Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sessiz ve Derin / DeepTone'dan geliyor:
"Kitap okurken kitaba notlar alır mısınız? Satırların altını çizer misiniz? Nasıl çizersiniz? Kitaplarınızı kaplar mısınız?"
Hiçbir nesne ya da sembole kutsiyet atfetmem. Kitap da onlardan biri. Fakat bu, kitabı sevmediğim anlamına gelmez. Benim için önemli olan içeriktir, insanlara saygı gösteririm fakat nesnelere saygı gösterilmesini anlamakta güçlük çekiyorum. Bana kitap bir şeyler veriyor mu, önemli olan bu. Bir şekilde yerine yenisini koyabileceğim bir eşya. Nadir kitap koleksiyoncusu değilim sonuçta. Kitap okurken sayfalarına, kapağına not almak gibi bir adetim yok. Eğer kitabı sadece ben okuyacaksam ve bunun ileride işime yarayacağına inanıyorsam satırlarının altını çizebilirim ya da sayfa kenarlarına işaret koyabilirim. Ancak okuduğum kitapları en azından eşimin de okuyacağını düşünürüm, genellikle de öyle olur. Bazen okuması için tanıdık birilerine verebilirim. Altını çizdiğim, ilgimi çeken konular benden sonra kitabı okuyacak kişilerin ilgisini çekmeyebilir ya da sayfa kenarlarına aldığım notlar, işaretler onların okuma zevkini kaçırabilir. Satırlarının altı çizilmiş ya da sayfa kenarları işaretlenmiş bir kitabı okumak hiç hoşuma gitmez benim de. Daha önce düşünmemiştim ama kitap okurken satırların altını çizmememin, sayfa kenarlarına not yazmamamın sebebi kitaba değil, benden sonra aynı kitabı okuyacak insanlara olan saygım sanırım.
Diğer taraftan kitap okurken kaldığım sayfanın üst köşesini küçük bir üçgen şeklinde katlamak suretiyle işaret koyarım. Tekrar okumaya başlamadan önce kıvrılan sayfayı düzeltir, öyle devam ederim. Eşim ve özellikle oğlum sayfaları kıvırdığım için kızarlar bana. Ama ben yine bildiğimi okurum. Ayraç kullanmayı sevmiyorum, kitabın arasından kayıp düşünce bir işe yaramıyor çünkü.
Doğrusu kişi, kitabını istediği şekilde okur, nasıl ve hangi kitapları okuyacağına karışamayız. Kitap kendine ait olduktan sonra, onu koklar mı, kaplar mı, sayfalarına not mu düşer, satırların altını mı çizer ya da çizmez, bence bunların hepsi birer zevk meselesi. Lâkin kitabın daha sonra başkaları tarafından okunması isteniyorsa (bu tamamen tercih meselesi) mümkün olduğunca sayfalara not düşülmesinden, satırların altının çizilmesinden kaçınmak gerekir bence.
Kitap kaplamak olayı benim için okul çağlarında kaldı. Kitaplarımı kaplamıyorum.
Kitabın yazarı Niccolo Machiavelli (1469-1527) hukukçu bir baba ve kültürlü bir ailenin oğlu olarak Floransa kentinde dünyaya geldi. Siyaset üzerine yazdığı bilimsel inceleme kitabı olan Prens, beş yüz yıldan beri önemini korumakta. Kitabı anlatmaya başlamadan önce çeviriyi yapan Kemal Atakay'dan bahsetmek istiyorum. 1962 doğumlu Atay, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdikten sonra A.B.D'de İngiliz ve İtalyan edebiyatı üzerine eğitim görmüş. Çevirmeni bu kadar anlatmamın sebebi eserin başında ve sonunda yazara ve kitaba ilişkin yaklaşık kırk sayfalık detaylı bilgi vermiş olması. Yani kitabın dörtte biri çevirmene ait diyebiliriz. Zahmetli bir çalışmaya imza atan Kemal Akay, yazarın hayatı ve eserlerinden başka kitabın yazıldığı dönemi, kitapta adı geçen önemli şahsiyetleri ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.
Makyavelizm ya da Makyavelist düşünce deyince, iktidara gelebilmek ve iktidarı elinde tutabilmek için siyasette ahlaki yönüne bakmaksızın her araç ve her yolun geçerli olduğunu savunan, tüm insanların, verdikleri sözü tutmayan, beş para etmez, güvenilmez kişiler olduğunu ileri süren, sapık bir ideoloji gelirdi aklıma. Bu yüzden bu fikri ortaya atan Machiavelli hakkında olumsuz kanaate sahiptim. Yazarın ölümünden beş yıl sonra yayımlanan Prens kitabı, çağlar boyunca tartışılıp ahlâka ve dine aykırı olduğu gerekçesiyle saldırıya uğramış. Machiavelli'yi en ağır şekilde eleştirenlerden biri olan Prusya Kralı II. Friedrich, 1740 yılında, Prens'in ideolojisine karşı, erdem, adalet ve sorumluluğu kişiliğinde birleştiren aydın bir hükümdar portresini çizildiği Anti-Makyavel adında bir kitap yazmış. Aynı dönemde Hume, Rousseau ve Montesquieu gibi düşünürler ise Machiavelli'yi siyasal zorbalığın doğasını açığa vuran bir düşünür olarak değerlendirirken, Rousseau, Toplum Sözleşmesi kitabında, Prens'i "cumhuriyetçilerin kitabı", Machiavelli'yi, "dürüst bir insan, iyi bir yurttaş" olarak nitelendirecek kadar ileri götürmüşler olayı.
1494 yılında Fransa Kralı VIII. Charles'ın İtalya'yı işgal etmesinden sonra ülkenin köklü ailelerinden Medici'ler Floransa'dan uzaklaştırılarak cumhuriyet yönetimine geçilmiştir. Bu dönemde üst düzey görevlere getirilen Machiavelli, Fransa kralıyla değişik tarihlerde üç kez görüşecek kadar etkili bir rol üstlenmiş. Ne var ki, papanın yanı sıra bazı beyliklerin oluşturduğu Kutsal İttifak, cumhuriyete son vererek 1512'de Medici'leri yeniden iktidara getiriyor. Medici'ler kendilerine karşı bir komplonun içinde yer aldığı iddiasıyla Machiavelli'nin bütün görevlerine son verip tutukluyor, cezaya çarptırıp işkence uyguladıktan sonra onu sürgüne gönderiyor. Bu dönemde önemli yapıtlara imza atan yazar, Prens kitabını da o sıralar yazmış. 1527 yılı başlarında çıkan isyan sonucunda Floransa'da Medici yönetimine son verilince, cumhuriyet yeniden kuruluyor. Medici'ler döneminde de belli görevler üstlenmiş olması nedeniyle, özgür cumhuriyeti destekleyenler, Machiavelli'ye yüz vermiyorlar bu kez. Aynı yılın haziran ayında kısa süren bir hastalığın ardından yaşamını kaybeden yazar anlaşıldığı üzere her dönemin adamı. Devamlı el değiştiren otokrat yönetime sahip şehir devletlerindeki iktidar kavgalarının içinde yer aldığına bakılırsa, karanlık bir tip. Bana günümüzün Sedat Peker'ini hatırlattı. Bu yönüyle Peker'in konuştukları kadar Machavelli'nin yazdıkları da son derece değerli.
Prens kitabını okuduktan sonra, Machiavelli'nin dürüst insan ya da iyi bir yurttaş olarak değerlendirilemeyeceğini ancak, tarih boyunca devletlere hükmeden otokrat yöneticiler hakkında son derece başarılı gözlemlerinin olduğu sonucuna vardım, İktidarı ele geçirmek ve onu muhafaza etmek için ne yapılması ya da ne yapılmaması gerektiğine dair öneriler sunan, zeki, ancak kitabında dile getirdiği siyaset usullerini özümsemiş bir şahsiyet. Prens'te yer alan görüşlerini, kitap henüz yayımlanmadan önce derleyip Muhteşem Lorenzo Medici'ye armağan ettiğini belirteyim. Yani, yazar, durumunu kurtarabilmek için muhalif olduğu Medici ailesine iktidara sahip olma taktikleri vermiş!
Prens'te devlet kavramı, batının Hıristiyan ahlâkına dayalı geleneksel görüşten son derece farklı. Kendine özgü meşruluğunda devlet, dini, ahlâk ve bilimi dışlıyor. Kilisenin siyasetteki varlığına bütünüyle karşı. Yönetimi kaybetmemek adına devletin başındaki prens, acımasızlığa ve dürüst olmayan yollara başvurabilir. Prens'te erdem (virtu), ahlâk ve din, anlamının ötesinde bir anlam taşımakta. Erdem, bir amaca ulaşmak için uygun araçları kullanma sanatı, Prens'in anlayışında. (RTE: Bize göre demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz. Demokrasi, bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz." Belli ki kitabı okuyan sadece ben değilim.
Devam edelim; erdem sözcüğünün İtalyanca karşılığı virtu, Latince virtus'tan geliyor. Kökü, "vir" yani erkek anlamında. Dolayısıyla erdemlik, "erkeklere özgü" bir vasıfmış! Machiavelli, Prensin, her zaman, kadın gibi davranmaktan uzak durması gerektiğinin altını çiziyor. Machiavelli'ye göre erkeğin tanımında cesaret ve kararlılık vardır, kadınlara özgü davranışlar ise merhamet ve cömertliktir.
Diktatörler, yazarın 26 başlık altında topladığı incelemesini el kitabı olarak kullanabilir. Halk tarafından okunması daha da iyidir. Çünkü o zaman, diktatörlerin hangi düşüncelere sahip olduğunu görüp uyanabilir insanlar. Beş yüz yıl sonra, günümüzde, prenslere iktidar kapısı açmanın yolunu gösteren, onları yıllarca başta tutabilen daha ne alengirli teknikler geliştirildiğini görüyoruz, biliyoruz.
