KATEGORİLER

17 Aralık 2019 Salı

BLOGGER MİMİ

Sevgili Manxcat-Kuyruksuz Kedi'ye mimlettim kendimi. Kendisine huzurunuzda çok teşekkür ederim. O da bu mim sorularını içtenlikle cevaplamış. Mimi başlatan arkadaşımız ise İnci. İşte sorular ve cevaplarım.

1. Blog dünyasına nasıl adım attın? Hadi anlat bize.

Blog dünyasına ışınladığım ilk yazım "Kaystros Kaplan Tyrha" adındaki blogumda 05 Mart 2015, Perşembe günü yayınladığım "Tyrha" başlığını taşıyordu. Daha sonra yayına giren "Kaplan Diary" blogumda bir mimden yola çıkıp uzun soluklu bir yazıya evrilen "YENİ BİR HAYAT" dizisinden dolayı bir süredir beklemede olan önceki blogumu yayından kaldırma kararı aldım. Diziden haberi olanlar bilir, anlatılan olaylar gerçek bir hayat öyküsünden kesitler, bazen kahramanların gerçek isimlerini kullandım, bazen de baş harfleri aynı kalmak üzere farklı isimlendirdim. Yayından kaldırdığım blogta gerçek kimliğim yer alıyordu.  Dün bir şey denedim. Google amcada YENİ BİR HAYAT dizisinde yer alan gerçek bir karakteri tırnak içinde arattım. İlk sayfada "Kaplan Diary" adlı blogumda ondan bahsettiğim yazı bölümü çıktı. Herhangi bir olumsuz durumla karşılaşmamak adına kimliğimi gizlemeyi tercih ettim. Önceki blogumu yayından kaldırmamın diğer bir nedeni ise atıl durumdaki bloguma yapılan yorumları cevapsız bıraktığımı fark etmem oldu. Orada acemice yazdığım gezi yazıları, fotoğrafların ayrı yeri var bende elbette. Fırsat bulduğumda onlardan bazılarını "Kaplan Diary" bloguma taşımayı düşünüyorum. 

Blogta yazı yazma kararım ticariydi önce. Sosyal medyanın öneminin inkar edilemez yaşadığımız dünyada. Hayallerimi gerçekleştirerek İzmir Tire Kaplan Köyündeki dede yadigarı arazi üzerindeki eski bir Rum evini ayağa kaldırarak restore ettiğimiz taş evde restoran işletmeciliğine soyunduk. Bütün sosyal medyada Taş Ev Restaurant'ı tanıtmaya çalıştım. Bu mecraların birinin de Blog olabileceğini düşünüyordum. "Kaplan Diary"'de önce inşaat aşamasından başlayarak hayatımda ilk kez tanıştığım ziraat işleriyle ilgili daha sonra restoranın işletme aşamasında günlük tarzda yazılar yazdım. İki yılı aşkın bir süre devam eden bu yazılar, iki saatlik uyku uyuyamadığım günlerde dahi gün atlamadan devam etti. Facebook'ta bin beş yüze yakın takipçim doğrudan blog yazılarıma ulaşabiliyordu. O esnada blog dünyasında dostlarım oldu. Güzel yazılarını severek okuduğum Evde Yazar, Deeptone, Buzlu Kalem, Bir gibi blogger dostlarının yazılarıma yaptığı yorumlar ve teşvik edici sözler gururumu okşadı. Restoranımızı kapatmak zorunda kaldıktan sonra yazılarıma bir süre ara verdim. Bunu neden yaptım bilmiyorum açıkçası. Bir süre sonra yeniden geri döndüm. Günlük yazılarım sona erdikten sonra serbest tarzda düşüncelerimi aktardığım yazılar yazdım, anı, gezi yazısı ve öykü gibi denemelerim oldu.    

2. Blogunu kısaca tanıt desem neler söylemek istersin?

Sevinçlerim, üzüntülerim, hüzünlerim, mutluluğum, acılarım, anılarım, duygularım, yaşantım, hayallerim, karalama defterim, öykülerim, denemelerim velhasılı hayatım, yazma tutkum her şeyim.

3. Yazarken olmazsa olmazlarınız nelerdir?

Internet, Bilgisayar, o da olmazsa akıllı telefonum yeter. Diğerleri olmasa da yazarım. Günün hangi saatinde olursa olsun. Fakat gece saat on ikiden başlayıp sabaha kadar olan süre yazarken en sevdiğim zaman dilimi. 

4. Ne sıklıkta yayın giriyorsunuz?

Daha önce bir süreliğine ara vermiştim. Onun dışında ilham gelirse günde iki üç yazı da yazabilirim. Bir takvimi yok. Günlük tarzında yazdığım sıralar her gün düzenli olarak yayın girerdim. Onun dışında ilhamın gelmesini beklerim. Bir hafta gelmezse canım sıkılır, zorlarım, aramaya çıkarım onu. Bulursam yazarım yine. 

5. Değiştirme imkanın olsaydı Blogger'da neyi değiştirirdin? 

Henüz değişiklik önerecek kadar yeterli görmüyorum bu konuda kendimi. Benim için önemli olan yazılarımı yazmak ve onları paylaşabilmek. 

6. Yazıların içinde en fayda sağlayan yazın ya da yazıların nelerdir?

Eşimin bir dönem yaşamış olduğu rahatsızlık nedeniyle araştırdığım ve tedavi sürecinde tecrübelerimizi paylaştığım "Fibromiyalji: Artık Seni Yeneceğiz" başlıklı yazımın aynı sıkıntıyı çekenler için faydalı bir yazı olduğunu düşünüyorum.

7. Senin sevdiğin blog türleri nelerdir?

Yaşamdan kesitler sunan serbest yazılar, kitap yorumları, sanatsal faaliyetleri konu eden yazılar, günlük, anı, öykü, deneme türlerindeki yazılar, edebiyat, felsefe, mitoloji, sosyoloji, psikoloji ve diğer bilim dallarındaki yazılar, tasavvuf ve inanç dünyasında sorgulayıcı yazılar ilgimi çeker. Bu konularda düzgün Türkçe kullanan blogları büyük bir zevkle takip ederim.

8. Blogunla ilgili içine sinmeyen ya da değiştirmek istediğin bir şeyler var mı?

Sayfa düzeninde bazı değişiklikler yapabilirim. Çok fazla kurcalamak da istemiyorum açıkçası.

9. Blogunla ilgili hedefin nedir?

Sevdiğim için yazıyorum. Açıkçası fazla bir beklentim yok. Fakat yine de kendimi geliştirerek değişik konularda yazacağım yazılarla insanların daha çok ilgisini çekebilmek isterim. Fırsat bulabilirsem şu SEO olayına biraz girebilirsem iyi olur. Yarıştığım bir başka "Kaplan Diary" var. Varşova'da Naziler tarafından zulme uğrayan ve yaşadıklarını tuttuğu günlüğe aktaran bir Yahudi olan Chaim Kaplan (1880-1942) hakkında kitaplar yazılmış, vakıflar kurulmuş. Uzun süredir arama sayfasında beşinci sıradan yukarı çıkamıyordum onun yüzünden. Daha sonra dördüncü sıraya çıktım. Bir süre ikinci ile dördüncülük arasında dolaştım. Bu aralar ilk sıraya yükseldiğim için çocuklar gibi seviniyorum. 

15 Aralık 2019 Pazar

YENİ BİR HAYAT BÖLÜM 28


YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 28 ***

Savaş çanları çalmaya başlayacak. Türkiye'den getirilen gazetelerin manşetten verdiği haberler şantiyeyi saran korkuyu daha da alevlendirecek. Özal, niyeti bozmuş, "Kahvaltımızı Musul'da ederiz" diye atılacak manşetler. Şantiyeye Türkiye'den gıda taşıyan tır Irak'a geçtikten hemen sonra sınırlar kapanacak. Kamptaki bütün ailelerle birlikte markete koşup arabanızı size en az üç ay yetecek erzakla dolduracaksınız. Paket paket unlar, şekerler, sucuklar, kolilerce yumurta, makarna, bulgur, yağ, artık aklınıza ne gelirse alıp aracınızı tıka basa gıda malzemeleri ile dolduracaksınız. İşçilerin bir kısmı can korkusundan işi bırakıp yurda dönmek isteyecek ama ne mümkün. Musul konsolosluğundan evrak çıkmayacak. 

İşçilerin yavaş yavaş işi bırakması sebebiyle işler durma noktasına gelecek. Yönetimden bir açıklama bekleyeceksiniz. Ne zaman, nasıl döneceksiniz yurda. Tam bir kaos. Kimse bir şey bilmeyecek. Akşamları yüksek yerlere çıkıp transistörlü radyolardan TRT haberlerini dinleyip gelişmeleri takip etmeye çalışacaksınız. Önce sadece eş ve çocukların ülkeyi terk edeceği dolaşacak ağızdan ağıza. Eşin soracak sana, "Ne zaman?" "Haber vereceklermiş." diyeceksin. "Bak, iki küçük çocukla toparlanmam kolay değil, zamana ihtiyacım var." diyecek. "Şimdilik beklemede kalın dediler." diyeceksin. Üç gün sonra ofiste çalışırken haber verecekler, iki saat içinde eşler ve çocuklar yola çıkacaklar. Hemen arabaya atlayıp eşine haber vereceksin. Eşin kriz geçirecek, iki saatte nasıl yetişilir diye. Arkadaşların yardımı ile eşyaları toplamaya koyulacaksınız panik içinde. Zor belâ otobüse yetiştireceksin.

Abdülhalıq bir gün gelip askere çağrıldığını, bir hafta içinde teslim olması gerektiğini söyleyecek. Ailesini ne yapacağını soracaksın. En güvenli yer burası diyecek, idare lojmanlarında kalmaya devam edeceklerini söyleyecek. Artık öğlen ve akşam yemeklerini yemekhanede yemeye başladığından evde stokladığın bir sürü gıda maddesini koltuklarını yatırdığın arazi aracına tıka basa doldurup Abdülhak'ın ailesine vereceksin. Bu jest gözlerini dolduracak arkadaşının. Aslında onun askere çağrılması şaşırtacak seni. Onca genç varken sıranın ona gelmesi beklediğin bir durum değil. Adam resmen savaşa gidiyor, belki de bir daha dönmeyecek. Yaşlı gözlerle sarılacaksınız birbirinize. Ondan bir daha haber alamayacaksın.

Oldukça meşakkatli bir yolculuktan sonra eşinin ve çocuklarının sağ salim baba evine ulaştıkları haberi rahatlatacak seni. Eşin sınırda iki çocuk ve eşyalarla çektiği eziyeti anlatacak. Şimdi onlar merak içinde senin yolunu gözlerken diğer arkadaşlarının aksine tuhaf bir rahatlık çökecek üzerine. Yanında çalışan genç bir mühendis 12 Eylül ihtilâlinin genel sekreteri Haydar Saltık'ın oğlu. Musul'daki Türk konsolosu ve büyük elçi ile tanışıp görüşmesine rağmen ülkeden çıkışına müsaade edilmeyecek. Bir gece vakti senin rahatlığını görünce, dağlardaki askeri konvoyların ışıklarını gösterip yakana sarılacak. "Bizi rehin alacaklar, hepimizi öldürecekler" deyip kriz geçirecek.

