KATEGORİLER

16 Aralık 2016 Cuma

BİR YIL DAHA GEÇTİ

16/12/2016 Cuma, Tire
Bugün tam bir yıldır günlük yazmış olacağım. Genellikle aynı gün ya da günün bittiği gece yazmaya çalıştım. Yaşadıklarım hafızamdan silinmeden kayıt düşmem açısından önemliydi bu. Gecikerek yayınladığım günceler ise internet bağlantısının sekteye uğradığı günler oldu. Ancak yine de notlarımı en fazla bir gün gecikmeyle bilgisayarıma yazmıştım.

Şöyle dönüp geriye bakınca bir yılın hem kısa, hem de uzun bir süre olduğunu görüyorum. Günlük olayı bir çok bakımdan işe yaradı. Kızım trafik kazası nedeniyle ödenen kasko bedeline değer kaybı için sigorta şirketine dava açmış ve kazanmıştı. Ben de aynı yoldan gideyim dedim. Kazayı ne zaman yaptım? Açtım, günlüğüme baktım. Hem kazanın tarihini hem de resmini bulup, avukata gönderdim. Bazen iyi oluyor eski tarihli yazılarımı okumak. Hemen hemen hiç boş günüm yokmuş geçtiğimiz sene boyunca. Şimdi yeni bir merak doğdu içimde. Günlüğümü yazarken geçen senenin aynı günü ne yapmışım dönüp bakmayı düşünüyorum.

Önümüzdeki günlerde geçirdiğim bir yılın değerlendirmesini de yapmak isterim. Bakalım zaman ne gösterecek... Gözümüzden kaçan ya da kaçırmaya çalıştığımız bir husus daha var ki o da ömrümüzden bir yılı daha tüketmiş olmamız.

Sabah daha erken bir saate kurdum saati. Küçük Pazardan alacaklarım var zira. Elemanları bekletmemek için acele etmem lazım. Pazarı çabuk yaptım. Salı Pazarına göre daha rahat park imkanı var. Bunun yanı sıra erken çıkmam da avantaj oldu. Adnan Şef ile buluşma yerimize geliyorum. Birkaç dakika sonra yayla yolundayız. Yolu yarılamışken çalan telefonumun ekranında Aşkın Şef yazıyor. Kapıda bizi bekliyormuş. Dünden belliydi Hüseyin'in gelmeyeceği. "Az sonra oradayız." diyorum. 

Hüseyin hakkında bir şeyler yazmak gelmiyor içimden. Yazsam da iyi şeyler olmayacak zaten. Devamlı bir misafirimiz onun yüzünden gelmez artık bir daha. Kendi adımıza da bir öğreti oldu dün yaşadıklarımız. Mesai saatinde personel alkol alamaz kuralını biraz daha katılaştırmak gerekliymiş. "Çalışan, misafir olarak bile gelse alkol alamaz." daha doğru bir kuralmış meğer.

Pazar alışverişini boşaltıyoruz mutfak tezgahına. Adnan Şef temizlik işine girişirken Aşkın Şef yeni mezeler hazırlamaya başlıyor. Ben de bahçeyi boylu boyunca dolaşıyor, etrafta ne kadar kirlilik yaratan nesne varsa büyük bir çuvala topluyorum. Taş Ev'in altında unutulmuş bir muşmula ağacındaki meyveleri kopartıp keyifle yiyorum.

Hava düne göre sanki biraz daha iyi. Sular donmamış bu kez. Bunun sebebi sadece havanın ısınması mı acaba? Musluklardan birini açık bırakmıştım, o mu sebep yoksa? Geceleri hava sıcaklığının sıfırın altına düştüğü kesin. Bahçede atık poşetlerin içinde kalan yağmur suları buz kalıbı olmuş dökülüyor. Her akşam hidroforu kapatsam iyi olacak.

Salonu biraz daha süslüyorum. Bahçede dolaşırken Handan Hanımın önerdiği kuru dallardan topluyorum. Biraz kurdele almam gerekir bunları bağlamak için. Dalları şimdilik kapıdaki kayısı ağacının dalları arasına sıkıştırıyorum.

Zeytin büyüdükçe kontrolü zorlaşıyor. Çeke çeke boynundaki zincirin kilidini bozmuş Uğraştım ama açamadım. Zaten açmama da müsaade etmedi. Yerinde duramıyor. O kadar proteinden sonra gayet normal tabii bu durum.


15 Aralık 2016 Perşembe

SULARIMIZ DONDU AMA SALONUMUZ SICAK

15/12/2016 Perşembe, Tire

Yine taş olmayan evimizde geçiriyoruz geceyi. Sabahları çok erken kalkmamak hoşuma gidiyor. Eşimin seslenmesi ile gözlerimi açıyorum. "Keşke daha önce uyandırsaydın." diye iç geçiriyorum. Bugün de eşim olmadan çıkıyorum yaylaya. Hava çok soğuk. Buraların soğuğu ne Ankara'nı soğuğuna ne de Erzurum'un soğuğuna benzer. Adamı hemen hasta eder. Önce bir güzel üşütür, hapşırmaya başlarsın. Fark edersin hasta olacağını ama iş işten geçmiştir.

Hemen hazırlanıp evden çıkıyorum. Yolda arabama yakıt alıyorum. Kasaptan da et almam gerek. Telefon edip etleri hazırlamalarını söylüyorum. Ne kadar söylesem boş. Sabah yoğunluğunda sıra gelmemiş daha. Ben gittikten sonra hazırlıyorlar siparişimi. Adnan Şef'i arıyorum. Az sonra geliyor, birlikte hale gidip bir kasa domates alıyoruz. Ekmeğimizi alıp yaylaya çıkıyoruz.

Arabanın göstergesinden harici sıcaklığı -2 derece olarak okuyorum. Dün çıkmadan önce hidroforu kapatmıştım, buz tutup tankı çatlamasın diye. Galiba bunu iyi düşünmüşüm. Zira çeşmelerden su akmıyor. Hatlar donmuş hep. Beklediğim bir şey bu. Hemen Hüseyin'e açıkta kalan su hatlarını toprağın altına gömmesini söylüyorum. Su deposunun olduğu yere gidiyoruz. Depodan taşan su havuza akıyor. Akan su donmamış. Deponun altındaki vanalar donmuş olmalı. Üstlerini örtmesini istiyorum. En azından gece boyunca bir çeşmeyi açık bırakmakta fayda var, donmayı önlemek için. Bu akşam denemeli bunu.

Suların çözülmesini beklemekten başka yapacak bir çaremiz yok. Havuz başı güneşli. Aşkın Şef bir çuval ceviz getiriyor depodan. Bir yandan cevizler kırılıp ayıklanırken havuz başında güneşleniyoruz. Soğuk havaya rağmen üzerimizdeki güneş sırtımızı yakıyor. Bir saat kadar sonra çeşmeler akmaya başlıyor. Hüseyin dışarıda tesisatı toprak altına gömerken nasıl olsa bu soğukta kimse gelmez diye salondaki şömine sobayı yakmayı ihmal ediyor. Beklemediğimiz bir anda iki arabalık bir aile geliyor. Bir de küçük çocukları var yanlarında. Neyse ki şömine sobamız çabuk ateş alıyor ve salonu ısıtıyor. Misafirlerimizi üşütmeden ağırlıyoruz. Daha önce misafir ettiğimiz aile İzmir'den gelen anne ve babalarını getirmişler bu sefer.

Akşama Ödemiş'ten misafirlerimiz olacak. Ödemiş, Bayındır ve Torbalı'dan gelen misafirlerimizin sayısı az değil ve bizden fazlasıyla memnun kalıyorlar.

Hüseyin boruların gömme işini bitirdikten sonra odun kesiyor. Akşamın erken saatlerinde izin istiyor. Gittikçe mesai süresini kısalttığı için çıkışıyorum. "Aramızda bir saatin lafımı olur amca?" deyince kopuyorum ama ona belli etmiyorum.

Şehre inmem gerek. Hazır inmişken biraz daha yılbaşı süsü alayım diyorum. Uğradığım yerlerde fiyatlar pahalı. İncik boncuk şeylere dünya kadar para istiyorlar. Yılbaşından sonra kimse dönüp bakmayacak. Bir de buraya bakayım diye Migros'tan içeri giriyorum. Arkamdan biri sesleniyor. Tesadüfen eşimle karşılaşıyorum. Birlikte çıkıp onu eve bırakıyorum. Yaylaya döndüğümde biraz süslerle uğraşalım diyoruz. Misafirler gelmeye başlayınca apar topar toplanıyoruz.   

Misafir siparişlerinden biri depoda. Ancak anahtarı bulamıyoruz. Hüseyin'i arıyorum. Anahtarı yanında götürmüş. "Akılsız başın cezasını ayaklar çeker." deyip anahtarı getirmesini istiyorum. Arkasında arkadaşı olduğu halde motosikletine atlayıp geliyor ayakları yorulmadan. Depoyu açıp anahtarı yerine bırakıyor. Bir numaralı masayı boş görünce "Bu masa benim bu gece, müsaade edersen." diyor. Bir otuz beşlik söyleyip arkadaşıyla geçiyor masanın başına.

Hava dışarıda soğuk. Salonumuz sıcacık, fonda Dalida'dan "Parole Parole". Misafirler mutlu...

14 Aralık 2016 Çarşamba

KOCA ŞEFİ UNUTTUK

14/12/2016 Çarşamba, Tire

Eşim kararsız bugün. Taş Ev açılalı beri uzak kaldı arkadaşlarından. Gündüz saatlerinde fazla gelen giden olmuyor zaten. "Ben gelmesem nasıl olur?" diye sordu. "Peki kendini daha iyi hissedeceksen gelme o zaman." dedim. Haftalık personel toplantımız var bugün. "Sen yaparsın toplantıyı, bana gerek yok." der demez aklına salamuraya yatıracağı zeytinler geldi. "Yok" dedi. "Benim de gelmem lazım."

Uzun zaman oldu böyle dinlenmeyeli. Dinlenmek biraz tembelliğe alıştırıyor insanı. Oturduğumuz evin altındaki kafelerden birinde kahvaltımızı yaptıktan sonra çıktık yola. Havalar iyice soğudu. Hüseyin bahçe kapısını açmış. Yerdeki su birikintileri donmuş. Demek ki sıcaklık geceleri sıfırın altına düşüyor artık.

Toplantı yapacağız bugün personelle. Adnan Şef o zaman düşüyor aklıma. Eşime "Niye almadık Adnan'ı gelirken?" diye soruyorum. Birbirimize bakıp gülüyoruz. Şansı varmış eşimin. Zeytinlerin nasıl yapılacağını gösteriyor personele. Adnan'ı almaya giderken onu da alıp eve bırakıyorum.

Ağaçlarda neredeyse hiç yaprak kalmadı. Önümdeki pencereden kayısı ağacına, erik ağacına bakıyorum. Sadece iki üç kuru yaprak ağaca tutunmuş, yerçekimine direniyor hala. Dallar çiçeğe tomurcuklanmış. Bu mevsimde iyi değil bu. Daha ne donlar ne soğuklar görecek. Kiraz da, şeftali de  aynı durumda.

Şömine soba yanıyor yanı başımda. Salonda toplanıyoruz. Temizlik, hijyen, misafir ilişkileri, tasarruf, israf konularında ikaz ediyorum personeli. Toplantıdan sonra Hüseyin odun kesmeye gidiyor.

Gün boyunca Taş Ev meraklılarını ağırladık. Civarda yer alıp taş ev yapımına girişenler, nasıl bir yer acaba deyip gelenler, grup yemeği vermeyi düşünenlerin uğrak yeri oldu bugün.

Akşama doğru Hüseyin izin istiyor. Anladık artık. Ya bahçe işi ya da garsonluk diyor. İki tane odun kırınca saat beş, paydos. Neyse ki hafta arası ona çok ihtiyaç olmuyor. Boş boş bekleyeceğine tarla bahçe işiyle uğraşsın bari.

Eşim tam bir iyilik meleği. Geçen sene konuştuğumuz kestane toptancılarından biri harıl harıl kestane arıyor. Biz hepsini sattığımız için komşulardakini soruyor. Birkaç gündür seferber olmuş eşim, toptancıya kestane arıyor. Ne komisyon alacak ne de başka bir çıkarı var. "İnsanlık adına" diyor. Bugün de Cambaz Ali'yi aramamı istedi. Toptan fiyatı dokuz liraya çıkmış. Biz gömüyü açmasaydık altı liraya düşerdi kesin. Cambaz Ali kestaneyi yarıcıya vermiş, cumartesi günü açacaklarmış gömüyü.