Prens'te kaleme alınan fikirlerin çoğunda yazara hak veriyor insan. Kitabı okumak benim için güzel bir deneyimdi. Araştırmacılar için iyi bir kaynak olabilir fakat bazı hususlarda aşırı derecede detaya inilmesi normal bir okur için bunaltıcı gelebilir. Belki sonuca varmak için gerekliydi bu, karar veremedim. Son söz olarak, "prens" sözcüğünün genel anlamda "otokrat" (siyaset erki tek başında elinde bulunduran kimse, hükümdar), herhangi bir yönetim sisteminde "tek adam" (Bkz. Prens RTE) olarak düşünüldüğünü, bu tanımın kralların, padişahların, sultanların tamamı için geçerli olduğunu belirtmekte fayda görüyorum.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sessiz ve Derin / DeepTone'dan geliyor:
"Dünya dışı bir canlı varlık ile (yaratık, alien gibi) konuşma şansınız olsa ona önce ne dersiniz?"
Üşenmedim araştırdım. İnanç dünyamızın en fanatik dinine indirilen kutsal kitabın, İsrâ suresi 70. ayetinde "Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık." buyurulmakta. Burada birkaç ufak soruna değinmeden geçemezdim. Sözgelimi, Arapçada insan sözcüğü varken neden cinsel ayrımcılık yapılarak insanoğlu denilmiş, insankızı şerefli kılınmamış mı? İnsanoğlunu karada ve denizde taşıdığından bahseden yüce zat, hava taşımacılığını alienlere mi bırakmış? Fakat dikkatinizi çekmek istediğim esas konu, "onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık." ifadesi. Anahtar sözcük "birçoğundan". Bundan ne anlıyoruz? Bazı canlıların biz insanoğlundan daha üstün yaratıldığını tabii. İnsanoğlundan üstün yaratılan türün insankızı olmadığını kutsal kitabın diğer bölümlerinden anlıyoruz! Dünyada gördüğümüz, ya da göremediğimiz (cinler, melekler vs. mahlukat) tüm varlıklar arasında insanoğlu, yaratılanların en üstünü olduğuna göre, kendisinden daha üstün varlıkların dünya dışı kaynaklı olduğuna şüphe yok. Dünya dışı varlıklara "alien" diyoruz kısaca. Bilim insanları arasında da bu fikre karşı çıkan yok. Yani milyarlarca yıldız ve gezegen arasında dünyadakine benzer bir gezegen olabilir diyor hepsi. O halde, ateistlerin ya da belli bir dini inanca sahip tüm insanların, gelecekte uzaydan dünyamıza bir ya da birden fazla alien gelme olasılığını göz ardı etmedikleri anlaşılıyor.
Alien dediğimiz varlıkların, belli bilince erişmiş, E.T gibi organik bir yapıya sahip olacağını düşünürüz değil mi? Bilim kurgu filmlerde alien figürünün, tuhaf görünümlü, bazen dost bazen düşman, düşünebilen, bizim gibi hareket edebilen canlılar olarak tasvir edildiğini görmekteyiz. Günümüzde bilim insanları, milyarlarca ışık yılı ötedeki yıldızları keşfetmiş durumda. Biz insanların ya da canlı türü olarak alien dostlarımızın kısıtlı yaşam süreleri dikkate alındığında, birbirimizi ziyaret etme olanağı ve olasılığı yoktur bence. Uzak bir gezegende yaşayan, her bakımından bizden üstün, türümüzün benzeri bir canlının varlığını kabul etsek bile seyahat süreleri böyle bir ziyarete engel oluşturur. İki istisnai durumdan ilki; alien dostumuzun ölümsüzlüğü keşfetmiş olmasıdır ki mevcut bilgilerimiz dahilinde her canlı ölümü tadacaktır. İkinci istisnai durum insanın ya da alien dostumuzun uzay boşluğundaki hızının ışık hızına ulaşmasıdır. Fizik yasalarına göre büyük enerji sarf ederek ışık hızına yaklaşılabilir ancak Einstein'ın özel görecelik kuramına göre ışık hızında seyahat mümkün değil. Böyle bir durum söz konusu olduğunda zamanın duracağı iddia ediliyor. Ses duvarını aşabilen insan bunu başarabilir mi? Dünyamız güneş etrafında, ses hızının yaklaşık 87 katı bir hızla yol almakta. Samanyolu galaksisi etrafında dönen, bizim de içinde yer aldığımız güneş sisteminin hızı, ses hızının 733 katı, ışık hızı ise ses hızından tam 874.635 kat fazla. O halde yakın gelecekte (uzak gelecek de olabilir), gezegenler arası yolculuk hayalden öteye geçmeyecektir. Ancak şöyle bir durum söz konusu olabilir. Yapay zekâ! Öyle insana benzeyen robotlar falan gelmesin aklınıza. Günümüzde bir milimetrekare büyüklüğünde bilgisayarlar üretiliyor. Yani, milyonlarca ya da milyarlarca yıl önce, uzak bir gezegende yaşayan alienler tarafından gönderilen sinek büyüklüğünde bir cisim, nisan yağmuru damlalarına karışıp yakamıza yapışabilir. Üstelik bu arkadaş zihnimizi okuyabilir, kendi düşüncelerini beynimize aktarabilir. Fakat uyanık olmamız lâzım. Küresel güçler bunu da kullanabilir. Aynı 15 Temmuz darbe senaryosunda olduğu gibi, uzaylılar dünyamıza savaş açtı diyerek korku saçabilirler topluma. Şimdi sorumuza döneyim ve fake bir alienin yakama konduğunu hayal edeyim. Milyarlarca insan arasında beni seçmesi bir şans mı yoksa şanssızlık mı, karar veremiyorum...
Her normal insan gibi korkardım herhalde. Ölümden bile korkmayan ben, evet, böyle bir durumla karşılaştığımda ilk tepkimi korkarak gösterirdim. Kâbus gördüğümü sanırdım önce. Korkumu yenip gerçekle yüzleştiğimde ona nereden geldiğini, kimin gönderdiğini sorar, beni ikna etmesini isterdim. Eğer bana niyetlerinin dünyayı ele geçirmek ya da insanlarla dostluk kurmak olduğunu söylerse inanmazdım ona. Ziyaretlerinin sebebi sadece merak ise makul bulurdum. Diyelim ki, ikna oldum. O zaman uzak diyarlardan gelen minik ziyaretçime diyeceğim şu olurdu: Seni buralara kadar gönderebilecek teknolojiye sahip olduklarına göre, geldiğin yerde gelişmiş bir tür yaşıyor olmalı. Ne bizim size ne de sizin bize faydanız olur. Burada birbirimizi yemekle meşgulüz biz. Sana tavsiyem geri dön gezegenine, muhtemelen her bireyiniz adilce, mutluluk ve refah içinde yaşıyor olmalı. Belki gezegeniniz yaşlanmıştır, bu yüzden yaşanabilir yeni yerler arıyor olabilirsiniz. Onlara de ki, dünya denilen gezegende hayat yok, fakat kendilerine insan diyen tuhaf bir canlı türü orada yaşadığını sanıyor. Dünyadan size hayır gelmez de, seni gönderenlere. Başka gezegenlere baksınlar...
Genç kızın oturduğu sıranın yanına ilişti Norman. Dalgın gözlerini sabit bir noktaya dikmiş, sonsuza dek sürmesini arzuladıkları tatlı bir rüyanın içindeydiler sanki. Niki, başını kaldırmadan kendi kendine konuşur gibi mırıldandı.
"Hâlâ fotoğrafımı çekmek istiyor musun?"
Şaşırmıştı Norman, iknâ etmek için günlerce onun peşinden koşmuş fakat her seferinde olumsuz yanıt almıştı. Heyecanla başını kaldırıp genç kıza baktı. "Elbette," dedi. "Rus kızlarının fotoğraflarını da çektikten sonra sipariş gelinler arasında fotoğrafını çekmediğim tek sen kaldın geride."
Niki, ayağa kalktı, mahcup bir ifadeyle gülümsedi. "O zaman, yarın sabah..." deyip sessizce ayrıldı gazetecimin yanından.
Ertesi sabah üçüncü sınıf yolcuları merak içinde Amerikalı gazeteciyi beklerken, beyaz gelinliğin içinde muhteşem görünüyordu Niki. Terzi olması sebebiyle özenerek hazırladığı, dantel işleri, fırfırlı tüllerle, payetlerle ve beyaz boncuklarla göz alıcı bir şekilde süslediği gelinlik, diğer bütün gelinliklerden çok farklıydı. Başına, siyah saçlarının bir kısmını açıkta bırakan beyaz, ipekten bir şal örtmüştü, duvak niyetine. Boynuna astığı fotoğraf makinesiyle salona girdi Norman. Ekipmanları taşıyan yardımcısı Nikolas vardı yanında. Niki, etrafını saran kalabalığın arasında onları fark etmemişti. Bütün kızların başı gazeteciye doğru çevrildi. O sırada, Niki'nin duvağını düzeltiyordu Haro, Norman'ı görünce arkadaşına dönüp içten bir gülümsemeyle başını salladı. Beklenen an gelmişti, salondaki uğultu dinmiş, herkes meraklı gözlerle Niki'ye bakıyordu.
Birkaç adım attıktan sonra Niki'yi gördü Norman. Olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Gelinliğin içinde karşısına geçmiş duruyordu. Bu bir rüya olmalıydı. Uzun süre hareketsiz bir şekilde öylece bakıştılar. gözlerini alamıyorlardı birbirlerinden. Şaşkınlığı geçince, genç kız, sert adımlarla Norman'a doğru yürüdü, bir şey söylemeden yanından geçti gazetecinin. Bir çırpıda başından çıkardığı duvağını fotoğraf makinesini taşıyan üç ayaklı sehpanın üstüne bıraktı. Genç kızın üzerindeydi bütün gözler. Norman, hayranlıkla Niki'yi izliyordu. Genç kız, vakur bir şekilde siyah fonun önündeki yerini alırken bütün genç kızların ilgi odağı olmuştu. Herkes, Amerikalının onu fotoğraf çekimine nasıl ikna ettiğini merak ediyordu. Niki'nin içinde kopan fırtınayı kimse tahmin edemezdi. Norman'a baktı genç kız.. Sonra, aklına ne geldiyse gelinliğinin üzerindeki bütün süsleri teker teker söküp atmaya başladı. Kaderine isyan edercesine güzelim gelinliğin bütün süslerini çatır çutur söküyor, omzundaki fırfırları, göğsündeki dantelleri, boncukları koparıp koparıp atıyordu yere. Bir nevi arınmaydı sanki bu gösteri. Sonunda beyaz satenden sade bir elbise kalmıştı üzerinde. Fakat yine de toplanmış siyah saçları, ışıl ışıl parlayan gözleri ve masum yüzüyle çekiciliğinden bir şey eksilmemişti. Gazeteci makinenin başında bekliyordu, Niki'yi anlamaya çalışırken makinenin üzerindeki tül parçasını alıp boynuna doladı. Fotoğraf makinesine filmi yerleştirdikten sonra deklanşöre basmaya hazırdı. Genç kız, anonsu kendi yaptı.