Sınırlar kapatıldığından iş makinelerinin çalışabilmesi için lüzumlu yedek parça sevkıyatı duracak. Arızalanan araçların tamiri yapılamayacak. Son kez sahaya çıkıp yapımı devam eden batardo inşaatına bakacak, taş ocağından malzeme getiren dev kaya kamyonlarının son seferlerine şahitlik edeceksin. Son kamyonun son şoförü, kaya malzemesini batardo dolgusuna boşalttıktan sonra aracı olduğu yerde bırakıp terk edecek şantiyeyi. Bu senin göreceğin son saha faaliyeti olacak evlât, gözlerin dolacak. Yugoslavların durumu da hiç farklı değil. Onların da işçileri işi çoktan bırakmış. Yer altı santrali için açtıkları dev mağaranın içine iş makinelerini doldurup girişini kalın bir betonla örtecekler. Oysa bir yıl öncesine kadar ne kadar mutluydun onlarla çalışmaktan. Kendi kamplarında kocaman bir kültür merkezleri vardı. Orada türlü müzik ve tiyatro gösterileri yapılırdı. Hatta bir keresinde hazırladıkları müzikli oyunda, sen Miranda adlı güzel bir Yugoslav kızıyla birlikte geleneksel halk oyunlarının öykülerini anlatmak için sahneye çıkmıştın. Her oyun arasında Miranda Yugoslavlara kendi dilinde, sen Iraklılara İngilizce, şirket personeline de Türkçe olarak oyunun öyküsünü anlatmıştın.

Şantiyede herkes ülkeden kaçmanın bir yolunu arayacak. İşçiler isyan edip toplu gösteri yapacaklar. Konsorsiyum başkanı Haydar Bey işçileri sakinleştirmek için büyük işçi kalabalığının önünde yüksek bir kürsüye çıkacak. Ne var ki konuşması işçiyi sakinleştirmek yerine topluluğu daha çok galeyana sürükleyecek. Belli ki o da ülkede hapis kaldığını düşünüyor. İşçilere; "Durumumuz kötü arkadaşlar, hiçbirimizin ayrılmasına müsaade etmiyorlar. Ne siz ne de ben buradan kurtulabiliriz"

Apar topar indirecekler adamı kürsüden. Tedavi için Bağdat'a gittiği söylenecek. İşçiler Enka bize sahip çıkmıyor diye sürüler halinde yollara dökülecekler. Ellerinde Irak bayrakları ile Saddam lehine tezahürat yapıp Saddam'ın posterlerini taşıyacak, ülkelerine dönmek için Saddam'dan medet umacaklar. Akşam karanlık basınca geceleri arazide yatarak geçirirlerken bazılarını akrepler sokacak. Her şeye rağmen insanlar çaresizlik içinde Musul'a kadar yürüyüşlerine devam edecek.

Senin şantiyeden ayrılman ise hiç mümkün görünmeyecek evlât. Bağdat, baraj inşaatını böyle yarım bırakamayacağınızı, bunun riskli olduğunu söyleyecek. Sel gelirse tamamlanmamış batardo patlar felâkete yol açabilir diyecekler. Ana gövdenin sıyırma kazıları, nehir yatağını malzemeyle doldurduğu için tehlikeli bir durum yaratmayacak demenizden ikna olmayacaklar, rapor isteyecekler. Bir yandan Genel Müdürlüğe sunulacak raporun hazırlığı sürerken diğer yandan işlerin durum tespit hesaplarına devam edeceksin. Sonunda bütün personelin pasaportları ellerine verilip ülkeye dönüşleri sağlanacak. Sadece size moral olsun diye gönüllü beş altı mühendis bırakılacak şantiyede. Birkaç arkadaşınla birlikte hesap ve raporları tamamlayabilmek için gece gündüz çalışırken size destek olsunlar diye yanınızda kalanlar lokalde okey oynayarak geçirecekler vakitlerini.

Haberler kötü, ABD her an hava saldırına başlayabilir. Proje Müdürün Cevdet Bey, enjeksiyon işlerini yapan kardeş şirketin müdürü Bahattin Bey, Employer Camp'ın şefi ve diğer birkaç mühendisle birlikte, her akşam heyecan içinde TRT haberlerini dinlemeye devam edeceksiniz. İncirlik üssündeki hareketlilikten bahsedilecek. Her an savaş patlayabilir. Nihayet Bağdat'tan beklediğiniz haber gelecek. Evet evlât, raporunuz onaylanmış, artık hürsünüz. Hemen toparlanıp yola çıkma zamanı. Ailen endişe içinde yolunu gözler. Bir sürü eşya, hangi birini götüresin. Kıyafetlerin çoğu evde, ucuz bulup aldığınız on iki kişilik değerli bir yemek takımı, daha neler neler. Tabuta benzer iki koliyi eşya ile dolduracaksın.  Belini sakatlayacaksın, ağır eşya kolilerini taşırken. Tam şantiyeden ayrılırken Iraklı bir yüzbaşı binecek otobüse. Öyle dokunaklı bir veda konuşması yapacak ki hepinizin gözleriniz dolacak. Biz sizden yana çok memnunuz diyecek. "Eğer ülkemizde sizi iyi ağırlayamadıysak kusurumuza bakmayın. Ne yazık ki şartlar bu ayrılığı getirdi. Umarım en kısa zamanda dönersiniz. Her şey için teşekkür ederiz."

Eylül ayında İzmir'e ailenin yanına  ulaşmış olacaksın. Bir rüyadan çıkmış gibisin. Aklın Abdülhalıq'te, aklın büyük bir zevkle çalıştığın barajda kalacak. Batardo dolgularında kullanılması düşünülen kayanın dolomit mi kireç taşı mı olduğu hususunda aylarca süren tartışılmaları unutamayacaksın. Amerika'dan İdare'yi ikna etmesi için getirilen seksen yaşındaki uzman mühendisin Şarık Tara ve şirket mühendislerine verdiği brifing esnada simultane tercümesini yaparken verdiğin mücadele tatlı bir anı olarak kalacak hafızanda. İhtiyarın kelimeleri yutarcasına yaptığı teknik konuşmada tercüme etmen için ara vermeyi unutarak gazlayıp gittiğini, nihayet aklına gelip sözü sana verdiğinde söylediklerini aklında tutmak için nasıl ecel terleri döktüğünü hatırlayacak, "Ne günlerdi be" deyip bir efkar bulutu çökecek üstüne.

Irak Bekhme Barajı macerası önemli bir özelliğini ortaya çıkaracak. Evet evlat, senin herhangi bir konuda kendini ifade etme kabiliyetin konuşmaktan ziyade yazmaktan yana. Zira bu özelliğin kısa zamanda bütün yazışmaların üzerine kalmasına sebep olmuştu. İdare ile tartışmalı konular başta olmak üzere bütün yazıları yazan sendin. Yazılan her yazının başında referans olarak gösterilen, gelen-giden ilgi yazı sayısının otuzu bulduğu yoğun yazışmalar senin için bir satranç oyunuydu adeta. Sana bir haber vereyim; bundan sonraki iş yaşamında bu tür yazışmalar peşini bırakmayacak yine.

Yolculuk boyunca taşıdığın koliler sebebiyle sırt ağrılarından yakınacaksın. Kayınpederin bu işin çaresini biliyor evlat, sıkılma. Seni meşhur Türk hamamlardan birine götürecek. Sıcak suyla iki kese attırıp iki gün sonra yeni bir hayatın kapısını çalmaya hazır hale geleceksin...

(Devam edecek)

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 1 ***                 

14 Aralık 2019 Cumartesi

YENİ BİR HAYAT BÖLÜM 27

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 27 ***

Baraj ekseni İran'dan doğan Rawanduz ile Türkiye'den doğan Zap Suyu'nun birleştiği yerden hemen sonra. İki nehrin azgın suları ile başa çıkmak zor. Gövde inşaatının başlayabilmesi için suyun derivasyon tüneline çevrilmesi lâzım. Ne tecrübe ne de hesap kitap işleri sorunun çözülmesine yetmiyor. Akımın en fazla hızlandığı yerdeki üç gözlü kutu menfezin önüne yığılan dev kaya blokları birer çakıl taşı gibi suya kapılıp sürükleniyor. Önceden düşünülen kapak sistemi faydasız. Çünkü sürtünme kuvvetini yenebilmek için çelik kapağı indirmek için tonlarca kuvvet gerekiyor ki buna erişmek mümkün değil. Bütün şantiyenin  çaresiz kaldığı bu önemli sorunu çözmek için kafa patlatacaksın. Aklına basit bir çözüm gelecek. Eski tip fare kapanlarına benzer şekilde çelik profillerden oluşan bir ızgarayı takla attırmak suretiyle suyu arkaya almayı teklif edeceksin. Mantıklı bulunacak. Dediğin yöntem uygulanıp başarıyla suyun önü kesilecek ve barajın en önemli inşaat safhalarından biri tamamlanmış olacak. Bu olay meslekte en başarılı bir anın olarak zihnine kazınacak.

Beş bin Türk'ün çalıştığı şantiyede inanılmaz bir eleman sirkülasyonu olacak. Sekizinci ayında şirketin en eski beş yüz kişisi arasına gireceksin. Diğer taraftan mühendisler arasında ayrıcalıklı bir grup dikkatini çekecek. Bunlar önceden şirketin başka bir şantiyesinde çalışmış kaşarlılar çetesi. Her birine ayrı bir kısım şefliği verilmiş bu insanların araziye çıktıklarını ya da işle ilgili bir şey yaptıklarına şahit olmayacaksın. Tek yaptıkları, şantiye şefinin ya da birbirlerinin odasında geyik muhabbeti yapmak. Bazıları çalışırken onların oturdukları yerden diğer mühendislerden çok daha yüksek maaş almalarına illet olacaksın.

Öğlen yemeklerini yediğin yemekhanede çıkan çöp miktarı artınca kalitenin düştüğü anlaşılacak. Önce, "Kolay değil beş bin kişiye yemek çıkarmak" diyeceksin. Hiç de öyle değil evlât. Şarık Tara şantiyelere arada kendi aşçısını gönderir, adam kısa sürede mutfakları düzene sokar, bir müddet sonra geri çağırırmış. Aynı aşçı size de gelecek. Bir anda beş yıldızlı otel restaurant'larını aratmayan lezzet ve kalitede nefis yemekler çıkmaya başlayacak yemekhanede. Tepsilerde tatlısından tuzlusuna servis edilen çeşit çeşit yemeğin görselliği iştahları kabartacak. Çöp miktarı neredeyse sıfırlanırken personelin yedikleri damaklarında kalacak. Bu yetmezmiş gibi nazire yaparcasına aile lojmanlarına gönderdiği tatlılar, börekler hanımları kıskandıracak. 