Hala kitap okuyamıyorum. Bu gidişe bir son vermem, hayatımı yeniden düzene sokmam lazım artık...

MASANIN BU TARAFI

13/12/2016 Salı, Kuşadası

Bugün tatil günümüz. Pazar alışverişinden önce Taş Ev'imizle hemen hemen aynı günlerde faaliyete geçen bir kafede kahvaltı ettik. Aklıma "masanın karşı tarafı" anekdotu geldi. Meslek hayatımda masanın hep bu tarafında oturdum. Karşı tarafımda oturanlar genellikle devlet memuruydu. Genç yaşlarımda kamu kurumu yetkilileri, onlardan haklı bir talepte bulunduğumda bana karşı koyacak haklı bir neden bulamazlarsa eğer, "Sen masanın karşı tarafında oturdun mu?" diye sorarlardı. "Hayır, oturmadım." derdim. Bu sorunun altında yatan gerçek şuydu: İstediğin yönde karar verirsem bunu amirlerime, müfettişlere, Sayıştay denetçilerine anlatamam, soruşturma geçiririm. Bu korkunun esas nedeni kurumu zarara sokacak bu talebin kendi yanlış kararlarından kaynaklanmış olmasıydı.

Bu kez masanın bu tarafına geçtik. Kahvaltılıklar, çaylar önümüze geldi. Bize hizmet eden kafe sahiplerinin gözlerindeki mutluluğu okuduk. Bizi tanımadılar, biz de tanıtmadık kendimizi. "Buralı mısınız?" diye sordu biri, bizim bazen gelen misafirlere sorduğumuz gibi. "Evet" dedik sadece. "Sizi daha önce hiç görmedik." dediler. Kalkarken tanıttık kendimizi. Biz de sizi ziyarete geleceğiz dediler. Kafelerin kardeşliği... Hak ettikleri beş yıldızı verdik facebook 'ta. Hayır, torpil yapmadık, gerçekten iyilerdi. Aslına bakarsanız bakış açısı. Çekilen sıkıntılar ortak olunca biraz daha anlayışlı oluyor insan. Mesela biz kahvaltımızı yaparken tadilat vardı hemen yanımızda. E, burası beş yıldızlı otel değil ki o katı kapatasın.

Pazar alışverişi kısa sürdü. Oradan matbaacıya uğradık, kartvizitim bittiği için yenisini hazırlamalarını istedim. Öncekinin aksine "Bu sefer fon beyaz olsun." dedim. Bir dost tavsiyesine uyup yönümüzü Kuşadası'na çevirdik. Uzun zamandır ihmal ediyorduk bu şirin beldeyi. Akşama doğru tavsiye edilen Davutlar yolundaki et lokantasına vardık. Bahçede lokantaya adını veren 800 küsur yaşında bir çınar ağacı karşıladı bizi. Yine masanın bu tarafında olmanın rahatlığı içinde etrafı gözlemlemeye başladık. Sol tarafta bütün kuzular ateş üzerinde çevriliyor. Özellikle mezeleri övülmüştü. Salonun ortasındaki kocaman ocak üzerinde iri kütükler yanıyor içeriyi ısıtıyordu. Dışarının soğuğuna aldanıp şömine adını verdikleri ocağın hemen yanındaki masaya oturduk ama kısa zamanda aşırı sıcaktan rahatsız olduk.

Meze vitrini bizimkine benziyordu. Yan tarafta tatlılar ve meyveler için bir bölüm daha ilave etmişler. Dört meze seçtik. Her birimiz farklı yemek söyledik. Buraya gelmemizin bir nedeni değişik bir şey yapma arzusu, bir diğeri ailecek güzel bir yemek beklentisiydi. Gizli niyetimiz ise aynı sektörde faaliyet gösteren bizler için eksik ve fazlalarımızı görmekti. Masaya oturur oturmaz garson bizimle ilgilendi. Bu önemli bir ayrıntı aslında. Bizdeki bazı durumlarda mutfaktan başka bir masanın siparişini götürmeye çalışan garsonun salona geç geldiği, bu nedenle misafirlere yer göstermekte gecikildiğini konuştuk. Böyle durumlarda zaman zaman bizzat kendim devreye girsem de gözden kaçan durumlar oluyordu zaman zaman. Belki bu konuda Hüseyin'i de ikaz etmek gerekecek.

Yemek salonu, tuvaletler, mutfak pırıl pırıldı. Tam puan aldılar bu konularda. Mezelere gelince; Fiyatlar bizim meze fiyatlarından % 15  daha düşüktü ancak porsiyonlar bizimkilere oranla çok daha küçük. En önemli eleştirim menü sorduğumda menülerinin olmadığını ancak ağız yoluyla bana söyleyebileceklerini ifade etmelerineydi. Böylesine güzel bir işletmeye yakıştıramadım. Mezeler fena değildi ama lezzet olarak bizimkilerin yerini tutmadı. Bunun nedeni Aşkın Şefin zeytinyağı ve lezzet verici diğer malzemeleri kullanmada elinin bolluğu olabilir. Yapılan keyifle yendiğinde problem yok. Ancak geri gelip çöpe atılan konusunda çok katıyım.

Sıcakları söyledik. Medium pişmiş dana antrikot istedim. Tam zamanında gelen servis tabağında garnitür olarak patates kroket ve brokoli ile pirinç pilavı vardı. Bıçağı vurduğumda kolayca kesilen etin rengi, olması gerektiği gibi, pembemsiydi. Ağızdaki yumuşaklığı ve lezzeti yerindeydi. İkinci tabak olarak tandır dedikleri kuzu çevirmeyi denedik. Altından ısıtmalı biz düzenek içinde bakır kapta sunulan et gerçekten tandır kıvamındaydı. Her iki et yemeğini de kusursuz gördüm. Üçüncü tabak konusunda aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. O kadar güzel et yemeklerinin yanında ızgara köfte sönük kaldı. Parmak patates eşliğinde sunulan ızgara köfte bizimkilerin yarısı kadar irilikteydi. İçi kırmızıya yakın pembe olmasına rağmen suyunu kaybetmiş, kurumuştu. Et porsiyon büyüklükleri bizimkilerden az değil, fiyatları ise ucuz. Izgara köfte ise porsiyon büyüklüğü ve lezzeti bakımından bizimkine göre sınıfta kaldı diyebilirim.  

Sezar'ın hakkı Sezar'a. Ziyaret ettiğimiz işletme bizden beş kat daha büyük oturma yerine sahip ve daha profesyonel. Daha uğrak bir yer olması itibarıyla ekibi daha kalabalık. Bizim bu ziyaretimiz hem gözümüzü hem midemizi şenlendirirken bize yeni ufuklar kazandırdı. En önemlisi masanın bu tarafının keyfini yaşattı.  

12 Aralık 2016 Pazartesi

YAĞMUR BEKLENTİSİ

12/12/2016 Pazartesi, Tire

Dün bir değişiklik yapıp şehirdeki evimizde geçirdik geceyi. Bu sefer Taş Ev daha bir evimiz gibi geldi bana. Şehirdeki evimiz ise adeta bir otel odası gibi göründü gözüme. Kızım yılbaşı konulu hayaletli bir film buldu izleyelim diye. İlk çeyrek saatte uyuklamaya başladım.

Sabah yağmurlu olacağı söyleniyordu. Biraz serpiştirdi o kadar. Fırtınaya dönüşen rüzgar bir türlü yağmur doğurmadı. Yağmur yağması lazım artık buralara.

Kahvaltıdan sonra kızımızı uğurladık İzmir'e. Yaylaya çıktık. Kapı açık olduğuna göre Hüseyin gelmiş olmalıydı. Temizliğe başlamadan önce Zeytin'i serbest bırakmış. Bizimki bir sağa bir sola depar atıyor.

Hemen çıkmam lazımdı. Her şeyden önemlisi sol yanımdaki köprü dişim düşmüş yine tek tarafla idare etmeye çalışıyordum. Hatta sabah tesadüfen karşılaştığım diş doktoruma "Benim dişler sizi çok sevdi" diye takılmıştım. İlk iş olarak gidip dişlerimi yaptırdım.

Yağhaneye uğrayıp yağlarımızı aldım. İki sene öncesinin üçte biri kadar yağımız oldu bu sene ama yine de beklediğimizin üzerindeydi. Havanın kuraklığı mı, çiçek zamanı sıcak bir rüzgarın değmesi midir sebep yoksa bizim şanssızlığımız mı bilinmez az çıktı yağımız. Dışarıdan yağ almak biraz dokunacak bu yıl bize ama kısmet, ne diyelim.

Akşam üzeri güzel bir teklif alıyoruz. Slow Food Terra Madre programı kapsamında bir yemek organizasyonu durumu var ki tanıtım için güzel bir fırsat.

Arayıp yılbaşı programını soranlar, rezervasyon yaptırmak isteyenler var. Yılbaşı çamımız ve sürpriz hediyelerimiz hazır. Biraz daha süsleyip güzelleştirmemiz lazım Taş Ev'imizi.

BAĞIRIN BEYLER

Terör yurdumuzun her köşesine yayılmış. Üzülüyor muyuz? Elbette. Ancak hayatını kaybeden ya da yaralanıp sakat kalan insanların ailelerine düşen ateşi ne kadar hissedebiliriz içimizde. Bizim üzüntümüz o ailelerin çektiği acının yanında nedir ki?

Elimize bayrakları alıp "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" diye bağırınca ölen insanlar geri mi geliyor? Ya da yüksek yerlerde oturan idarecilerin "Yanlarına bırakmayacağız, misliyle karşılıklarını alacaklar." beyanları ne kadar su serpiyor yüreklere. Ölenlerin eşleri, çocukları, anneleri, babaları ailelerinde bir şehit olduğu için çok mu mutlu oldular?

Uzun seneler önce bir PKK tuzağına kurban verilen İzmirli bir yedek subayın acılar içindeki annesinden duymuştum ilk kez. "Hayır, vatan sağ olmasın, benim evladım sağ olsun"

Büyük bir aldatmaca bu. Ben olaya çok farklı bir gözle bakıyorum. Belki de umursamazlığım bundan. Oğlunu genç yaşında teröre kurban vermiş, yüreği yanan bir ananın milyonda biri kadar olur mu üzüntüm? Her gün bir yerlerde patlıyor bombalar, silahlar. Ülke bayram havasında (!) Her tarafa bayraklar asılmış. Galata Köprüsü ışıklara boyanmış, duvarlarına Türk bayrağı yansıtılmış, köprüler ışıklandırılmış, her bina bayraklarla süslenmiş. Caddelerden motosikletli gruplar, taksiler geçiyor korna sesleriyle, bayraklarını sallayarak. Terörü protesto ediyorlar, birlik mesajı veriyor (!) Anlayan kim?

Cumhurbaşkanı, Sağlık Bakanı ile yaralı ziyaretinde. Yaralı polislere moral veriyor. "Bir tarafım ağrıyor deme sakın, nişanlın üzülür sonra."  Diğer bir yatağın yanına gidiyor. Yaralı çevik kuvvet polisi başını kaldırıyor. "İki çocuğum var Sayın Cumhurbaşkanım." Eziliyor karşısında, gözlerini indiriyor ve devam ediyor. "Ama üçüncüyü de yapacağız İnşallah." Cumhurbaşkanı "Olmaz" diyor. "Üç tane yetmez en az beş tane yapacaksın."

Bol bol çocuk yapın. Teröre kurban edecek çok insan lazım. Siz yapın biz öldürelim, adına şehit diyelim. Bir zamanlar Irak-İran savaşı vardı. Amerika ve diğer silah tüccarları her iki ülkeye de silah satıyordu el altından. Savaşın sonunda sınırlarda en ufak bir değişiklik olmadı. Olan sadece masum yüzbinlerce cana oldu. Füze atışları oluyordu ülkelerin birbirlerine. Füze hedefi belli olmayan bir yere düşünce onlarca kişinin canını alıyor, sakat bırakıyordu. Bir füze o taraftan, bir bu taraftan. Dünya bu manzarayı uzun süre seyretmişti timsah göz yaşlarıyla. Orada da her ölen kişinin aileleri çekti acıyı. Enka'daki koordinatör göndermek istemişti beni Irak'taki baraj inşaatına. Savaş halindeki bir ülkeye gitmem konusunda beni ikna etmek için "Ben her ay gidiyorum, füzenin isabet olasılığı çok düşük" dediğini hatırlıyorum. Savaş bitene kadar gitmedim. Ülkenin durumu farklı değil. Savaş ortamında yaşıyoruz. Füzelerin düşme olasılığından daha fazla bir yerde canlı bomba patlaması ya da görevini yapan güvenlik güçlerinin bir pusuya düşürülmesi.

