Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sessiz ve Derin / DeepTone'dan geliyor:
"Şu anki yaşamınız veya gelecek için kişisel korkularınız nelerdir? Aile ve çevre değil, sadece sizi ilgilendiren korkulardan bahsedelim."
Kişisel olarak hiçbir şeyden korkmuyorum demek hayli iddialı olur. İlk bakışta anlık bir tepki olduğunu düşünüyorum korkunun. Korkmama neden olabilecek ortamlardan kendimi sakınırım. Sözgelimi, dünyanın her şehrinde suç oranının yüksek olduğu yerleşim bölgeleri vardır. Adam durup durduk yerde gelir, başına silahı dayar, ya da bıçağını çeker. Böyle durumlarda korkarım elbette. Ancak bu tür yerlerde bulunmadığım ve bulunmayı da düşünmediğim için buna benzer korkular yaşamam. Fakat ne kadar kaçmaya çalışsan da bela gelir seni bulur yine. Müteahhitlik yaptığım dönemde mafya bozuntuları ofisi basıp silahlarını doğrultmuşlardı üzerimize. Kaç çocuğun var diye sorduklarında hafif bir tedirginlik geçirmiş olsam da korktuğumu söyleyemem. Zira kimseye zararım dokunmadığına inancım tamdı ve bu yüzden bana zarar verebileceklerini aklımın ucundan geçirmiyordum. Bunun sadece korkutmak, yıldırmak ve ihaleye girmemizi önlemekle sınırlı kalacağından neredeyse emindim. Adamlar beni ayağımdan, ortağımı can tehlikesi yaratacak bir yerinden vurdular!
İrili ufaklı trafik kazası yaşadım. Sakinliğime hâlâ hayret ederim. En kritik anlarda içimde bir his bana bir şey olmayacağını fısıldıyordu sanki. Öyle günlerden biriydi; yağıştan dolayı yolda su birikintileri oluşmuştu. Şoför, genel müdürümle birlikte Adnan Menderes Havaalanına yetiştirmeye çalışıyordu bizi. Viraj olmasına rağmen süratimiz hayli fazlaydı. Aquaplaning denilen kızaklama olayını yaşadık. Araba kontrolden çıkıp hızlı bir şekilde savrulmaya başladı. Kesin takla atacağız diye düşünmeye başladım saniyeler içinde. Ne şoförün ne de bizim sesimiz çıkıyordu, hep birlikte sonumuzu bekliyorduk. Bu durumda bile korktuğumu söyleyemem. Şöyle düşünüyordum saatler gibi gelen saniyeler içinde. Yaşayacağım kadar yaşadım, demek sonum böyle olacakmış! Araç orta refüjden yan şeride çıkmaya çalışırken saplanıp kaldı. Bu kez şanslıydık, kimsenin burnu kanamadı. Şoför korkudan küçük dilini yutmuştu. Nihayet bir gün sonra kendine gelip telefon etti ve geçmiş olsun dedi!
Seller, depremler korkutucudur. Can kaybının olduğu büyüklükte bu tür afetler yaşadım. Sel suları, şantiyedeki koca koca iş makinelerini birer çakıl taşı gibi önüne katıp sürüklemişti. Özellikle son İzmir depreminde elimle tuttuğum duvarın bir kâğıt gibi kıvrıldığını gözlerimle gördüm. Bu tür afetlerin ne kadar büyüyeceğini kestirmek mümkün olmuyor. Sel sularının ha geçti ha geçecek derken sürekli yükseldiğini ve bu yükselmenin cana, mala ne kadar büyük zararlar vereceğini kestirmek imkânsız. Deprem de aynı şekilde bitti, bitecek derken hangi şiddete yükseleceğini, ne kadar süreceğini bilemiyoruz. Şimdi bu tür olaylar doğal olarak korkutur beni de.
Yukarıda, korkuyu, ilk bakışta anlık bir tepki olarak gördüğümü ifade etmiştim. Biraz kafa yorunca söz konusu duygunun zamana yayılabileceğini düşünmeye başladım. Aslında uzun süreye yayılan korkulu bir durum yaşamadığımdan olsa gerek korkuyu hep anlık bir reaksiyon gibi değerlendiriyorum sanırım. Örneğin, açlık, kıtlık, savaş yaşamadım. Şahit olduğum tek savaş, Kıbrıs Barış Harekatı'ydı. İzmir'de Yunanistan'ın burnunun dibindeydik. Verilen talimat gereği, pencerelerimizi mavi kâğıtlarla kaplamış, karartma uygulamıştık. Koca savaş gemileri batırılıyor, savaş jetleri havada uçuyordu. Hani bir an düşünüp başımıza bir bomba düşeceği aklımın ucundan dahi geçmemişti. Nedenini bilmem ama bir an dahi korktuğumu hatırlamıyorum. Yakın dönemde pandemi olayını yaşadık. Evlere hapsolduk, maskeler, aşılar, yüzlerce ölüm haberi. Yine korkmadım, elbette bir sonu gelecek ve bir şekilde aşacaktık bu durumu. Sonuçta ölümden de korkmadığımı fark ettim. Ölüm, doğum kadar doğal bir şey değil miydi? Zamanı gelince kaçma imkânı olmayacağını biliyordum. Acaba bu düşünce mi beni korkusuzluğa iten bilmiyorum. Fakat bir de şöyle düşünüyorum. Bugün duyduğum habere göre, devam eden Ukrayna-Rusya savaşında esir askerlerin cinsel organlarını kesiyorlarmış. Savaşın ahlaki yönü yok, son derece acımasız. Şu an bulunduğum yerden ahkâm kesmek kolay. Bununla birlikte savaşı yaşamış, açlık ve kıtlıkla boğuşmuş nice insan var, onlardan hiçbirine haksızlık edemem, hiçbir şeyden korkmuyorum diyerek böbürlenemem. Eğer, Nazi zulmünde bir Yahudi olsaydım, Hitler'den korkar, altıma bile kaçırırdım.
Bugün, kişisel olarak yaşadığım duygu korkudan ziyade endişe... Gelecek seçimde yirmi yıllık iktidar değişmezse her an korkuya dönüşebilecek bir endişe! Elleri satırlı yobazların biz çapulcu gâvurları, çürükleri, sürtükleri kesecekleri endişesi... Endişenin bulunduğu şekliyle kalıp korkuya dönüşmemesinin tek nedeni sadece içimde hâlâ taşıdığım bir parça umut. İç savaş korkusunu ortadan kaldırabilecek son ümit. Provayı 15 Temmuz'da yaptılar zaten. Neyse ki, kontrol ellerindeydi yerli ve milli Hitlerlerimizin, mafya ve çete bozuntularının. Çünkü dıştan destekli bir provaydı bu. Ya kontrolü elden kaçırsalardı, kardeşi kardeşe düşürselerdi! Kan gövdeyi götürürdü o zaman. Korkmuyorum diyen kalmazdı ülkede. Fakat, ben, her şeye rağmen Atatürk'ün ülkeyi emanet ettiği gençliğe güveniyorum ve tüm gençleri korkularıma siper ediyorum.
Kaptan, Norman'ın şaşkın bakışları altında sırtını dönüp kapıya doğru ilerledi. İki ateş arasında yalnızlığını fark eden gazeteci çaresizlik içinde donup kalmıştı. Aklından geçenleri söylemenin nafile bir çaba olacağını düşünüyor, yıllardan beri süre gelen bu insanlık dışı uygulamalara karşı kaptanın tepkisizliğini anlamakta güçlük çekiyordu. Bütün bu olanlara seyirci kalamazdı. Kamaradaki gergin sessizliği bozan Karabulat oldu. Kaptanın Norman'ı terslemesi acente müdürünü hayli keyiflendirmişe benziyordu.
"Gördüğün gibi dostum," dedi. "Herkes görevinin başında! Şunu da eklemek isterim ki, RMS Mauretania gemisini, göçmen acentelerinin müşterileri dolduruyor." Sinsi bir gülümsemenin ardında Karabulat, Amerikalı gazetecinin gerçekleri kabullenmek zorunda olduğunu ima etmişti.
Norman tiksintiyle yüzünü buruşturup gözlerini dikti adama. Kaptan, kendisi ve şirketi zarar görmesin diye her şeyi bildiği halde Karabulat'ın çevirdiği dolapları görmezden gelmişti. Bu durumdan istifade eden acente müdürü, gemi azıya almıştı, hoyratça konuşmaya devam ediyordu.
"Birkaç yıl önce..." dedi. "Romanya'dan... zekâsına hayranlık duyduğum bir meslektaşım... Yoksul bazı köy kızlarına fotoğraflar göndermişti..." Oturduğu koltuktan ayağa kalkarak Norman'ın yanına geldi, Karabulat'ın heyecanlı bir şekilde, el kol hareketleriyle desteklediği konuşmasında lâfın nereye geleceğini merakla bekliyordu Norman. Arka tarafta, endişe içinde onları izlemekte olan kaptan, suratını asmıştı. Norman'dan kaçırdığı gözlerini yere indirirken alaycı bir ifadeyle gevrek gevrek güldü acente müdürü. "Bu fotoğraflardan hiçbiri müstakbel damat adaylarının fotoğrafları değildi..." Pis pis sırıtarak dilini çıkardıktan sonra samimi arkadaşların birbirlerine yaptığı gibi eliyle Norman'ın omzuna şaka kabilinden hafifçe vurdu. "Norman, aziz dostum, dedi..." Bir de kahkaha patlattı arkasından. "Köylü kızların müstakbel damat adayı sandıklarının hepsi Amerikalı yakışıklı artistlerin fotoğraflarıydı."