"Niki," dedi herkesin duyacağı bir sesle. "25 yaşında, Limni adasından..."
Gözleri dolmuştu Norman'ın. Parmağında deklanşöre basacak güç kalmamıştı. "Niki," dedi, sayıklarcasına. "Limni adasından..." Acı bir şekilde gülümsedi. Tizden bir klik sesi bozdu sessizliği.
***
Üst güvertenin büyük salonunda seçkin yolcular, şık kıyafetleriyle masaları doldurmuş, Maria'nın kızları tarafından sergilenecek büyük dans gösterisini bekliyorlardı. Dansçı kızlar, Niki'nin elinden geçen beyaz tuvaletlerini giymiş, saçlarını yaptırmış, sahnenin önünde tek sıra halinde dizilmişti. Tül kadar ince, dökümlü elbiseleri, bel hizasında altın rengi ince bir kemerle toplanmıştı. Yapma çiçeklerle bezenmiş beyaz, ince bir şerit kurdele saçlarını süslüyordu. Ak tenli, balık etli, sarışın, renkli gözlere sahip, etrafa neşeyle gülümseyen dansçı kızlara çevrilmişti bütün gözler. Piyano eşliğinde güzel bir vals müziği çalıyordu orkestra. Masalar, bu özel veda gecesine yakışır bir şekilde çeşitli mezeler, meyveler ve yiyeceklerle donatılmış, kristal kadehler şampanyalarla dolmuştu. Tiril tiril beyaz gömleklerinin üstüne giydikleri ütülü, siyah takım elbise ve boyunlarındaki papyon kravatlarıyla ortalarda dolaşan yakışıklı, genç servis elemanlarına garson demeye dili varmazdı insanın, hepsi birer damat gibiydiler. Öyle ki, salonu dolduran beyaz örtülü yuvarlak masalardan birine otursa biri, yolcular tarafından yadırgamaz, hatta hemen muhabbete girişirlerdi kendisiyle. Kocalarını işgal altındaki şehrin başı bozuk bürokrasisi içinde bırakıp macera arayan bazı varlıklı hanımefendiler, davetkâr gülümseyişleriyle masalarına gelen bu yakışıklı delikanlıların akıllarını çelmeye çalışsalar da onlar, böyle bir tuzağa düşmemek konusunda yeterince eğitimliydiler. Maria, işareti verdi ve piyano gösteri müziğini çalmaya başladı. Bütün servis elemanları davetlilerin arasından sıyrılıp salonun uzak bir köşesine çekildiler.
Sahnenin önündeki masalardan birinde yerini alan kaptan, yolculuğu kazasız belasız sona erdirmenin verdiği huzur içinde, falcı Emine Bacı'yı yanına almış, bir kaç Türk işadamıyla birlikte purosunu tüttürürken, büyük bir keyifle dansçı kızları izlemeye başlamıştı. Diğer yanında oturan Karabulat'a çevirdi başını. Hayranlığını gösteren bir bakışla kızları işaret ettikten sonra acente müdürünün kulağına eğilip birşeyler fısıldadı. Karabulat, kadehini kaldırıp gülümsemeden önce yüzüne gelen yoğun puro dumanını eliyle uzaklaştırdı. Dansçı kızlar çember şeklinde dizilmiş, kollarını ahenkli bir şekilde kıvırarak müziğin ritmine eşlik ediyor, kâh ortaya toplanıp eğiliyorlar, kâh zarif ayak hareketleriyle dışarı doğru geri çekilip doğruluyorlardı.
Müziğin sesi üçüncü sınıf yolcularının bulunduğu alt güverte salonundan duyuluyordu. Kısmetlerini bekleyen sipariş gelin adayları, çoktan eşyalarını toplamışlardı bile. Niki'nin elden geçirdiği gelinlikleri ve diğer kıyafetlerini koydukları torbalarına, valizlerine sarılmış, yarı uykulu bir halde, birbirlerine sokularak gemideki son gecelerinin geçmesini bekliyorlardı. İçlerinde geleceğe dair umutlarını kaybetmeyen küçük bir grup, bütün yaşananlara rağmen hayli iyimser görünüyordu. Yukarıdan gelen müziğin ezgileriyle, bütün geçmişlerini unutmuş gibiydiler sanki. Kendilerini bekleyen lüks yaşantının hayaliyle, kollarını müziğin ritmine uydurmuş, dönüyor, dans ediyorlardı coşkulu bir şekilde. Zorlu yolculuğun bu son gecesinde, diğer bütün yolcuların gözlerinde ise derin bir korku ve endişe hakimdi.
Üst katlara çıkan merdivenin basamaklarına oturan iki arkadaş müziğin sesine aldırış etmeden birbirleriyle dertleşiyordu. Kader onları çaresiz acılarla yakınlaştırmıştı. Biri aşkına ihanet etmenin verdiği acıyla kahrolurken diğeri ümitsiz bir aşkın pençesinde çırpınıyordu. Haro'nun uzattığı mektupları yüksek sesle okuyan Niki, genç kızın acısını içinde hissediyordu. Niki'nin ağır ağır okuduğu duygu yüklü her cümle, Antonis'in fırlattığı, Haro'nun yüreğine saplanan birer ok gibiydi.
"Baban bana niçin inanmıyor... Sakat kalmayacağım... Belki gelecek yıl..." Niki, her ara verişte, Haro'nun yüzüne bakarken genç kızın yüzüne yansıyan duygu ve düşünceleri okumaya çalışıyordu sanki.
"Mayıs ayında..." dedi, Haro, içini çekerek. Buruk bir gülümseme belirdi yüzünde. Yüzlerce kez okumuştu her satırı. Niki'nin bıraktığı yerden Antonis'in cümlesini tamamladı. "Adada kavuşacağız birbirimize..."
"Kaç tane mektup yazdı sana?" Niki, yalancı bir tebessümle kendisine bakan Haro'ya sordu. "Kırk tane mi, elli mi?"
"Kıskanılacak bir şey değil bu!" dedi Haro, fısıldarcasına. "Bir kez olsun dudağı, dudağıma değmedi."
"Haro, istersen bu kadar yeter, daha fazla acı çekmeni istemiyorum."
"Faydası yok, çektiğim acıyı hiçbir şey dindiremez." dedi Haro, başını öne eğerken. "Hepsini okuduk zaten. Sonuncusuydu bu..."
Üst güvertede eğlence tüm hızıyla devam ediyordu. Etraflarına gülücükler saçan birbirinden güzel dokuz dansçı kız, ritmik hareketlerle bacaklarını kaldırıp indiriyor, ellerindeki beyaz tülden şalları başlarının üzerinde çeviriyor, kendilerini keyifle izleyen yolcular tarafından sürekli tezahüratla destekleniyordu. Gösterinin sonuna yaklaşırken masaların arasına karışıp hünerlerini gösterdiler. Havana purolarını ağızlarına alan beyefendiler, renkli yelpazelerini usulca masaların üzerine bırakan hanımefendiler, hep birlikte "bravo, bravo..." sesleriyle çılgınca alkışlıyordu dansçıları. Kaptanın keyfine diyecek yoktu. Karabulat, kızları alkışlamaya devam ederken başını kaptana doğru çevirdi. Sahtekârca iç geçirdi.
"Ah,..." dedi. "Şu senin Marussa yaşasaydı, şimdi dans ediyor olacaktı karşında. Ne yürekler yakan tanrıçaydı o..." Kaptan, Karabulat'ın lâfı nereye getireceğini merakla beklerken alaycı bir gülümsemeyle bakarken acente müdürü gözlerini ileride, hayali bir noktaya çevirmişti.
"Onun gibi taze birini bulmalısın." dedi Karabulat, kaptanın kulağına eğilerek. "Her taraf fahişe kaynıyor..."
Kaptan, tıksırır gibi bir ses çıkardı, konuşmadan rahatsız olmuş gibi bir hali yoktu, bilâkis hoşuna gidiyordu Karabulat'ın bu sözleri sanki. Fakat, düşünceliydi aynı zamanda.
"O kadar genç birinin her istediğinde arzusunu yerine getiremem." dedi, kaptan. "Denizi bilirsin... Denizde ufka doğru baktığında... Bir zaman gelir, aniden görünmez olur her şey... Sis kapatmıştır önünü..." Karabulat, kaptanı anladığını göstermek için "hı, hı..." deyip aşağı yukarı hafifçe salladı başını. Eski günlerin geride kaldığını düşünen Kaptan, yüzünü ekşitip iç geçirdikten sonra arkasındaki masaya bakarak seslendi. "Hey, Selanikli!" Genç bir adam yerinden kalkıp yanına geldi kaptanın. "Git, sevgili Maria'mı bul, çağırdığımı söyle ona."
Niki udunu eline almış, yürek burkan şarkısını çalmaya başlamıştı. Parmakları ağırlaştıkça udun tınısında matem havası seziliyordu. Yukarıdan gelen müziğin sesi duyulmuyordu artık. Haro kucağındaki uduyla, birlikte ağlıyorlardı sanki. Niki, genç kızı teselli etmek için her yolu denemişti ama içine düştüğü boşluktan çekip alamıyordu onu bir türlü. Haro, kederli bir şekilde arkadaşına baktı. Gözlerinin feri gitmiş, dış dünyayla ilişiği kesilmişti adeta. Bir kez daha şansını deneyip arkadaşını içine düştüğü kâbustan kurtarmak istedi, Niki. Haro, savaşın ilk yıllarında, Antonis'in, memleketi olan Sisam adasından Semadirek adasına göçtüklerini anlatmıştı bir keresinde. Haro'nun kısmeti, birkaç yıl önce Kanada'ya göçmüş bir Sisamlıydı yine.
