken güzel, sarışın bir Rus kızı dikildi karşısına. Hiç beklemediği bir anda yüzüne yediği okkalı bir şamar aklını başından aldı Niki'nin. Kız delirmiş olmalıydı. Şaşırmıştı Niki, bir anlam verememişti kızın bu tepkisine. Karabulat'ın akşamları yataklarından kaldırıp yukarıya, birinci sınıftaki erkek yolculara servis ettiği kızlardan biri olmalıydı bu. Kısa bir süre duraksadıktan sonra yüzüne tokat atan kızın, kandırılan beş Rus kızından biri olduğuna kanaat getirdi. Karabulat, bedenleri karşılığında onları hoş tutuyordu belki ama başlarına neler geleceğinden, sonlarının ne olacağından haberi yoktu hiçbirinin. Niki'nin yufka yüreği, ne haliniz varsa görün diyemezdi. Gözleri dolarken genç kızın tokat atan elini tutup dudaklarına götürdü.
***
Gemi kaptanının kamarasındaki yuvarlak masaya kurulan Karabulat, Norman'ın kendisine verdiği beş erkek fotoğrafını yan yana dizdikten sonra uzun bir süre sessiz kaldı. Kaptan Marinos, suratını asmış, odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolanırken merakla Karabulat'ın vereceği cevabı bekliyordu. Kaptan'a olan saygısından dolayı acente müdürünü yumruklamamak için kendini zor zapt eden Norman'ın kan beynine sıçramış, yüzü sinirden kıpkırmızı bir hal almıştı. Karabulat'ın işi zordu bu kez. Yüzü pancara dönmüştü, elindeki beyaz kumaş peçeteyle alnında biriken terleri sildikten sonra derin bir nefes aldı. Gözleri kaymış bir vaziyette gülümsemeye zorladı kendini.
"Sakin ol dostum," dedi Norman'a. "Sinirlenmene gerek yok, belli ki acentede memurlar bir hata yapmış. Daha önce de olmuştu buna benzer şeyler..." Acente müdürünün karşısındaki sandalyenin arkasına kollarını dayayan Norman, acente müdürünün söylediklerini ayakta dinlerken Kaptan, ikisinin arasına girmiş, masanın üzerine dizilmiş fotoğraflara bakıyordu dikkatle. "Güvenin bana," dedi Karabulat. "Derhal gerekeni yapacağım. O kadar çok göçmenle uğraşıyoruz ki, bu öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değil." Konuşması gittikçe zorlaşıyor, kelimeler ağzından parça parça dökülüyordu. "Bunun gibi aksilikler..., ehm, bazı fotoğrafların karışması, yani anlatabiliyor muyum, ehm, son derece..., gayet normal bir durum."
Norman, ellerini dayadığı masadan destek alarak Karabulat'a doğru eğildi. "Olga..." dedi. "O henüz on altı yaşında!"
Karabulat, şaşırmış gibi yaparak, "Uhhh," diye bir ses çıkardı. "Ama yirmi yaşında gösteriyor." Kendini haklı çıkarıp hatasının bağışlanabilir olduğunu gösterircesine ellerini havaya kaldırmıştı.
Norman'ın kendini daha fazla tutacak hali kalmamıştı. Gözlerinde şimşekler çakıyordu. Başını kaldırıp arkasını dönmekte olan Kaptan'a yükseltti sesini, hesap sorarcasına. "Odesalı Yelena'ya ne yaptınız?"
Kaptan, başını çevirip dik dik baktı genç gazeteciye. Sözleri oldukça sertti. Kelimelere basa basa konuşuyordu. "Benim görevim, bayım..." dedi. "Sizleri boğulmadan gideceğiniz yere götürmek!" Hitap şekli neredeyse kabahat işlemiş ufak bir çocuğu azarlar gibiydi. "Ben burada bir göçmen bürosu şefi ya da acente memuru değilim."