Bu kadarı fazlaydı Norman için. Genç adam, dişlerini sıktı, öfkesiyle birleşen şiddetli bir yumruk darbesiyle acente müdürünün üzerine çullandı. Hazırlıksız yakalanan Karabulat, gazetecinin hücumunu güçlükle savuşturmaya çalıştı. Odanın bir köşesinde ellerini göğsünde kavuşturmuş bir şekilde ayakta dikilen kaptan, arbedeyi müdahale etmeksizin sessizce izliyordu. Norman, acente müdürünü kapıya sıkıştırıp yumruklamaya devam etti. Acente müdürünü kafasını ellerinin arasında alıp şiddetle vurmaya başladı kapıya. Kan ter içinde kalan Karabulat'ın yüzü kızıla boyanmıştı. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Son bir gayretle genç adamdan kendini kurtarıp sağ elini gazetecinin yüzüne bastırdı. Gençliğinin verdiği enerjiyle çok geçmeden üstünlüğü yeniden sağladı Norman. İki eliyle boğazına sarıldığı acente müdürünü yere yatırdı. Gözlerinden şimşekler çakıyordu adeta. "Bu pisliği temizleyeceksin." dedi. Bütün gücüyle sıktı adamın boğazını. Karabulat'ın gözleri patlarcasına açılmış, yüzünden ter içinde kalmıştı. Gazetecinin göğsüne batırdığı dizi yüzünden nefes almakta güçlük çekiyordu. Norman, altında hareket etme kabiliyetini yitiren acente müdürünün boğazını saran ellerini gevşetti. Adamın ağzından hırıltılı sesler çıkıyordu. Dehşet içinde Norman'a dikmişti gözlerini. Gazeteci de, nefes nefese kalmıştı, işaret parmağını sallayarak tehdit edercesine göz dağı verdi altındaki adama. Kaptan yerinden kıpırdamaksızın eğdi başını önüne.
"Ne yaparsan yap bir yolunu bul!" Avazı çıktığı kadar bağırıyordu Norman. "Şu beş kızın problemini derhal çözeceksin... Aksi takdirde,... New York'u göstermeyeceğim sana!"
***
Norman, kamarasına gidip üstündekileri çıkarttıktan sonra duşun altına girdi. Sıcak su iyi gelmiş, gerilen sinirlerini biraz olsun yatıştırmıştı. Karabulat'la boğuşmanın sonucunda boynunda oluşan küçük sıyrık hariç, yüzünde hiçbir darbe izi olmamasına sevindi. Temiz bir kıyafet giyip soluğu üst güvertenin büyük salonunda aldı. Niki her zamanki köşesinde, dikiş makinesinin başındaydı. Genç kızla konuşmak istediğini söyleyen gazeteci, onu salondan çıkarıp güvertenin açık bölümüne götürdü. Gözlerden uzak bir köşede, başından geçenleri anlatırken aynı anları yeniden yaşıyor gibiydi. Sinirden elleri titriyordu. Karabulat'ın yaptıklarına hiç şüphesiz şaşırmamıştı ama kaptanın tavrı genç adamda büyük bir hayal kırıklığına yol açmıştı.
Gökyüzünü kaplayan kara bulutlar yağmuru çağırıyordu. Hava serinlemişti. Boşalan güvertede ağır ağır yürümeye başladılar. Norman bir adım geriden Niki'yi takip ediyordu. Genç kız durup başını arkaya çevirdi, yüzünde endişeli bir ifade vardı.
"Dün gece Haro'yu yatağında göremedim... Saatlerce alt güvertede denizi seyretmiş!" Niki elinde dikiş kutusu olduğu halde yeniden yürümeye başladı. Kendi kendine söylenircesine mırıldanıyordu. "Onu bulduğumda şafak sökmek üzereydi..."
"Aşağıda, üçüncü sınıf yolcusu sipariş gelinleri, hepinizi, düşünmekten bir an olsun kendimi alamıyorum." dedi Norman, genç kızın yanında ilerlerken önünde görünmez bir noktaya bakıyordu sanki. "Kendimi buraya aitmişim gibi hissetmiyorum artık..."
"Amerika'ya vardığımızda bizi bırakıp uzaklara uçacaksınız..." dedi Niki. Sesinde saklı bir hüzün vardı. Başını kaldırıp genç adama baktı gülümseyerek. "Özgürlüğe uçacaksınız... Bir kuş gibi..." Gazetecinin adına seviniyor gibiydi. Sonra durgunlaştı birden, yüzünü indirdi. "Bir daha hiç göremeyeceğim sizi..."
"Yeniden görmek ister miydin beni?" Heyecan ve umutla gözleri ışıldadı Norman'ın.
Tam o sırada şapkalı ve şık siyah mantolu iki genç kadın yanlarından geçti. Kadınlar bir kaç adım ötede durup başlarını geriye çevirdi, tuhaf bir şekilde onlara baktıktan sonra yollarına devam ettiler. Norman'ın sorusu ilgilerini çekmiş olmalıydı. Niki, bir an Norman'a bakıp suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi yeniden önüne indirdi gözlerini. Genç kızın telâşı boşunaydı. Gemideki personel ve yolcuların içinde Niki ile Norman arasındaki yakınlaşmayı bilmeyen kimse yoktu neredeyse. Yine de iki kadın iyice uzaklaşana dek sessiz kaldılar. Gazeteci merak içinde Niki'nin cevabını bekliyordu.
"Amerika, öyle büyük bir yer ki,..." dedi Niki. "İnsan, onun içinde kaybolur." Genç kızın yüzünde derin bir kederin izleri okunuyordu. Güçlükle dökülüyordu kelimeler ağzından. "Ben de uçacağım,... trenle... New York'tan Şikago'ya biletim var... üçüncü sınıfta... yedi dolar..."
Güvertede alt katlara inen merdivenlerin başına gelmişlerdi. Niki, sanki unuttuğu bir şey aklına gelmiş gibi hareketlenerek Norman'ın önünü kesti. "Size teşekkür etmek istiyorum," dedi. "O Gürcü pisliğine haddini bildirdiğiniz için..." Yüzleri iyice yaklaşmıştı birbirine, gözleriyle konuşuyorlardı sanki. "Küçük kız, Olga için içim sızlıyor..." dedi Niki.
Yemek saatinin bittiğini haber veren kampananın sesi duyuldu. "Akşam yemeğini kaçırdınız,.. Benim yüzümden..." dedi Niki. Norman'ın gözleri dolmuş, genç kızı dinliyordu. Hiç susmasın, hep konuşsun der gibi bir hali vardı gazetecinin. Niki, genç adamın bu suskun halinden, dokunaklı bakışından heyecanlanmış, ne diyeceğini bilmez bir haldeydi. "Tatlıyı da kaçıracaksın..." dedi.
Belli belirsiz başını sağa sola salladı Norman. Duygu dolu bir sesle "Gitmek istemiyorum." dedi. Gazetecinin bu sözüyle "senden ayrılmak istemiyorum." demek istediğini anlamak hiç de zor değildi Niki için. O da aynı şeyleri hissediyordu. Gözlerini kaçırıp zor bela merdivenlere doğru sürüklemeye çalıştı kendini. Birkaç basamak indikten sonra dönüp yeşil gözlerine baktı gazetecinin.
"Ta matia sou einai poly omorfa" (*) dedi.
"Ne dedin?" diye sordu Norman. Gazetecinin bu basit cümleyi anlamaması mümkün değildi. İstanbul'da foto muhabirliği yaptığı sırada hem Rumcayı hem de Türkçeyi çat pat öğrenmişti. Niki de bunu gayet iyi biliyordu.
"Yağmur kokusu alıyorum..." dedi Niki acemice. Norman, buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi. Niki hemen arkasını döndü ve basamaklardan aşağı doğru hızla gözden kayboldu.
Gece yarısından sonra yağmur şiddetini arttırmıştı. Kararan gökyüzünde birbiri ardına çakan şimşekler geceyi gündüze çeviriyordu. Dev dalgalarla boğuşan RMS Mauretania, adeta suyun üzerinde salınarak yüzen bir ceviz kabuğu gibiydi. Kulakları sağır eden gök gürültüsü kamaralarına sığınan yolcuların uykusunu kaçırmıştı. Gemi sallandıkça üst güvertedeki masalar, sandalyeler ve diğer eşyalar bir o yana bir bu yana savruluyordu. Nöbetçi denizciler, ayakta durmanın imkânsız hale geldiği güvertede denize uçmamak için kendilerini iplere bağlamıştı. Fırtınanın uğultusu dalgaların ürkütücü sesine karışıyordu. Buna benzer nice fırtınalara tanıklık eden kaptan Marinos, kaptan köşkünde idareyi ele almıştı. Denizin şakaya gelir bir tarafı olmadığını gayet iyi bilen kaptan, gemisine son derece güvendiği halde içinden bildiği duaları okuyor, yüreğindeki korkuyu mürettebata hissettirmemek için büyük çaba sarf ediyordu.
Kıyameti andıran gecenin karanlığında, düşe kalka alt güverte korkuluklarına doğru ilerleyen Haro, yüzüne çarpan dev dalganın tesiriyle yere kapaklandı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında uzun kırmızı elbisesi sırıl sıklam olmuş, vücuduna yapışmıştı. Dağılan sarı saçlarının ucundan sular damlıyordu. Güvertenin üzerinde patlayan dev dalgalar beyaz köpükler saçarak zemine yayılıyor, peşinden yeni bir dalga gelene kadar aynı hızla gerisin geriye denize boşalıyordu. Perişan bir halde ayağa kalkmaya çalışan Haro, ellerini havaya açıp denize doğru seslendi.
"Aziz Nikolas!" Şiddetli rüzgarın, yağmurun ve dalgaların korkunç seslerini sanki duymuyor gibiydi genç kız.
"Aziz Nikolaaas!" Ağlamaklı bir şekilde haykırdı. Her seferinde sesi daha yüksek perdeden çıkıyordu.
"Aziz Nikolaaaaas!" Korkuluklara bir kaç adım mesafe kalmıştı sadece. Güverteye açılan kapıdan farklı bir ses duyuldu bu kez.
"Haro!..." Sesin sahibi genç denizci Nikolas'tı. Üstü başı ıslanmış, bitkin bir halde ayakta durmaya çalışan kızın yanına doğru koşmaya başladı. "Haro, dur bekle beni, geliyorum!" Nikolas'ın yanına gelip Haro'yu kucaklaması birkaç saniyesini almıştı. "Haro," dedi. "Benim, Nikolas!"
Şiddetli yağmur hızını kesmeden devam ediyordu. Genç denizcinin başını ellerinin arasına alan Haro, çıldırmışçasına bağırdı. "Nikolas, sen kamarotsun, seni çağırmadım ben!" Çöktüğü yerden delikanlının yardımıyla kalktı ayağa. "Aziz Nikolas'ı gördüm," dedi, "Beni çağırıyordu."
"Nerede?" diye sordu denizci, heyecanla genç kızın yüzüne bakarak.
Korkuluklara doğru, açık denizi işaret etti parmağıyla. "İşte, işte tam orada!... Sana gördüm diyorum..." Hüngür hüngür ağlıyordu şimdi genç kız.