"Unutmaya çalış Haro, biliyorum çok zor ama bunu yapmak zorundasın. Hem Sisamlıların merhametli olduğu söylenir. Beyaz bir sayfa açacaksın hayatında. Antonis'i de merak etme, o da bir yolunu bulacaktır mutlaka, kendine uygun biriyle karşılaşıp yeni bir düzen kuracaktır kendisine. Zamanı geri getiremezsin..." Niki, söylediklerine kendini de inandırmaya çalışıyordu bir yandan. Ayrılığın acısını henüz tatmasa da kısa bir süre sonra yaşayacağı ayrılığa ne kadar zor dayanacağını tahmin edebiliyordu. Kuşkusuz Norman'dan ayrılırken Haro'yla aynı duyguları yaşayacaktı. Acıları dindirmenin tek çaresi geçmişi unutmak, eski anıların yerine yeni bir şeylerin hayalini kurup kandırmaktı kendini. "Kanada'da sakin bir hayatın olacak..." dedi Niki, genç kızı teselli etmeyi umarak. Bütün çabaları boşa çıkmıştı. Rüzgârın önünde sürüklenen kuru bir yaprağı düştüğü dala geri getirmek ve onu yeniden yeşillendirmek nasıl mümkün olabilirdi ki! Kendisine boş gözlerle bakıyordu, Haro. "Sana mektup yazarım..." dedi Niki, çaresizce. "Kısa zamanda yazmayı öğren... O zaman sen de bana mektuplar gönderirsin..."
Yukarıda, müzik sesleri yükselmeye başlamıştı yine. Pistin önündeki masalar geriye doğru çekilerek genişletilen alanda kadınlı erkekli kalabalık bir grup kol kola girmiş halay çekiyordu Kemanın coşturan nağmeleri uzolarla demlenen zihinleri canlandırmıştı yeniden. Eğlence, vur patlasın çal oynasın devam ediyordu. Müziğin oynak sesine alkışlarıyla tempo tutan seçkin davetliler, inletiyordu salonu. Bu özel gecede, kaptana yaklaşmaya, araya girip halay zincirinde kendine yer edinmeye çalışan yolcuların mücadelesi görülmeye değerdi. Salonun orta yerinde, kol kola girmiş, neşe içinde, saat yönünde dönmekte olan kalabalığa karışmıştı Norman. Açık yeşil renkli takım elbisesi ve onu tamamlayan papyon kravatıyla oldukça şık görünüyordu. İki güzel dansçı kızın arasına girmiş, müziğin ritmine ve yanındakilerin hareketlerine göre ayaklarını sallıyordu gazeteci, iki adım ileri, bir adım geri yol alarak çemberden kopmamaya çalışıyordu. Halayın halkası büyüdükçe büyüyor, genişledikçe genişliyordu. Artık dairesel düzende dans eden yolcular salona sığmaz olmuş, içe doğru yeni yeni halkalar oluşmaya başlamıştı. Falcı Emine kaptanın yanında, yerini almadan olmazdı. Hemen onun olduğu tarafa koşup kaptanın koluna girmeye hazırlanırken karşısında keyifle dans eden Norman'ı fark etti. Kararını değiştirip kaptandan vazgeçti ve Norman'ın olduğu yere seğirtti. Dansçı kızlardan birinin önüne geçip gazetecinin koluna girmek üzere kendine yer açtı. Halay dönerken genç adamın kulağına eğildi. Sesini müziği aşacak seviyeye getirmek için bağırmak zorunda kalmıştı.
"Niki de burada olmalıydı..." dedi, haksızlığa uğrağını düşündüğü birini savunmak için genç adama hesap sorar gibi bir tavır içindeydi, falcı kadın. "Bu onun hakkı, biliyorsun, dansçı kızların tüm kostümleri elinden geçti!"
"Onun nasıl bir karaktere sahip olduğunu bilmiyorsun!" dedi Norman. Halayın içinde tempolu bir şekilde sürüklenirken, masa başında sohbet ediyorlardı sanki. "Çok gururlu bir insandır o!"
"Gençlik yıllarımda ben de aynı Niki gibiydim..." dedi Emine. "Çalışkan... İnatçı... Ve bir erkek kadar güçlü..." Sonra bir kahkaha patlattı. "Zamanla her şey değişti... Şimdi altmış yaşında, kedisiyle tek başına yaşayan biriyim." Norman, falcı kadınla birlikte neşe içinde yüksek sesle gülmeye başladı.
Üst güvertenin büyük salonunda yer yerinden oynarken alt güvertede, Haro'ya dil dökmeye devam eden Niki, büyük bir sabırla sakinleştirmeye çalışıyordu genç kızı. "Zalim mesafeler... sevdiklerimi ayırabilir benden... ama dostluğum kalıcıdır... zaman eskitemez onu..." Ağır ağır, içinde hissederek dökülmüştü bu sözler ağzından Niki'nin. Arkadaşına baktı, "Bu bir şiir..." dedi Niki, "Norman'ın bana hediye ettiği kitapta yazıyordu..."
Ağlamaktan gözleri şişmişti Haro'nun. Arkadaşına dostça gülümsedi. Niki'ye cesaret veren bir gülümsemeydi bu. Niki genç kızın ellerine sarıldı heyecanla. "İngilizce öğreniriz orada..." dedi. "Bir işe girer, çalışırız...haftada 6 dolar veriyorlarmış... İleride çocuklarımız da olur..." Haro'nun yüzünün şekli değişmiş, hüzünlü bir hal almıştı yeniden.
"Çocuklarımız..." dedi. "Onlar memleket topraklarında asla oynayamayacaklar, adalarda, Trakya'da..."
"Fakat hepsinin çalışacak işleri olacak..." dedi, Niki. "Ve, farkında bile varmadan, Yunan göçmenlerle dolacak Kanada... Yunan milleti, dünyanın her bir yanına göç ediyor, aklından çıkarma bunu..." Haro, içine kapanmış, Niki'yi duymuyordu artık. Yavaşça göz kapakları düşerken başını arkasındaki duvara yasladı. Kendinden geçmekte olan genç kızın ellerini bırakmayan Niki, onu kendine doğru çekti. "Yapma Haro," dedi. "Kendini koyuverme hemen... Kadere karşı gelerek kötülüğün kapısını açmayalım... Bak, birbirimize söz verdik... Farklı insanları sevmiş olsak da... kaderimiz hep aynı..." Ayrılığın acısı, kendi derdini unutup arkadaşını teselli etmek için varını yoğunu ortaya koyan Niki'ye vuruyordu şimdi. Ağzını açıp bir kelime daha etse gözyaşlarına engel olamayacaktı. Keder ve hüzün, göz yaşı yüklü görünmez yağmur bulutları gibi gidip geliyordu iki genç kızın arasında. Haro'nun tükendiği yerde Niki yetişip onu hayata döndürüyor, sonra aynısını Haro, Niki'ye yapıyordu. Niki'nin yüzü acıyla gerilmişti, avucuna aldığı Haro'nun ellerini canını yakacak derecede sıkıyordu, farkında olmadan. Şimdi sıra Haro'ya gelmişti. Beklenmedik bir şekilde hareketlenip Niki'ye yaklaştı. Az önce kederinden eli ayağı kesilmiş, kendini bırakmış kızdan eser kalmamıştı. Soluk yüzü canlanmış hatta gözleri ışıl ışıl parlamaya başlamıştı.
"Her şeyi biliyorum, Niki..." dedi Haro. "Fotoğrafçıya nasıl baktığını görmedim sanma..." Niki, utanarak başını genç kızın başına dayadı, yüz yüze bakarken, herkesten gizlenen müjdeli bir haberi aralarında paylaşmış gibi sessizce gülümsediler.
"Bu yetmez..." dedi Niki.
"Ama onun da sana nasıl baktığını biliyorum..." dedi Haro. Baş başa vermiş sanki oyun oynar gibiydiler. Oysa, kan ağlıyordu Niki'nin içi.
"O da yetmez,..." dedi Niki. Sesi, adeta inliyormuş gibi çıkıyordu. İki yana salladığı başını, Haro'nun başından ayırmadan.
"Bal gibi yeter!.." dedi Haro, fısıltı halinde Niki'nin kulağına eğilip. Niki bir şey demeden bir kez daha, hafifçe salladı başını iki yana. Haro, arkadaşına aldırmadan devam etti. "Senin için sadece bu kadarı yeter,..." Derin bir iç çekip Niki'nin kapanmış gözlerine baktı. "Ama benim için çok geç artık..." dedi. "Seninse hâlâ zamanın var..." Elleri birbirine kenetlenmişti.
Niki, kendini geri çekti biraz. Ellerini yüzüne kapadı. Dipsiz bir kuyuya düşmüştü sanki, çaresizlik içinde kıvranıyordu. Başını arkasındaki duvara yasladı.
"Onunla birlikte git, Niki..." dedi Haro. "Şartlar ne olursa olsun, sakın bırakma onu..."
Geminin üst güverte salonundaki eğlencenin sonuna doğru yaklaşırken kaptanı aralarına alan yolcular kendilerinden geçmiş bir vaziyette dans ediyorlardı. Müziğin durmasıyla birlikte büyük bir uğultu yükseldi. Emine, Norman'ın yanına geldi, yanaklarından öperek vedalaştı. Salon boşalmaya başlıyordu ki, Norman'ın enerjik sesi yükseldi.
"Bayanlar, baylar!... " Gürültü bir anda bıçak gibi kesilmişti. Sesin geldiği yere dönen kalabalık, merak içinde gazetecinin ne diyeceğini beklemeye koyuldu. "Bir yere ayrılmıyoruz. Muhteşem veda gecemiz, Haro'nun uduyla gerçekleştireceği canlı performanstan sonra tamamlanmış olacak!" Kaptan, şaşkın bir halde gözlerini açmış, Norman'a bakıyordu. Norman, aldığı alkolün etkisiyle haddini aştığını geç fark etmişti. Diğer yolcular, bunu anlayacak durumda değildi zaten. Gazeteci, kollarını kaptana doğru kaldırarak hatasını telâfi etmeye çalıştı. "Eğer itirazınız yoksa kaptan, Haro'yu alıp salona getirmek istiyorum."