Oğlun yerinde duramayan, güzelliği ile herkesin ilgi odağı, hareketli bir çocuk olacak. Tatil günlerinde çocuklarınızı alıp Erbil'e, Süleymaniye'ye ya da Musul'a gezmeye gideceksiniz. Bu bölgelerdeki Türkçe konuşabilen yerli halk oldukça fazla. Genelde sıcak, sevecen insanlar. Erbil'in ne ararsan bulabileceğin büyük bir çarşısı var. Sık sık alışverişe gideceksiniz oraya. Sıcak bir yaz günü hayatında yaşayabileceğin en büyük sıkıntılardan biriyle yüzleşeceksin. Teflon tavalar yeni çıkmış, çok sağlıklı olduğu söyleniyor. Erbil çarşısı o saatlerde ana baba günü. Sen kucağında kızını taşırken, annesi de oğlunun elinden tutacak. Mutfak eşyası satan dükkânlardan birinin önünde duracaksınız. Eşinin asla bakmadan önünden geçemediği zücaciye dükkânlarından biri. Boy boy teflon tavalar sergilenmiş. Eşin bir an boş bulunup Fırat'ın elini bırakıp kendini tavalara kaptıracak. Senin de ilgin aynı noktaya yönelecek. Kısa bir süre sonra panik içinde soracak sana. "Fırat nerede?" Şaşırıp etrafına bakacaksın. "Elinden tutuyordun ya!" Onca insan seli içinde oğlunuzu aramaya başlayacak gözleriniz. Bir aşağı bir yukarı koşacaksın, çocuk yok ortada. Hanım feryat figan ağlamaya başlayacak, sen çaresizlik içinde kıvranacaksın. Aklınıza her türlü olumsuz düşünceler gelecek. Kaçırdılar mı, ya bulunmazsa. Ana yolu kesen yan sokaklarda panikle oğlunu arayacaksın. Esnaf ayağa kalkacak. Türkçe bilenler sizi sakinleştirmeye çalışırken, bulur getiririz şimdi deyip size ümit vermeye çalışacaklar. Çocuğun peşine düşen birkaç genç farklı yönlere koşup gözden kaybolacak. Aradan on beş dakika geçmesine rağmen hiçbir iz yok. İşte o anda dizlerin çözülecek, eşini sakinleştirmeyi bırakıp içinden "Gitti çocuk" diyecek, yüreğin parçalanacak. Elin yabancı memleketinde polise gitsen ne yazar? Çocuğun dilinden kimse anlamaz, ne adres bilir ne babasının çalıştığı yeri söyleyebilir. Keşke iyi insanların eline düşse, yine bir umut. Umutların tükendiği bir anda uzaklardan gelen bir ses duyacaksın. Gençlerden biri, Fırat'ı kucaklamış, "Bulduk, bulduk" diye bağırarak size doğru geliyor. Bu mucize senin yeniden doğuşun evlât. Sevincinizin tarifi yok. Delikanlı "Çarşının en sonundaki caddede karşıya geçmeye hazırlanırken buldum bunu, kucaklayıp getirdim." diyecek. 

Eşin çocukları tamamen steril ortamda büyütecek evlât. Oysa onların bir şekilde mikroplarla tanışması kaçınılmaz. Fırat üç yaşını doldurduğunda kapının önünde ilk kez toprağı avuçlayacak ve ilk kez mikrop kapacak. Ağzındaki yaralar geçmek bilmeyecek. Şantiyedeki revirin doktoru antibiyotik iğnelerine başlayacak. Fakat çocuğun durumu her geçen gün kötüleşecek, kilo kaybedip yemeden içmeden kesilecek. Erbil'de çocuk hastanesine götüreceksiniz. Hiçbir iyileşme olmayacak durumunda. Çocuğunuz gözünüzün önünde eriyor. Önemli bir toplantının ortasında, "Hadi al çocuğu, Türkiye'ye götür." diyecek müdürün. Bağdat Hava alanından başlayan uçak yolculuğunuz İstanbul'a yönünde devam edecek. Oğlunun uçakta verilen yemek menüsündeki pilavdan sadece birkaç pirinç tanesini ağzına alması bile sevindirecek sizi. İstanbul'dan hareket edip İzmir'e doğru yol alırken çocuğun rengi yerine gelmeye başlayacak. Bildiğiniz bir doktora götüreceksiniz hemen. Doktor, hiçbir şey yapmasaydınız iki günde geçecekti, verilen antibiyotik iğneleri ağız mukozasındaki yararlı mikropları da öldürdüğü için bu hale gelmiş çocuk diyecek. Ne ilâç, ne tedavi. Üç gün içinde eski haline dönecek oğlun evlât. Bu vesileyle mikrobun iyisini kötüsünü öğrenmiş olacaksın. 

Birkaç ay sonra Irak ordusunun Kuveyt'i işgal ettiği haberi bomba etkisi yaratacak. Aslında Kuveyt'in Irak topraklarının bir parçası olduğu, gittikçe bölgenin askeri ve siyasi güç bakımından lideri konumuna gelen Saddam Hüseyin'in Kuveyt'i ele geçirip denizle bağlantı sağlamayı amaç edindiği konuşulmaya başlanacak. Evet, Saddam bir diktatör. Güçlü bir gizli servisi var. Herkes acaba bu Saddam'ın adamı mı diye birbirinden korkuyor. Siz bile yanlış bir şey kaçmasın diye ağzınızdan, Saddam yerine adama "Ayhan Işık" diyorsunuz kendi aranızda. Diğer taraftan haklı adam. Nasıl emperyalist devletler ülkemizi parçalayıp işgal ettiler de, daha sonra bir punduna getirip Hatay'ı geri aldık. İşte o da elinden alınan ve eskiden ülkesinin bir vilayeti iken, sonradan yine emperyalist devletler tarafından el konularak işbirlikçi bir ailenin sultan olarak başına getirdiği Kuveyt'i geri almaya niyetlenmiş. 

Dünyanın jandarması ABD bu işe müsaade eder mi? Ne Saddam geri çekilmeyi kabul edecek, ne de ABD buna göz yumacak. Yaşanan bu gelişmeler şantiyede hemen etkisini gösterecek. Önce barajda müşavir hizmetini yapan birkaç Amerikalı rehin alınıp bilinmeyen bir yere götürülecek. Arkasından gençlerden başlayarak barajda görevli Iraklı mühendisler birer ikişer askere çağrılacak. Türkiye'den gelen haberler tedirginliğinizi daha da arttıracak. Cumhurbaşkanı Özal, her zaman olduğu gibi bir koyup üç alacağını zannedip ABD'nin yanında tarafını belli edecek. Aktif bir rol üstleneceği konuşulan Türkiye'ye karşı Irak ordusu sınırına yığınak yapmaya başlayacak, geceleri endişe içinde dağların arasında ilerleyen askeri araç konvoylarının ışıklarını izleyeceksiniz.

(Devam edecek)

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 1 ***                 

13 Aralık 2019 Cuma

YENİ BİR HAYAT BÖLÜM 26

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 26 ***

İstanbul'da yaptığın iş görüşmesinden sonra kesin kararınızı vereceksiniz. Eşyaları kamyona yükleyip İzmir'de ayarladığınız boş bir eve taşıtacaksın. Doğuma henüz iki aya yakın zaman var. Zaten kafanda, önce yalnız gidip, kalacağınız yer aile için uygun mu diye bakmak var. Pasaport işlemleri tamamlandıktan sonra haber gelecek. Ailenle vedalaştıktan sonra İzmir'den Diyarbakır'a uçacak, şirketin irtibat bürosuna geleceksin. Diyarbakır bilmediğin yer değil ama ilk kez yurt dışına çıkmanın heyecanını yaşayacaksın. 

Diğer mühendislerle birlikte şirketin beyaz minibüsüne binip yola çıkacaksınız. Sınır boyunca doğuya doğru ilerlerken PKK terör faaliyetlerini önlemek amacıyla yol kenarında dizilen askeri araç kamyonları biraz ürkütecek seni. Habur sınır kapısına yaklaşırken karşılaştığın yerleşim birimleri görmeye alışkın olduklarından hayli farklı. Sonbahar mevsiminin ilk günlerinde bir sis bulutu içinde geçen yolculuğun, karşılaştığın bu manzarayla daha kasvetli bir hâl alacak. Habur yakınlarındaki yerleşim merkezlerinde çoluk çocuğun elinde tomarlarla Irak dinarı göreceksin. Bunlar seyyar exchange büroları. Sen de diğerleri gibi bir miktar Türk Lirası verip yüklü miktarda Irak Dinarı alacaksın. Sınırda rutin pasaport kontrolünden geçtiğin sırada Irak askerlerinin pejmürde halleri, yırtık postalları, nasıl bir memlekete geldiğin konusunda ilk fikirleri verecek. Türkiye'den aldığın dinarları kapıda görevlilere kaptırmamak için valizinin en görünmez yerine saklayacaksın. Herhangi bir sıkıntı yaşamadan geçtiğin hudut kapısından ayrılıp Erbil'deki ofise doğru yol alırken Türk plâkalı yoğun kamyon trafiğine şaşırtacak seni. Bu kamyonların hepsinin çift yakıt depolu olduğu söylenecek. Sınırdan neredeyse boş yakıt deposuyla içeri giren kamyonlar dönüş yolunda çift depolarını mazotla dolduruyorlarmış. Devlet o sıralar yapılan bu kaçakçığı önemsemiyor. Yol boyunca her taraf Saddam Hüseyin'in posterleri ve heykelleriyle dolu.

Dağların arasından geçip oldukça dik ve tehlikeli bir varyant yolunu takip ederek Erbil'deki şirket bürosuna varacaksınız. Burası biraz daha şehre benziyor ama mimarisi oldukça farklı. Bildiğin çok katlı apartman bloklarının yanı sıra adalar halinde konumlanmış etrafı beyaza boyalı duvarlarla çevrilmiş tek katlı evler var. İrtibat bürosu da villayı andıran o evlerden biri. Bir süre dinlendikten sonra yemeğinizi yiyip yeniden yola çıkacaksınız. Erbil çıkışında bir süre bekletilecek daha sonra konvoy halinde devam edeceksiniz kaldığınız yerden. Önde ve konvoyun en sonunda "himaye" dedikleri içi silahlı asker dolu bir çift askeri araç arasında ve yaklaşık bir saat süren yolculuktan sonra baraj şantiyesine ulaşacaksınız. Göstermelik bir şey bu evlât. Kim kimi himaye ediyor belli değil. Sonradan öğreneceksin ki esas sizi koruyanlar şantiyenin nakliye işlerini üstlenen bölgenin Kürt aşiretleri. Onlar iyi para kazandıkları bu işin hatırına sizin gönüllü koruyuculuğunu yapıyorlar.