"Haro, yanılıyorsun, bir şey yok orada..."
"Diyorum sana, onu gördüm!"
"Aziz Nikolas'ı mı? Denizcilerin koruyucu azizinden mi bahsediyorsun?"
"Evet, evet dün gece de görmüştüm onu... Yatarken başucuma gelmişti."
"Peki ne dedi, sana?"
"İlahiye benzeyen bir şeyler... Antonis de ilahi okuyordu..."
"Haro," dedi Nikolas, sakince. Bağırmaya devam edince omuzlarından tutup sarstı genç kızı. Daha sertti sesi bu kez denizcinin. "Haro, sen ya çıldırdın, ya da nöbet geçiriyor olmalısın." Çırpınan genç kızı zor zapt ediyordu delikanlı. "Hadi gel, içeri girelim. Hemen soğuk su kompresi yapayım sana."
"Bütün bunların nedenini biliyorum. Büyük günah işledim!" Genç adamın kollarında çırpınıyordu Haro. "Söz vermiştim ona, sonsuza dek onu seveceğimi söylemiştim." Genç kız tir tir titriyordu. Nikolas'ın yanaklarını okşarken yalvarıyordu adeta. "Nikolas, sakla beni bir yerlere... Mutfağa ya da makine dairesine..." Denizciye var gücüyle sarıldı, gözü yaşları yağmur sularına karışıyordu. "Yunanistan'a geri dönmek istiyorum..."
"İstesem de yapamam bunu, Haro... Gemi limana varmadan bir gün önce her taraf didik didik aranıyor. Büyük cezası var... Seni bulurlar... "
"Belki o bir yolunu bulur..." Genç kıza umut vermekten uzaktı ifadesi genç denizcinin. Haro'nun kolundan tutup çekmeye çalıştı. Genç kız, çığlık atarak ayağını kaldırdı.
"Bir tarafın mı incindi?" diye sordu Nikolas.
"Düşerken bileğimi burktum." dedi Haro.
"Hadi," dedi Nikolas. İçeri girelim, sana sıcak çorba getireyim." Beline sarıldığı genç kızı oturduğu yerden kaldırıp yemek salonuna sürükledi.
***
Ertesi sabah güneş yüzünü gösterince geceyi korku içinde geçiren yolcular rahat bir nefes aldı. Fırtınanın ürkütücü uğultuları, gök gürültüleri, şimşekler, gemiyi sarsan dev dalgalar uykularını kaçırmış gece boyunca her an batacağız endişesiyle birbirlerini teselli etmişlerdi. Gazeteci Norman'ın iç dünyasında kopan fırtına dışarıdakinden çok daha büyüktü. O korkunç sesler kulaklarında yankılanırken şiddetli rüzgârın önünde kuru bir yaprak gibi sürüklendiğini hissediyordu. Kader günü yaklaşırken bu ayrılığa nasıl dayanacaktı? Kamarasında sabaha kadar hep Niki'yi düşündü. Uykusuzluktan kızarmıştı gözleri. Saatine baktı, ceketini üzerine alıp üst güvertedeki büyük salona gitti. Uzun bar tezgahının arkasında temizlik yapan barmene hafifçe başını sallayıp yüksek taburelerden birine oturur oturmaz bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip dumanı havaya üfledi. Aklından geçirip bir türlü içinden çıkamadığı düşünceler ruhunu daraltıyor, büyük bir çaresizliğin içinde kıvranıyordu.
Fırtınadan sonraki gece, geminin alt güvertesine çıkan Niki, elleriyle yüzünü kapatmış, çaresizliğini düşünüyordu. Gökyüzünü aydınlatan yıldızlara bakınca annesini, kız kardeşlerini hatırladı. Ailesinin gururunu ayaklar altına almak fikri, aşkının aşılması imkânsız, kalın bir duvar örmüştü önünde. Duyguları ve mantığı arasında gidip gelirken güçlü ve mağrur görünmenin zorluklarıyla boğuşuyordu. Bağrına taş basacak, Eleni'den sonra zavallı ailesine yeni bir acı yaşatmayacaktı. Bir tarafta Norman, diğer tarafta ailesi... Ne zor seçimdi bu! Gözlerinden akan yaşlara engel olamadı. Islanan yüzünü eliyle silerken duyduğu bir sese kaldırdı başını.
Norman, merdivenin loş karanlığında göründü, genç kıza doğru yaklaşıyordu. Niki yaşlı gözlerini kaçırıp güvertenin korkuluklarından tarafa çevirdi başını. Kederi yüzüne yansıyan Norman, bir şey demeksizin yanına geldi. Demir korkuluklara tutunurken dalgın gözlerle engin okyanusun en uzak noktasına doğru dilmişti gözlerini. Her ikisi de aynı heyecanla, konuşmak, içlerinde kopan fırtınayı birbirlerine anlatmak, çaresizliklerinden dem vurmak isterlerken paha biçilmez bir kristale kırılabileceği korkusuyla yanaşmaktan çekinir gibi cesaret edemiyorlardı buna. Norman, içini çekti.
"Havada çok sayıda yıldız var bu gece." dedi Norman. İkisi birlikte başlarını gökyüzüne kaldırdılar. Niki, derin düşünceler içinde önüne bakarken sıkıntısını gidermek için tırnaklarını yemeye başladı. Konuşmakta zorlanıyordu.
"Valizimde oradan oraya taşınan bir gelinlik var..." dedi. Bir an gazeteciye bakıp hemen çevirdi gözlerini. "Atlantik'i aşıp defalarca gidip geldi..." Korkuluklardan ayrılmış, birlikte yürüyorlardı şimdi. "Gitti, geldi... Gitti, yine geri geldi..." Merdivenlerin başında durup gazeteciye çevirdi bakışını. "1909 yılında vaftiz annemin çantasındaydı..." Birkaç adım atıp duruyor, Norman'a bakıyordu. "1921 yılında kız kardeşim Eleni'yle beraberdi ve şimdi, 1922'de benim yanımda..." Genç kız, merdivenlerin yanı başındaki sıraya oturup hüzünlü gözlerini Norman'a çevirirken içini çekti. "Çok şanssız bir gelinlik..." dedi. Oturduğu yerde, ileri geri sallanıyordu, Niki. "Gitti, geldi... Gitti, geldi..." dedi. Dudağını ısırdı, dalgın gözleri dolmuştu. Eğilip ellerinin arasına aldı yüzünü, ağlıyordu. Norman gözlerini ayırmıyordu genç kızdan. Başını kaldırdı Niki, gözyaşlarını silip gazeteciye bakarken gülümsedi. Göz göze geldiklerinde birbirlerini çözmeye çalışır gibiydiler. Norman'ın istemsizce dudağı kıvrıldı. O sırada genç kızın ayakkabı bağının çözüldüğünü fark etti. Ahşap sırada oturmakta olan Niki'nin önüne çöktü, eğilip elini uzattı. Heyecandan kalpleri duracaktı neredeyse. Genç adam, bağcığı bağlamak üzere ayakkabısına uzandı genç kızın. Niki, yavaşça ayağını geri çekerken Norman'ın eli öylece havada kaldı. Hareketsiz o şekilde kaldılar bir süre. Norman, elini umutsuzca ovuştururken küçük hareketlerle ayağını öne doğru uzattı Niki. İşte o an bütün buzlar erimişti sanki. Gazeteci önüne bakarak, ağır hareketlerle ayakkabının bağcığını bağlamaya başladı. İşini bitirdikten sonra yavaşça kaldırdı başını, Niki'yle birleşti gözleri, konuşmalarına hiç gerek yoktu artık. Gözleri anlatırken her şeyi, büyük bir özlemle bakıyorlardı birbirlerine. O bakışma büyük bir ateş düşürdü yüreklerine, büyük bir aşkın alevi yansımıştı yüzlerinde.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu yine sevgili Taha Akkurt'tan geliyor:
"Sizce dünyadaki yaşam nasıl sona erecek?"
Zor bir soru... Mutlaka herkesin farklı bir "son" senaryosu vardır. Yüce Manitu, milyarlarca senaryo içinden uygun gördüğü birini seçip dünyanın sonunu getirecektir. Geçmişten bu yana dünyanın şekilden şekilde girdiğini anlatıyor bilim adamları. Dünya oluştuğu tarihten bu yana, yani 4,6 milyar yıl içinde bilinen beş büyük buzul çağı yaşamış. Bundan 115.000 yıl önce başlayıp 11.700 yıl önce sona eren son buzul çağına insan türünün şahitlik ettiğini görüyoruz. Küresel ısınmanın etkisiyle buna benzer buzul çağlarının 100.000 yılda bir yaşanacağını söylüyor bilim adamları artık. Depremler, kıtaların birbirinden ayrılması, sonra yeniden bir araya gelmesi, yeni coğrafi oluşumlar... Evren bir devinim halinde bazen şekil bazen yer değiştirerek zaman içinde sonsuzluğa doğru akıyor. Son araştırmalar dünyamızın en çok 7,5 milyar yıl sonra güneş tarafından yutulacağını, canlı hayatın ise 1,75 milyar yıllık bir ömrü kaldığını gösteriyor. Bu sürenin yaşam kaynaklarının tükenmesine göre hesaplandığını düşünüyorum.
İnsanın normal yaşam süresi dikkate alındığında son derece uzun süreler bunlar. Ortalama yirmi beş yılda yeni bir insan neslinin türediği yeryüzünde 70 milyon nesil daha sırasını bekliyor diyebilir miyiz? Sanmıyorum. İnsan aklı sayesinde fiziki koşullara kendini adapte edebilen bir canlı. Bununla birlikte dünyadaki insan türü yok olduktan sonra bazı canlı türlerinin uzun bir süre daha yaşamaya devam edeceğini, hatta insanın olmadığı bir ortamda çoğalmalarının daha kolaylaşacağını söylemek mümkün. Yapılan araştırmalara göre son insan yeryüzünden silindikten 10.000 yıl sonra Çin Seddi ve Mısır Piramitleri dışında dünyada yaşadığını gösteren hiçbir şey kalmayacak. Farklı görüşler dile getirilse de insan soyunun en az bir milyar yıl daha devam edeceğini düşünüyorum. Küresel ısınma, savaş, radyasyon, çevre kirliliği, kıtlık, salgın, asteroit çarpması ve buna benzer bazı etkenlerin, insan türünü tamamen ortadan kaldıracağı söyleniyor.