Ne yapalım. Üzülelim mi? Üzülelim mi FETÖ örgütünün darbe gecesi öldürdüğü insanlara? Üzülelim mi İsrail karasularına giren Marmara gemisindeki kahraman şövalyelere? Ne oldu şimdi. İsrail ile durumlar iyi. Değil mi? Ya ölenlerin ailelerindeki durum. O hayatını kaybeden gençlerin annelrine bir sorun bakalım unutmuşlar mı oğullarını?

Üzülmek durumu düzeltmiyor. Size bir sır vereyim. Şehitler de ölüyor. Bana inanmıyorsanız gidin anne babalarına değil, onların yüreklerine sorun. Ne mi yapın? Biraz kafanızı çalıştırın sadece, başka bir şey istemiyorum.

Doğal değil bu terör meselesi. Yani bu kadar kangrenleşmesi. Neden Amerika'da, Avrupa'da yok. Kaç yıldır ülkenin insan kaynakları, ekonomisi zarar görüyor. Kimdir bu işin sorumlusu. Elbette siyasi iktidar. Garip olan şu ki, kimse bunu görmüyor. Canlar gittikçe siyasi iktidara destek artıyor. FETÖ ile ortaktılar. Bütün ülkeyi teröristlere teslim ettiler. Askerin gücünü kırdılar. Uçak kullanacak pilotumuz kalmadı. Kandırıldık deyip sıyrıldılar işin içinden.

Ülkeyi bölmek isteyenleri sınırdan törenlerle karşıladılar. Onların kim olduklarını sormayın. İşte canlı bombaları gönderenler onlar. "Açılım" dediler, valilere emir verdiler. Dokunmayın onlara dediler. İlçeleri cephane yaptırdılar. Sonra onca insan malını mülkünü bırakıp terk etti topraklarını. Terk edilen ilçeleri kurtarınca muzaffer oldular. Halkımız neden görmez bunları.

Bu takımın gücü PKK ya değil gezi olaylarında gözlerinden zeka fışkıran pırıl pırıl gençlere yeter. Çünkü onların silahı bombası yoktur. Zeka değil kaba kuvvet söker ancak onlara. Ülkenin bir avuç zeki çocuğunu öldürdüler, öldüremediklerini sindirdiler. Şimdi sokaklarda bir yığın insan düşünmeyen, düşünemeyen, düşündürtülmeyen... Ellerinde bayraklar. "Şehitler ölmez, vatan bölünmez." Bağırın, bağırın bayanlar, beyler. Ne şehitler ölecek ne de vatan bölünecek siz güzel bağırırsanız eğer.   

11 Aralık 2016 Pazar

MEVZUAT HANIM

11/12/2016 Pazar, Tire
Kahvaltıya İzmir'den kalabalık bir grup rezervasyon yaptırmıştı. Adnan Şefi almak üzere erken yola çıkmam lazım. Saat dokuzda telefon ediyorum. Cevap yok. Beş on dakika sonra dönüyor bana. Uykudan yeni uyanmış. Akşam ayrılırken onu saat onda alacağını söylemişim meğer. Üst üste iki gün aynı şey oluyor. Erken aramamın bir sebebi İzmir'den gelecek grubun telefon edip yola çıktıklarını söyleyerek beni panikletmesi. Hüseyin'i arıyorum. Önce onun telefonu da cevap vermiyor. Beş dakika sonra geri dönüp işyerinde olduğunu söylüyor. Saate bakıyorum, misafirler yarım saat sonra gelmiş olacaklar. Adnan Şef buluşma yerine gelir gelmez çıkıyoruz yaylaya.

Masalar düzenleniyor. Kahvaltılıkları zaten hazırlamış eşim. Sadece servis açıldıktan sonra küçük kahvaltı tabakları yerleştirilecek. Bir çeyrek saat içinde her şey hazır oluyor.
Aşkın Şef de zamanında geliyor.
Misafirlere vereceğimiz menü hakkında ekibi bilgilendiriyorum. Çok geçmeden misafirler gelmeye başlıyor. Her ilk gelen gibi önce bahçeyi ve binayı gezip bol bol fotoğraf çekiyorlar. Hava oldukça güzel. Gün ilerledikçe sabahın serinliği güneşin sıcaklığına bırakıyor yerini. Salonda her ihtimale karşı şömine soba yanıyor.
Gelen ailelerin hepsi kültürlü, yemeyi ve gezmeyi seven kişiler. Taş Ev'e hayran kalıyorlar. Tek tavsiyeleri bol bol tanıtım yapmamız yönünde. Bu esnada kahvaltıya gelen başka aileler de var. İlginç bir rastlantı gelen bütün misafirlerin arabalarının rengi beyaz. Daha sonra gelen iki gri renkli araba ile tılsım bozuluyor.

Dün kızımla Zeytin'i eğitim yürüyüşüne çıkarmıştık. Bugün de bir fırsatını bulursak yine çıkalım istiyoruz. Kızım Sağlık Bakanlığının ne kadar yönetmeliği varsa sıralıyor. O kadar çok kural var ki uyulması gereken. Onca yıllık tecrübem şunu göstermiştir bana. Sözleşmeler, yönetmelikler, yasalar sadece güçlü olana işler. Eğer niyet yok etmekse karşısındakini, hepsi birer araçtır sadece. Memurun niyeti olsun işyerini kapatmaya yeter ki. Mutlaka açık bir noktanı bulacaktır. Vergide de durum aynı belediyede de. Bazen siyaset girer işin içine bazen ticaret. Çoğu denetçi niye denetlediğini bilmez bile. "Mevzuat efendim, mevzuat" der durur. Bu açıdan taş duvar içinde bakır gaz borusunu geçirmek için bıraktığım boruyu beğenmeyip ahşap doğramada delik açtıran itfaiyecilere benzerler. Her ne kadar istisnalar kaideyi bozmasa da yönetmelikleri çok abartılı ve işgüzar bulur, onları memurun elini güçlendirmek için bir araç olarak görürüm. Yönetmelik maddelerinden biri de şuymuş (!) Sıvı sabunluklar mikrop yuvası olduğundan her boşaldığında üzerine yenisini eklemeden yıkanıp kurutulmalıymış. Teneffüs edilen havada da mikrop var aslında. Doğrusu maskeyle dolaşmak. Kızıma "Mevzuat Hanım" demeye başlıyorum. Sanki bana inat okudukça okuyor Sağlık Bakanlığı mevzuatlarını. "Biraz daha okursan bayılacağım şimdi ."diyorum. "Denetlemede soracaklar ama bunları." diyor. Aklıma çimenlerin üzerindeki uzun yol geliyor. Uzun parke döşeli yolda bir sürü yönlendirme levhası. Ancak üzerinden geçen bir Allah'ın kulu yok. Bütün insanlar karşı tarafa geçmek için en kestirme yolu kendileri yaratmışlar. Yol olarak kullandıkları dar şeritte çimler yok olmuş üzerinde gidip gelmekten. Bir şeye uyulsun isteniyorsa çok fazla detaya girmeyeceksin. Her şey için geçerli bu kural. Yazdığın yazının okunabilir olması için kısa olması gerektiği gibi. Fazla uzatmayım bu lafımın üzerine.

Zeytin'le dolaşıyoruz. Kızım güzel fotoğraflar çekiyor.  

Gündüzün yoğunluğu yerini akşamın sakinliğine bırakıyor. Bu gecenin Mevlit Kandili olmasının etkisi büyük elbette.      


ÇAM ORMANI

10/12/2016 Cumartesi, Tire

Yorucu bir gündü. Zeytin hasadına başlayalı bugün üçüncü gün. İş bitsin diye ekibi arttırdım. Havanın alaca karanlığında önce Boynuyoğun Köyüne, oradan Işıklı Köyüne uğrayıp toplayıcı kadınları aldım. Silkicilere ve iki toplayıcı kadına yer kalmadı arabada. Bir araba dolusu kadını zeytinliğe bıraktıktan sonra yeniden geri dönüp kalanları getirdim.

Hüseyin'e telefon ediyorum. Yukarıda temizliği tamamlamış. Az önce kahvaltıya birilerinin geldiğini söylüyor. Hemen yaylaya gidip nöbeti devralıyor, onu zeytinlikte işçilerin başına gönderiyorum.

Hava çok güzel. Böyle güzel havaları kaçırılmaz. Biz de kızımla birlikte Zeytin'i dolaştırmaya çıkıyoruz. Yan komşumuz çam ormanının bir kaç kare fotoğrafını çekiyorum.

Kahvaltıyla başlıyor servisimiz. Kızım yukarı gelip salondaki masalardan birinde tez hazırlığına başlıyor.

Öğleden sonra saatler çabuk geçiyor. Hüseyin'e soruyorum kaç çuval zeytin topladıklarını. Bir müddet sonra dayıbaşı arıyor. Zeytinliğe gidip çuvalları yüklediğim gibi yağhaneye doğru yol alıyorum. Bu şehre yaptığım üçüncü sefer bugünkü. Dönüp iki postada işçileri köylerine bırakıyorum. Burada adet, ödemelerin Salı günleri yapılmasıymış. O güne nerede bulacağım dayıbaşını? deyip işçilik paralarını ödüyorum. Döndüğümde hava kararmış oluyor.

10 Aralık 2016 Cumartesi

ZEYTİN SEFERBERLİĞİ

09/12/2016 Cuma, Tire

Bu sabah alarmı yarım saat daha geç kurdum. Avluya çıktığımda hava yeni yeni aydınlanmaya başlamıştı. Hemen hazırlanıp yola koyuluyorum. Arabanın sıcaklık göstergesinde dışarıdaki sıcaklığın 3 derece olduğunu okuyorum. Kapının önü çığ tabakası ile beyaza boyanmış. Alt seviyelere doğru artması gereken sıcaklık derecesi beklenenin tam aksine şehre doğru inildikçe düşmeye başlıyor. Kaplan Köyünden geçerken 2 dereceyi, şehre vardığımda ise yılın ilk 0 derecesini görüyorum. Bu garip durumun ancak şu şekilde izah edilebileceğini düşünüyorum: Araba hareketsiz durmakta iken gerçek sıcaklık okunurken hareket halinde sıcaklık, ayazın vurmasıyla birlikte birkaç derece daha düşüyor olmalı.

Kaç sefer indim çıktım yaylaya bugün sayısını bile hatırlamıyorum. Önce silkicileri, sonra kadın toplayıcıları alıp zeytinliğe bırakacaktım. Işıklı köyüne geldiğimde yine yoktu kimse ortalıklarda. Elimi cebime atıyorum, telefonum da yok yerinde. Adamlara geldiğimi nasıl haber veririm? Buluşacağımız yerdeki kahvehaneye girip dayıbaşının telefonunu soruyorum kahveciye. Kahveci kapıyı işaret ederek "Orada yazıyor." diyor ilgisizce. Esas sorunun telefonumu yanıma almayı unutmuş olmam olduğunu söyleyince bana doğru uzatıyor telefonunu. Kapının yanındaki camekan üzerine yapıştırılmış kartvizit üzerindeki numarayı çevirip dayıbaşını arıyorum, "Geliyorum, yoldayım." diyor. Beş on dakika sonra çıkıyor ortaya. "Patronla konuştum." diyor. "Kimmiş bu patron?" Merak edip soruyorum. Hesap sorarmışçasına dönüp "Sen patron değil misin?" diyor. "Allah korusun." diyorum lafın gelişi. Patronluk zor iş. Meğerse kimin işini yapıyorlarsa ona patron diyormuş. Ekibi toplayıp zeytinliğe geldiğimde saat dokuzu buluyor. Hüseyin'i arıyor gözlerim. Taş Ev'e gitmiş, orada temizliğe başlamış olabilir.  