Karakaya'dan da büyük bir şantiye. Enka liderliğinde Yugoslav Hidrogradnja şirketi üstlenmiş inşaatı. Barajın göle bakan tarafında Enka'nın 5.000 konutluk Employer's Camp dedikleri büyük bir sayfiye kenti inşaatı var bir de. Ofisler uzun, tek katlı prefabrik binalardan oluşuyor. İlk olarak iki odalı mütevazı lojmanının anahtarını verecekler sana. Lojmanlar inşaatın bulunduğu bölgeye yarım saat mesafede. Aynı yerde alışveriş yapılan büyükçe bir market var. Fiyatlar oldukça uygun. Maaşının yüzde onunu Irak Dinarı olarak ödeyecekler, bu da yaşam için gereken bütün giderlerini rahatlıkla karşılayacak.

İlk işin eşine sağ salim baraja geldiğini haber vermek olacak. Kolay bir iş değil bu. Santralde sıranı bekleyip hattın düşmesini bekleyeceksin uzun uzun. Nihayet duyuracaksın sesini.

Proje Müdür Yardımcısı unvanıyla tecrübeli, tonton bir mühendis amcanın emrinde göreve başlayacaksın. Cevdet Çakmur, saygılı, çalışkan ve dünyalar iyisi bir insan. Barajın şantiye şefi Gökhan Bey ise onun tam aksi. Bu kadar büyük bir proje için oldukça genç, tecrübesiz, hırçın bir tip. Büyük patronun oğlunun yakın arkadaşı diyorlar. Görüyorsun evlat, ahbap çavuş ilişkileri resmi, özel fark etmiyor. Onun babası yaşındaki proje müdürüne attığı fırçalar şaşırtacak seni. Onun bu tavrından sonra Cevdet Bey'in gözlerinin dolmasını, dalıp giderken buruk bir gülümsemeyle sana bakıp "Çocuk işte!" deyişini unutmayacaksın.

Altına Toyota Cruiser marka bir arazi aracı verecekler. Ülkede Japon araba markalarından başka bir marka yok zaten. Lojmanların bulunduğu yerleşim yerine giden yol üzerinde kısaca SCD dedikleri, Türkiye'de DSİ'nin karşılığı olan bir bölge müdürlüğü var. Proje onaylatmak için sık sık işin düşecek oraya. Baş mühendis Abdülhalik ile samimi olacak, birbirinize güveneceksiniz. Dindar biri, görevine son derece sadık. Ancak senin ona Abdülhalik deyişlerine fena içerleyecek. "İsmimi her ağzına aldığında bana hakaret ediyor, üstelik günaha giriyorsun" diyecek. Adının son hecesini gırtlaktan vererek "Abdülhalıq" demen lâzım diyecek, yani Allahın kulu demekmiş. Oysa sen beni köpeğin kulu yapıyorsun diye söylenecek. Sonraki zamanlarda aynı hataya düşmemeye çalışacaksın.

Aklın İzmir'de evlât. Aileni merak ediyorsun. Eşini, oğlunu, doğacak kızını... Kasım ayı ortasına doğru haber gelecek. Hemen İzmir'e uçacaksın. Yok evlât, senin çocukların rahatına düşkün, hiç gelmeye niyetleri yok bulundukları yerden. Vay efendim, sancısı başlamış, suyu gelmiş gibi heyecanlar yaşamayacaksın. Yine zamanı gelince eşinle el ele, misafirliğe gidercesine eşyalarınızı alıp hastanenin yolunu tutacaksınız. Kısa bir süre sonra kızının bağrışı hastaneyi ayağa kaldıracak. Maviş gözleriyle etrafını tanımaya çalışırken sen muradına ermenin dayanılmaz hafifliğini hissedeceksin yüreğinde. Ağabeyine nazire olsun diye Irmak koyacaksınız adını önceden kararlaştırdığınız gibi.

Yanlarında bir hafta kaldıktan sonra yeniden ayrılık çalacak kapını. Irak'a geri döneceksin, işinin başına. İşini, mesleğini seveceksin. Bir yandan proje işlerini yürütürken diğer taraftan arazi işleri ile ilgileneceksin. Sana bir on yıl daha burada kalacakmışsın gibi gelecek. Yanılacaksın evlât, gelecek senin için çok şeylere gebe. Arazi uygulamalarında diğer mühendislerin çözemediği, işleri durma noktasına kadar getiren zorlukları Abdülhalıq'la kurduğun yakın dostluk sayesinde kolaylıkla aşacaksın. Günün birinde hızını alamayıp işi yokuşa sürmesi sebebiyle Abdülhalıq'a, kendi makamında, üstelik mühendis arkadaşlarının yanında ona bas bas bağıracak, işi ne hakla durdurduğunun hesabını soracaksın. Zavallı adam gıkını çıkartmadan susup istediklerini yapacak ve işin önü açılacak. Çok geçmeden tünellerden birinde yapılan bir proje hatası yüzünden iş durdurulacak. Abdülhalıq, revize projeyi ne zaman onaya verebileceğini soracak. "Pazartesi günü önünde olur" diyeceksin. Tamam, diyecek, işe devam edebilirler. Ne var ki verdiğin söz aklından uçacak. Salı sabahı erkenden Abdülhalıq'ı karşında bulacaksın. Hışımla üzerine yürüyecek. "Bana söz verdin, dün getirmeliydin projeyi" diyerek avazı çıktığı kadar bağıracak, ofistekileri başına toplayacak. Onu sakinleştirmek için ne yapsan nafile. Özür dileyeceksin, "Tamam bugün teslim edeceğim" diyeceksin, susmayacak bir türlü. "Dün dündü, bugün bugün" diye bağıracak. Haklısın diyeceksin. Sinir küpüne dönmüş bir vaziyette ayrılacak yanından. Adam haklı evlât, aynısını sen ona yapmıştın. O zaman sen haklıydın, bu kez o. Rövanşı hakkını vererek aldı diyeceksin içinden. Tuhaf bir şekilde aranızdaki bu atışmalar dostluğunuzu bozmadığı gibi sizi daha fazla yaklaştıracak birbirinize.

Tünel kazı işlerinin taşeronu Sivaslı, patronun Şarık Tara'nın güvenini kazanmış biri. Aynı anda onlarca tünel açılıyor. Adam geniş bir aşiretin reisi sanki. İşçi gerektiğinde 500'ünü birden aynı anda getirebilirken fazla olduğunu gördüğünde istediği kadarını geri gönderebiliyor. Bu onu vazgeçilmez yapan bir özellik evlât. Bir sürü işçi koğuşu onun çalışanlarına ayrılmış. O koğuşların birinde geniş bir salonu da eğlence mekânı yapmışlar. Bir akşam bu zat seni davet edecek. Senin şerefine bir eğlence düzenleyecekler. Sıra gecelerinde yaptıkları gibi yer sedirlerine oturacak, önünüzdeki alçak masalar türlü meze, meyve ve Türkiye'den getirdikleri rakılarla donatılacak. İşçilerden biri saz çalarken bir diğeri yanık sesiyle türküler söyleyecek. Öyle bir ses ki, söyledikçe gözlerin dolacak. Emin ol, Tatlıses halt etmiş yanında. Derin düşüncelere dalacaksın. Biri tünelin derinliklerinde, ailesinden uzak, üç kuruşa, her an ölümle burun buruna yaşam mücadelesi veriyor. Diğeri Tatlıses olmuş. İkisinin başladığı yer üç aşağı beş yukarı aynı oysa. Şans mı, kişilik özellikleri mi onları böyle apayrı yaşamlara sürükleyen?

Tünelciler hemen her hafta bir kurban kesecekler. Tünele başlarken, tünel kazısı tamamlandığında, betona başlarken... Tünel sayısı da fazla olunca bu kurban kesme törenleri sıklaşacak. Seni her kurban kesimine davet edecekler. İlgili tünelin ağzına masalar, sandalyeler getirilip düzenlenecek. Kurbanlık koyun kesildikten sonra marifetli kasaplar kısa sürede eti parçalayıp hazırlayacak. Büyük ızgaralarda etler pişirılip masalara servis edilecek. Kurban etine rakıyla éşlik edildiğine ilk orada şahit olacak, şaşıracaksın. Bir keresinde de Abdülhalıq'ı yanında götüreceksin. Su isteyecek. İşçiler eski bir rakı şişesine koydukları suyu bardağına boşaltıp başmühendise uzatacaklar. Abdülhalıq kabul etmeyecek rakı şişesini görünce. Defalarca yıkanmış ve içine içme suyu doldurulmuş bir şişe bu diye dil dökeceksin. Hayır diyecek, diretecek, katre bilir misin? diye soracak. İşte o şişenin içinde alkolün bir katresi vardır mutlaka. Bir kez daha şaşıracaksın.

Üç ay sonra aileni yanına almak üzere İzmir'e gideceksin. Kızın kocaman olmuş. Oğlunsa tam bir ateş parçası. İki çocuk, eşyalarla birlikte yorucu bir seyahatin sonunda Bekhme Baraj şantiyesine geleceksiniz. Eşin kutu gibi evi çok beğenecek. Odalardan biri sizin diğeri çocukların olacak. Diğer mühendislerin eşleriyle yakın dostluklar kuracak eşin ama esas zamanını çocuklara ayıracak. Her ikinizin de lokal alışkınlığı yok. En büyük eğlenceniz çocuklarınız olacak. Esas yük eşinin sırtında. Irmak, maviş gözlerinin dışında huy olarak abisine  hiç benzemeyecek. Önceleri sakin bir bebek olan Fırat büyüdükçe hareketlenecek. Irmak desen geceleri sabaha kadar annesini uyutmayacak. İşinde yoruluyorsun diye eşin tek başına ilgilenecek onunla. Senin horlama seslerin kızının gece ağlamalarını bastıracak.

(Devam edecek)

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 1 ***                 

12 Aralık 2019 Perşembe

NE SENLE, NE DE SENSİZ BÖLÜM II

Based on A TRUE STORY

NE SENLE, NE DE SENSİZ    BÖLÜM II

Hâlâ onun da kendisini sevdiğine inanmak istiyordu. Öyle ya, defalarca kavga ettikleri halde kopamamışlardı birbirlerinden. Onu terk edip Şeniz'le çıkmaya başlamasına rağmen bir araya geldiklerinde fırsatını bulup birbirlerinin hatırını soruyorlar, gün aşırı aralarında kısa mesajlar gidip geliyordu. Bir keresinde Şeniz onun mesajını yakalamış, telefonda bırak artık sevgilimin peşini deyip akabinde okkalı bir küfür sallamıştı. Kim kimin sevgilisini almıştı elinden. Bırakıp gitmesi gereken o kaltaktı. Sonunda mücadeleyi kazanmıştı Gönül. Bir kirli mendil gibi kullanıp atmıştı bir köşeye onu Fuat. Daha şimdiden Şeniz'le karşılaşacağı anı bekliyor, arkadaşlarının yanında onu rezil etmenin tatlı hayâllerini kuruyordu Gönül. Yüzüne bir gülümseme yayıldı.
"Eee," dedi.
Fuat derin düşüncelere dalmıştı, gözlerini yukarı dikti. Sigarasından derin bir nefes çekti ve dumanından halkalar çıkardı.
"Amerika'ya gitmeyi düşünüyorum."
Gülmeye başladı Gönül,
"Hoppala. O da nereden çıktı şimdi. Amerika kucaklarını açmış seni bekliyor zaten."
Ciddiyetini bozmadı Fuat,
"Amerikalı bir kızla tanıştım, gidip orada evleneceğim onunla."
"Yine aşık mı oldun?" diye sordu yüzündeki alaycı bir gülümsemeyle, Gönül.
"Hayır, sadece oturma izni alabilmek için.  Üniversiteye kayıt yaptıracağım, bir de iş bulup çalışırım orada"
"Ciddi misin sen?"
"Evet, kayıt parasını gönderdim bile. Diğer evrakları hazırlıyorum."
Yıkılmıştı Gönül, bir hüzün kapladı içini.
"Yani," dedi, devamını getiremedi. Hıçkırıklara boğuldu.
"Bu son görüşmemiz sanırım" derken uzattı elini Fuat.