İnsanlık tarihine baktığımızda en ilkel seviyede yaşayan soydaşlarımızın bilinen geçmişi en çok 300.000 yıl önceye dayandığını görüyoruz. Modern insan dediğimiz türün ise ortaya çıkışı ise en çok 50.000 yıl önce. Dünyamızın yaşı 4,54 milyar yıl olarak hesaplanırken ilk canlının en az 3,7 milyar yıl önce kendini gösterdiği bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Diğer bir deyişle dünyada canlı yaşam 5,45 (3,7+1,75) milyar yıl boyunca evrimleşerek hüküm sürmüş olacak. Geleceği bir tarafa bırakıp geçmişe bakalım. İnsanın bilinen tarihi, canlı yaşamın sürdüğü toplam zamanın sadece 1/12.500'ü. Geçmişte yüzlerce, belki de binlerce insan medeniyeti yaşamış ve herhangi bir nedenle soyu tükenerek arkasında hiçbir iz bırakmadan yok olmuş olabilir. Milyar mertebesinde bir zaman diliminde kimse bunun aksini iddia edemez. Şimdi dönüp geleceğe bakalım. Bugünün modern insanı her türlü olası badireye rağmen bir milyar yıl daha yaşamını sürdüreceği bilim adamları tarafından dile getirildiğine göre, bu süreç içinde farklı nedenlerle yine yüzlerce kez soyumuz tükenip küllerimizden yeniden doğabiliriz. Evrimleşmenin kesintisiz olarak devam edeceği bu süre içinde, birbirinden farklı çevre koşullarına, tabiatın zorladığı yaşam şartlarına uyum sağlayacak şekilde şeklimiz, görüntümüz değişecektir muhtemelen. İnsan soyu tükendiğinde ayakta kalacak canlılardan birinin de maymun türü olduğu tahmin ediliyor. Binlerce, on binlerce hatta yüzbinlerce yıl sonra o maymunlardan yeni bir Homo Sapiens çıkmayacağını kim bilebilir?
Yukarıda kaleme aldığım canlı ve insan türünün geçmişte yaşadıkları ve geleceğine ilişkin bilimsel temele dayanan bazı varsayımlar. Ancak, Homo Sapiens'in soyu tükenmemiş tek alt türü olan Homo Sapiens Sapiens'i (Modern insan, bilge insan), yani bizim de içinde yer aldığımız türü, nasıl bir sonun beklediğini, türümüzü neyin ortadan kaldıracağını daha çok merak ediyoruz sanırım.
- Mars'ta ya da daha uzak başka gezegenlerde yaşam arayışı:
Bilimsel ve teknolojik gelişmeler ne kadar ileri seviyeye ulaşırsa ulaşsın, gelecek milyonlarca yıl içinde insanın başka bir gezegende hayatına devam edebileceğine pek ihtimal vermiyorum. Başka gezegenlerde değişik canlıların hatta medeniyet bakımdan modern insandan daha ileri olan canlı türlerinin bulunması mümkün. Ancak, geçmişten bugüne gezegenimizi ziyaret ettiklerini sanmıyorum onların. Diğer taraftan, dünyamızın insanlar için yaşanabilir niteliğini yitirene kadar geçireceği bir milyar yıl içinde, yabancı bir gezegenden gelecek insana benzeyen ya da benzemeyen fakat ondan çok daha fazla gelişmiş misafirlerimiz olabilir. Bu canlıların, muhtemelen, bizden daha gelişmiş olacaklarından hareketle, dünyamıza savaş açarak soyumuzu tüketmeyi akıllarından dahi geçirmeyeceklerini, aksine insanların gelişimine katkı sağlayacaklarını düşünüyorum.
- Savaşlar, salgınlar, yangın, deprem vs.
Ne kadar şiddetli olursa olsun bu tür olayların dünyada yaşayan insan türünü tamamen ortadan kaldıracağı ihtimalini düşünmüyorum.
- İklim değişiklikleri
Bir canlı türü olan insanın neslini sona erdirecek en önemli neden bence iklim değişikliğidir. Dünyanın ve diğer gök cisimlerinin hareketlerine bağlı olarak belli aralıklarla büyük seller, kuraklıklar yaşanmakta. Periyodik olarak buzul çağları birbirini izleyecek. Muhtemelen 60.000 yıl sonra yeni bir buzul çağına girecek dünya. İnsanların bunu önlemeye gücü yetmeyecek, küresel ısınma ve iklim değişiklikleri konusunda almayı düşündüğü tedbirler sinek vızıltısından ileri gitmeyecek.
- Asteroit çarpması
Bilim adamları dinozorların dünyaya bir asteroit çarpması sebebiyle soylarının tükendiğinden bahseder. Buna benzer bir olayın ciddi kayıplar getireceğini kabul etmekle beraber dünyanın dört bir tarafına yayılan insan türünü sona erdirebileceğine inanmıyorum.
Sonuç olarak türümüz tükense de küllerimizden yeniden doğacak olmamız bizi ne kadar rahatlatır bilemem ama düşe kalka bir milyar yıl daha devam edecek soyumuz ve soyumuzdan evrimleşen soydaşlarımız. Dediğim gibi insanın aklını başından alan çok uzun zaman dilimlerinden bahsediyoruz. Bir milyar yıl sonra artık yolun sonuna gelmiş olacağız. Eğer komşu bir gezegende yaşam olanağı bulabilirsek o zaman ulaşacağımız teknoloji bizi yeni yurdumuza taşıyabilir. Belki de uzaydan gelebilecek bir canlı bize elini uzatır o zamana kadar. Gelenler, bizim şu anki görünüşümüze benzerken biz evrimleşerek "Extra-Terrestrial" (E.T)'ye benzeyen birer mahluk haline gelebiliriz, kim bilebilir?
Yoğun sigara dumanı altındaki saz heyeti, güzel bir kanun taksiminin ardından Sultan Abdülaziz'in muhteşem hicaz sirtosunu çalmaya başlamıştı. Amerikalı foto muhabiri Norman Harris, gürültünün içinde etkisini kaybeden müziğe kulak verdi. İstanbul'da davet edildiği eğlencelerden aşina olduğu bu ezgileri dinlemekten büyük zevk alıyordu. Birasından bir yudum çekti, bardağı masaya bırakırken başını kaldırdığında, bara yerleşmekte olan Karabulat'a ilişti gözü. Canı sıkılmış, keyfi kaçmıştı bir anda. Ağzındaki sigarayı ağır hareketlerle küllüğe bastırdı ve oturmakta olduğu koltuğun elleriyle kavradığı kolçaklarından destek alarak ayağa kalktı. Üzeri beyaz örtülü masaların arasından geçip kendisine içki söyleyen acente müdürüne doğru ilerledi. Selâm vermeksizin adamın yanı başındaki yüksek tabureyi hırsla çekti kendine doğru. Meydan okurcasına üzerine yürüdüğü acente müdürüne büyük bir kin ve nefretle dikti gözlerini.
"Suratını dağıtmadan önce söyleyecek bir çift lâfım olacak sana."
"Ooo, bakıyorum bizim mütevazı terzi kızımız hiç zaman kaybetmemiş ve hiç üşenmeden içini dökmüş size." Karabulat, sakin bir şekilde gözlerini devirerek alaycı bir şekilde gülümsedi. "Küçük ispiyoncu büyük iş başarmış, kutluyorum kendisini..." Kızıla dönmüş yüzüyle çevirdi başını, büyük bir pişkinlikle barmene seslendi. "Sana getirdiğim o özel paketten değerli sanatçımıza bir fincan adaçayı hazırlayıver."
Norman, adamın vurdumduymazlığı karşısında şaşkına dönmüştü. Ellerini çırptı, alkışlarmış gibi. "Ne büyük oyunculuk ama! Bu konuda hayli yetenekli görünüyorsun."
"Evet, öyleyim." dedi Karabulat, istifini bozmadan. İki adam arasında gerilim artıyordu.
"Sen zehir saçan yılanın tekisin!" dedi, Norman, zor tutuyordu kendini. Karabulat ise, tam aksine genç adamı sinirlendirmek için elinden geleni ardına koymuyordu. Düşmanca bakışlarını Norman'a dikti.
"Evet, tam da dediğin gibiyim. Çok teşekkür ederim." Karabulat sanki kendisine iltifat edilmişçesine başını sallayıp Norman'ı çileden çıkardı.
"Adi herif, piç kurusu..." Norman bildiği tüm kötü sıfatları sıralıyordu birbiri ardına.
"Peki, o söylediklerinin hepsini kabul ediyorum." dedi, Acente Müdürü, sanki eski bir dostuyla sohbet edermiş gibiydi. "Haklısın, babamı hiç tanıyamadım ama annemi soracak olursan,..." Yeşil gözlerini açarak işaret parmağını kaldırdı. "İnan bana, ondaki t....k on erkeğinkine bedeldi." Karabulat'ın şekilden şekile giren yüzü değişmişti. Az önceki alaycı yüzü gitmiş, ağzındaki kelimeleri ısırırcasına çıkaran bir canavara dönüşmüştü. "Şimdi iyi dinle," dedi. "Bundan tam üç yıl önce zavallı, senin gibi merhametli bir aptal, polise ihbar etmişti beni. Sonra..."
"Sonra.. " dedi Karabulat, tekrarlayarak. Canice genç adamın yüzüne baktı. Dişlerini gıcırdatırken başını salladı. "Sonra, ne oldu biliyor musun dostum? Cehennemin dibini boylayan o dört fahişenin muhteşem çığlık seslerini duymalıydın!"
"Sen tam bir orospu çocuğusun!" dedi Norman adama elleriyle hücum etmeye kalkıştı.
"Ah, yapmayın," dedi Karabulat kendini geri çekerek. "Bekâr göçmenler, göçmen olmayanlar, hepsi beni minnetle anar." Karabulat, bir kez daha tavır değiştirmişti. Norman'ın onca hakaretine rağmen sakin görünmeye çalışarak el kol hareketleriyle Norman'a sanki ders verir gibiydi. "Bilirsin, biz erkeklerin kadınlara ihtiyacı var; aynı ayakların ayakkabılara ihtiyacı olduğu gibi..." Anlatırken yüzünü şekilden şekile sokuyordu. "Şüphesiz, ayakkabın olmasa da yürüyebilirsin ama,..." Karabulat sanki hoş olmayan bir şeyin tadına bakmış gibi yüzünü buruşturduktan sonra gülümsedi. "Ayağın acır..." dedi. Gerçekten de hem el kol hareketleri, mimikleri hem de konuşma biçimiyle usta bir tiyatro sanatçısına taş çıkartıyordu. "Sen gel bu dediklerimi bir düşün." dedi. "Sanırım sen de bekârsın, öyle değil mi?" Norman sessizce dinliyordu Karabulat'ı. "Ara sıra düzüşmek için senin de birilerine ihtiyacın oluyordur mutlaka..." Karabulat'ın yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi.