Bugün bir de küçük pazar kuruluyor burada. Hüseyin artık zeytin toplayıcılarının başına geçmiştir diye içim biraz rahat. Hemen şehre dönüp pazar alışverişini yapıyorum. Her zamanki buluşma yerinde Adnan Şefi bekliyorum. Yanımda telefonum olmadığı için onu arayıp haber vermem mümkün değil. Bir çeyrek saat geçiyor, ne gelen var ne giden. Eşim yukarıda yalnız. Hani beni arayacak olsa ulaşamayacak. Hüseyin deseniz o ne alemde bilmiyorum. Bir an önce telefonuma kavuşmak istiyorum. Alışveriş ettiğimiz kasabın çalışanlarından biri yardımcı oluyor. Adnan Şefin numarası varmış kendisinde. Arayıp onu beklediğimi söylüyor. Uykulu bir sesle "Geliyorum." dediğini öğreniyorum. Üzerinden bir çeyrek saat daha geçiyor. Kızmaya başlıyorum için için. Nihayet beyefendi görünüyor. "Neredesin?" diye sorunca "Erken geleceğinizi söyleseydiniz ona göre hazırlanırdım." diye cevap veriyor. Meğerse her zamanki saatten bir saat önce gitmişim onu almaya. "Haklısın, hatayı ben yaptım, kusura bakma" diyorum.     

Adnan Şefle birlikte Taş Ev'e döndüğümde eşim Hüseyin'in telefon ettiğini söylüyor. Motosikleti arızalanmış. Hemen arıyorum onu. Motoru tamir ettirip az önce zeytinliğe geldiğini söylüyor. "Ekip güzel çalışıyor amca, ben de şimdi yanlarından ayrıldım onlara su getirmeye gidiyordum." diyor.  

Dün yağhaneye götüremediğim yedi çuval zeytini Adnan Şefle birlikte arabaya yüklüyoruz. Telefonu alıyorum yanıma. Şarjı azalmış. Zeytinleri tanıdık bir yağhaneye bıraktıktan sonra yağları koymak için teneke satın alıp yağhaneye teslim ediyorum. Telefonumun şarj olması için yağhanenin ofisinde bir süre bekliyorum. Akşam yemeği revizyonları geliyor. Bir hanım İzmir'den arıyor. Pazar kahvaltısı için büyük bir grup rezervasyonu yapıyor. Yukarıdan telefon ediyorlar. "Isırgan otu al, ekmek almayı unutma." 

Yarım saat kadar telefonumun şarj edilmesini bekledikten sonra alışverişi tamamlayıp yukarı çıkıyorum. Zeytinliğin önünden geçerek doğruca Taş Ev'e varıp malzemeleri indiriyorum. Saat dörde doğru tekrar yola çıkmadan önce Hüseyin'i arıyorum. Bana sekiz çuval zeytin toplandığını söylüyor. "Bugün iş bitmez amca, yarına devam edecekler." Nasıl olur yarın hafta sonu, kahvaltı var, kalabalık olur. Sen yoksun, ben yokum nasıl olacak bu iş?

Zeytinliğe vardığımda dayıbaşıyla konuşuyoruz. "Yol tarafındaki ağaçlar yüklü çıktı." deyip ekliyor. "Yarına toplayıcı sayısını arttırmamız lazım." "Eğer her biri elli kilo zeytin toplayacaksa istersen on tane ilave kadın getir, öbür türlü yevmiyesini kurtarmaz." diyorum. Dayıbaşı bana bahçede biriken zeytin kümelerini gösteriyor. "Burada toplar elli kilo her biri." diyor. Toplayıcı sayısı artınca hepsini bir seferde getirme imkanım kalmıyor. "O zaman iki sefer yaparsınız." diyor. "Eğer o kadar zeytin çıkacaksa üç sefer de yaparım, sorun değil." diyorum. "Pazartesi devam edersiniz hafta sonu yoğun olur Taş Ev diyorum." Dayıbaşı "O zaman bir hafta sarkar senin iş." diye tehdit ediyor. Çaresiz yarın işe devam etmelerini kabul ediyorum. 

Akşama doğru sekiz çuval zeytini arabaya yükleyip yağhaneye bırakıyorum. Hemen geri dönüp ekibi köylerine götürüyorum.

Gece misafirleri geç saatlere kadar oturuyorlar. Tavsiye üzerine geldikleri Taş Ev'den çok memnun kalıyorlar. Aşkın Şef'i yolcu ediyoruz. Ekibin yarısı beklemede. Misafirler gidince oturduğum yerden Taş Ev'in salonunun resmini çekiyorum. Tarihi bir binaymış gibi duruyor.  

Kızım telefon edip yola çıktığını haber veriyor. Gecenin sürprizi. Hafta sonu birlikteyiz. Ne güzel...

8 Aralık 2016 Perşembe

KESTANE&ZEYTİN İŞLERİ

08/12/2016 Perşembe, Tire
Güç geçen gecenin ardından kendime gelmem vakit aldı. Sabah erkene kurduğum saatin alarmı uyandırdı. Dün gece tembihlediğim saat "Kalk, doğru Işıklı Köyüne git, zeytin silkicileri ve toplayıcı kadınları al gel." diye bağırıyordu. Henüz bir saatten fazla zamanım var. Gideceğim yolsa ancak yarım saat.

Rahat bir şekilde köye varıyorum. Ortalarda kimse görünmüyor. Dayıbaşını telefon ettikten hemen sonra, çıkıyor ortaya. Elindeki üç uzun sırığı arabanın üzerindeki uzunlamasına demire sıkıca bağlıyor. Yoldan bir silkici alıyoruz arabaya. Diğer silkici başka tarafa gittiği için onun yerine kendisinin geleceğini söylüyor. Kadın toplayıcılardan bir kısmını Boynuyoğun Köyünden, birini Devlet Hastanesinin önünden, sonuncuyu ise Kesikbaş mevkiinden alıyoruz.

Bu ayın en soğuk günlerinden biri. Sabah yolun üzerinden akan sular donmuştu. Zeytinliğe vardığımızda saat dokuzu geçiyordu. Yoldan geçerken bıraktığım yaygı ve çuvalları alıp yukarı tarafa çıkardılar. Sınırlar nerede? Epeyce yukarı çıktık. Üst kısımda evvelki yıl diktiğim zeytin fidanları benim için birer işaret. Yine de tereddüt ediyorum.

Hüseyin'i aradım. Uykulu bir sesle cevap verdi. Hemen gelmesini söyledim. Yaygıları ağaçların altına sermeye başladılar. Ağaçlarda çok fazla tane yok. Yerler zeytin dolu, toplanacak gibi değil. Birkaç ağacın altını ancak temizleyebildim. Hüseyin geldi.

Saat on bire doğru Adnan Şefi almaya gittim. Alışveriş olmayan nadir günlerden biriydi. "Haydi çıkıyoruz." deyince o da şaşırdı buna. Hüseyin de zeytinlikte çalışanları kendi haline bırakıp çay almaya gelmiş. Sözde bana tost yaptırmak için gelmiş. Ben ise toplayıcıların başında dursun diye onu dikmiştim oraya.

Yemek molası verdiklerinde işin bugün bitmeyeceği kesinleşmiş gibiydi. Telefonum çaldı. Arayan Adnan Şef. Kestane toptancıları gelmiş beni bekliyorlar. Onlarla istemeye istemeye anlaştık. İşçilik, sırık çuval, ilaç parası derken harcadığımız parayı ancak karşılayabildik. İnce hesap yapsak belki de içerideyiz.

Dönüp zeytinliğe gittim yine. Altı yedi çuval kadar zeytin toplanmış. Yarısı ağaçta daha. Yerdekiler ayrı. Zeytin çuvallarını arka koltuklarını yatırdığımız arabaya koyuyoruz. Eşim arıyor yağhaneyi. Telefon cevap vermiyormuş. Kapatmış olabilirler düşüncesi ile çuvalları yaylaya çıkarıyorum. Döndüğümde ekip toplanmaya başlamış. Alıp onları yerlerine dağıtıyorum.

Yok, bugün başka bir şey olmadı. Ben daha iyiyim. İnşallah yarın daha iyi olacağım.

7 Aralık 2016 Çarşamba

MELANKOLİ

07/12/2016 Çarşamba, Tire

İlk kelimenin düşmesini bekliyordu dudaklarından. Atmak istiyordu içindeki safrayı.
Ağzını bıçak açmıyor, saatler geçiyordu... "Melankoli dedikleri bu olmalı." diye geçirdi aklından. Sevdiğinin küçük bir hatasını bulmak dahi rahatlatacaktı onu. Ne kadar hatırlamaya çalışırsa çalışsın bulamıyordu şimdi.

Kızgınlık anında söylediklerini   düşündü ama tek kelimesini dahi hatırlayamadı. Oysa ne kadar çok laf etmişti yüzüne. Sebebi yok değildi bu can sıkıcı lafların.

Hepsi buharlaşıp gitmişti zihninden. Delilleri karartan kendisi olmuştu. Neydi sebebi bu kızgınlığın. Delil yoksa sebep de yok. "Suçlusun o zaman." dediler. Kabul etti.

Bugünlük böyle...

KALİMERA

06/12/2016 Salı, İzmir


Pazar alışverişini çabuk bitirdim. Eşimle birlikte yaylaya çıkıp dolaplara yerleştirdik aldıklarımızı. Düne göre sanki hava biraz daha sıcak. Zeytin'e yemeğini bıraktıktan sonra yola çıkıyoruz. Geri dönüş saatimiz belli olmadığı için Metro'ya uğramamız gerek. İhtiyaçlarımızı aldıktan sonra Taş Ev'i yılbaşına hazırlamak için süsler alıyoruz. Yılbaşının olmazsa olmazı çam ağacı elbette. Sürpriz hediyelerimizle birlikte ağacımızın yanıp sönen ışıklarını, salonumuza rengarenk fırfırlı şeritler alıyoruz.

İkinci durağımız Taş Ev'in masa ve sandalyelerini tedarik ettiğimiz mobilyacı. Salon için ilave birkaç masa ve servant için teklif alıyoruz. İş yeri sahibi artan maliyetlerden yakınıyor.

Kızımla konuşuyorum. Akşama ona bir sürprizim var. Yaş gününde bir araya gelememiştik. Bu akşam ailecek birlikte olur telafi ederiz diye düşündüm.

Eşim son üç gündür yakın çevresinden üzücü haberler alıyor. Önce benim de tanıdığım çok sevdiği arkadaşının annesini kaybetmesine üzülmüştü. Daha bunun etkisinden kurtulamadan ablası kadar yakın bir dostunun genç yaştaki oğlu kalp krizine yenik düşmüş. Bu sarsıntılar az gelmiş gibi son olarak bir diğer yakınına konulan kan kanseri teşhisinden sonra on beş gün içinde hayata veda ettiği haberini aldı.

Bugün İzmir'e gitmemizin asıl nedeni de arkadaşına yapacağımız baş sağlığı ziyareti. İnsan en yakınını kaybederse tesellisi olur mu bunun? "Başın sağ olsun" ne demek? Sen büyük acı yaşadın onu boş ver, giden gitti artık, önemli olan sana bir şey olmasın mı? Bazı geleneklerimizi zaman zaman sorgularım. Bunun yerine "Acınızı paylaşırım." daha mı uygun? Belki de. İnsan böylesi acı günlerde yanında birilerini arıyor. Acının henüz zamana yenilmediği ilk günlerde sevdiklerini yanında görmenin acıyı azaltacağına inanıyorum.

Telefonun şarj cihazımı yanıma almayı unutmuşum. Eşimi arkadaşının yanında bırakıp şu bir liraya şarj eden cihazlardan birine takmak üzere dışarı çıkıyorum. İki tane şarj cihazının yanına bir üçüncüyü almak işime gelmiyor. Hatay caddesi üzerinde böyle bir yer var, biliyorum. Yaklaşık iki yüz metre ileride aradığım yeri buluyorum. Genç bir çocuk telefonunu cihazın kablosuna takmış bekliyor. Uyan kabloyu bulup para atılan yere bir lira salıyorum. On dakika sonra doluluk oranı yüzde altı seviyesinden on dörde çıkıyor. Yanımdaki gencin durumu vahim. Telefonumun şarj olup olmadığını merak ediyor. Zira onun telefonu on dakika sonra şarj oranı yüzde beşten üçe düşmüş. Can sıkıntısıyla süresi dolmadan telefonunu söküp yanımdan ayrılıyor. Benim telefonum da yüzde on yediyi gördükten sonra gerilemeye başlıyor. Eşimi arıyorum. On dakika daha kalacağını söylüyor. Bulunduğu yer kızımın evine yakın. Ben doğrudan eve gidiyor, lise arkadaşım Naci'yi arayıp akşam yemeği için rezervasyon yaptırıyorum. "Kalimera" adında şirin bir balık lokantası işletiyor o da.