Gönül, günlerce aklından silemedi o veda anını. Aradan iki ay geçti. Kimseyle görüşmedi bu süre içinde, en yakın arkadaşlarıyla bile. O gün dışarı çıkmak istedi. Funda'yı aradı. Caffe Nodo'da buluştular. Eski arkadaşlarını gördü orada. Toparlamaya çalışıyordu kendini. Son günlerde iyice dağıtmıştı, annesi babası, kardeşleri onun durumundan endişe ediyorlardı. Kalkıp lavaboya gitti. Günlerce makyaj yapmadığını fark etti. Hayat devam ediyordu. Çantasından makyaj malzemelerini çıkardı, dudaklarını en sevdiği renge boyadı, kirpiklerine cömertçe rimel sürdü, göz kapaklarına en dikkat çekici farını kullandı. Saçlarını tarayıp havalandırdıktan sonra geri dönüp aynaya son bir kez daha baktı. Muhteşem görünüyordu.

Tam dışarı çıkarken Funda'yla karşılaştı.
"İyi misin, merak ettim seni. Ne yaptın onca saat?"
Kendi ekseni etrafında dönerek süzdü arkadaşını,
"Baak, güzel olmuş muyum?" diye sordu neşeyle.
"Çok güzel olmuşsun hayatım, hadi gel artık, bak çayın buz gibi oldu."

Oturdukları masaya giderken gözlerine inanamadı. Bir anda Şeniz'le göz göze geldiler. Şeniz ona bir bakış atıp nispet yaparcasına yanındaki adama attı kolunu. Evet, yanılıyor olamazdı. Fuat'tan başkası değildi yanındaki. Oysa o çoktan Amerika'ya gitmiş olmalıydı. Fuat görmezden geldi onu. Hızla geçip yanlarından, kendini sandalyeye zor attı. Başı dönüyordu.
"İyi misin?" diye sordu Funda arkadaşına.
"Hesabı öde, kalkıp gidelim buradan, hemen." dedi, Gönül.

Funda'nın kolunda güçlükle yürüyordu. Bir kez daha kaybeden o olmuştu. İçini döktü arkadaşına. Gözyaşları dinmedi saatlerce. Bu iş burada bitti dedi. Yoruldum artık, yaşamak istemiyorum. Telefonuna kayıtlı numaraları, bütün sosyal medya hesaplarını kapattı. Artık kimse bulamayacaktı onu. Zor da olsa unutmaya çalışacaktı. Ablasını aradı. Evden, o muhitten uzaklaşmak istiyordu. Her geçtiği yol, her gittiği yer onu hatırlatıyordu. Garip bir duyguydu yaşadığı. İnsan nefret ettiği kişiyi sevebilir miydi aynı anda. Aşkın ve nefretin kol kola gezdiği bir ilişkiydi bu...

Dediğini yaptı Gönül. Ablasının evine yerleşti. Nadiren baba evine gittiğinde Fuat'la karşılaşmamak için yolunu değiştirdi. Bir iş buldu kendine, geçmişin üzerine kalın bir çizgi çekti. Zaman zaman aklına düşse de düşüncelerinden kovdu Fuat'ı. Ne yaptığını bilmeyen zavallının biriydi o. Tam iki yıl geçti aradan. Eski arkadaşlarından sadece Funda ile görüşüyordu. Onu da sıkı sıkıya tembihlemişti yeni telefonunu kimseye vermesin diye. İstemeye istemeye dayanamayıp Fuat'ı sormuştu yine. Şeniz'i bıraktı, başka birini buldu demişti. "Allah'ından bulsun öküz" diye hırsla cevap vermişti. 

Fuat hala arayış içindeydi. Gönül'den sonra ne Şeniz'den ne de başkalarından aradığını bulmuştu. Gönül'ün hırçın davranışlarını, kıskançlıklarını ve çılgınlıklarını özlemişti. Funda'nın Gönül'le bir irtibatının olacağından neredeyse emindi. Son zamanlarda Funda'yı her gördüğünde ısrarla telefon numarasını istiyor, Gönül'ü çok sevdiğini söylüyordu. Roller bir kez daha değişmişti. Bu kez kaçan Gönül, kovalayan ise Fuat'tı. Aylarca bu kovalamaca devam etti. Bir gün Funda, Fuat'ı başından savmak için "Gönül'ü unut artık, nişanladılar onu." dedi. Fuat çıldırdı bu habere. Funda'nın boğazına sarıldı. Ver şu telefonu diyerek boğazını sıkmaya başladı. "Tamam, tamam, vereceğim" demek zorunda kaldı. Fuat'ı hiç böyle görmemişti. Canını kurtarmak için vermek zorunda kaldı Gönül'ün numarasını.

Öfkeyle Funda'nın yanından ayrılıp numarayı tuşladı. Telefon çalıyor ama cevap vermiyordu. Defalarca denedi, değişen bir şey yoktu. 

Funda akşama doğru kendini ancak toplayabildi. Gönül'ü aradı ve olanları anlattı. Konuşmak için evlerine gelmesini istedi. Hava kararmadan geldi Gönül. Telefonu susmak bilmiyordu. Birbiri ardına aranıyordu. Sonunda çareyi telefonu kapatmakta buldu. Gece yarısından sonra telefonu yeniden açtı. Mesaj kutusunda bir sürü mesaj gördü. Bir kez olsun konuşmak istiyor, ona bu şansı vermesini istiyordu Fuat. Saat sabaha karşı üçe kadar oturup konuştular Funda'yla. Arkadaşında kalacağını söylemişti annesine. Tam yatmaya hazırlanırken yine telefonlar çalmaya başladı. Bu kez açtı telefonu. 
"Gönül, konuşmamız lazım, ne olur kapatma telefonu." 
"Konuşacak bir şeyimiz yok, rahatsız etme beni artık."
"Hayır var, nerede olduğunu biliyorum, Funda'ların evinin önündeyim, in aşağı, beş dakika sadece, ne olur." 
"Niye bırakmıyorsun peşimi hala, istemiyorum seni, is-te-mi-yo-rum."
"Bak çok önemli, sadece beş dakika dedim."
Gönül telefonu kulağından ayırıp Funda'yla bakıştılar kısa bir süre. Funda, git görüş dercesine başını salladı.
"Tamam, ama sadece beş dakika." dedi.
Giyinip aşağı indi. Karşıda farları yanan arabanın içinden çıkıp koşarak Gönül'ün yanına geldi Fuat. Elinden tutup arabaya doğru çekti.
"Gel bin şu arabaya sana bir şey soracağım."
"Çekiştirip durma, ne soracaksan sor." dedi Gönül. Arabanın önüne oturdu. Fuat'da sürücü koltuğuna geçip arabayı çalıştırdı, hareket ettiler.
"Dur, nereye götürüyorsun beni?"
"Bekle, gör" dedi sertçe."
Çevre yolunda heykelli parka girdiler. Körfez manzarası ayaklar altındaydı. Gecenin zifiri karanlığını ay ışığı yarıyordu. Arabadan indiler. 
"Nişanlanmışsın." dedi Fuat.
"Hayır, bunu da nereden çıkardın." 
Ellerini avuçlarına alıp parmaklarına baktı.
"Nerede yüzüğün?
"Nişanlanmadım, dedim sana, bak yüzük görüyor musun parmağımda."
"Doğru söylüyorsun değil mi?
"Sana yalan söylemek zorunda değilim." 
Tartışmaya başladılar. Sabahın ilk ışıklarına kadar birbirlerini suçladılar. Değişik bir ilişkiydi onlarınki. Adeta ilişkiyi besleyen bu kavgalarıydı. Beraber oldukları zamanın yüzde doksanlık dilimi kavgayla geçiyordu. Niye onu bırakıp Şeniz'e gittiğini, onda ne bulduğunu, kendisinde arayıp bulamadığının ne olduğunu defalarca sorup durdu Gönül. Fuat hiçbirini cevaplayamadı doğru dürüst. O da neden onsuz yapamadığını, onu neden terk ettiğini, niye onu başkalarına tercih ettiğini bilmiyordu. O sonu gelmez kavgaların arasında bitkin düşüp birbirlerine sarılıyor, karşılıklı aşk sözcükleri söylüyor, sessiz göz yaşı döküyorlardı. Sonra enerjilerini toplayıp hiç yoktan bir neden yaratıyor, yeniden kavgaya tutuşuyorlardı.

Saat sabahın yedisinde Gönül'ü Funda'ların kapısının önünde bıraktı Fuat. Gönül, bitkin vaziyette Funda'ya telefon etti, kapıyı açmasını istedi. Saatlerce gelmesini beklemişti merak içinde arkadaşının Funda. 
"Gel," dedi "Gir içeri." sessizce, odasına götürdü. "Anlat bakalım neler oldu." Ağlamaya başladı, Gönül, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. "Ben aşığım bu adama, yapamam onsuz." Çok geçmeden telefonu çaldı. Arayan yine Fuat'tı.
"Aşağı in!" diyordu emir verircesine. Cevap vermeden kapattı telefonu Gönül. Üzerine ceketini alıp merdivenlere koştu. Apartman kapısının önünde karşılaştılar. Omuzlarından tutup kendine çekti kızı.
"Söyle sizinkilere, yarın istemeye gelecekler seni." 
Şaşırmıştı. Gözünden akan yaşlar yılların acısını silmiş, adeta ona mutluluk veriyordu. Duydukları gerçek miydi? 
"Ciddi olamazsın!" dedi. 
"Hiç bu kadar ciddi olmamıştım" diye cevap verdi Fuat. Sevinçle sarıldılar birbirlerine.
"Umarım verirler beni sana." dedi gülerek, merdivenlerden uçarcasına yukarı tırmandı. Funda'ya müjdeyi verdikten hemen sonra evlerine gitti. Uçuyordu adeta, ayakları yerden kesilmişti sanki. Rüya mıydı bu?