Norman, bu serseriyle başa çıkılamayacağına anlamıştı sonunda. Yüzüne tiksintiyle bakarak bir şey demeden kalktı yanından.
***
Niki ve Haro'nun gözü Olga'nın üzerindeydi. Karabulat'a yem etmemek için gece gündüz demeden genç kızın başında bekliyor, bir gölge gibi onu izliyorlardı. Olga'ya güzel bir gelinlik giydirdikten sonra, duvağı saçlarına iliştirip güzel kızı sevgiyle aralarına aldılar. Haro, mutlu bir şekilde Niki'ye gülümsedi.
"Bu benim annemin gelinliği..." dedi Haro. Kendi gelinliğini vermişti Olga'ya. Genç kızın başındaki tülbent duvağın üzerine çiçekli bir taç oturttu. Fotoğraf makinesini eline alan Norman, karşılarına geçmişti bile. Makineyi ayarladıktan sonra etrafında toplanan genç kızlara doğru seslendi.
"Bugün, şimdiye kadar fotoğrafını çekmediğim bütün Rus kızların fotoğraflarını çekeceğim. Gelinliklerini giymiş ya da giymemiş olsun fark etmez." Bu Karabulat'a açık bir meydan okumaydı.
Olga, iki koruyucu meleği arasında masumca gülümsüyordu. Norman hazırlığını tamamladıktan sonra Niki ve Haro, genç kızın yanından ayrıldı. Olga'nın gelinlik giymiş hali, Norman'ın yardımcısı, denizci Nikolas'ı heyecanlandırmıştı. Genç kız, bunu fark edince sevdiği adama gülümseyerek karşılık verdi. Yakışıklı genç, Olga'ya çok güzel olmuş dercesine başını sallarken, birbirlerine büyülenmişçesine bakıyorlardı.
"Olga,... Olg..." Norman, sadece biraz gülümsemesini isteyecekti. Genç kızın Nikolas'a olan ilgisi gözünden kaçmamıştı gazetecinin. Cevap alamayınca bir süre bekledi. Sonra yardımcısına seslendi.
"Nikolas," Genç denizci bir anda toparlanıp Amerikalıya baktı, panikleyerek. "Niye sen de Olga'nın yanına geçmiyorsun?"
"Ben mi?" dedi. Şaşkın gözlerle işaret parmağını göğsüne bastırıp. Bu güzel teklife inanamadığını gösteriyordu, yakışıklı denizci.
Nikolas, ürkek hareketlerle oturduğu tabureden kalktı, yanına sokulduğu Olga, gülümseyerek takip ediyordu onu. Genç kızın yanında durdu, başındaki bahriyeli şapkasını çıkarıp sol kolunun altına aldı. Birbirlerine çok yakışmışlardı.
"Peki, çekiyorum," dedi Norman. Genç kızın eli, eline değmesiyle birlikte bir anda cesaretlenen Nikolas, Olga'nın elini tuttu, her ikisinin de kalp atışları hızlanmıştı. "Çok güzel..." dedi Norman. Deklanşörün klik sesi duyuldu.
***
Geminin birinci kaptanı Marinos, lüks kamarasında suratını asmış, sıkıntı içinde dolap raflarındaki klasörlerden birini alıp diğerini bırakıyordu. Gömleğinin yakasını gevşeterek kravatını aşağı indirdi. Klasörlerden ikisini seçip yuvarlak masanın yanındaki koltuğa oturdu. Odanın diğer köşesinde Nikolas, kaptanın ayakkabılarını parlatmakla meşguldü. Yüzlerine bakıldığında sebepleri farklı olsa da ikisinin üzerinde havayı geren bir hal vardı. Nikolas işini bitirdikten sonra çöktüğü yerden doğrulup ayakkabıları bir kenara bıraktı. Eli ayağına dolaşmış bir halde kıvranıyor, konuya nereden ve nasıl gireceğine bir türlü karar veremiyordu. Odanın içinde birkaç adım attı, yüzünü ter basmıştı. Kaptan'a baktı, onun da başkasını görecek hali yoktu. Başını klasörün içine gömmüş, adeta dünya ile ilişiğini kesmişti. Nikolas, eline aldığı yeni bir çift ayakkabıyla kaptanın yanına gitti ve cesaretini toplayarak sessizliği böldü sonunda. Sesini kaptanın rahatça duyabileceği bir şekilde ayarladı.
"Ben kardeşim gibi boğulana dek gemilerde kalmak istemiyorum artık! Kendime bir restoran açacağım." Kaptan, başını kaldırıp genç denizciye şöyle bir baktıktan sonra önündeki klasörü incelemeyi sürdürdü. Nikolas, kaptanın ilgisizliğine aldırmadan devam etti. "Mikonos Adasındakilere benzeyen geleneksel bir lokanta..." Kaptan sessizliğini koruyordu. "Vaftiz babamın bana verdiği paraları sizin sakladığınızı biliyorum."
Kaptan genç adamı dinledikten sonra, "Onları vermemi mi istiyorsun şimdi benden?" diye sordu sakince.
"Evet," dedi Nikolas, çekinerek.
"Restoranı New York'ta açacaksın öyleyse..."
"Hayır, Pire'de." dedi. Karabulat, küçümseyen bir bakış attı delikanlıya ve yeniden işine döner göründü.
"Sen mi pişireceksin yemekleri?"
Nikolas, derinden bir iç çekti. "Olga" dedi.
Karabulat, sert bir ifadeyle Nikolas'a çevirdi başını. "Demek kulağıma gelenler doğruymuş..." dedi. Sesini yükseltti. "Onu tecrit etmek gerekirdi. Daha dikkatli olmalıydım... O çekilen romantik resimlerden anlamalıydım." Ayağa kalkıp genç denizcinin üzerine yürüdü. "Diyorsun ki hanımefendinin hemen şimdi ihtiyacı var paraya..." Elini salladı. "Seni gidi aptal çocuk!" dedi, kızarak. Nikolas, kaptanın karşısında süt dökmüş kedi gibi sesini çıkartamıyor, kaptanın sinirinin geçmesini bekliyordu sabırla. Kaptan işaret parmağıyla tehdit edercesine genç adama yüklendi. "Paranı vereyim, git de bir fahişeye yedir ha!"
Nikolas için bu kadarı fazlaydı. "O bir fahişe değil!" diye haykırdı. Tam o sırada kaptanın sert bir tokadı patladı yanağında. "Söyle bana, ne diyeceksin anana ha?" Avazı çıktığı kadar bağırıyordu Kaptan. "Sıçtığım bok... Damat olmak istiyorsun bu yaşta öyle mi?"
Norman, cesaretle karşı çıktı. "Sizin gibi elli yaşında biri bunu hak ediyorsa on yedi yaşında benim buna niye hakkım olmasın?"
"Kapa çeneni!" dedi kaptan, ağzından köpükler saçıyordu. Genç adamın yüzüne elinin tersiyle iki sert tokat daha indirdi. "Yediğin kaba tükürüyorsun. Saygısız, nankör herif!" Yüzünü Nikolas'ın yüzüne iyice yaklaştırdı. Yakasından tutup ileriye itti genç adamı. "Aynı benim oğlum gibisin sen de. Hiçbir farkınız yok!" dedi.
Nikolas, dengesini kaybedip acı bir ses çıkararak kapının önüne yığıldı. Kaptan söylenmeye devam ediyordu. "Hepsi bu fotoğrafçının yüzünden..." Delikanlıyı kendi haline bırakıp masanın başına geçti. "Allah hepinizi kahretsin..."
Nikolas korku içinde yerinden kalkarken Kaptanın önündeki küçük içki bardağını bir dikişte midesine indirdiğini gördü. "Bir de bana yaşını başını almış diyorsun öyle mi?" diye söyleniyordu Kaptan. Sinirden elleri titriyordu. Nikolas sandalyenin üzerine bıraktığı bahriyeli şapkasını alıp odadan sıvışmakta buldu çareyi.
***
Güvertenin büyük salonu ışıl ışıl parlıyordu. Bütün masalar dolmuş, beyaz elbiseli garsonlar masaların arasında yolcuları memnun etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Salonun kapısı girişte bekleyen iki denizcinin şaşkın bakışları arasında açıldı ve siyah elbiseli genç bir kadın büyük bir hışımla girdi içeri. Şık kıyafetli hanımefendilerle beyefendilerin doldurduğu masaların arasında sert adımlarla dolaşan kadın, Niki'den başkası olamazdı. Bütün gözler ona çevrilmişti. Sonunda aradığı kişiyi gören Niki, o tarafa doğru yöneldi. Norman, masada tek başına oturmuş, jambonlu omlet yiyordu. Bir anda başında dikilen Niki'yi görünce şaşırdı. Niki, masanın üzerine beş fotoğraf bıraktı. Sesi titriyordu. Norman ne olduğunu anlamaya çalışırken Niki'ye baktı. Niki, öfkeyle bağırdı.
"Beş Rus kızı için aynı damat adayı!" Norman, fotoğraflardan birini eline alıp incelerken diğer masalarda oturan yolcular neler olduğunu merak edip başlarını onlardan yana çevirdiler. Herkes susmuş, salon sessizliğe bürünmüştü. Çatal bıçak sesleri bile kesilmişti. Norman, masada kalan fotoğrafları da eline alıp üst üste koyduktan sonra hepsini birlikte cebine yerleştirirken Niki'ye baktı. "Tamam," dedi. "Hadi gidelim." Seri adımlarla salondan dışarı çıktılar birlikte.
Niki, Norman'ı alıp üçüncü sınıf katına indiğinde bütün genç kızlar bağırıp çağırıyor, ağlayıp zırlayarak kıyameti koparıyorlardı. Gemideki gelin adayları büyük bir hayal kırıklığı içindeydi. Aralarında baygınlık geçirenler vardı. Niki ve Norman genç kızları teselli etmek için varlarını yoklarını koyuyorlardı ortaya. Yatakhane isyan yerine dönmüştü. Niki, ranzasında sessizce oturmakta olan Haro'nun yanına gitti. "Haro'cuğum pes etmemeliyiz. Sadece Olga'yı değil, diğerlerini de kurtarmamız gerek."