O esnada, sırtını duvara veren Niki, merdiven basamaklarında uykuya teslim olmuştu. Yanı başında, üzeri açılmış bir şekilde Haro'nun işlemeli bez bohçası ve içinde, deste halinde Antonis'in mektupları duruyordu. Haro, Niki'nin uyuduğunu görünce parmağındaki yüzüğü çıkarıp mektupların üstüne bıraktı usulca. Yerinden kalktı, udunu eline alıp merdivenleri çıkmaya başladı. Bir kat yukarıdaki güverteye çıktığında denizin keskin kokusu ve dalgaların davetkâr sesi karşıladı genç kızı.
Kaptandan onayı alan Norman, mutlu bir şekilde etrafına gülücükler saçarak geminin uzun koridorları boyunca üçüncü sınıf yolcuların bulunduğu, alt katlara inen merdivenlere doğru ilerliyordu.
Açık hava bütün uyuşukluğunu almıştı genç kızın. Rüzgâr kan kırmızı elbisesinin eteklerini uçuruyordu. Korkulukların önündeki birkaç metre genişliğindeki koridorda yürümeye başlamadan önce gözlerini kapatıp okyanus kokusunu içine çekti. Yüzündeki ifade kendini ele vermiyordu. Anlamsız bakıyordu, uyurgezer gibi bir hali vardı. Elindeki uduna sıkı sıkıya yapışmış, güvertenin ıslak döşemesi üzerinde kararlı adımlarla yürümeye başladı. Geminin kıç tarafını hedef seçmişti kendine. Topuk sesleri saatin tik tak seslerini andırıyordu.
Norman, merdivenlerden alt kata indi, koridor boyunca sipariş gelinlerin bulunduğu salona yaklaşıyordu. Haro'yu alıp büyük salona götürecekti, uduyla birlikte. Aynı zamanda Niki'yle karşılaşmayı umuyordu. Döşemede bıraktığı topuk sesleri saatin tik tak seslerini çağrıştırıyordu.
Niki, gözlerini açtı, Haro yoktu yanında. Şaşırmıştı. Yanı başında, genç kızın bez bohçası ve Antonis'in mektupları eski yerinde duruyordu. Yüzüğü gördü. Önce anlam veremedi. Aklından bir sürü şey geçti saniyeler içinde. Kendi kendine söylenircesine "Haro..." diye mırıldandı. Yoksa, diye kötü bir şey geçti aklından. Çıldırmışçasına gözlerini açarak feryat etti acıyla. "Haroooo!" Hemen fırlayıp kendini güverteye attı. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, sesini duyurmaya çalışıyordu Niki.
Haro, hedefine yaklaşmıştı. Geminin kıç güvertesine inen merdivenleri iniyordu. Uzaktan gelen Haro, Haro seslerine aldırış etmeden yoluna devam etti. Gözlerini kör, kulaklarını sağır eden, dönüşü olmayan bu yolda, huzur içinde ve kararlı bir şekilde ilerliyordu. Demir korkuluğun önüne geldiğinde arkadan yükselen sesler iyice artmıştı. Fakat çok geçti artık. Haro, soğuk korkuluğu tutmuş, geminin köpürttüğü suları seyrediyordu. En ufak bir korku belirtisi yoktu yüreğinde. Antonis'e verdiği sözü tutacağı için büyük bir huzur kaplamıştı içini.
Norman sesleri duyunca paniklemişti. Ne olduğunu anlamadan güverteye attı kendini. Koşar adımlarla seslerin peşine takıldı.
Haro, başının arkasındaki tokayı çıkarıp saçlarını serbest bıraktı. Güzel saçları rüzgâra teslim olmuş, özgürce dalgalanıyordu. Elinde udu olduğu halde denize doğru baktı son bir kez. Dev geminin ikiye ayırdığı köpüklü suların bu kadar büyük bir süratle aktığını o ana kadar hiç fark etmemişti.
Norman, nefes nefese kalmıştı. Haro, Haro seslerini takip ediyor, geminin kıç kısmına doğru koşuyordu. Bir çılgınlık yapacağına inanmak istemiyordu genç kızın. Denize baktı, gemi köpükler saça saça tam yol ilerliyordu. Bir ürperti kapladı içini.
Haro, eteklerini toplayıp korkuluğun arkasına geçti. Son derece sakin görünüyordu. Sıkı sıkıya tuttuğu udunu önüne aldı. Arkasına baksa onu çağıran sesleri duyacaktı. Önüne baktı dalgaların davetkâr sesini duydu. Adımını attı, hafifçe başını geriye çevirdiğinde Niki'yi gördü. Çok geçti artık. Narin bedeni, uduyla birlikte önce boşluğa, sonra okyanusun karanlık sularına düştü.
Niki, o son bakışı hayatı boyunca unutmayacaktı. Gözlerinin önünde en yakın arkadaşını kaybetmişti. Niki'nin yüreğinden kopan acı bir çığlık yükseldi gökyüzüne. Hemen geride Norman göründü. Niki diye bağırdı. Koşup Haro'nun kendini denize bıraktığı yere geldi. Demir korkuluk boyunca büyük bir kalabalık oluşmuştu bir anda. Norman, avazı çıktığı kadar bağırarak kaptan köşküne sesini duyurmaya çalıştı. "Denize biri düştüüüü." Çok geçmeden acı acı sirenler ötmeye, kampanalar çalmaya başladı. Büyük bir matem havasına bürünmüştü gemi. Telaşlı adımlarla olay yerine geldi kaptan. Yanında denizci kıyafetli nöbetçi mürettebatı vardı. "Hemen, çekilin, yol açın," diyerek kalabalığı dağıttı. Denize baktı, sonra başını yukarı çevirip bağırdı. "Sol tarafa bakın! Sol tarafta..."
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sessiz ve Derin / DeepTone'dan geliyor:
"Şu anki yaşamınız veya gelecek için kişisel korkularınız nelerdir? Aile ve çevre değil, sadece sizi ilgilendiren korkulardan bahsedelim."
Kişisel olarak hiçbir şeyden korkmuyorum demek hayli iddialı olur. İlk bakışta anlık bir tepki olduğunu düşünüyorum korkunun. Korkmama neden olabilecek ortamlardan kendimi sakınırım. Sözgelimi, dünyanın her şehrinde suç oranının yüksek olduğu yerleşim bölgeleri vardır. Adam durup durduk yerde gelir, başına silahı dayar, ya da bıçağını çeker. Böyle durumlarda korkarım elbette. Ancak bu tür yerlerde bulunmadığım ve bulunmayı da düşünmediğim için buna benzer korkular yaşamam. Fakat ne kadar kaçmaya çalışsan da bela gelir seni bulur yine. Müteahhitlik yaptığım dönemde mafya bozuntuları ofisi basıp silahlarını doğrultmuşlardı üzerimize. Kaç çocuğun var diye sorduklarında hafif bir tedirginlik geçirmiş olsam da korktuğumu söyleyemem. Zira kimseye zararım dokunmadığına inancım tamdı ve bu yüzden bana zarar verebileceklerini aklımın ucundan geçirmiyordum. Bunun sadece korkutmak, yıldırmak ve ihaleye girmemizi önlemekle sınırlı kalacağından neredeyse emindim. Adamlar beni ayağımdan, ortağımı can tehlikesi yaratacak bir yerinden vurdular!
İrili ufaklı trafik kazası yaşadım. Sakinliğime hâlâ hayret ederim. En kritik anlarda içimde bir his bana bir şey olmayacağını fısıldıyordu sanki. Öyle günlerden biriydi; yağıştan dolayı yolda su birikintileri oluşmuştu. Şoför, genel müdürümle birlikte Adnan Menderes Havaalanına yetiştirmeye çalışıyordu bizi. Viraj olmasına rağmen süratimiz hayli fazlaydı. Aquaplaning denilen kızaklama olayını yaşadık. Araba kontrolden çıkıp hızlı bir şekilde savrulmaya başladı. Kesin takla atacağız diye düşünmeye başladım saniyeler içinde. Ne şoförün ne de bizim sesimiz çıkıyordu, hep birlikte sonumuzu bekliyorduk. Bu durumda bile korktuğumu söyleyemem. Şöyle düşünüyordum saatler gibi gelen saniyeler içinde. Yaşayacağım kadar yaşadım, demek sonum böyle olacakmış! Araç orta refüjden yan şeride çıkmaya çalışırken saplanıp kaldı. Bu kez şanslıydık, kimsenin burnu kanamadı. Şoför korkudan küçük dilini yutmuştu. Nihayet bir gün sonra kendine gelip telefon etti ve geçmiş olsun dedi!
Seller, depremler korkutucudur. Can kaybının olduğu büyüklükte bu tür afetler yaşadım. Sel suları, şantiyedeki koca koca iş makinelerini birer çakıl taşı gibi önüne katıp sürüklemişti. Özellikle son İzmir depreminde elimle tuttuğum duvarın bir kâğıt gibi kıvrıldığını gözlerimle gördüm. Bu tür afetlerin ne kadar büyüyeceğini kestirmek mümkün olmuyor. Sel sularının ha geçti ha geçecek derken sürekli yükseldiğini ve bu yükselmenin cana, mala ne kadar büyük zararlar vereceğini kestirmek imkânsız. Deprem de aynı şekilde bitti, bitecek derken hangi şiddete yükseleceğini, ne kadar süreceğini bilemiyoruz. Şimdi bu tür olaylar doğal olarak korkutur beni de.