Akşam olunca babasına durumu açtı annesi. Odasına kapanmış babasının vereceği tepkiyi merak ediyordu. Babası bir başlayıp bir biten ve kızını perişan eden böyle bir ilişkiye razı değildi. "Hayır, hiç gelmesinler, buna gerek yok, o herife verecek kız yok bende."  demişti babası. Annesi ne yapacağını bilmez halde kızına haber verdi. Gönül odasından çıkmadı, sabaha kadar ağladı babasının bu kararını duyunca. Sabah koştu, babasının boynuna sarıldı hıçkırıklar içinde.
"Baba, seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun. Ben de seni en az senin beni sevdiğin kadar seviyorum. Üzülmeni istemem ama şunu bil ki ben Fuat'ı senden bile daha çok seviyorum." 
Babası sarıldı kızına. Öpüp kokladı, kucaklaştılar. Annesinin gözünden yaşlar boşaldı.
"Ben senin mutlu olmanı isterim, bu adam seni üzecek yine, bunu biliyorum. Ama kararını kendin verdin, madem onu her şeye rağmen sevdiğini söylüyorsun, gelip istesinler o zaman." 
Annesi, babasıyla birlikte bir yumak oldular. Hepsi birden ağlıyordu.

Sözlendiler, kavga ettiler, sonra sarılıp seviştiler. Nişanlandılar, yine kavga ettiler, sonra yine sarılıp seviştiler. Güzel bir kır düğününden sonra evlendiler, ertesi günü büyük bir kavgaya tutuştular, sonra yine seviştiler. İki yıl süren evlilikleri boyunca kavga etmek için ustalıkla bahane yarattılar. Fuat'ın yanında çalışan kızı kıskandı Gönül, kavga ettiler yorulunca birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini söylediler. İşten eve geç döndü Fuat, kavga ettiler, bitkin düşünce sarılıp birbirlerine ilan-ı aşk ettiler. Gönül'ün kısa etek giymesi olay yarattı, büyük kavgaya tutuştular, halsiz kalınca sarıldılar birbirlerine, hayaller kurdular. Sonunda dayanamadı Fuat bu gelgitlere. Son kavganın arkasından sarılmadılar, ilan-ı aşk etmediler, birbirlerini ne kadar çok sevdiklerini söylemediler. İlk kez "Yoruldum" dedi Fuat. "Yoruldum artık, ayrılmak istiyorum senden." Gönül şaşkına döndü, ilk kez kavganın sonu farklı bitmişti. Yeni bir kavga başlattı daha önceki sonlara benzemesi umuduyla. Değişmedi. Bir kez daha denedi, olmadı. Fuat'ın kararı kesin görünüyordu. Bu kez yenilen, mücadeleyi bırakan, kaçan Fuat'tı. Gönül'ün de onu takip edecek enerjisi kalmamıştı. Peki, boşanalım dedi o zaman. 

İkisi birden terk etti evlerini. Avukatlar boşanma protokolü hazırladı, dava açıldı. Bugün karar açıklanacaktı. 

Bayılmıştı. Gözlerini açtı ağır ağır. Yüzüne serpilen limon kolonyası kendine gelmesini sağlamıştı. Etrafındaki kalabalığı görünce ne olduğunu anlamaya çalıştı. Evet, burası mahkeme salonuydu. Az önce yaşadıklarını hatırlamaya çalıştı. Hakim kararı okurken fırlamıştı ortaya. Gözleri Fuat'ı aradı. Göremedi. Merak ve endişe içinde sordu yanındakilere.

"Boşandık mı şimdi?"  
Hayır dediler, Hakim erteledi duruşmayı.

NE SENLE, NE DE SENSİZ BÖLÜM I

Based on A TRUE STORY

NE SENLE, NE DE SENSİZ    BÖLÜM I

Hâkim tarafları dikkatle dinledikten sonra kararı açıklamaya hazırlandı. Tok bir sesle iki kez öksürüp sesinin pasını giderdi, gözlüğünü çıkarıp katibe doğru seslendi. "Yaz kızım, Karar" dedi, eline aldığı tokmağı havaya kaldırırken duruşma salonundan bir çığlık yükseldi.

- Durun Hâkim Bey, hemen kararınızı vermeyin. İmzaladığım protokolden vazgeçtim, davacı değilim. Ben Fuat'ı seviyorum ondan boşanmak istemiyorum. 

Oysa, on bir yıl önce başlayan inişli çıkışlı ilişkisini bitirmeye kesin kararlıydı son dakikaya kadar. Yine duygularının esiri olmuş, her şeyi göze alıp atmıştı kendini ortaya. Kardeşleri tarafından zorlukla zapt edildi. Yerine otururken kendinden geçmek üzereydi. 

Henüz on yedi yaşındaydı onunla ilk karşılaştığında. Diğer üç arkadaşıyla birlikte evlerine yakın Caffe Nodo'da buluşmuş sohbet ediyorlardı. Kusursuz fiziği, sarı uzun saçları ve yeşil gözleri ile bütün ilgiyi üzerinde topluyordu. Karşı masada oturan neşeli grubun içindeki esmer çocuğun gözlerini kendisine diktiğini fark etmiş ama hiç oralı olmamıştı. 

Fuat inatçı bir tipti. Kafasına koyduğunu mutlaka yapar, uçan kuş kurtulamazdı elinden. Yanındaki arkadaşı Mehmet, ondaki tuhaf durumu fark etmekte gecikmedi. 

- Ne iş oğlum, gözünü ayırmıyorsun kızdan. 
Mehmet'in sevgilisi Ayten, liseden sınıf arkadaşı Gönül'ü iyi tanıyordu. Dayanamayıp girdi araya,
- Fuat, kendine gel, tanıyorum o kızı ben, sana asla yüz vermez, boşuna harcama zamanını. 
Fuat'a söylenemeyecek sözlerdi bunlar. Artık tek hedefi vardı bundan sonra.
- Göreceksiniz, bu kızı elde edeceğim, var mısınız benimle iddiaya?
Ayten acı acı gülümsedi,
- Zavallı çocuk, seni de tanıyorum, onu da. Ne yaparsan yap iş çıkmaz sana ondan.

Fuat iyice hırslanmıştı. Ayten'le konuşurken bile gözlerini Gönül'den ayırmıyordu.
- Madem tanıyorsun onu, tanıştırsana bizi.
Ayten şaşırıp bakışlarını sevgilisine çevirdi. Mehmet, sıkıntıyla püfledi,
- Tamam, ama hemen şimdi olmaz, sık sık gelir zaten o buraya, daha sonra bir fırsatını bulur, tanıştırır seni Ayten. 

Birkaç gün sonra aynı saatlerde aynı yerdeydiler. Fuat alelacele Mehmet'i aradı ve Ayten'i alıp hemen Caffe Nodo'ya gelmesini istedi. On beş dakika sonra buluştular. Ayten içeri girerken Gönül'le selamlaşmayı ihmal etmedi. Kulağına eğilip ona bir şeyler söyledi. Sonra üçü birlikte Gönül ve arkadaşlarının yanına gittiler. Fuat Ayten'in tanıştırmasını beklemeden elini uzattı Gönül'e. "Ben Fuat." Yüzünü kaldırmadan elini uzattı, "Gönül" dedi. Çaylar içildi espriler yapıldı, kalkma zamanı geldi. Fuat, "Seni eve bırakayım" dedi.  "Gerekmez, evim şurada zaten" dedi Gönül, soğuk bir şekilde.

Fuat çetin bir cevize çattığını anlamakta gecikmemişti. Sonraki buluşmalarında alttan girdi üstten çıktı ama Gönül'ün aklını çelemedi bir türlü. Gönül kaçtıkça o bıkmadan kovalamaya devam etti.

Arkadaş toplantılarında ya da birlikte sinemaya giderlerken her zaman Gönül'ün yanındaydı artık. Kız arkadaşları Fuat'ın ona iyice abayı yaktığını söylediğinde, Gönül umursamaz bir tavırla saçlarını geri atmış "Ne alaka, hiç de benim tipim değil o" demişti. Yine de gördüğü ilgi ruhunu okşuyordu. Bir ara Fuat telefon numarasını istemiş, o da düşünmeden vermişti. O günden sonra sık sık mesajlaşmaya başladılar. Artık arkadaşlarla organizasyonları Fuat'la birlikte yapıyorlardı. Fakat hiç bir zaman yalnız kalmadılar, ta ki o güne kadar.

O gün, sabah kahvaltısı için sözleştikleri kır kahvesine önceden gelmişti Fuat. Gönül daha sonra Funda ve onun erkek arkadaşı ile birlikte gelip diğerlerine katıldı. Fuat onu görür görmez yerinden fırlayıp yanına koştu, samimi bir şekilde,
"Merhaba Gönül, n'aber?" 
"İyilik, ne olsun" dedi Gönül ağzındaki çikleti çiğnerken.
"Sakızın var mı?" diye sordu Fuat. 
Ağzından sakızı çıkarıp eline aldı.
"Hayır yok, işte bu var sadece"
Fuat ani bir hareketle Gönül'ün sakızı kaptı elinden.
"Tamam işte, onu ver." dedi. Gönül'ün şaşkın bakışları arasında sakızı attı ağzına.

Onca iltifat, ilgiden etkilenmeyen Gönül, Fuat'ın bu hareketinden sonra bambaşka biri oldu. Fuat'ın ne kadar titiz olduğunu, kendi bardağını bile ikinci kez kullanmaktan imtina ettiğini biliyordu. Fakat nasıl olduysa ağzından çıkan sakızı çiğnemeyi göze almıştı. Bu ona verdiği değeri gösteriyordu. Yelkenleri suya indirdi. O aldırmaz tutumlarından vazgeçmiş, Fuat'a bakışı değişmişti.

Aynı gün kahvaltıdan sonra Fuat, Mehmet'e bir işaret çakıp gözden kayboldu.  Mehmet ne olduğunu anlamadan yerinden kalkıp arkadaşını takip etti. İçeriye girdiler, ona plânını anlattı. Kısa bir süre sonra geri dönen Fuat, Gönül'ün yanındaki yerine oturdu. Elini kaldırıp garsonu çağırdıktan sonra masadakilere dönerek,
"Evet hanımlar, beyler, nasıl olsun kahveleriniz?" Garson istekleri not aldı. Fuat, Gönül'e dönüp,
"Seninki nasıl olsun?"
"Sade" dedi Gönül. Kahveler bittikten sonra sohbete devam ederlerken kahvesini içen sırayla kapattı fincanını. Garsona çaktırmadan bir bakış attı Fuat. İşareti alan garson, masayı toparlarken içeriden getirdiği tabağa ters çevrilmiş kahve fincanını Gönül'ün fincanıyla değiştirdi.

Ayten,
"Fincanlar kapandı da kim bakacak falımıza?" diye konuştu ortaya. Mehmet, Fuat'ı işaret ederek,
"Çok iyi fal bakar bu herif, dedikleri de aynen çıkar yeminle."
Fuat, kendini kibirli bir havaya sokarak gülümsedi,
"Yok canım, o kadar değil. Arada kaçırdıklarım da oluyor." dedi.