İşini kaybetmemek için kızlar arasındaki asayişi sağlama görevini gönüllü olarak üstlenen Kardaki, gelin adaylarını sakinleştirmeye çalışırken hayli zorlanıyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu, kimin kimi şikayet ettiği belli değildi. Yüzlerce genç kız paniğe kapılmış gemidekilerin bütün umutları suya düşmüştü bir anda. Norman gruplar halinde kümelenen kızların arasında dolaşıp sakin olmalarını söylüyordu fakat onun dilinden anlayan neredeyse hiç kimse yoktu. Bildikleri tek şey kandırıldıklarıydı. Norman Türklerin olduğu gruba yanaştı. Başları örtülü genç kızların hepsi iki gözü iki çeşme ağlıyorlardı. Fatma'nın arkadaşı Eleni onların yanından ayrılmamıştı. Gazeteci bildiği birkaç Rumca sözcük ve İngilizceyi karıştırıp sadece beş kızın kandırıldığını, diğer kızlar için herhangi bir problemin olmadığını anlatmaya çalıştı. Fakat yine anlayamamışlardı gazetecinin dediklerini. Dedikodu bütün sakinleştirme çabalarının üstesinden geliyor, tüm gelin adaylarının kandırıldığı haberi kulaktan kulağa yayılıyordu gemide. Kandırılma olasılığı genç kızların aklına daha inandırıcı geliyordu.
Niki, çaresizlik içinde oradan oraya koşarken güzel, sarışın bir Rus kızı dikildi karşısına. Hiç beklemediği bir anda yüzüne yediği okkalı bir şamar aklını başından aldı Niki'nin. Kız delirmiş olmalıydı. Şaşırmıştı Niki, bir anlam verememişti kızın bu tepkisine. Karabulat'ın akşamları yataklarından kaldırıp yukarıya, birinci sınıftaki erkek yolculara servis ettiği kızlardan biri olmalıydı bu. Kısa bir süre duraksadıktan sonra yüzüne tokat atan kızın, kandırılan beş Rus kızından biri olduğuna kanaat getirdi. Karabulat, bedenleri karşılığında onları hoş tutuyordu belki ama başlarına neler geleceğinden, sonlarının ne olacağından haberi yoktu hiçbirinin. Niki'nin yufka yüreği, ne haliniz varsa görün diyemezdi. Gözleri dolarken genç kızın tokat atan elini tutup dudaklarına götürdü.
***
Gemi kaptanının kamarasındaki yuvarlak masaya kurulan Karabulat, Norman'ın kendisine verdiği beş erkek fotoğrafını yan yana dizdikten sonra uzun bir süre sessiz kaldı. Kaptan Marinos, suratını asmış, odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolanırken merakla Karabulat'ın vereceği cevabı bekliyordu. Kaptan'a olan saygısından dolayı acente müdürünü yumruklamamak için kendini zor zapt eden Norman'ın kan beynine sıçramış, yüzü sinirden kıpkırmızı bir hal almıştı. Karabulat'ın işi zordu bu kez. Yüzü pancara dönmüştü, elindeki beyaz kumaş peçeteyle alnında biriken terleri sildikten sonra derin bir nefes aldı. Gözleri kaymış bir vaziyette gülümsemeye zorladı kendini.
"Sakin ol dostum," dedi Norman'a. "Sinirlenmene gerek yok, belli ki acentede memurlar bir hata yapmış. Daha önce de olmuştu buna benzer şeyler..." Acente müdürünün karşısındaki sandalyenin arkasına kollarını dayayan Norman, acente müdürünün söylediklerini ayakta dinlerken Kaptan, ikisinin arasına girmiş, masanın üzerine dizilmiş fotoğraflara bakıyordu dikkatle. "Güvenin bana," dedi Karabulat. "Derhal gerekeni yapacağım. O kadar çok göçmenle uğraşıyoruz ki, bu öyle sanıldığı kadar kolay bir iş değil." Konuşması gittikçe zorlaşıyor, kelimeler ağzından parça parça dökülüyordu. "Bunun gibi aksilikler..., ehm, bazı fotoğrafların karışması, yani anlatabiliyor muyum, ehm, son derece..., gayet normal bir durum."
Norman, ellerini dayadığı masadan destek alarak Karabulat'a doğru eğildi. "Olga..." dedi. "O henüz on altı yaşında!"
Karabulat, şaşırmış gibi yaparak, "Uhhh," diye bir ses çıkardı. "Ama yirmi yaşında gösteriyor." Kendini haklı çıkarıp hatasının bağışlanabilir olduğunu gösterircesine ellerini havaya kaldırmıştı.
Norman'ın kendini daha fazla tutacak hali kalmamıştı. Gözlerinde şimşekler çakıyordu. Başını kaldırıp arkasını dönmekte olan Kaptan'a yükseltti sesini, hesap sorarcasına. "Odesalı Yelena'ya ne yaptınız?"
Kaptan, başını çevirip dik dik baktı genç gazeteciye. Sözleri oldukça sertti. Kelimelere basa basa konuşuyordu. "Benim görevim, bayım..." dedi. "Sizleri boğulmadan gideceğiniz yere götürmek!" Hitap şekli neredeyse kabahat işlemiş ufak bir çocuğu azarlar gibiydi. "Ben burada bir göçmen bürosu şefi ya da acente memuru değilim."
Kış Bahçesi, Kaliforniya doğumlu yazar Kristin Hannah (1960-...) ile tanışmamı sağlayan ilk kitap oldu. Özellikle seçip almadım, oğlumun kitaplığından aşırdım. Hannah, sekiz yaşında annesiyle birlikte Washington'a taşınmış. Hukuk fakültesini bitirdikten sonra avukatlık yapan yazar, annesinin kansere yakalanıp ölümüne kadar geçen süreçte yazmaya başlamış. Bebeği dünyaya geldikten sonra eskiden yazdığı yazıları çıkartıp eşinin yardımıyla yazarlığa başlamış. Başlangıçta kitaplarını bastıracak yayınevi bulmakta zorlanmasına rağmen sonraki yıllarda popülerlik kazanarak pek çok ödülün sahibi olan bir yazar, Kristin Hannah.
Kış Bahçesi, Amerika'da yaşayan ve karakter bakımından birbirine uymayan iki kıza sahip Whitson ailesinin yaşamını konu ediyor. Babaları Evan'ın ölümünden sonra evcimen, ailesinden devraldığı işi götürmeye çalışan Meredith ile dışa dönük, dünyayı gezen acar bir foto muhabir olan Nina, anneleri Anya'nın rahatsızlığı üzerine bir araya geleceklerdir. Anya kaybettiği kocasına aşırı derecede bağlı olmasına rağmen kızlarına karşı son derece ilgisizdir. Baba Evan bu açığı kızlarına olan sevgisi ve bağlılığıyla kapatmaya çalışırken, son nefesinde onlara annelerini sevmelerini ve ona ısrarla masal anlattırmalarını vasiyet eder. Anne Anya ve kızlarının arasında tek bağ bu masal anlatma işidir zaten. Meredith garip hareketlerinden Alzheimer olduğuna kanaat getiren annesini huzurevine yatırır. Ancak tesadüfen bu durumu öğrenen Nina, görevini bırakır ve Anya'yı huzur evinden kaçırıp baba evine getirir. Bu arada iki kızı dışarda yatılı okula giden Meredith'in yaşadığı stresten dolayı kocasıyla arası açılmıştır. Babalarının vasiyetini yerine getirmek için annelerine her akşam masal anlattırmaya başlar kızlar. Masal önce kara şövalye, prens, ejderhalar gibi fantastik öğelerle başlayıp ilerleyen günlerde Leningrad'da yaşanan büyük bir savaş dramına evrilir. Kızlar, annelerinin anlattığı masala sığınıp acılarını bastırmaya çalıştığının farkına varınca onun kendilerine niçin soğuk davrandığını öğrenebilmek için geçmişindeki izleri sürmeye başlar ve sonunda yolları Alaska'ya düşer. Orada beklenmeyen bir son kendilerine kucak açmıştır. Yapılan sürpriz ziyaret bilinmeyenleri açığa çıkarır.
Romanı okuduktan sonra kafamda oluşan olumlu ve olumsuz eleştirileri ve kendi değerlendirmelerimi kaleme almadan önce her zaman yaptığım gibi yazar ve kitap hakkında başkalarının yazdıklarına göz gezdirmek istedim. Yüzün üzerinde yorum okudum. Hemen herkesin ortak fikri, romanın ilk yarısının sıkıcı olduğu ancak ikinci yarısını ise çok beğendikleri, Anya'nın yaşadığı dram karşısında göz yaşlarını tutamadıkları yönündeydi. Benim gibi düşünen sadece bir okur gördüm onca okurun arasında. Yazar, oldukça üretken ve birçok ödül almış. Okurlarının % 95'i kadın. Sanırım bu yüzden duygusal konuları derinlemesine işleyip geniş bir okur kitlesine ulaşmış.
Romanda aşk, sevgi, aile bağları temaları işlenmiş olsa da esas konu Hitler'in Leningrad'ı muhasara altına aldığı dönemde yaşanan acılar, soğuk, kıtlık, hastalık, açlık, ölüm ve çaresizlik. Öyle ki çocuklarının karnını doyurmak isteyen anne, çorba niyetine duvar kâğıtlarını, hatta kocasının deri kemerini kaynatıyor. Bu kadarı olur mu, abartılmış olabilir mi demeksizin savaşın getirdiği içler acısı ortamı güzel yansıtmış değerlendirmesini yapacağım. Kızlar, Meredith ve Nina karakterleri güzel oturtulmuş. Kurgu genel olarak iyi fakat mantık dışı bulduğum birkaç hususun altını çizmeden geçemeyeceğim.