Eşim gelince hep birlikte çıkıyoruz. Ailecek bir arada olduğumuz güzel bir gece yaşıyoruz. Kalamar ve tereyağında servis edilen karides gerçekten çok iyi. Naci bey kırlangıç ızgarayı öneriyor. Niyetim gece kızımda kalmak iken oğlum "Sadece bira içtim, arabayı ben kullanırım." deyince kararımız değişiyor. Kızımla vedalaşıp dönüş yoluna çıkıyoruz.  

5 Aralık 2016 Pazartesi

KESTANE ZAMANI

05/12/2016 Pazartesi, Tire
Haftasonu yoğunluğunun ardından pazartesi sabahları rahat nefes almamızı sağlıyor. İki gün üst üste sabahın erken saatlerinde başlayan kahvaltı hazırlıkları, gelip giden konuklar fiziki yorgunluktan ziyade kafa yorgunluğu yapıyor. Sıfır hata isteyen işimizde en ufak dalgınlık ya da küçük bir dikkatsizlik bütün emeklerinizi boşa çıkarabilir çünkü. Sadece masaların temiz olması yeterli değil, iyi kurulanmamış bir bıçağın üzerindeki su lekesi bile insanların sizi farklı değerlendirmesine yol açabiliyor. Neyse ki dün yoğurdun kalmaması dışında olumsuz bir durumla karşılaşmadık. Onu da kısa bir sürede tedarik etmiştik zaten.

Yatak keyfi yaparken eşim hatırlattı yine kestane işini. Doğru ya, bugün kestane gömüsü açılacaktı. Gümeli Ali traktörüyle saat dokuz buçukta geleceğini söylemişti dün. Hemen kapıları açıyorum. Hüseyin "Ooo, ben çok daha erken gelirim." dediği için olsa gerek henüz piyasada yok. Ali'yi arıyorum, telefonu cevap vermiyor. Hüseyin'i aramama gerek yok. O bugün gömünün açılmasında yardımcı olacak sadece. En azından kafasındaki plan öyle.

Saat on bire doğru Ali telefon ediyor ve yolda olduğunu söylüyor. Hüseyin'i arıyorum o da yoldaymış güya. Geldiğinde gecikmesinin nedenini anlatıyor. Babasının bacak kemiği kalçasından çıkmış, iki gündür ağrılar içinde kıvranıyormuş. Almış onu bir çıkıkçıya götürüp yerine taktırmış. "Şimdi telefon etti, konuştuk." diyor gülerek. "Çok iyiyim diyor, eskisinden bile daha iyiymiş."

Ali'nin traktörü arkasında kestaneleri dikenli kozalarından ayıran mekanizma olduğu halde gömüye yanaşıyor. Yaklaşık bir ton kestane çıkacak. Piyasası yedi yedi buçuk lira arasında gidiyormuş. Marketlerde ise yirmi liraya yaklaşmış. Elek altı kestanelerin kilosuna üç liradan fazla vermiyormuş toptancı. Bu sene işçiliği kurtarmıyor alacağımız para. Moralim bozuluyor. Dalında bıraksan olmuyor, toplasan zarar. Çektiğin stres yanına kar. Öyle bir stres ki eşi benzeri yok. Silkici ararsın bulamazsın. Söz verirler geleceğiz diye, gelmezler. Silkici yevmiyeleri 300 TL ye toplayıcılar 120 TL ye dayanmış.

Eşimi odasında morali bozuk görüyorum. Ağlamaklı. Ne olduğunu soruyorum. Çok sevdiği bir arkadaşının oğlu kalp krizinden vefat etmiş. Oğlunu pek tanımasa da arkadaşı adına çok üzülüyor. Evlat acısı ne demek? Hele öyle genç yaşında. Arkadaşının acısına ortak olmak için şehre iniyor. İki gün önce de bir başka yakın arkadaşının annesinin vefat ettiği haberini almıştı. Belki yarın başsağlığına gideceğiz.

Öğlen yemeğine gelen misafirlerimizden az konuşan meslektaşımmış. Konuşkan olan veteriner hekim. Burada ev yapımı şarap yapmamı öneriyor. Nasıl yapacağımı tarif ediyor hemen. Katkısız zahmetsiz şarap üretilebiliyormuş meğer. "Git, pazardan dört kilo kara üzüm al." diyor. "Aldığın üzümleri ez, posasıyla birlikte suyunu bir kovaya koy. On gün süre ile köpürdükçe karıştır." Bu işleme ilk fermantasyon deniyormuş. "Bu süreden sonra alkol derecesi yedi sekiz civarına ulaşır. Bu şekilde içsen bile hafif kafayı bulabilirsin." diyor ve devam ediyor. "İkinci işlem yarı fermente olmuş posalı üzüm suyunu süzmek ve başka bir kaba boşaltmaktır. Bu kabın ağzına serum hortumu gibi ince bir hortum takıp bir ucunu fermente üzüm suyuna diğerini içi su dolu bir şişeye daldıracaksın. Çıkan gaz suyu köpürtür. Ne zaman ki gaz çıkışı biter, şarabın içime hazırdır. " Bu kadar kolay mı? Başka katkısı yok mu bunun? diye soracak oluyorum. "Sizin burada kestane meşhur. Her bir litre üzüm suyuna fermantasyon süresince bir cm3 gelecek şekilde fırınlanmış kestane odunu koyarsan onun aromasını alır şarabın."  Beyefendi sadece şarap değil, rakı, konyak, rom, viski gibi her türlü alkollü içkiyi ev yapımı olarak üretiyormuş. "Nereden bu merak?" diye soruyorum." İhtiyaçtan" diyor gülerek. "İçkiler çok pahalandı. Biz ise her akşam içeriz bu mereti"

Akşama doğru yine ayaz çıkıyor. Hüseyin müsaade istiyor kestanecilere yardım ettiği için. Biraz da odun hazırlamıştı şömine soba için. "Yarın gelir kestanecilerle konuşurum siz olmazsanız." diyor.

Bilgisayarımın da artık emeklilik vakti geldi. Kendini onarması için kapatıp açmamı istedi. Dediğini yaptım ama bir türlü açılmadı. Ekranda bir saatten fazla sürebilir diye bir not görünüyor. Ne bir saati iki saati geçti ilerleme yüzde sıfır. Ondan ümidi kesip eşimin bilgisayarını alıyorum elime. Kendi bilgisayarımda uğraşıp düzenlediğim Taş Ev'in yılbaşı program menüsü ile ilgili çalışmamı sil baştan yeniden hazırlamak zorunda kalıyorum. Yılbaşı fiks menü ücreti bana ters geldiğinden alkolü normal yemek menüsünden ayırıp alkol fiyatlarını yanına yazıyorum. Kimi bir şişe içer kimi bir bardak, içmeyen de içmez. Bu bana göre daha adil.

MUTLU BİR HAFTA SONU

05/12/2016 Pazar, Tire


Hafta sonu kahvaltılarımız bayağı ünlendi. Bugünkü telaşımız ise çok farklı. Öğlen yemeğine İzmir'den kalabalık bir doktor grubu gelecek. Öğlen saatlerinde grup yemeğini kahvaltı servisi ile birlikte yürütmemiz çok zor. Bu zorluk hem yer bakımından hem de mutfak ve ekip bakımından. Facebook sayfamızdan duyuru yaptım. Hafta sonları normal olarak saat 14.00 e kadar süren kahvaltı servisi bu pazara mahsus olmak üzere 12.00 de sona erecektir diye.

Hüseyin erken geldi. Temizliği bitirdikten sonra salona çıkıp masa düzenini ayarladık. Normal olarak sadece geriye  iki masa yerimiz kalmıştı onlar da kahvaltı için rezerve edilmişti. Mecburen terastan içeri birkaç masa aldık.

Bahçeye arabalar dolmaya başlarken elemanların hepsi geliyor. Öğlen saat 12.00 olunca kahvaltı siparişlerini geri çevirmeye başlıyoruz. Bunun asıl nedeni mutfakta ordövr tabaklarının hazırlanmaya başlanması. Hava çok güzel. Dışarıda bile oturmak mümkün. Nitekim uzun zamandır misafir görmeyen verandaya bile masa açıyoruz. Genç doktorlar tam zamanında, hocaları biraz gecikmeyle geliyor Taş Ev'e.  

Güzel vakit geçiriyorlar. Önce ordövr tabağıyla yöresel mezelerin tadına bakılıyor. Kişiye özel mevsim salatalarının yanında ortaya sunulan keşkek yemeğe damgasını vuruyor. Hemen hemen herkes Tire şiş köfteden yapıyor sıcak tercihini. Ve günün kraliçesi trileçe tatlısı.

Günün olayı ayran. Meze ve ayran yapımında, Tire şiş köftenin yanında aşırı miktarda tüketilen yoğurt kalmıyor. Aksi gibi herkesin ayran içeceği tutuyor. Aşağı gönderdiğimiz eleman kim bilir ne zaman gelecek. Atladığım gibi arabaya düşüyorum yola. Yolda aklıma komşu restoranlar geliyor. Hemen birine dalıyorum. Fazla yoğurt ayran ne varsa alacağımı söylüyorum. Sağ olsunlar kırmıyorlar . Acil ihtiyacımı görüyorum. Komşu komşunun külüne değil ama yoğurduna muhtaçtır sözü gerçek oluyor.

Doktorlar müzik eşliğinde keyifle yemeklerini yerken, bahçeye bir gelin arabası giriyor. Genç çift daha önce misafirimiz olmuşlardı. Şimdi nişan törenleri için giyinip kuşanmışlar ve Taş Ev'in güzel fonunda video ve fotoğraf çekimine gelmişler. Zeytin merakla olup bitenleri ağzı açık seyrediyor. 





Açık pembe renkli tuvaleti içinde bir prenses gibi süzülen gelin, yanında yakışıklı damatla birlikte kah Taş Ev'in önünde, kah merdiven başında bir sürü fotoğraf çektiriyorlar. Ne mutlu ona ki bunun gibi mutlu günlere ev sahipliği yapıyor Taş Ev. Taş Ev'in uğurunun onlara, onların uğurunun Taş Ev'e dokunacağına inanıyoruz

Güzel misafirlerle güzel sohbetler oluyor. Hiç ummadığım yerlerden ortak tanıdıklar çıkıyor. Eskileri anıyoruz. Giden mutlu ve memnun ayrılıyor. Bu da bizi mutlu ediyor.

3 Aralık 2016 Cumartesi

TANITIM FİLMİ

03/12/2016 Cumartesi, Tire

Dünden farkı yok bugünün. Nedense bana daha soğuk geliyor. Sabah kapıya varmadan Hüseyin karşımda belirdi. Bu aralar horoz ve tavuklarının yanından ayrılmıyor. Gelir gelmez Zeytin'i çözüyor. Özgürce dolaşıyor geniş arazide bizimki, tam istediği gibi. Bir o yana bir bu yana deparlar atıyor. Sonra gelip önümde yatıyor. Elini uzatıp ayağımın üzerine koyuyor. Sevmemi okşamamı bekliyor. Masaj yaparmışçasına boynunu, kollarını ovuyorum. Sırt üstü ayaklarını gerip "Biraz daha, biraz daha" diyor adeta.

Adnan Şef'in gelmesini bekliyorum. Alışverişsiz gün geçmiyor. Koca şantiyelerde bile mubayaa dediğimiz satın alma işini haftada bir güne indirmiştim. Zaman zaman iş makinelerinin beklenmeyen arıza durumlarındaki acil parça ihtiyaçları dışında pek bozmuyorduk kuralı. Burada bunu uygulamak çok zor görünüyor. Ancak haftada iki günü zorlayabiliriz belki.