Yukarıda, korkuyu, ilk bakışta anlık bir tepki olarak gördüğümü ifade etmiştim. Biraz kafa yorunca söz konusu duygunun zamana yayılabileceğini düşünmeye başladım. Aslında uzun süreye yayılan korkulu bir durum yaşamadığımdan olsa gerek korkuyu hep anlık bir reaksiyon gibi değerlendiriyorum sanırım. Örneğin, açlık, kıtlık, savaş yaşamadım. Şahit olduğum tek savaş, Kıbrıs Barış Harekatı'ydı. İzmir'de Yunanistan'ın burnunun dibindeydik. Verilen talimat gereği, pencerelerimizi mavi kâğıtlarla kaplamış, karartma uygulamıştık. Koca savaş gemileri batırılıyor, savaş jetleri havada uçuyordu. Hani bir an düşünüp başımıza bir bomba düşeceği aklımın ucundan dahi geçmemişti. Nedenini bilmem ama bir an dahi korktuğumu hatırlamıyorum. Yakın dönemde pandemi olayını yaşadık. Evlere hapsolduk, maskeler, aşılar, yüzlerce ölüm haberi. Yine korkmadım, elbette bir sonu gelecek ve bir şekilde aşacaktık bu durumu. Sonuçta ölümden de korkmadığımı fark ettim. Ölüm, doğum kadar doğal bir şey değil miydi? Zamanı gelince kaçma imkânı olmayacağını biliyordum. Acaba bu düşünce mi beni korkusuzluğa iten bilmiyorum. Fakat bir de şöyle düşünüyorum. Bugün duyduğum habere göre, devam eden Ukrayna-Rusya savaşında esir askerlerin cinsel organlarını kesiyorlarmış. Savaşın ahlaki yönü yok, son derece acımasız. Şu an bulunduğum yerden ahkâm kesmek kolay. Bununla birlikte savaşı yaşamış, açlık ve kıtlıkla boğuşmuş nice insan var, onlardan hiçbirine haksızlık edemem, hiçbir şeyden korkmuyorum diyerek böbürlenemem. Eğer, Nazi zulmünde bir Yahudi olsaydım, Hitler'den korkar, altıma bile kaçırırdım.
Bugün, kişisel olarak yaşadığım duygu korkudan ziyade endişe... Gelecek seçimde yirmi yıllık iktidar değişmezse her an korkuya dönüşebilecek bir endişe! Elleri satırlı yobazların biz çapulcu gâvurları, çürükleri, sürtükleri kesecekleri endişesi... Endişenin bulunduğu şekliyle kalıp korkuya dönüşmemesinin tek nedeni sadece içimde hâlâ taşıdığım bir parça umut. İç savaş korkusunu ortadan kaldırabilecek son ümit. Provayı 15 Temmuz'da yaptılar zaten. Neyse ki, kontrol ellerindeydi yerli ve milli Hitlerlerimizin, mafya ve çete bozuntularının. Çünkü dıştan destekli bir provaydı bu. Ya kontrolü elden kaçırsalardı, kardeşi kardeşe düşürselerdi! Kan gövdeyi götürürdü o zaman. Korkmuyorum diyen kalmazdı ülkede. Fakat, ben, her şeye rağmen Atatürk'ün ülkeyi emanet ettiği gençliğe güveniyorum ve tüm gençleri korkularıma siper ediyorum.
Kaptan, Norman'ın şaşkın bakışları altında sırtını dönüp kapıya doğru ilerledi. İki ateş arasında yalnızlığını fark eden gazeteci çaresizlik içinde donup kalmıştı. Aklından geçenleri söylemenin nafile bir çaba olacağını düşünüyor, yıllardan beri süre gelen bu insanlık dışı uygulamalara karşı kaptanın tepkisizliğini anlamakta güçlük çekiyordu. Bütün bu olanlara seyirci kalamazdı. Kamaradaki gergin sessizliği bozan Karabulat oldu. Kaptanın Norman'ı terslemesi acente müdürünü hayli keyiflendirmişe benziyordu.
"Gördüğün gibi dostum," dedi. "Herkes görevinin başında! Şunu da eklemek isterim ki, RMS Mauretania gemisini, göçmen acentelerinin müşterileri dolduruyor." Sinsi bir gülümsemenin ardında Karabulat, Amerikalı gazetecinin gerçekleri kabullenmek zorunda olduğunu ima etmişti.
Norman tiksintiyle yüzünü buruşturup gözlerini dikti adama. Kaptan, kendisi ve şirketi zarar görmesin diye her şeyi bildiği halde Karabulat'ın çevirdiği dolapları görmezden gelmişti. Bu durumdan istifade eden acente müdürü, gemi azıya almıştı, hoyratça konuşmaya devam ediyordu.
"Birkaç yıl önce..." dedi. "Romanya'dan... zekâsına hayranlık duyduğum bir meslektaşım... Yoksul bazı köy kızlarına fotoğraflar göndermişti..." Oturduğu koltuktan ayağa kalkarak Norman'ın yanına geldi, Karabulat'ın heyecanlı bir şekilde, el kol hareketleriyle desteklediği konuşmasında lâfın nereye geleceğini merakla bekliyordu Norman. Arka tarafta, endişe içinde onları izlemekte olan kaptan, suratını asmıştı. Norman'dan kaçırdığı gözlerini yere indirirken alaycı bir ifadeyle gevrek gevrek güldü acente müdürü. "Bu fotoğraflardan hiçbiri müstakbel damat adaylarının fotoğrafları değildi..." Pis pis sırıtarak dilini çıkardıktan sonra samimi arkadaşların birbirlerine yaptığı gibi eliyle Norman'ın omzuna şaka kabilinden hafifçe vurdu. "Norman, aziz dostum, dedi..." Bir de kahkaha patlattı arkasından. "Köylü kızların müstakbel damat adayı sandıklarının hepsi Amerikalı yakışıklı artistlerin fotoğraflarıydı."
Bu kadarı fazlaydı Norman için. Genç adam, dişlerini sıktı, öfkesiyle birleşen şiddetli bir yumruk darbesiyle acente müdürünün üzerine çullandı. Hazırlıksız yakalanan Karabulat, gazetecinin hücumunu güçlükle savuşturmaya çalıştı. Odanın bir köşesinde ellerini göğsünde kavuşturmuş bir şekilde ayakta dikilen kaptan, arbedeyi müdahale etmeksizin sessizce izliyordu. Norman, acente müdürünü kapıya sıkıştırıp yumruklamaya devam etti. Acente müdürünü kafasını ellerinin arasında alıp şiddetle vurmaya başladı kapıya. Kan ter içinde kalan Karabulat'ın yüzü kızıla boyanmıştı. Nefes almakta güçlük çekiyordu. Son bir gayretle genç adamdan kendini kurtarıp sağ elini gazetecinin yüzüne bastırdı. Gençliğinin verdiği enerjiyle çok geçmeden üstünlüğü yeniden sağladı Norman. İki eliyle boğazına sarıldığı acente müdürünü yere yatırdı. Gözlerinden şimşekler çakıyordu adeta. "Bu pisliği temizleyeceksin." dedi. Bütün gücüyle sıktı adamın boğazını. Karabulat'ın gözleri patlarcasına açılmış, yüzünden ter içinde kalmıştı. Gazetecinin göğsüne batırdığı dizi yüzünden nefes almakta güçlük çekiyordu. Norman, altında hareket etme kabiliyetini yitiren acente müdürünün boğazını saran ellerini gevşetti. Adamın ağzından hırıltılı sesler çıkıyordu. Dehşet içinde Norman'a dikmişti gözlerini. Gazeteci de, nefes nefese kalmıştı, işaret parmağını sallayarak tehdit edercesine göz dağı verdi altındaki adama. Kaptan yerinden kıpırdamaksızın eğdi başını önüne.
"Ne yaparsan yap bir yolunu bul!" Avazı çıktığı kadar bağırıyordu Norman. "Şu beş kızın problemini derhal çözeceksin... Aksi takdirde,... New York'u göstermeyeceğim sana!"
***
Norman, kamarasına gidip üstündekileri çıkarttıktan sonra duşun altına girdi. Sıcak su iyi gelmiş, gerilen sinirlerini biraz olsun yatıştırmıştı. Karabulat'la boğuşmanın sonucunda boynunda oluşan küçük sıyrık hariç, yüzünde hiçbir darbe izi olmamasına sevindi. Temiz bir kıyafet giyip soluğu üst güvertenin büyük salonunda aldı. Niki her zamanki köşesinde, dikiş makinesinin başındaydı. Genç kızla konuşmak istediğini söyleyen gazeteci, onu salondan çıkarıp güvertenin açık bölümüne götürdü. Gözlerden uzak bir köşede, başından geçenleri anlatırken aynı anları yeniden yaşıyor gibiydi. Sinirden elleri titriyordu. Karabulat'ın yaptıklarına hiç şüphesiz şaşırmamıştı ama kaptanın tavrı genç adamda büyük bir hayal kırıklığına yol açmıştı.
Gökyüzünü kaplayan kara bulutlar yağmuru çağırıyordu. Hava serinlemişti. Boşalan güvertede ağır ağır yürümeye başladılar. Norman bir adım geriden Niki'yi takip ediyordu. Genç kız durup başını arkaya çevirdi, yüzünde endişeli bir ifade vardı.
"Dün gece Haro'yu yatağında göremedim... Saatlerce alt güvertede denizi seyretmiş!" Niki elinde dikiş kutusu olduğu halde yeniden yürümeye başladı. Kendi kendine söylenircesine mırıldanıyordu. "Onu bulduğumda şafak sökmek üzereydi..."
"Aşağıda, üçüncü sınıf yolcusu sipariş gelinleri, hepinizi, düşünmekten bir an olsun kendimi alamıyorum." dedi Norman, genç kızın yanında ilerlerken önünde görünmez bir noktaya bakıyordu sanki. "Kendimi buraya aitmişim gibi hissetmiyorum artık..."
"Amerika'ya vardığımızda bizi bırakıp uzaklara uçacaksınız..." dedi Niki. Sesinde saklı bir hüzün vardı. Başını kaldırıp genç adama baktı gülümseyerek. "Özgürlüğe uçacaksınız... Bir kuş gibi..." Gazetecinin adına seviniyor gibiydi. Sonra durgunlaştı birden, yüzünü indirdi. "Bir daha hiç göremeyeceğim sizi..."
"Yeniden görmek ister miydin beni?" Heyecan ve umutla gözleri ışıldadı Norman'ın.
Tam o sırada şapkalı ve şık siyah mantolu iki genç kadın yanlarından geçti. Kadınlar bir kaç adım ötede durup başlarını geriye çevirdi, tuhaf bir şekilde onlara baktıktan sonra yollarına devam ettiler. Norman'ın sorusu ilgilerini çekmiş olmalıydı. Niki, bir an Norman'a bakıp suçüstü yakalanmış bir çocuk gibi yeniden önüne indirdi gözlerini. Genç kızın telâşı boşunaydı. Gemideki personel ve yolcuların içinde Niki ile Norman arasındaki yakınlaşmayı bilmeyen kimse yoktu neredeyse. Yine de iki kadın iyice uzaklaşana dek sessiz kaldılar. Gazeteci merak içinde Niki'nin cevabını bekliyordu.