Öncelikle anne Anya'nın kızları Meredith ve Nina'ya yıllar boyu neden düşmanca tavırlar sergilediğinin akla uygun bir nedeni yok. Tamam, bunun sebebi Anya'nın yaşadığı büyük travma olarak açıklanıyor ve okurun çok büyük kısmı buna ikna olmuş görünüyor fakat ben pek mantıklı bulmadım. Anya Leningrad kuşatması sırasında kocası Sasha ve iki çocuğuyla büyük acılar yaşamış, ailesinin bütün bireylerini kaybetmiş. Savaşın bitmesinden sonra karşılaştığı görevli bir Amerikalı olan Evan, onu Alman toplama kampından alıp memleketine götürmüş ve orada evlenmişler. Romandan anladığım kadarıyla on beş yıl kadar çocuk yapmamışlar. Daha sonra Meredith ve Nina gelmiş dünyaya. Be kadın, sen bu çocuklara niçin düşman oluyorsun, onlardan teselli bulacağına. Birinci eleştirim bu.
İkinci eleştirim kitabın sonunda yapılan final ile ilgili. Leningrad'da kocasının ve kızının öldüklerine dair okurda en ufak bir şüphe bırakmayan yazar Alaska'da onların yıllarca yaşadıklarını öğreniyor. Elbette okur için beklenmeyen bir durum bu. Bazı okurlara zorlama geldiği gibi bende de aynı hissi uyandırdı. Yazarın pazarlama tekniği, mutlu son, ama olmamış. Eğer küçük bazı şüpheler bıraksaydı daha gerçekçi olurdu bu hikaye.
Kitabın edebi bir değeri yok bence. Popüler edebiyattan bir örnek sadece. Kitabı okurken hem günümüzü hem de geçmişi anlatması güzeldi. Fakat, masala fantastik öğelerle başlayıp gerçek bir drama dönüşmesinin mantığını da anlayamadım. Çevirmen Esra Kılıççı hakkında internette hiçbir bilgiye rastlamadım. Pagasus yayınlarından bir kaç kitap çevirmiş. Çeviride beni fazlasıyla rahatsız eden cümleler vardı. Romanın ilerleyen sayfalarında bunlara biraz alıştım sanırım.
Özetle St. Petersburg (Stalin dönemindeki adı Leningrad) kuşatmasında bir Rus ailenin yaşadıklarının güzel bir dille aktarılmasının dışında yukarıdaki olumsuzluklar nedeniyle tavsiye edebileceğim bir kitap değil. Yeni bir Kristin Hannah kitabı okur muyum? Sanmıyorum. Pek çok kişinin ağladığı kitap beni ağlatamadı. Kesinlikle okumayın diyemem, sevenleri vardır, olacaktır, ancak realizmi önemseyenler için pek uygun değil.
Sevgili "she is the man" tarafından kurulan "BLOGGER KİTAP KULÜBÜ" nde ilk ev sahibi olmanın gururunu yaşıyorum. Bana bu gururu yaşatan "she is the man" e teşekkür ederim. Arkadaşımız söz konusu etkinliği ŞU yazısında duyurup üye sayısını on iki kişi olarak öngörmüştü. Bugüne kadar (bildiğim kadarıyla) kulübe katılmayı düşünen değerli arkadaşlarımızın blog isimleri ve adresleri şöyle;
1. Dövüşürken hanımefendi değilim / She is the man - (http://applesodaa.blogspot.com/)
2. Kitaplık/Okuma Günlüğüm - Eren (https://okumagunlugum.blogspot.com/)
3. Şule Uzundere Blog / Hayata Dair Her Şey - (https://suleuzundere.blogspot.com/)
Yukarıdaki listenin dışında kulübe destek vererek bizleri onurlandıracak, yorumları ve eleştirileriyle katkı sağlayacak bütün blog dostlarına teşekkür ederim. Elimde okumadığım pek çok kitap olmasına karşın söz konusu etkinlik için internetten ilk kez toplu kitap satın aldım. D&R dan sipariş ettiğim yedi kitabın adları ve yazarları şunlar:
1. Karamazov Kardeşler - Hasan Ali Yücel Klasikleri - Fyodor Dostoyevski
2. Yeraltından Notlar - Hasan Ali Yücel Klasikleri - Fyodor Dostoyevski
3. Yeryüzüne Dayanabilmek İçin - Tezer Özlü
4. Şato - Franz Kafka
5. Vadideki Zambak - Honoré de Balzac
6. Cennetin Doğusu - John Steinbeck
7. Prens - Niccolo Machiavelli
Bunların arasından BLOGGER KİTAP KULÜBÜ / EYLÜL ayı için önereceğim kitap Franz Kafka'nın ŞATO romanı. Türkiye İş Bankasının Modern Klasikler Dizisinin 43. kitabı. Çevirisini Almanca aslından Regaip Minareci yapmış ve toplam 351 sayfa.
Söz konusu etkinliğe katılmayı arzu eden dört arkadaşımızı daha bekliyoruz.
Eylül ayı sonunda, okumamız bittikten sonra, aynı Ağaç Ev Sohbetlerinde olduğu gibi, yayımlayacağım postun altındaki yorumlarda kitap hakkında geniş kapsamlı tartışmalar yapacağız. Sizlere diğer kitaplarından (Milenaya Mektuplar, Dönüşüm, Dava) tanıdığım ve beğenerek okuduğum yazar Franz Kafka ve kitabı Şato hakkında biraz bilgi vermek isterim.
Franz Kafka (1883-1924) Çek asıllı Avusturyalı yazar, Prag'da dünyaya geldi. Kendisi çağımızın en büyük yazarlarından biridir. Yapıtlarını edebiyat tarihinin belirli bir akımına dahil etmek zordur. Taşralı Çek bir babayla, burjuva Alman Yahudi'si bir annenin çocuğu. Prag Üniversitesi'nde hukuk öğrenimi gördü. İki kez nişanlanıp bir türlü evlenemediği Felice Bauer'le ilişkisinden geri kalan beş yüzü aşkın mektup, ölümünden çok sonra, 1967'de Briefe an Felice (Felice'ye Mektuplar) adıyla yayımlandı. Yapıtlarını Çekçeye çevirmek isteyen Milena Jesenkaya'ya yazdığı mektuplar ise yine ölümünden sonra Briefe an Milena (Milena'ya Mektuplar) başlığıyla okurla buluştu. Die Verwandlung (Dönüşüm), Der Prozess (Dava) ve Amerika önemli yapıtları arasındadır. Öykü ve romanlarında çağımız insanının korkularını, yalnızlığını, kendine yabancılaşmasını ve çevresiyle iletişimsizliğini ele aldı. 1924'te verem yenik düşerek yaşama veda etti.
Kafka, Şato'da, tıpkı Dava'da olduğu gibi şeffaflıktan yoksun, işlemeyen kurumlarla, otorite ve bürokrasiyi hicveder. Esrarengiz bir kont, ona ait bir şato; diktatörce eğilimler gösteren, hiyerarşi içindeki çok sayıda bürokrat... Roman, Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun modern ulus devletlere ayrışmasının ertesinde yazıldığından, Kafka geleneksel otoritenin nasıl bir düzene evrileceğini sorguluyor. Okur, romanın muammalarını çözmek için her türlü karmaşa, ikilem ve belirsizlik arasından yolunu bulmaya çalışacağı "aktif" bir okumaya davet edilir.
Aradan geçen bir asırlık zamana rağmen günümüz Türkiye'sinden izler taşıdığını düşündüğüm ilginç bir roman. Herkese keyifli okumalar dilerim.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Taha Akkurt'tan geliyor:
"Çocukluğunuza dair neler hatırlıyorsunuz? Nasıl çocuktunuz?"
Çocukluğum... Araya serpiştirilmiş güzel anlar, anılarım olmakla beraber pek de hatırlamak istemediğim, hatta unutmak için çaba gösterdiğim bir yaşam parçası benim için. Filmi iyice geriye sardığım dönem köy ve kırsalda yaşayan nüfusun çok daha fazla olduğu günlere gidiyor. Başkalarının anlattığı köy hayatı, benim ilkokulda hayat bilgisi derslerinde öğrendiğim köy muhtarı, köy imamı, ihtiyar heyeti ve köy merasından ileri gitmiyor ve ben bu hayatı çok merak ediyordum. Liseyi bitirene kadar gördüğüm tek köy, ilkokulda ziyaret ettiğimiz kardeş köyümüzdü. Şimdi, ismini hatırlayamıyorum, sanırım Torbalı yolu üzerinde bir köydü. Biraz araştırayım dedim ama bir şey bulamadım. Pek çok köyün ismi değiştirilmiş, mahalle olmuş! Bahsettiğim bu köyden bir pikabın arkasında okula gelip giden arkadaşlarım vardı. O günlerde duyduğumuz bir haber bütün sınıfı acıya boğmuştu. Arkadaşlarımızı taşıyan pikap kaza yapmış öğrencilerden bazıları hayatını kaybetmiş bazıları da yaralanmıştı. Hayal meyal o çocuklardan birinin de bizim sınıftan olduğunu hatırlıyorum. Okullar yeni açıldığından henüz doğru dürüst tanışmıyorduk. Kötü haberi aldığımız gün o arkadaşın sınıfta oturduğu yere çerçevelenmiş resmi ve çiçekler konulmuştu.
Evet, ben bir şehir çocuğuyum. Fakat sanmayın ki bir elim yağda bir elim balda büyüdüm. Şehrin tam merkezinde ama benim varoş kabul edeceğim bir hayat tarzının içinde geçti çocukluğum. "Yumurtadan çıkmış, kabuğunu beğenmez." diye bir söz vardır. İşte bu tam da benim için söylenmiş. İyi bir çocukluk geçirdiğimi söyleyemem. Fakat bugün, o ortamdan çıkıp geldiğim yere baktığımda için için gurur duyuyorum. Üzüldüğüm nokta ülkemizin bugünkü hali. Artık toplumun alt kesiminden gelip sınıf atlayabilmek ve hayal ettiği refah düzeyine erişmek yeni nesiller için maalesef olanaksız. Eğitimden adalete, fırsat eşitliğinden yaşam tarzına, ahlak anlayışından güven duygusuna kadar pek çok konuda büyük bir yozlaşma, ayrışma ve kültür erozyonu sürecine girmiş bulunuyoruz.