Dün cüzdanını düşüren beyefendi gelip emaneti teslim aldı. Günün ilk telefonu Google Amca'dan. Telefondaki ses amcanın kızı olmalı. Önce hayırlı olsun güzel bir mekan açmışsınız falan diye gurur okşayıcı sözlerle başladı. Şanslı on restorandan biri olarak reklam kampanyasından yararlanabilirmişim. Arama motoruna anahtar kırk kelime yazıldığında sayfanın sağ üst köşesinde restoranımız için hazırladıkları reklam çıkacakmış. Bütün İzmir ve civarı tarafından tanınmak tesisimiz için çok iyiymiş. Kampanya fiyatları şöyleymiş, istersem Avea veya Vodafon sabit faturalarına eklenebilirmiş. Siz güzel anlattınız sağ olun var olun da, bütün bunları bana e-mail yoluyla gönderseniz de ben ona göre kararımı versem." deyince amcanın kızı şaşırıyor. "Sözüm size değil ama biliyorsunuz telefonla yapılan işlerde dolandırıcılık çok oluyor. "E-mail adresimi veriyorum adının Şerife olduğunu söyleyen hanımefendiye. Ne e-mail geliyor ne de telefon.

İyi koku takip eden bazı uyanıklar birkaç tatlı sözle geçim yolu bulmuşlar eğer gerçek dolandırıcı değillerse bile. Bugün benim onları kabul günüm. Birkaç saat sonra biri daha arıyor telefonla. Efendim çok güzel bir yer açmışım. İzmir'de herkes Taş Ev'i konuşuyormuş. Ege TV olarak bir tanıtım filmi çekeceklermiş. Böyle güzel bir mekandan başlamak istiyorlarmış. Bilmem ne firması sponsor olarak bütün masrafları karşılayacakmış. Ne zaman bizi rahatsız edebilirlermiş? Kim olsa havaya girer. Vay, ben neymişim? Reklam yapmadan bu kadar tanındıysak eğer, reklam yaparsak kim bilir ne kadar artar gelirimiz? Adının İlhan olduğunu söyleyen beyefendi bizden sadece tanıtım filmi çekim ücretini talep edeceklerini, Ege TV de filmin ücretsiz yayınlanacağını, bize başka bir masrafı olmayacağını anlatıyor ve bir kez daha soruyor. Çekim için İzmir'den geleceğiz, epey yolumuz var, siz hangi gün müsait olursunuz? Bu filmi daha önce gördüğüm için kararım belli ama sadece meraktan soruyorum. "Peki, size ödemem gereken ücret ne olacak?" Doğrudan şu kadar demek yerine lafları süslemeye devam ediyor bizimki. "Sponsor firma geri kalan bütün masrafları karşılıyor. Bizim sizden talep edeceğimiz yalnız film çekim ücreti. Sizden bu hizmetin karşılığı olan 300 TL yi talep edeceğiz sadece." Teşekkür edip konuşmayı bitirmek istiyorum. "Yanlış anlamayın efendim, bu sadece çekim ekibine verilecek para, sizden reklam ücreti adı altında başka bir ücret talep edilmeyecek." Kapatıyorum telefonu.  Bu tecrübe nereden mi? Ankara'dan. Şöyle ki:

Eşim emekli olunca butik bir pastane açıyoruz Ankara'da. Diksiyonu düzgün bir hanımefendi telefon ediyor. "Efendim, sizin methinizi duyduk. Fox TV İstanbul merkezden arıyoruz. Sizin gibi sektör temsilcilerini halka tanıtmak adına çekim yapıyoruz. Fox TV sektörel tanıtım kuşağında değişik saatlerde yayınlanmak üzere sizin gibi küçük girişimcilerle röportaj yapmak sizleri halkımızla buluşturmak arzusundayız. Ne zaman müsait olursunuz?"

Fazla uzatmak istemiyorum. Aynı çete, aynı oyun. Acemiliğimizde tamam dedik, reklama ihtiyacımız var. Bir kameraman, bir de ağzı laf yapan bir hanımefendi geldi arabalarıyla. Yarım saat röportaj yapıp parayı aldılar. "Fatura isterseniz KDV eklemek durumundayız." demeyi de ihmal etmediler. TV de yayınlandı mı peki?  Elbette hayır.

Diş doktorumu arayıp randevu alıyorum nihayet. Öğleden sonra şehre iniyorum. Kasabımıza siparişi verdikten sonraki durağım doktor. Sağ alt çenemi iğnelerle iyice uyuşturuyor. Dudağımın ucunu hiç hissetmiyorum. Rezervasyonlar başlıyor. Dün geceden sonra iyi moral oluyor bu. İlk arayan bir beyefendi. Söze girişini beğenmiyorum başta. "Kaystros Taş Ev Restoran mı?" Evet cevabımı alır almaz ikinci soru geliyor. "Sizin orada Digitürk var mı acaba?" "Maalesef yok efendim." diyorum. "İyi o zaman, ben de bunu duymak istiyordum. Kız arkadaşıma evlilik teklif etmek istiyorum, uygun bir masa hazırlayıp süsleyebilir misiniz? Bir de masada mum olursa sevinirim." "Elbette efendim, en güzel masa istediğiniz gibi hazır."

Yarın öğlen yemeğine doktorlar geliyor. Metrekareye düşen doktor sayısı ile rekor kıracağız.

MEFARET HANIM

02/12/2012 Cuma, Tire


Günler çabuk geçiyor. Öyle ya da böyle kış mevsimi de göz  açıp kapayıncaya dek bitecek. Sabahın soğuğunda daha bir nazlanarak kalkıyoruz yataktan. Bugün küçük pazar kuruluyor çarşıda yine. Alınacak fazla bir şey yok, sadece yeşillik ve biraz meyve almam yeterli. Bir de hale uğrayabilirsem pazarı tamamlamış olacağım. Zeytin hasadını Dayıbaşı ile halledeceğim. Geçen yıllara göre ağaçlar seyrek bu yıl. Kaç kişi lazım kestiremiyor, bu nedenle zeytinliği Dayıbaşı'na göstermek istiyorum. Vakit kalırsa diş doktoruma görünüp ölçü aldıracağım. Anlayacağınız programım yoğun.

Bu yoğunlukta belki de en önemlisi yılbaşı programını ayarlamak. Pek çok kişi soruyor Taş Ev'de yılbaşı programı yapıp yapmayacağımızı. Şimdiye kadar hayat tecrübem program olup olmadığını soran bu kişilerin yılbaşında bizimle olmayacakları yönünde. Program konusunda tamamen kararsızım aslında. Eğer yılbaşında program olacaksa en azından bir canlı müzik koymak gerekecek. Müzisyenler yılbaşında yüksek ücret istiyorlar. Çoğu da zaten bir yere bağlanmış durumda. Taş Ev küçük olduğundan kişi başı şarjlar yüksek olacak doğal olarak.

Pazar alışverişinde aldıklarımı Taş Ev'de bırakıp yeniden aşağı iniyorum. Hava sanki ısındı mı ne? Bu doğru değil, aslında bu oradan oraya koşuşturmamın verdiği yalancı bir sıcaklık. Köyün birinden Dayıbaşı'nı alıyor bizim zeytinliğe getiriyorum. Bahçeyi geziyoruz. O da kestiremiyor kaç toplayıcı kadın lazım, iş kaç gün sürecek? "Sekiz kadın toplayıcı üç tane de silkici erkekle başlayalım." diyor. Ekibinin elinde iki günlük işi varmış, boşalınca bana haber verecek. Taş Ev'de bir çay ısmarlayıp köyüne bırakıyorum Dayıbaşı'nı. Çarşıdan üç tane büyük zeytin toplama yaygısı satın alıyorum. Depoda yeterince çuval var.

Hazır çarşıya gelmişken ne kadar müzik grubu varsa hepsiyle teker teker konuşuyorum. İşin doğrusu kafama uyan birileri yok. Herkes Taş Ev'i duymuş. Güzel şeyler konuşuluyor hakkında. Gitar ve yanına bir ritim saz şenlendirebilir salonu. İlk gittiğim yerin sahibi öyle birini tanıyorum deyip bilgisayarında performansını izlettiriyor. Hiç beğenmiyorum. O kadar beğenmiyorum ki hazırlamayı düşündüğüm yılbaşı programından bile vaz geçecek oluyorum. Yılbaşı gecesinde insanlar eğlence arar. Kimse o gece gidip senfoni dinlemek istemez. Müziğin kalitesinden ziyade program yapacak kişidir önemli olan. Biri varmış öylesi. Kuşadası'nda bir butik otel ile anlaşmak üzereymiş. Problem otelin fatura istemesiymiş. Sonunda bana program yapmayı kabul ediyor. Dört kişilik bir grup. Taş Ev'e çok bile. Menüyü kesinleştirip duyurmam lazım bir kaç güne kadar.

Akşam vakti anlaştığım keman sanatçısını almak üzere bir kez daha iniyorum aşağı. Bugün kaç kez oldu aşağı inip yukarı çıkmalar sayısını unuttum. Sigaraya ve alkollü içeceklere zam gelmiş. Yılbaşından sonra bekliyorduk. Hükümet yılbaşı hediyesini erken verdi.

Beklediğim canlılık olmuyor bugün. Belki de beklenti içinde olmamak en iyisi. Gelen az sayıda misafir var. Kemancı çalmaya başlıyor. Hiçbir ses düzeni olmadan küçücük kemanın çıkardığı ses ürkütücü.  Bilgisayarımı kaptığım gibi yukarı çıkıyorum. Eşim de geçiyor masada karşıma. Bilinen parçaların ardından "Ormancı" türküsünün notalarına başka sözler yapıştırıyor. Anlam veremiyorum buna. Türkünün sözleri içinde "Nasıl kıydın Mefaret Hanım kendi kendini" sıklıkla tekrarlanıyor. Önümdeki bilgisayardan türkü sözlerini giriyorum. İlginç bir öykü çıkıyor karşıma...

Mefaret Hanım 1906 yılında doğan Bulgaristan göçmeni bir hanım. Ankara Hukuk Fakültesini bitirip doğduğu yer olan Kütahya'nın Tavşanlı ilçesinde hakimlik mesleğine başlıyor. İlk kadın hakimlerimizden biri. Çağdaş, çevresinde saygı uyandıran bir Cumhuriyet kadını olan Mefaret Hanım uzun yıllar yalnız yaşadıktan sonra tam 45 yaşında kendisini anlayıp seven bir beyefendi ile nişanlanıyor. Aynı yıl eskiden bir sürgün yeri olan Bodrum'a tayini çıkıyor. Bodrum'da dolu dolu üç yıl görev yapıyor. Katıldığı bir eğlenceden sonra geç vakit evine dönüyor. Sabah işe gelmeyince merak edilip evine giren ilgililer Mefaret Hanım'ın boynundan ipe asılmış cesediyle karşılaşıyorlar. Hiç kimse kesin olarak bilmiyor bu hazin sona neyin sebep olduğunu. Tavşanlı'da ailesine ve nişanlısına acı haber ulaştırılmak isteniyor tez zamanda. Ancak ne yazık ki nişanlısının da birkaç ay önce öldüğü söyleniyor. Ufak yerlerde dedikodu bol olur ya. Bir rivayete göre nişanlıyken yaşadığı başka bir aşk duyulunca buna dayanamıyor. Bir diğer rivayet ise  delicesine sevdiği nişanlısını kaybetmek sebep oluyor bu intihara. Rivayet çok ama absürt bir tanesini daha yazayım; Mefharet Hanım görevi esnasında bir mahkuma aşık olur. Ancak görev aşkı daha da büyük olduğundan aşık olduğu kişinin hak ettiği idam kararını imzalar. Bu kararın onun intihar etmesine sebep olduğu söylenir.

"Bodrum Hakimi" diye bilinen bir ağıt yakılıyor Milaslı bestekar Nazmi Yükselen tarafından. Aynı kişi Uşşak Makamında besteliyor yazdığı sözleri. Öyküde yaşananlar 1976 yılında başrolünü Türkan Şoray'ın oynadığı bir filmin konusunu oluşturuyor. Filmin adı yine "Bodrum Hakimi"
 
Tire'de canlı müzik olayına nasıl bakılır? Kimler hoşlanır? Kimler hoşlanmaz? Geçen gün kulağıma hoş gelmişti uzaktan. Sanatçı kalkıp gittiğinde sessizliği özleyenler de olmuştu. Bugünkü canlı müzik duyurusu ters mi tepti. Benim çaldığım müzikler misafirlerin daha fazla mı hoşlarına gidiyor?