"Amerika, öyle büyük bir yer ki,..." dedi Niki. "İnsan, onun içinde kaybolur." Genç kızın yüzünde derin bir kederin izleri okunuyordu. Güçlükle dökülüyordu kelimeler ağzından. "Ben de uçacağım,... trenle... New York'tan Şikago'ya biletim var... üçüncü sınıfta... yedi dolar..."
Güvertede alt katlara inen merdivenlerin başına gelmişlerdi. Niki, sanki unuttuğu bir şey aklına gelmiş gibi hareketlenerek Norman'ın önünü kesti. "Size teşekkür etmek istiyorum," dedi. "O Gürcü pisliğine haddini bildirdiğiniz için..." Yüzleri iyice yaklaşmıştı birbirine, gözleriyle konuşuyorlardı sanki. "Küçük kız, Olga için içim sızlıyor..." dedi Niki.
Yemek saatinin bittiğini haber veren kampananın sesi duyuldu. "Akşam yemeğini kaçırdınız,.. Benim yüzümden..." dedi Niki. Norman'ın gözleri dolmuş, genç kızı dinliyordu. Hiç susmasın, hep konuşsun der gibi bir hali vardı gazetecinin. Niki, genç adamın bu suskun halinden, dokunaklı bakışından heyecanlanmış, ne diyeceğini bilmez bir haldeydi. "Tatlıyı da kaçıracaksın..." dedi.
Belli belirsiz başını sağa sola salladı Norman. Duygu dolu bir sesle "Gitmek istemiyorum." dedi. Gazetecinin bu sözüyle "senden ayrılmak istemiyorum." demek istediğini anlamak hiç de zor değildi Niki için. O da aynı şeyleri hissediyordu. Gözlerini kaçırıp zor bela merdivenlere doğru sürüklemeye çalıştı kendini. Birkaç basamak indikten sonra dönüp yeşil gözlerine baktı gazetecinin.
"Ta matia sou einai poly omorfa" (*) dedi.
"Ne dedin?" diye sordu Norman. Gazetecinin bu basit cümleyi anlamaması mümkün değildi. İstanbul'da foto muhabirliği yaptığı sırada hem Rumcayı hem de Türkçeyi çat pat öğrenmişti. Niki de bunu gayet iyi biliyordu.
"Yağmur kokusu alıyorum..." dedi Niki acemice. Norman, buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi. Niki hemen arkasını döndü ve basamaklardan aşağı doğru hızla gözden kayboldu.
Gece yarısından sonra yağmur şiddetini arttırmıştı. Kararan gökyüzünde birbiri ardına çakan şimşekler geceyi gündüze çeviriyordu. Dev dalgalarla boğuşan RMS Mauretania, adeta suyun üzerinde salınarak yüzen bir ceviz kabuğu gibiydi. Kulakları sağır eden gök gürültüsü kamaralarına sığınan yolcuların uykusunu kaçırmıştı. Gemi sallandıkça üst güvertedeki masalar, sandalyeler ve diğer eşyalar bir o yana bir bu yana savruluyordu. Nöbetçi denizciler, ayakta durmanın imkânsız hale geldiği güvertede denize uçmamak için kendilerini iplere bağlamıştı. Fırtınanın uğultusu dalgaların ürkütücü sesine karışıyordu. Buna benzer nice fırtınalara tanıklık eden kaptan Marinos, kaptan köşkünde idareyi ele almıştı. Denizin şakaya gelir bir tarafı olmadığını gayet iyi bilen kaptan, gemisine son derece güvendiği halde içinden bildiği duaları okuyor, yüreğindeki korkuyu mürettebata hissettirmemek için büyük çaba sarf ediyordu.
Kıyameti andıran gecenin karanlığında, düşe kalka alt güverte korkuluklarına doğru ilerleyen Haro, yüzüne çarpan dev dalganın tesiriyle yere kapaklandı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında uzun kırmızı elbisesi sırıl sıklam olmuş, vücuduna yapışmıştı. Dağılan sarı saçlarının ucundan sular damlıyordu. Güvertenin üzerinde patlayan dev dalgalar beyaz köpükler saçarak zemine yayılıyor, peşinden yeni bir dalga gelene kadar aynı hızla gerisin geriye denize boşalıyordu. Perişan bir halde ayağa kalkmaya çalışan Haro, ellerini havaya açıp denize doğru seslendi.
"Aziz Nikolas!" Şiddetli rüzgarın, yağmurun ve dalgaların korkunç seslerini sanki duymuyor gibiydi genç kız.
"Aziz Nikolaaas!" Ağlamaklı bir şekilde haykırdı. Her seferinde sesi daha yüksek perdeden çıkıyordu.
"Aziz Nikolaaaaas!" Korkuluklara bir kaç adım mesafe kalmıştı sadece. Güverteye açılan kapıdan farklı bir ses duyuldu bu kez.
"Haro!..." Sesin sahibi genç denizci Nikolas'tı. Üstü başı ıslanmış, bitkin bir halde ayakta durmaya çalışan kızın yanına doğru koşmaya başladı. "Haro, dur bekle beni, geliyorum!" Nikolas'ın yanına gelip Haro'yu kucaklaması birkaç saniyesini almıştı. "Haro," dedi. "Benim, Nikolas!"
Şiddetli yağmur hızını kesmeden devam ediyordu. Genç denizcinin başını ellerinin arasına alan Haro, çıldırmışçasına bağırdı. "Nikolas, sen kamarotsun, seni çağırmadım ben!" Çöktüğü yerden delikanlının yardımıyla kalktı ayağa. "Aziz Nikolas'ı gördüm," dedi, "Beni çağırıyordu."
"Nerede?" diye sordu denizci, heyecanla genç kızın yüzüne bakarak.
Korkuluklara doğru, açık denizi işaret etti parmağıyla. "İşte, işte tam orada!... Sana gördüm diyorum..." Hüngür hüngür ağlıyordu şimdi genç kız.
"Haro, yanılıyorsun, bir şey yok orada..."
"Diyorum sana, onu gördüm!"
"Aziz Nikolas'ı mı? Denizcilerin koruyucu azizinden mi bahsediyorsun?"
"Evet, evet dün gece de görmüştüm onu... Yatarken başucuma gelmişti."
"Peki ne dedi, sana?"
"İlahiye benzeyen bir şeyler... Antonis de ilahi okuyordu..."
"Haro," dedi Nikolas, sakince. Bağırmaya devam edince omuzlarından tutup sarstı genç kızı. Daha sertti sesi bu kez denizcinin. "Haro, sen ya çıldırdın, ya da nöbet geçiriyor olmalısın." Çırpınan genç kızı zor zapt ediyordu delikanlı. "Hadi gel, içeri girelim. Hemen soğuk su kompresi yapayım sana."
"Bütün bunların nedenini biliyorum. Büyük günah işledim!" Genç adamın kollarında çırpınıyordu Haro. "Söz vermiştim ona, sonsuza dek onu seveceğimi söylemiştim." Genç kız tir tir titriyordu. Nikolas'ın yanaklarını okşarken yalvarıyordu adeta. "Nikolas, sakla beni bir yerlere... Mutfağa ya da makine dairesine..." Denizciye var gücüyle sarıldı, gözü yaşları yağmur sularına karışıyordu. "Yunanistan'a geri dönmek istiyorum..."
"İstesem de yapamam bunu, Haro... Gemi limana varmadan bir gün önce her taraf didik didik aranıyor. Büyük cezası var... Seni bulurlar... "
"Belki o bir yolunu bulur..." Genç kıza umut vermekten uzaktı ifadesi genç denizcinin. Haro'nun kolundan tutup çekmeye çalıştı. Genç kız, çığlık atarak ayağını kaldırdı.
"Bir tarafın mı incindi?" diye sordu Nikolas.
"Düşerken bileğimi burktum." dedi Haro.
"Hadi," dedi Nikolas. İçeri girelim, sana sıcak çorba getireyim." Beline sarıldığı genç kızı oturduğu yerden kaldırıp yemek salonuna sürükledi.
***
Ertesi sabah güneş yüzünü gösterince geceyi korku içinde geçiren yolcular rahat bir nefes aldı. Fırtınanın ürkütücü uğultuları, gök gürültüleri, şimşekler, gemiyi sarsan dev dalgalar uykularını kaçırmış gece boyunca her an batacağız endişesiyle birbirlerini teselli etmişlerdi. Gazeteci Norman'ın iç dünyasında kopan fırtına dışarıdakinden çok daha büyüktü. O korkunç sesler kulaklarında yankılanırken şiddetli rüzgârın önünde kuru bir yaprak gibi sürüklendiğini hissediyordu. Kader günü yaklaşırken bu ayrılığa nasıl dayanacaktı? Kamarasında sabaha kadar hep Niki'yi düşündü. Uykusuzluktan kızarmıştı gözleri. Saatine baktı, ceketini üzerine alıp üst güvertedeki büyük salona gitti. Uzun bar tezgahının arkasında temizlik yapan barmene hafifçe başını sallayıp yüksek taburelerden birine oturur oturmaz bir sigara yaktı. Derin bir nefes çekip dumanı havaya üfledi. Aklından geçirip bir türlü içinden çıkamadığı düşünceler ruhunu daraltıyor, büyük bir çaresizliğin içinde kıvranıyordu.
Fırtınadan sonraki gece, geminin alt güvertesine çıkan Niki, elleriyle yüzünü kapatmış, çaresizliğini düşünüyordu. Gökyüzünü aydınlatan yıldızlara bakınca annesini, kız kardeşlerini hatırladı. Ailesinin gururunu ayaklar altına almak fikri, aşkının aşılması imkânsız, kalın bir duvar örmüştü önünde. Duyguları ve mantığı arasında gidip gelirken güçlü ve mağrur görünmenin zorluklarıyla boğuşuyordu. Bağrına taş basacak, Eleni'den sonra zavallı ailesine yeni bir acı yaşatmayacaktı. Bir tarafta Norman, diğer tarafta ailesi... Ne zor seçimdi bu! Gözlerinden akan yaşlara engel olamadı. Islanan yüzünü eliyle silerken duyduğu bir sese kaldırdı başını.