Gönül'ün en büyük tutkusuydu fal baktırmak. Her gün en az bir sefer fincanını kapatır. Kimseyi bulamazsa telve izlerinden kendine bir şeyler uydururdu. Sevinçle Fuat'a çevirdi başını,
"Gerçekten mi? Fal bakmasını biliyorsun öyle mi?"
"Abartıyorlar canım, bazen o kadar net çıkıyor ki, ne görürsem onu söylüyorum. Kafadan sallamam yani" dedi.
"İyi o zaman, hadi önce benimkine bak"
"Kızmaca, darılmaca, üzülmece yok ama. Dediğim gibi, gördüğümü söylerim ben."
"Tamam, tamam uzatma hadi bak şuna" dedi Gönül.

Fuat fincanı eline alıp tabağa süzdü. Sonra dikkatlice fincanı incelemeye başladı.
"F harfi çıkıyor sende. Baş harfi F olan biriyle kısa zaman içinde evlilik görünüyor. İnanmazsan bak"

Gönül fincanın içine dikkatle baktı. Gerçekten de büyük bir F harfi görünüyordu. Gözlerini kocaman açtı.
"Evet, görüyorum, çok net okunuyor, kocaman bir F harfi var gerçekten."

Fuat'ın planı tutmuştu. O akşam Gönül onun arkadaşlık teklifini kabul etti ve ilişkileri resmen başladı. Fuat'ın sevinci yüzünden okunuyordu. Arkadaşlarına bu gelişmeyi duyurdular. Artık mesajlarında aşk sözcükleri eksik olmuyordu.

Gönül hasta olduğu bir gün buluşmaya gelemedi. Fuat, arkadaşları Mehmet ile sevgilisi Ayten'i yakalayıp sinsi sinsi gülümsedi onlara.
"Nasılmış, kuş kafese girdi. İddiayı kaybettiniz." Ayten şaşırmıştı.
"Ne o, yani bir oyun mu bütün bu yaptıkların?" 
"Ne sandın, dediğimi yaptım mı yapmadım mı?" diye sordu kendinden emin bir tavırla Fuat.
"Pes doğrusu" dedi Ayten, "Yazık değil mi kıza?"
"Güzel kız, başkasını bulur nasıl olsa." dedi Fuat.

Bir hafta sonra Gönül'ün cep telefonuna bir mesaj düştü. "Ayrılalım." Mesajın sahibi belliydi. Hemen telefonu aldı eline. "Ne yaptığını zannediyorsun sen, benimle dalga mı geçtin? Hemen Nodo'ya gelip anlatıyorsun, bakalım derdin neymiş?" 

On dakika sonra bir araya geldiler. Fuat duygularını yitirmiş bambaşka biri olmuştu. Gönül ağlamaya başladı. "Ne oldu, suçum ne?" Fuat sesini çıkarmadı. Sustu bir süre. "Aradığım kişinin sen olmadığını anladım" dedi sonra sessizce. "Neden, neyim eksik benim, söyle" diye haykırdı Gönül. Fuat sesini çıkarmadı. Ağzına geleni söyledi Gönül, bir yandan ağlıyor bir yandan da hatasını anlamaya çalışıyordu. 

Eve döndüğünde annesi onun bitkin halini görüp panik içinde sordu. "Ne oldu kızım, ağladın mı yoksa sen?" Canının sıkıldığını söyledi ama Fuat'tan bahsetmedi. Düne kadar kaçan o kovalayan Fuat'tı. Şimdi ise Fuat kaçıyordu. O ise bu işin sebebini öğrenmekte kararlıydı. Mesaj çekmeye devam etti. Arkadaş toplantılarında Fuat'ı sıkıştırdı bir şeyler öğrenmek için. Fuat ser veriyor sır vermiyordu. Söylediği tek cümle "Aradığımı bulamadım" oluyordu. Neydi aradığı, kafasını takmıştı bu işe. Başka biri mi vardı. Araştırmış, soruşturmuş öyle bir şey olmadığına kanaat getirmişti. Delirmek üzereydi. Hani akla yatan bir mazereti olsa bırakacaktı peşinden koşmayı. Eğer bir hata yaptıysa hatasını öğrenmek en doğal hakkıydı. Günler günleri kovaladı fakat bu ayrılışın sebebi bilinmez olarak kaldı onun aklında. 

Uzun bir süre sonra Fuat'ın başka bir kızla çıkmaya başladığını görmüş, hem rahatlamış, hem de onu kıskanmıştı. Rahatlamıştı çünkü aradığını kendisinde bulamadığı doğruydu demek. Artık o sorunun cevabını biliyordu. Esmer kara kuru bir kızdı Şeniz. Kendisi ondan kat be kat güzeldi oysa. Arkadaş grubunda artık birlikte görünüyorlar, kızın kendisine bakışlarından hiç hoşlanmıyordu. O bakışlarda "Sende olmayan bende var" mesajını okuyor kıskançlık krizlerine kapılıyordu.

Hem güzelliğine hem de zekâsına güveniyordu aslında. O paçoza pabuç bırakacak göz yoktu onda. Bundan sonra en büyük rakibi o kız kurusu olacaktı.

Bir sabah uyandığında farkında olmadan eli telefonuna gitti. "Bugün mutlaka buluşalım, söyleyeceklerim var" diye yazıp gönderdi. Cevabı beklemeden bir mesaj daha ekledi, "Önemli!" Sonra bir tane daha, "Saat ikide aynı yerde" İlk tanıştıkları yerdi Caffe Nodo. Cevap gelmedi.

Saat ikiye beş kala salondan içeri girdiğinde üç beş kız bir yandan çaylarını içerken aralarında koyu bir sohbete dalmışlardı. Kapıyı karşıdan gören köşe masaya oturup garsona bir çay söyledi. Diğer masadaki kızların sigara içtiklerini görüp onlardan aldığı cesaretle o da yaktı bir tane. Garson çayını bıraktıktan sonra sesini çıkarmadı, bir küllük getirip masaya koydu. On dakika geçmesine rağmen gelen giden yoktu. Gözünü kapıdan ayırmadan yeni bir sigara yaktı. Ellerinin titrediğini fark etti. Kısa bir süre sonra kapıda göründü Fuat. Şeniz kaltağına rağmen onu kırmayıp işte gelmişti yanına. Neşeyle kalktı ayağa, elini uzattı.
"Merhaba"
Sonra düşündü bir an, eli havada kalmıştı. Yoksa yerinden kalkmamalı, kendini ağırdan mı satmalıydı. Fuat kendisine uzanan eli sıkıp oturmaya yeltenirken Gönül onu kendisinden yana çekip her iki yanağına birer öpücük kondurdu. Ardından garsona seslenip iki çay daha söyledi.

Fuat ağzını açmadan boş gözlerle bakıyordu karşısındakine. Bir süre öyle kaldılar. Gönül'ün göz çukurları dolmaya başlamıştı. Sessizliği bozan Fuat oldu. Yoksa saatlerce birbirlerine öylece saatlerce bakabilirlerdi.

"Niye çağırdın beni? Neymiş önemli olan?"
Gönül hazırlıksız yakalanmıştı. Söyleyecek bir şey bulamadı. Yüzünü dikkatle inceledi Fuat'ın. Özenle taradığı saçları, esmer teninde kirli sakalı, en çok da pırıldayan bir çift siyah gözü çevreleyen uzun, kıvrık kirpikleriydi onu çeken.
"Hiiç, hiçbir şeyin önemi yok, sadece seni görmek istedim, hepsi bu." 
Fuat, umursamaz tavırla çayından bir yudum çekti.
"İyi o zaman, gördüğüne göre başka bir şey yoksa ben artık gideyim"
"Şeniz ne yapıyor?" Bunu niye sorduğunu kendisi de bilemedi. Öylesine çıkmıştı ağzından işte.
"Ayrıldık biz onunla!"
Hiç beklediği bir cevap değildi bu. Şaşırdı.
"Neden?"
"Nedeni yok, ayrıldık işte."
Anlamak çok zordu Fuat'ı. Kapalı bir kutuydu. Karşısındakine kısa zamanda tutkuyla bağlanır, bir süre sonra sıkılır vazgeçerdi. Ne bulmuştu bu adamda, mantıklı bir sebep aradı. Yoktu sebebi. Aşk sebep dinlemezdi ki. Tutulmuştu bir kez o hastalığa. Uyuşturucudan beter bağımlısı olmuştu Fuat'ın. Ne yaparsa yapsın, ister onu terk etsin, aşağılasın, telefonu yüzüne kapatsın, mesajlarına cevap vermesin, yine de söküp atamıyordu kalbinden.

NE SENLE, NE DE SENSİZ *** BÖLÜM II ***

11 Aralık 2019 Çarşamba

YENİ BİR HAYAT BÖLÜM 25

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 25 ***

Kayın pederinin İstanbul'da yaşayan yakın arkadaşı, tanınmış bir mali müşavir. Bir hafta sonu sizi fevkalâde güzel ağırlayacak. Bu ziyaret esnasında eğer istersen çalıştığı şirket sahipleri ile bağlantı kurmak hususunda sana yardımcı olabileceğini söyleyecek. Eşin ısrarla onun danışmanlık işlerini yaptığı Ankara merkezli tanınmış bir inşaatı şirketi ile görüşmeni isteyecek. Aklın Atatürk Barajında kalmakla beraber eşinin hatırı için yapacaksın bu görüşmeyi. Genel Müdür, hemen başlayabilirsin diyecek. 

Yıllarca çalışıp en güzel yıllarını geçirdiğin Karakaya Barajında, sizin için düzenlenen veda partisinin ardından arkadaşlarınla helâlleşip buruk bir şekilde ayrılırken hüzün çökecek üzerine. Ne var ki her şeyin bir sonu olacak elbet.

Ankara... Yaşamının yarısını vereceğin yazları yalnız, kışları puslu şehir.  Eşinin kafasında olan bir yer değil orası aslında. Onun istediği, yurt dışına çıkıp biraz para biriktirmek. Ankara'da işe başlamadan önce İstanbul'a gidip Enka şirketinde şansını denemek isteyeceksin bu yüzden. Koordinatör Ayhan Bey kabul edecek seni. Şirket yurt dışındaki bütün işlerini kapatmış durumda, hatta yurt içindeki şantiyelerini de. Sadece Irak'taki Bekhme Barajına odaklanmış. Öyle bir iş ki bu, on işe bedel. E, senin de artık epey baraj tecrüben var nasıl olsa! Sorun şu: İran-Irak savaşı bütün şiddetiyle devam ediyor. Her gün biri diğerine rastgele birer ikişer füze sallıyor, bu füze saldırılarında onlarca kişi yaralanıp hayatını kaybediyor. Ayhan Bey, "Bizim şantiyeye hiç füze isabet etmedi, ben rahatlıkla her hafta gidiyorum oraya." deyip göndermek için ikna etmeye çalışacak seni. Yok evlât, o kadar ucuz değil canın, işini şansa bırakma. Zaten sen de öyle yapacak, sevgili Ayhan Ağabeyini füzeleriyle başbaşa bırakıp döneceksin.