Yapının akustik özelliğinden mi bilmiyorum bu akşam kemanın sesi kulağımı tırmaladı. Hani buraya gelip sakin sakin yemeğini yerken fonda şöyle hafiften yemek müzikleri dinlemek belki de daha iyi. En azından ben bunu tercih ederim. Taş Ev'in facebook sayfasından canlı müzik, fasıl ile ilgili duyuruları kaldırıyorum hemen. Denemeden görmeyeceğimiz bir şeydi bu. Şimdi eminim gelenler canlı müzik soracaklar bana. Buna ne demeliyim. Her şey serbest olup misafir her zaman haklı olmasa şunu derim. "Cansızını tercih ederim."

Belki de kemancı ve kemanın suçu değil bu. Havanın soğukluğu mu etkiledi? Selin yola taşıdığı topraklar mı? Kim bilir belki de böyle olacak bazı günler, geceler. Dün sürpriz bir şekilde kalabalıktık, bugün yine sürpriz bir şekilde tenha.

Sırada kestane gömülerinin açılması var. Onu düşünürken telefonum çalıyor. Vakit hayli ilerlemiş. Arayan gecenin misafirlerinden biri. Cüzdanını düşürmüş olabileceğini söylüyor burada. Kalkıp masaların altına bakıyorum. Siyah bir cüzdan ilişiyor gözüme. "Tamam buldum." diyorum. Karşımdaki ses çok seviniyor buna. Burada düşürülen ikinci cüzdan oluyor bu. İnsanın düşürdüğü cüzdanı bulması hoş bir durum.

İlk olarak Hüseyin'i, ondan sonra Aşkın Şefleri gönderiyorum. Adnan Şefi tanıyan misafirler onu ve müzisyeni şehre bırakabileceklerini söyleyip ve benim şehre inmeme gerek kalmadığını söylüyorlar.

2 Aralık 2016 Cuma

KIŞIN İLK GÜNÜ

01/12/2016 Perşembe, Tire


Kışın ilk, haftanın en soğuk günü. Öğlene doğru ekip toplanıyor yavaş yavaş. Hüseyin salonun şömine sobasını yakıyor. Bugün ilk kez Taş Ev'in kapısı kapalı. Dışarıdan gelen misafirler kameradan görülüyor ama bunun için devamlı kameraya bakmak gerek. En mantıklısı kapıya kocaman bir "Açık" levhası asmak. Öğlen gelen giden pek yok. Kışın böyle mi olacak? Aşkın Şef boş kalmıyor hiç. Bugün Tire şiş köfteler hazırlanıyor. Keşkek hazırlıkları da başladı. Şehre inmem lazım. Hüseyin ikinci horozu için kümes yapma derdinde.

Bugün Zeytin için de yeni bir kulübe yapalım diyorum. Hüseyin'in hiç hoşuna gitmiyor. "Şimdi mi?" diye soruyor. "Ya ne zaman yapacaksın Hüseyin? Hafta sonu mu?" Kararlılığımı görünce biraz duraksayıp düşünüyor. "Evde benim iki kümes var, onları söküp Zeytin'e bir kulübe yapalım o zaman."

Benim şehirde işlerim var seni kümesleri sökmen için köyde bırakayım. Dönüşte seninle birlikte malzemeleri alırım. "Amca, senin arabaya sığar mı o kadar büyük parçalar? "Sığar Hüseyin, olmazsa koltukları yatırırız." Pek ikna olmuş görünmüyor. "Amca, o zaman gelirken biraz da çivi alıver sana zahmet."

Hüseyin'i köye bırakıp yoluma devam ediyorum. Biraz alışveriş yaptıktan sonra OSB nin yolunu tutuyorum. Dün zamanım olmadığından yetiştiremediğim faturayı teslim ediyorum önce. Geçen sene muşmulaları koyduğum plastik kasalardan almam lazım. Biraz aradıktan sonra buluyorum aradığım fabrikayı. Ana giriş kapısı kapalı. Kapıdaki zile basıp beklemem lazım normalde. Geçen sene benim kapıda beklediğimi gören bir çalışan yan kapıdan girebileceğimi söylemişti. Bu kez tecrübeliyim ya, zile basmadan açık olan yan kapıya yöneldim hemen. Bu geniş kapıdan mal almak üzere büyük tonajlı kamyon ve TIR'lar giriyor. Arabamla hemen sıvışıp ana binanın önüne park ettim. İdari binadan içeri girdiğimde kimseyi göremedim. Sağa sola baktım, kimse yok. Seslendim, cevap veren yok. Merdivenlerden bir üst kata çıktım. Kapısında Genel Müdür yazan oda hemen merdivenin başında. Tam o sırada odadan orta yaşlı bir hanım çıktı. Aşağıda kimseyi bulamadığımı söyledim. "Siz aşağıya inin biz haber verelim." dedi. 

Aşağı indiğimde görevli bayanın yüzünden düşen bin parça. Hayır bir şey demedi ama canının çok sıkıldığı belli.Telefonda biri ile konuşuyor. Üst katta karşılaştığım hanımefendi olmalı. "Efendim, sadece birkaç dakikalığına ayrılmıştım bir şeyler atıştırmak için." Benim yüzümden fırça yemiş belli. Özür diliyorum. "Biraz bekleseydiniz keşke." diyor. Karşılaştığım hanım yönetim kurulu başkanıymış. Koca fabrikanın yönetim kurulu başkanı (!) Kadıncağızın haline acıdım ama yapacak bir şey yok artık. "Nasıl girdiniz buraya?" diye soruyor merakla. "Yan kapıdan" diyor ve devam ediyorum. "Çalışanlarınızdan biri söylemişti geçen sene." Kadın yediği fırçanın etkisinden kurtulamamış. "Çok biliyor onlar." Meslek hayatımda her kademeden insanlarla haşır neşir oldum. Sonuçta parasının fazla olması ya da bir yerin üst düzey yöneticisi olması, hatta bakan veya başbakan olması insanı daha fazla insan yapmıyor. "Şeyh uçmaz, mürit uçurur." hesabı, insanları ulaşılmaz kılan yine onun altındaki insanlar oluyor. Türkiye'nin dev kuruluşlarından birinin yatırımlardan sorumlu genel müdür yardımcısının kabul salonundayım. Aralık kapıdan içeridekiler görülüyor. Koyu bir muhabbet var içeride. Şakalaşmalar, kahkahalar birbirine karışıyor. Çoğunu tanıyorum. Aynı kuruluşun üst düzey yöneticileri. Daire Başkanları vs. Birkaç tane tanımadığım insan daha var ama sohbet havadan sudan. Salondaki asistanın telefonu çalıyor. "Efendim şu anda kendileri önemli bir toplantıdalar, bir notunuz varsa ben ileteyim ya da siz telefonunuzu bırakın daha sonra size dönelim." Kahkaha sesleri kesinlikle karşı tarafa ulaştığı halde asistanın bu sözlerine çok şaşırmıştım o zaman. Benim orada ne işim vardı. Ben de kendisiyle bir iş görüşmesi yapmak üzere randevulu gelmiş sıramı bekliyordum. Yılbaşı ve diğer bayramlarda ilişkide olduğumuz üst düzey kişilere hediye almak adettendir. Sadece ona mı? Asistanı veya sekreterine de tabii. Yoksa sizi asla görüştürmezler, işiniz kalır.

Neyse, bir kaç kez daha özür dileyip bir daha geldiğimde zile basacağıma dair söz verdikten sonra kasaları aldım ve arabaya zor bela sığdırdım. Tam fabrikadan ayrılıyordum ki telefonum çaldı. Arayan Hüseyin. Kümesi sökmüş beni bekliyor. Arabanın içi kasa doluyken bir de Zeytin'in kulübe malzemelerini almam mümkün değil. Biraz daha beklemesini söylüyor ve doğrudan Taş Ev'e çıkıyorum. Hemen kasaları ve aldığım malzemeleri bırakıp yeniden köye iniyorum. Hüseyin köyün aşağı meydanında beni bekliyor. Zor da olsa malzemeler sığıyor arabaya. Dönüş yolunda Taş Ev'i görüyoruz karşıdan. Ağaçlar yapraklarını dökünce tamamen ortaya çıkmış artık.  

Yaylaya varınca hemen işe koyuluyoruz. Güzel bir kulübesi oluyor Zeytin'in . Üşümesin diye dört bir yanını naylonla kapatıyoruz. Hüseyin Çarşaf'ın yanına bir kümes daha yapmış. Bu da onun ikinci horozu ama adını sormadım.

Pazarcı Ahmet'i arıyorum. "Benim muşmulaları alacak mısın?" diye soruyorum. Ne fiyat istediğimi soruyor. Ahmet bu memlekette güvenimi kazanmış nadir insanlardan biri. "Sen kaça satarsan pazarda sat, bana hakkım ne ise onu verirsin." diyorum. Yarın İzmir pazarına gidiyormuş. Muşmulaları yeni aldığım plastik kasalara dolduruyorum. Yüz kiloya yakın geliyor. Eşime aşağı Pazarcı Ahmet'lere gideceğimi söylüyorum. Ahmet'in karısı da dünyalar iyisi, her zaman güler yüzlü. Sebze yapıyorlarmış. Hemen iniyoruz bahçelerine. Bizi görünce çok seviniyorlar. Muşmula kasalarını indiriyoruz. Bize tarladan kopardıkları lahana, karnabahar, ıspanak, turp otu ve pancar hazırlıyorlar. Parasını verelim diyoruz, kabul etmiyorlar.

Döndüğümde Zeytin'in kulübesi param parça. Bütün naylonları parçalamış. İyilik de yaramıyor  bu çocuğa. Akşama doğru rezervasyonlar başlıyor. Demek ki soğuk da olsa Taş Ev'in misafiri eksik olmayacak.

Telefonum çalıyor. Yabancı bir numara, muhtemelen yeni bir rezervasyon talebi olmalı. Kısa bir süre sonra yanıldığımı anlıyorum. Halk Evlerinde ders veriyormuş. Ege Üniversitesinde bilmem ne yapmış. Türkiye'nin ilk on fasıl yapan mekanında çalmış. Kanun sanatçısıymış. Adını soruyorum. İki gün önce görüştüğüm kişinin oğlu çıkıyor. Baba oğul birbirinden habersizmiş. Babası son derece alçak gönüllü iken bu zat-ı muhteremin ayakları yerden kesik. Babası hem kendi hem de onun için son derece mütevazı bir ücret talep ettiğini söyleyince babasına çok kızdığı hissine kapıldım. İşte bunun adı satış. Bazı insanlar kendini öyle bir satar ki ayağa kalkar önünü iliklersin. Sonra işin hiç de öyle anlattığı gibi olmadığını anlar kahrolursun. Ama atı alan Üsküdar'ı geçmiştir. Profesyonel hayatta kendini satış çok önemli. Bence o da ayrı bir meziyet.

Bu gece önce sanat müziği sonra yöresel olmaktan çıkıp ünü sınırların dışına taşan Muammer Ketencoğlu çalıyorum misafirlere. Sevdiğim bir genç arkadaşımız gelip Rumca şarkı çalmamı isteyinceye kadar devam ediyor bu. Rembetiko ezgileriyle geceyi tamamlıyoruz.

1 Aralık 2016 Perşembe

ARTIK ÜŞÜYORUM, O HALDE AKILLANDIM

30/11/2016 Çarşamba, Tire

Havalar çok soğudu. Taş olmayan evimizde geçirmiştik geceyi. Bütün gece kombi yandı. O yetmedi odadaki klimayı çalıştırdık. Hüseyin'den önce yaylaya varmalıyız. Eşimi acele ettiriyorum bir an önce evden dışarı çıkmak için. Daha kasaba, mandıraya uğrayacağız. Nihayet sonunda yola çıkıyoruz.

Hava kapalı, yağış yerini nemli bir soğuğa bırakmış. Buraların soğuğu insanın ciğerine işliyor, hasta ediyor adamı. Ankara'nın en çok havasını severdim ben. Soğukları serttir ama hasta etmez. Kuru soğuk her zaman iyidir. Bu yüzden Ankara'nın eksi on derecesini İzmir'in sıfır derecesine her zaman tercih ederim.