Dört kardeşin en büyüğüyüm. Dedemi on bir yaşında kaybedene kadar evin en gözde çocuğuydum. İlk göz ağrısı derlerdi bana o zamanlar. Ben de bu sıfatı gururla taşır ve hakkını vermeye çalışırdım. Nasıl mı? Mahalledeki çocuk kavgalarına karışmazdım, küfür etmezdim, büyüklerin dediklerinden dışarı çıkmazdım sözgelimi. Derslerim de fena değildi. O zamanlar bütün dünyam zamanımın büyük kısmını geçirdiğim sokağımız ve sütçü beygiri gibi aynı güzergahtan şaşmaksızın okula gidip geldiğim yol parçalarıydı. Servis falan yoktu tabii o zamanlar. Araç sayısı da fazla değildi. Sokaklardan pek araç geçmediği için trafik bakımından emniyetli sayılırdı.
Korkarım uzun bir yazı olacak bu. Padişah Abdülhamit tarafından Girit'ten göçen dullara verilen tek katlı, arkasında ufak bir avlusu bulunan iki odalı bir evde gelmişim dünyaya. Dedem de hemen dibimizdeki tek tip evlerden birinde otururdu anneannemle birlikte. Tek bir apartmanın olmadığı sokağımız çok uzun gelirdi gözüme o zamanlar. Evlerin hemen hepsinde Girit göçmenleri yaşardı. Aralarında Türkçe bilmeyen yaşlı teyzeler vardı. Sokakta, çarşıda ve evlerde herkes ağırlıklı olarak Giritçe konuşurlardı. Her zaman hayıflanırım, birkaç yaş daha önce gelseydim dünyaya diye. O zaman ben de öğrenirdim bu dili. Büyükler ne zaman çocuklara duymalarını istemedikleri bir şey söyleyecek olsalar hemen Giritçe konuşmaya başlarlardı. Çocuk yaşlarımda sinir olurdum buna ve anneme ne dediniz, ne dediniz diye ısrarla sorardım. Annem işte, şunu konuştuk dediğinde gözleri ışıltıyla gülerdi. Ben bunu bir işaret kabul eder, hayır derdim, siz başka şey konuştunuz, bizim duymak istemediğimiz bir şey...
Hatırladığım diğer bir şey de komşular arasındaki tabak trafiği. Sadece Muharrem ayında pişirilen aşurelerden ya da Kurban Bayramlarında dağıtılan etlerden bahsetmiyorum. Sıradan bir yemek, komşuya koktu diye bir tabağa konup servis edilirdi. Aynı tabak birkaç gün içinde bir başka yiyecekle dolu olarak iade edilirdi. Ya da evde tuz kalmadı mı, hemen komşuya gidilip bir çimdik tuz istenirdi çay tabağının içinde.
Sokakta iki tarafa taştan kaleler yapıp futbol maçı ya da karşılıklı ağaçlara ip bağlayıp voleybol oynamak en büyük eğlencelerimizdi. Bazı kötü komşular gürültüden rahatsız olurlar, topun pencere camlarını kırmasından korkarlardı. Bunlardan en belalısı "Sazana" dediğimiz bir cadıydı. Eline geçtiğinde mutfağından aldığı bir bıçakla gözlerimizin önünde keserdi topumuzu. Bu oyunlarda diğer belalım babamdı. Bazen akşam karanlığı basana kadar oyuna dalardık sokakta. Biraz hareket etsem sırılsıklam terlerdim. Nasıl bir mantıksa, terlemem onun için çok büyük bir kabahatti. Herkes babasını görünce karşıdan, neşeyle koşardı karşılamaya. Ben ve kardeşlerime arkadaşlarımız "baban geliyor" sinyalini verdiğinde derhal eve koşar başımı havluyla kurulamaya çalışırdım. Ama fayda etmezdi, saçımı kurutsam bile pancar gibi bir suratı gizlemenin imkânı yoktu tabii.
Dedem, çocukluğumun en iyi insanıydı gözümde. Birbirimizi çok severdik. Belediye zabıtasından emekli olduğu için pasosu vardı, otobüsler bedavaydı yani. Çocukken benden de para almazlardı ve biz fırsat buldukça dede torun gezerdik. Benimle gurur duyardı. Kurbanını keser, zekatını verir, Kur'an'ını okur, orucunu tutar, namazını kılardı, velhasıl dinine bağlı bir adamdı. Yardımsever bir insandı. Ben de onun gözüne girmek için elimden geleni yapardım. Onun sayesinde Kur'an kursuna yazıldım ve ilk sene öğrendim, on yaşında ilk hatmimi indirmiştim. Benden büyük diğer üç çocukla birlikte camide hatim duası yapılırken benimle nasıl gururlandığını tahmin etmem güç değil. Camilere giderdik dedemle birlikte, müezzinlik yaptım, mahalle camisinde o çocuk sesimle ezanlar okudum. Annem klasik liseye gitmem konusunda ısrarcı olurken eğer yaşasaydı dedem beni muhtemelen imam hatip okullarına gönderirdi. Bazen düşünmeden edemem; imam hatip okullarında okusaydım şimdiye çoktan köşeyi dönerdim diye.
Evet, sert bir baba ve aşırı derecede yumuşak bir anne tarafından büyütüldüm. Ekonomik imkanlarımız son derece kısıtlıydı. Babam kısıtlı bir bütçeyi anneme haftalık olarak verir zavallı annem dört çocuğuna yetişmeye çalışırdı. Yaz tatili olarak bir kaç anım var sadece. Dedem ve anneannemi hatırlıyorum. Kilizmanda kayaların arasında beyaz bir çadır kurmuşlardı. Rüzgâr estikçe çadır tepemize yığılacak diye korkardım. O günlerden aklımda yer eden tek şey denizin kokusu... Sonra bir gün Kuşadası'na getirmişti babam bizi ailecek. Sanırım bir restorana gitmiştik deniz kıyısında... Annemi ilk ve son kez orada bira içerken gördüm. Çocukluğum boyunca hatırladığım tek mutlu aile tablosu...
Çocukluk arkadaşlarımdan birinin babasının küçük bir bakkal dükkânı vardı. Güneşin kavurduğu sıcak saatlerde o dükkanda geçirirdik zamanımızı. Dükkânın yan bölümünde içinde bir gaz varilinin olduğu depo olarak kullanılan bir yer vardı. Seccadelerimizi serer namaz kılardık orada. Hayaller kurardık sonra... Dere dediğimiz irili ufaklı taşlar yığılmış bir çıkmaz sokağımız vardı hemen yanı başımızda. Bir cami yapalım sevabına, taş sıkıntımız olmaz orada... Temel nedir bilmezdik çocuk aklımızla. Duvarları yükseltmek kolaydı, üst üste dizecektik taşları. Fakat çatıya gelince ne yapacağımızı bilemezdik. O kubbede taşları nasıl tutabilirdik? İşin içinden çıkamayınca bu büyük projemizden vazgeçmiştik!
İlkokula başladığım günü hatırlıyorum. İlk teneffüs zili çaldığında taşa takılıp yere kapaklanmıştım. Dizim kanıyordu. Etrafımda herkes yabancı, ağlıyordum ama kimsenin ilgilendiği yoktu. Evin yolunu tuttum. Annem beni görünce şaşırdı. Okul bitti, dedim. Olur mu hiç, ilk ders bitmiştir dedi. Dizime tentürdiyot sürdükten sonra elimden tuttuğu gibi okula geri getirmişti.
Dedemlerin evinde ikinci odanın altında küçük, basık bir mutfak vardı. Mutfağın küçük bir köşesi taş karo kaplı ve zeminden beş altı santim kadar düşüktü. Oradaki testimiz yazın sıcak günlerinde buz gibi soğuturdu suyu. Testiyi çektiğimizde o küçük alan bizim banyomuz olurdu. Mutfak dediğim en fazla altı metrekare bir yer! İçine bir kuzine, masa ve sandalyeler nasıl sığmıştı hâlâ şaşarım. Dedem masanın başına otururdu, ben de onun yanına. Karalahanadan içine biraz pirinç katılarak kavrulmuş dible adında muhteşem bir yemek yapardı anneannem. Tencereye çala kaşık saldırırdık çoluk çocuk. Bir de bazen halis tereyağı kızdırılırdı. Mis gibi kokardı, ekmeklerimizi banarak yediğimiz en güzel yemeklerden biriydi benim için. Sabah kahvaltılarında henüz annemizin ağzımıza beslediği günleri hatırlıyorum. Taze bir dilim ekmeğin üzerine bir parça sana yağı ve üzerine çay döker kaşıkla verirdi ağzımıza. "Anikse bukasu" derdi, yani, "aç ağzını" demekti bu Giritçe. O gariban halimizle yemekler verir, yemek davetlerine katılırdık dedemin ahbaplarıyla. Yemeğe misafir geldiğinde beylik yemeğimiz fırında etli patates olurdu. Tepsi domateslerle, biberlerle gelin gibi güzelce süslenir, fırına götürmek üzere bana verilirdi. Fırından çıkan sıcak tepsiyi ellerim yanmasın diye sofra bezleriyle tutar, eve taşırdım. O kızarmış patatesler gözlerime pek hoş görünürdü.
Akşam serinliğinde bütün mahalle çoluk kapı önlerine çıkar çiğdem çitlerdik. Televizyon yoktu henüz o zamanlar. Evin erkekleri eve dönene kadar orada eğlenirdik. Saat sekiz olduğunda kulaklarımızı radyo tiyatrosuna dikerdik, sonra cumba yatağa.
Üç tekerlekli bir bisikletim vardı, yıllarca kullandım onu ama çok istememe rağmen iki tekerlekli bir bisikletim olmadı. Annem kaza yapar bir aracın altına girerim diye korkardı ama asıl sebep ona ayırabilecek paralarının olmamasıydı. Bu yüzden ailemden gizli olarak bisiklet kiralamaya başladım biriktirdiğim harçlıkları ve bayram paralarımla. Bir gün yokuştan aşağı inerken kontra bisikletin pedalına ters basmaya bacaklarımın kuvveti yetmedi. Hızla karşı evin kapısına bindirmiştim. Annem beni ve üç parça haline gelen bisikleti alıp tarla dediğimiz yere götürdü, parası neyse verdi. Şanslıydım, o sırada sokaktan bir araba geçebilirdi. Annemin bana çok fazla kızdığını hatırlamıyorum. Annem hiç kızmazdı çocuklarına zaten. İçinden çıkamadığı zor durumlarda avlunun basamaklarına oturup hırsını bacaklarına vurarak çıkartırdı. Haliyle beni çok üzerdi bu görüntü, yapma yapma diye yalvarırdım. Tamam bir daha yapmayacağız.
Sanırım bu kadar yeterli, yoksa bu iş uzadıkça uzayacak...