Her ne kadar üniversite sırasında yıllarını verdiğin şehir de olsa, şimdiki durumun farklı. Kiralık ev bakmanız lâzım gelecek, ama hangi semtten? Daha önce okul yurtlarında kaldığın ve sınırlı yerleri tanıdığın için zorlanacaksın. Buket ise Ankarayı hiç bilmiyor. Fırat iki yaşında hareketli bir çocuk. Aklına üniversiteden bir arkadaşın gelecek, birlikte ders çalışmak için Etlik'teki evlerine gittiğin. Fena çocuk değil, oturdukları semt de düzgün olmalı. Çankaya, Gaziosmanpaşa'da kiralar yüksek. Etlik tam size göre. Ne var ki şeytan dürtecek. Buket'in ailesinde ticaretle uğraşan kişiler var, "Hazır büyük şehre gelmişken bir butik mi açsak?" fikri aklınıza takılacak. Acaba yakınları yardımcı olurlar mı? Yok be evlât, kimseden fayda yok. Herkes kendi işinin peşinde. Kalkışmayın böyle işlere, zor işler bunlar deyip vazgeçirmeye çalışsalar da sizin daha çok hırs yapmanızla sonuçlanacak bu durum. Ev aramayı bırakıp Tunalı Hilmi Caddesinde dükkân aramaya başlayacaksınız.

Delilik bu yaptığınız evlât. Ne kadar paranız var ki bu işlere kalkışacak. Dükkânların hepsi hava parası ister. Karakaya'da dayalı döşeli ev vermişler, şimdi sıfırdan ev eşyası düzeceksin, bir de ufak çocuğunuz var, çılgınlık bu. Yok o kadar hava parası vermeye gerek yok. Havaya gidecek para ne de olsa. Zaten o kadar paranız da yok ki. Şöyle işlek bir yerde kafeterya tarzında bir yer mi açsanız? Öğrencilerin olduğu bir yer meselâ! Birader boşta, onu çağırsak? Çocuk için bir süreliğine evin büyükleri, anneanneler, babaanneler gelse... Hayâller, hayâller.

Senin için hayat yeni başlıyor evlât. En zor günlere hazırlan. Henüz evi bulmadan Hacettepe yurtlarının önündeki sokakta bir dükkân bulacak, hava parası olarak elinizdeki paranın önemli kısmını yatıracaksınız. Hemen arkasından Etlik'te Erzurumlu yaşlı bir teyzenin evini tutacaksınız. İhtiyar garip şivesiyle evini öyle bir methedecek ki sanki kız istemeye gittiniz. "Gömme banyoli, koloriferli, geniş salonli..." Ev aslında dökülüyor. Fırat'ı İzmir'e bırakıp kolları sıvayacak, bütün badana ve boya işlerini kendiniz yapacak, evi birlikte temizleyeceksiniz. Hemen arkasından aynı işleri dükkân için bir kez daha tekrarlayacaksınız. Ev eşyalarını tamamladıktan sonra dükkânın vergi kaydı işlerini halledip işletme ruhsatını alacak, tabelâsını asıp hizmete açacaksınız. "Fırat Piknik"

Bu arada Ankara'da görüştüğün firmanın Kavaklıdere'deki binasında yurt dışı ihale şefi olarak göreve başlayacaksın sen de. Şirketin merkezi Denizciler Caddesinde. Orada küçük bir kadroyla Rusya'daki otel projelerine teklif vermeye başlayacaksın. Hiç de tecrüben yok bu konuda. Lâkin başındaki müdürün Nejat Beyle iyi anlaşacaksın. Ekipte bir de senden daha genç bir inşaat mühendisi Gülay Hanım olacak. Bir gün Nejat Beyle sohbet esnasında şirketin aşçılarından part time yararlanmanı önerecek dükkân için. Hemen konuşup anlaşacaksın ikisiyle. Akşamları iş çıkışında dükkânın mutfağına girip, köfteleri, Arnavut ciğerlerini, sıcak soğuk mezeleri iki saatte hazırlayıp çıkacaklar. Dükkânda eşin duracak, sen de mesai bitiminde işten çıkıp yanına gideceksin. Fırat evde anneannesiyle beraber kalacak. Gece geç vakitlerde yorgun argın eve dönüp hesap kitap işlerine bakacaksınız. Bu ağır tempo bir süre devam edecek.

Komşu esnaflardan işten anlayan biri soracak bir gün. Kıymayı nereden alıyorsun? Ulus'ta bildiğimiz bir kasaptan diyeceksin. Peki ne kıyması, bu kullandığınız? Şaşıracak, koyun dana karışık işte diyeceksin. Olmaaaz diyecek. Köftenin hası baş etinden olur, hem başka türlü başa çıkamazsın bu fiyatlarla. Öyle mi? Neymiş bu baş eti dedikleri? Hayvanın başındaki kemiklerin üzerinde kalan etleri sıyırarak çıkarılan et diyecek. Yok, diyeceksin, bize gelmez o işler.

Öğrenci aileleri temiz ve güvenilir buldukları mekânınızdan karınlarını doyurmak için çocuklarına sizi tek adres olarak gösterecekler. Akşam saatlerinde rakip dükkânlar boş beklerken sizin kapınızda kuyruklar oluşacak. Her gün Ulus pazarından malzeme taşımak bitkin düşürecek eşini. Bu iş böyle gitmeyecek evlât, zor iş bunlar.

İlk fireyi biraderin çok yorulduğunu söyleyip sizi bırakmasıyla vereceksin. Eşine yük daha fazla binecek. Kısa bir süre sonra anneanne sıkıldım artık deyip İzmir'e dönmeye hazırlanacak. Mecburen eşin çocuğa bakarken oturduğunuz evin altındaki pideci çocukları koyacaksınız işin başına. Kalite düşerken kuyruklar erimeye, müşteri elini ayağını çekmeye başlayacak.

Dükkânı devretmeye çalışırken işe gitmeye devam edeceksin. Şirketin merkez binasına alınman, dükkâna daha yakın olması sebebiyle işini kolaylaştıracak. Fakat iyice tatsızlaşan bu dükkân işinden bir an önce kurtulmaya çalışacaksın. Her şey zamanında evlât, sakın unutma bunu. İlk zamanlar kapında kuyruklar oluşurken biri gelip talip olmuştu dükkâna. Verdiğin hava parasının iki katını teklif etmişti de sen bu işin tadına varmadım daha deyip geri göndermiştin. Şimdi verdiğin parayı kurtarmaya çalış bakalım.

O telâş içinde eşin yanına gelip ikinci kez "Sanırım hamileyim" deyince soluğu doktorda alacaksınız. Muayenehane oldukça kalabalık. Bir şeyler söyleyecek doktor eşine. Evet, bir bebek geliyor ama eşinin çok dikkat etmesi gerekiyormuş. Olduğun yerde için çekilecek, gözlerin kararacak, bayılıp yığılacaksın koltuğa. Gözlerini açtığında doktor ve yardımcılarının hastaları bırakıp seninle ilgilendiklerini, çevrendeki kalabalığın meraklı gözlerini üzerine diktiğini fark edeceksin. Doktor, yemin billâh bebekle ilgili şu an kötü bir durumun olmadığını, sadece tedbirli olmak bakımından ikaz ettiğini söyleyecek. Bir sürü kadının arasında doğrulup biraz mahcup, biraz tedirgin ama fevkalâde mutlu olarak çıkacaksınız muayenehaneden.

Sonunda dükkânı kapatıp devredene kadar kirasını ödeyeceksiniz. Şirkette işler yoğunlaşacak. Merkezde oldukça kalabalık bir kadroyla çalışacaksın. Önüne Fransız bir firmanın hazırladığı proje, şartname ve teklif dosyası gelecek. Yine bir otel projesi ama kullanılan dil Fransızca olacak bu kez. Karakaya'da Fono'nun mektupla öğretim kursunda öğrendiklerin çok işine yarayacak. Kısa sürede şartname, birim fiyat tarifleri ve diğer dokümanlarda geçen Fransızca teknik terimleri öğreneceksin. Arkasından Suudi Arabistan Krallığı için büyük bir saray projesine hazırlanacaksınız. Arada yurt içindeki bazı ihale hazırlıklarınız da olacak. Senden yaşça büyük mimar ve mühendislerin tecrübesinden yararlanacak bu fırsatları değerlendirip kendini geliştireceksin. İş ortamı epey eğlenceli. Mimar bir kız arkadaşınızı Lâzca konuşturacak, onun kendine has şivesi hoşunuza gidecek. Her fırsatta yakalayıp "Aklım hıyar değil ki yarısını bölüp sana vereyim" sözünü söyletirken gırtlağından çıkardığı seslere kahkahalarla güleceksiniz. Fakat en büyük komikliği sen yapacaksın. Birlikte çalıştığın hayli tecrübeli iki mimar var. Birinin adı Alev, diğerinin adı ise İlhan. İşin tuhafı, erkek mimarın isminin Alev diğerinin İlhan olması. Sık sık karıştırıp erkek mimara Alev Hanım, kadın mimara ise İlhan Bey deyip utanacaksın sonra. Aslında senin de suçun yok bunda evlât. Alev isminde erkek mi olurmuş.

Seninle aynı ismi taşıyan tecrübeli bir mühendis dışarıdan destek verecek size. Biri isminizle seslenince ikiniz birden harekete geçiyorsunuz. Komik bir adam bu da. Gelip yanına bir gün; sende sakal yok, bende var. Sende gözlük yok ben takıyorum. Senin başında saç var, bende ise neredeyse kalmamış. Niye karıştırılıyoruz anlamadım. Madem öyle, bundan böyle benim adım sakallı, kel, kör Orhan olsun diyecek. Çalışanlar hep birlikte güleceksiniz.

Birkaç ay sonra ultrason sonucu açıklanacak. Evet Fırat'a bir kız kardeş geliyor. Kız mı? Bu karmaşa içinde her şeyi unutup havalara uçacaksın. Yaşasın bir kızın olacak. Kızlar babaya düşkün olur derler, dedikleri de çıkacak.

Bu arada İran-Irak arasında füze savaşı sona erip ateşkes imzalanacak. Aklın 222 metre yüksekliğiyle dünyanın en yüksek kaya dolgu barajı unvanını alacak Bekhme Barajında. Dükkâna verdiğiniz hava parasını geri alacak biri de hazır çıkmışken şimdilik Ankara'ya veda etme zamanı. Doğum nerede olacak? Musul'daki hastaneler iyi diyorlar. Yok, iyisi mi kendi memleketin. Eşin bir süreliğine İzmir'de baba evinde kalabilir. Eşyalar? Onları da koyacak bir yer bulunacak elbet.

(Devam edecek)

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 1 ***