Yayla yollarında dünkü yağışın etkileri açık bir şekilde görünüyor. Yamaçlardan kopup gelen toprak ve taş parçaları yer yer yolu kapatmış. Asfaltın kenarları yağmur suları tarafından kemirilmiş, yüzeydeki çukurlar büyümüş. Eskiden Taş Ev yolunu uzak, dar ve virajlı bulanlar yolun son halini görünce kim bilir başka neler diyecekler? Bütün  bu olumsuzluklardan etkilenmeyip manzaraya, şöminede usul usul yanan kestane odunlarını seyretmeye, hayran kaldıkları yemeklere gelenler de yok değil hani. Eski misafirlerimizden birileri geldi yine. Öğlen olmuş neredeyse. Açılış saatine daha on dakika var. Kahvaltı istiyorlar. "Maalesef hafta arası kahvaltı vermiyoruz" diyemiyor ve genç çifte servis açıyoruz. Henüz çay bile hazır değil. Aslında bu durum büyük bir tartışmayı ateşliyor. Eşim "Ne oldu yani elimizde mi yapıştı?" derken oğlum bu durumu eleştiriyor. Hafta arası kahvaltı servisimiz olacak mı, ya da olmayacak mı? Adnan Şef de fikrini söylüyor. "Burası ufak yer. Birine ver, birine verme olmaz."

Üşüyorum, Ankara'da üşümezdim. Adım deliye çıkmıştı. Neymiş efendim, delilerle ölüler üşümezmiş. "Evet" derdim, "Ben deliyim."

Şehre iniyorum. İki bankaya birden yeni kredi kartlarım gelmiş, onları alacağım. Muhasebeciye uğrayıp fatura, z raporu ve pos cihazı çıktılarını vereceğim. Banka müdürü az önce öğlen yemeğine bir arkadaşını getirmişti. "İade-i ziyaretim çabuk oldu." diyorum, gülüyor. Sağ olsun kuryenin getirdiği kartı benim adıma teslim almış. Orkestracı arıyor, Taş Ev'e çıkmışlar. Benim şehirde işim var daha. OSB'ye fatura götüreceğim. Bir de elemanlardan biri için vergi dairesine para yatıracağım. Bankacılarla işim uzuyor. Onları da bürokrasi teslim almış. Orkestracı ile eşinin dükkanında buluşuyoruz. Taş Evi çok beğendiklerini söylüyorlar. Yılbaşı programları doluymuş. "Para önemli değil, hafta sonları gelelim başlayalım." diyorlar. Ne tür müzik yaptıklarını bilmiyorum. "Müşteri bizi yönlendirir." diyorlar. "Onlar ne isterlerse onu çalarız. Arabesk derlerse arabesk." Yüzüm düşüyor birden. Yok bunlar bana göre değil. Yılbaşı için istedikleri fiyat da çok yüksek olurmuş zaten. Yanlarındaki genç çocuğu gösteriyorlar. "Bu arkadaş "O ses" yarışmasında şarkı söyleyenlerden." Bunu duyunca tam tersi etki yaratıyor bende. İki, roman vatandaş çağırsak daha iyi mi ola? 

Saate bakıyorum. Bu vakitten sonra OSB ye falan gidilmez, fatura işi yarına kalıyor. Tam yaylaya vuruyorum arabayı, telefonum çalıyor. Hiç durmadı ki zaten bugün. Bu sefer arayan eşim. Neymiş, yumuşatıcı alınacakmış, acilmiş. Yeniden dönüyorum şehre. Hava artık kararmaya başlamış.

Kızım Whatsapp' tan mesaj gönderiyor. Pazar günü öğlen yemeğine gelecek  doktorlar grubu otuz beş kişiye ulaşmış. Pazar günü kahvaltı tamamen iptal gibi. Eşim "Birkaç ilave masayı kahvaltı için hazırlayalım, geri göndermek olmaz." diyor. Gelen misafirlerin çoğu saat on ikiye doğru geliyorlar kahvaltıya. "Hadi artık kalkın, öğle yemeği için masaları hazırlayacağız rezerve misafirlerimize." diyemeyeceğimize göre bir karar vermemiz gerek.

Bir orkestracı daha arıyor yılbaşı eğlencesi için. İstediği fiyat makul ama vatandaşın çalıp söylemesi nasıl bilmiyorum.  Bir de rezil olmak var.  

Taş Ev bir kutlamaya ev sahipliği ediyor yine bu akşam. Bir genç kızımız on sekizinci yaşını kutlamak üzere annesi ve babasıyla yemeğe gelmişler. Bir bakıma en güzel yaş. Bir bakıma da sorumlulukların yüklenilmeye başlandığı bir yaş. 

Misafirler erken kalkıyor. Hava buz kesiyor. Adnan Şefi şehre bırakıyor ve hemen geri dönüyorum. Salon sıcacık. Şömine tam seyirlik. Bu gece ilk kez yukarı salona taşınıyoruz.

30 Kasım 2016 Çarşamba

PAZAR YAĞMURU

29/11/2016 Salı, Tire


Aylardır beklenen yağış nihayet geldi. Gece boyunca yağan yağmur akşama kadar devam etti. Salı Pazarı kurulmaz deseler de pazar alışverişini yaptığım en önemli gün bugün. Dışarı bakıyorum, hava karanlık, sağanak yağış devam ediyor. Caddeler, kavşaklar göle dönmüş.

Yan blokta yeni bir Ayvalık tostçusu açıldı. Geçen gün hayırlı olsun demek için uğramıştım. Bu sabah kahvaltımızı Ayvalık tostuyla yapalım teklifime eşim itiraz etmedi. Bina dışına çıkıp saçakların altına sığınarak geçtim yan bloğa. On metrelik mesafe bile sırılsıklam ıslanmam için yetti de arttı bile.

Aklım yaylada. Fırtınadan sonra gelen aşırı yağış iş çıkarmasa bari. Öğlen vakti oldu ama yağmurun kesileceği yok. Evden dışarı atıyorum kendimi. Elimde uzun bir liste var. Yağmur eritmeyecek ya. Pazarın kurulup kurulmadığı bile belli değil aslında. Şehrin merkezine doğru yaklaştıkça artan yoğun taşıt trafiği pazarın kurulduğunun habercisi. Bu havada yine park edecek yer bulamıyorum. Pazar yerinden arabayı park ettiğim yere kadar uzak mesafelerde yük taşımaya alışmıştım. Şimdi bir de sağanak altında yapacağım bu işi. Her taraf araba dolu. Pazarın üst kısımlarına, tarihi camilerin arka taraflarına çıkıyorum. Sokak ortalarında dereler oluşmuş. Bu bölge her zamankinden biraz daha tenha. Tarihi caminin duvarına yanaşıyorum. Yağmur hiç hız kesmiyor.

Pazarcılar tezgahlarını açmış ancak alışveriş yapmaya gelen insanların sayısı her zamankinden az. Dar sokakların üzerinde esnafın gerdiği naylon ve brandaların üzerinde biriken yağmur suları zaman zaman kendiliğinden boşalıyor. Tesadüfen yanından geçen kim varsa ayak üstü bir duş almış oluyor. Örtülerin delik kısımlarından aşağı akan sular sıçramasın diye yol ortasına plastik kovalar konulmuş. Aniden karşılaşılan çukurlardaki birikinti sulara girmemek için kıvrak olmak lazım. En büyük sıkıntı, kaldırımların kenarından yokuş aşağı dere misali akan sular. Bazı bölgelerde suların üzerinden atlamak mümkün değil. Önce sağ ayağımla basıyorum derenin ortasına, ayakkabımın içi su doluyor. İlk anda hissettiğim serinlik kısa sürede kaybolsa da çoraplarım tamamen ıslanıyor. Alınacak malzemeleri bir seferde taşımak mümkün değil. Sudan ikinci geçişimde bu sefer diğer ayağım aynı akıbete uğruyor. Şimdi iki ayakkabıma su dolmuş durumda. İyi ki spor ayakkabılarımı giymişim. İlk tur taşımasından sonra pazara daha yakın boş yerler fark diyorum. Buraları muhtemelen yağmur nedeniyle işlerin kesat gideceğini düşünüp tezgahlarını toplayan pazarcıların boşalttığı yerler.

Salı günleri geniş bir alana yayılan pazarın içinde kalan kasaba uğramam mümkün değil. Yakın yerlerde park yeri göremedim. Telefon edip yarın alacağım et siparişlerimi hazırlamasını söylemekle yetiniyorum.  Oğlumu karşılamam lazım bir de. O da eşyalarla gelecek. Mandıradan alacaklarım ve muhasebeciye vereceğim evraklar yarına kalıyor. Yağmur yağmaya devam ediyor. Oğlumu karşılıyor onu eve bıraktıktan sonra alışverişe devam ediyorum.

Fırtına ve yağmur kim bilir ne zararlar vermiştir yaylaya. Sundurma yapılmadan evvel Taş Ev'in içerisi göl oluyordu. Terastan içeri de epey su giriyordu eskiden. Her ikisi için önlem aldık ama o günden bu yana ilk kez bu kadar yağmur yağdı. Bahçe yolları bozulmuş mudur? Yayla yollarını tırmanırken yol üzerinde selin getirdiği enkaz beni biraz daha endişelendiriyor. Üst taraftaki bahçelerden akan sular drenaj hendeklerini doldurmuş, yola bir sürü enkaz taşımış.Ürkek adımlarla bahçe kapımıza yaklaşıyorum.


Girişte anormal bir durum görünmüyor. Olağan dışı görünen tek şey depodan savaklanan suyun havuza akmaması. Borular mı tıkandı acaba? Bu yağmur altında onunla uğraşacak zamanım yok. Taş Ev'in önünde, yani yolun bittiği yerde su oymuş bazı yerleri, uzun ve derin izler bırakmış. Bir su mühendisi olarak suyun kudretinden her zaman korkarım. Endişeli bir şekilde ana kapıyı açıyorum. Neyse ki içerisi beklediğim gibi değil. Yerler kuru  görünüyor. Mutfak servis kapısından da su girmemiş gibi. Hemen yukarı çıkıyorum. Önceleri teras kapısından aşırı su girdiği için ahşap döşeme zarar görüyordu. Eşiğe çift kat mermer döşetip içeri giren suların bırakılan oluktan dışarı akışı sağlanmıştı. Terasta sundurma yapmadık ama düşünülen sistem iyi çalışmış. Teşhir dolabının üzerinde su birikintileri var sadece. Bu su nereden gelmiş olabilir ki? Çıkıp terasa bakıyorum yine. Fırtına terastaki sandalyeleri dört bir yana savurmuş. Silindir biçimindeki ayaklı küllük devrilmiş, üzerindeki tablaya su dolmuş. Yerlere sigara izmaritleri dağılmış, her taraf sararmış yapraklarla dolu. Giderin üstü tıkandığından zeminde sular birikmiş. Boşa endişelenmişim. Çok fazla etkilenmemişiz fırtınadan ve aşırı yağıştan. Buna seviniyorum. Taş Ev'in yol üzerindeki  tanıtım levhalarının yerinde olduğunu görmek de güzel. Sanırım önceki fırtına daha kuvvetliydi ama bu seferki de fena sayılmazdı hani. Levhalar tek profille yere tespit edilmişken yerinden sökülünce bu kez her birine iki bacak yaptırmıştım. Belki de bu değişiklik işe yaradı.

Aldıklarımı özenle soğutucu dolaplara yerleştirdikten sonra Zeytin'e yemeğini verdim. Su kovası ağzına kadar yağmur sularıyla dolmuş. Kötü bir huy edindi bizim kız. Ona ne zaman yemek versem hemen önünden alacağımı zannediyor. Dişlerini gösterip hırlarken üzerime saldırmaya çalışıyor. Hele verdiğim kemikse eğer daha da korkunçlaşıyor. Ağzında bir kemik parçası varken garip hırıltılar çıkarması çok komik. Adeta küfür ediyor. Sanki hanımefendinin önünden almışız yemeğini. Nereden edindiyse bu huyu...

Bu kötü hava koşullarında bile telefon edip rezervasyon yaptırmak isteyenlerin olması ümit verici. Daha önce eşiyle görüştüğüm bir orkestracı arıyor yılbaşı programı için. Menüyü üç aşağı beş yukarı belirledik.  Ana yemeğimiz Aşkın Şefin kattığı lezzetle doruğa ulaşan özel bir et tabağı. Mantarlı Dana Fleminyon. Çocuk kabul etmesek nasıl olur ki? Eşim itiraz ediyor. Çocuklar için ayrı bir masa koymak çözüm olabilir belki. Yılbaşı partisine katılacak misafir sayısı çocuklar hariç kırk kişiyi geçmeyecek. Erken davranan yerini alacak.