Norman, merdivenin loş karanlığında göründü, genç kıza doğru yaklaşıyordu. Niki yaşlı gözlerini kaçırıp güvertenin korkuluklarından tarafa çevirdi başını. Kederi yüzüne yansıyan Norman, bir şey demeksizin yanına geldi. Demir korkuluklara tutunurken dalgın gözlerle engin okyanusun en uzak noktasına doğru dilmişti gözlerini. Her ikisi de aynı heyecanla, konuşmak, içlerinde kopan fırtınayı birbirlerine anlatmak, çaresizliklerinden dem vurmak isterlerken paha biçilmez bir kristale kırılabileceği korkusuyla yanaşmaktan çekinir gibi cesaret edemiyorlardı buna. Norman, içini çekti.
"Havada çok sayıda yıldız var bu gece." dedi Norman. İkisi birlikte başlarını gökyüzüne kaldırdılar. Niki, derin düşünceler içinde önüne bakarken sıkıntısını gidermek için tırnaklarını yemeye başladı. Konuşmakta zorlanıyordu.
"Valizimde oradan oraya taşınan bir gelinlik var..." dedi. Bir an gazeteciye bakıp hemen çevirdi gözlerini. "Atlantik'i aşıp defalarca gidip geldi..." Korkuluklardan ayrılmış, birlikte yürüyorlardı şimdi. "Gitti, geldi... Gitti, yine geri geldi..." Merdivenlerin başında durup gazeteciye çevirdi bakışını. "1909 yılında vaftiz annemin çantasındaydı..." Birkaç adım atıp duruyor, Norman'a bakıyordu. "1921 yılında kız kardeşim Eleni'yle beraberdi ve şimdi, 1922'de benim yanımda..." Genç kız, merdivenlerin yanı başındaki sıraya oturup hüzünlü gözlerini Norman'a çevirirken içini çekti. "Çok şanssız bir gelinlik..." dedi. Oturduğu yerde, ileri geri sallanıyordu, Niki. "Gitti, geldi... Gitti, geldi..." dedi. Dudağını ısırdı, dalgın gözleri dolmuştu. Eğilip ellerinin arasına aldı yüzünü, ağlıyordu. Norman gözlerini ayırmıyordu genç kızdan. Başını kaldırdı Niki, gözyaşlarını silip gazeteciye bakarken gülümsedi. Göz göze geldiklerinde birbirlerini çözmeye çalışır gibiydiler. Norman'ın istemsizce dudağı kıvrıldı. O sırada genç kızın ayakkabı bağının çözüldüğünü fark etti. Ahşap sırada oturmakta olan Niki'nin önüne çöktü, eğilip elini uzattı. Heyecandan kalpleri duracaktı neredeyse. Genç adam, bağcığı bağlamak üzere ayakkabısına uzandı genç kızın. Niki, yavaşça ayağını geri çekerken Norman'ın eli öylece havada kaldı. Hareketsiz o şekilde kaldılar bir süre. Norman, elini umutsuzca ovuştururken küçük hareketlerle ayağını öne doğru uzattı Niki. İşte o an bütün buzlar erimişti sanki. Gazeteci önüne bakarak, ağır hareketlerle ayakkabının bağcığını bağlamaya başladı. İşini bitirdikten sonra yavaşça kaldırdı başını, Niki'yle birleşti gözleri, konuşmalarına hiç gerek yoktu artık. Gözleri anlatırken her şeyi, büyük bir özlemle bakıyorlardı birbirlerine. O bakışma büyük bir ateş düşürdü yüreklerine, büyük bir aşkın alevi yansımıştı yüzlerinde.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu yine sevgili Taha Akkurt'tan geliyor:
"Sizce dünyadaki yaşam nasıl sona erecek?"
Zor bir soru... Mutlaka herkesin farklı bir "son" senaryosu vardır. Yüce Manitu, milyarlarca senaryo içinden uygun gördüğü birini seçip dünyanın sonunu getirecektir. Geçmişten bu yana dünyanın şekilden şekilde girdiğini anlatıyor bilim adamları. Dünya oluştuğu tarihten bu yana, yani 4,6 milyar yıl içinde bilinen beş büyük buzul çağı yaşamış. Bundan 115.000 yıl önce başlayıp 11.700 yıl önce sona eren son buzul çağına insan türünün şahitlik ettiğini görüyoruz. Küresel ısınmanın etkisiyle buna benzer buzul çağlarının 100.000 yılda bir yaşanacağını söylüyor bilim adamları artık. Depremler, kıtaların birbirinden ayrılması, sonra yeniden bir araya gelmesi, yeni coğrafi oluşumlar... Evren bir devinim halinde bazen şekil bazen yer değiştirerek zaman içinde sonsuzluğa doğru akıyor. Son araştırmalar dünyamızın en çok 7,5 milyar yıl sonra güneş tarafından yutulacağını, canlı hayatın ise 1,75 milyar yıllık bir ömrü kaldığını gösteriyor. Bu sürenin yaşam kaynaklarının tükenmesine göre hesaplandığını düşünüyorum.
İnsanın normal yaşam süresi dikkate alındığında son derece uzun süreler bunlar. Ortalama yirmi beş yılda yeni bir insan neslinin türediği yeryüzünde 70 milyon nesil daha sırasını bekliyor diyebilir miyiz? Sanmıyorum. İnsan aklı sayesinde fiziki koşullara kendini adapte edebilen bir canlı. Bununla birlikte dünyadaki insan türü yok olduktan sonra bazı canlı türlerinin uzun bir süre daha yaşamaya devam edeceğini, hatta insanın olmadığı bir ortamda çoğalmalarının daha kolaylaşacağını söylemek mümkün. Yapılan araştırmalara göre son insan yeryüzünden silindikten 10.000 yıl sonra Çin Seddi ve Mısır Piramitleri dışında dünyada yaşadığını gösteren hiçbir şey kalmayacak. Farklı görüşler dile getirilse de insan soyunun en az bir milyar yıl daha devam edeceğini düşünüyorum. Küresel ısınma, savaş, radyasyon, çevre kirliliği, kıtlık, salgın, asteroit çarpması ve buna benzer bazı etkenlerin, insan türünü tamamen ortadan kaldıracağı söyleniyor.
İnsanlık tarihine baktığımızda en ilkel seviyede yaşayan soydaşlarımızın bilinen geçmişi en çok 300.000 yıl önceye dayandığını görüyoruz. Modern insan dediğimiz türün ise ortaya çıkışı ise en çok 50.000 yıl önce. Dünyamızın yaşı 4,54 milyar yıl olarak hesaplanırken ilk canlının en az 3,7 milyar yıl önce kendini gösterdiği bilimsel olarak kanıtlanmış durumda. Diğer bir deyişle dünyada canlı yaşam 5,45 (3,7+1,75) milyar yıl boyunca evrimleşerek hüküm sürmüş olacak. Geleceği bir tarafa bırakıp geçmişe bakalım. İnsanın bilinen tarihi, canlı yaşamın sürdüğü toplam zamanın sadece 1/12.500'ü. Geçmişte yüzlerce, belki de binlerce insan medeniyeti yaşamış ve herhangi bir nedenle soyu tükenerek arkasında hiçbir iz bırakmadan yok olmuş olabilir. Milyar mertebesinde bir zaman diliminde kimse bunun aksini iddia edemez. Şimdi dönüp geleceğe bakalım. Bugünün modern insanı her türlü olası badireye rağmen bir milyar yıl daha yaşamını sürdüreceği bilim adamları tarafından dile getirildiğine göre, bu süreç içinde farklı nedenlerle yine yüzlerce kez soyumuz tükenip küllerimizden yeniden doğabiliriz. Evrimleşmenin kesintisiz olarak devam edeceği bu süre içinde, birbirinden farklı çevre koşullarına, tabiatın zorladığı yaşam şartlarına uyum sağlayacak şekilde şeklimiz, görüntümüz değişecektir muhtemelen. İnsan soyu tükendiğinde ayakta kalacak canlılardan birinin de maymun türü olduğu tahmin ediliyor. Binlerce, on binlerce hatta yüzbinlerce yıl sonra o maymunlardan yeni bir Homo Sapiens çıkmayacağını kim bilebilir?
Yukarıda kaleme aldığım canlı ve insan türünün geçmişte yaşadıkları ve geleceğine ilişkin bilimsel temele dayanan bazı varsayımlar. Ancak, Homo Sapiens'in soyu tükenmemiş tek alt türü olan Homo Sapiens Sapiens'i (Modern insan, bilge insan), yani bizim de içinde yer aldığımız türü, nasıl bir sonun beklediğini, türümüzü neyin ortadan kaldıracağını daha çok merak ediyoruz sanırım.
- Mars'ta ya da daha uzak başka gezegenlerde yaşam arayışı:
Bilimsel ve teknolojik gelişmeler ne kadar ileri seviyeye ulaşırsa ulaşsın, gelecek milyonlarca yıl içinde insanın başka bir gezegende hayatına devam edebileceğine pek ihtimal vermiyorum. Başka gezegenlerde değişik canlıların hatta medeniyet bakımdan modern insandan daha ileri olan canlı türlerinin bulunması mümkün. Ancak, geçmişten bugüne gezegenimizi ziyaret ettiklerini sanmıyorum onların. Diğer taraftan, dünyamızın insanlar için yaşanabilir niteliğini yitirene kadar geçireceği bir milyar yıl içinde, yabancı bir gezegenden gelecek insana benzeyen ya da benzemeyen fakat ondan çok daha fazla gelişmiş misafirlerimiz olabilir. Bu canlıların, muhtemelen, bizden daha gelişmiş olacaklarından hareketle, dünyamıza savaş açarak soyumuzu tüketmeyi akıllarından dahi geçirmeyeceklerini, aksine insanların gelişimine katkı sağlayacaklarını düşünüyorum.
- Savaşlar, salgınlar, yangın, deprem vs.
Ne kadar şiddetli olursa olsun bu tür olayların dünyada yaşayan insan türünü tamamen ortadan kaldıracağı ihtimalini düşünmüyorum.
- İklim değişiklikleri
Bir canlı türü olan insanın neslini sona erdirecek en önemli neden bence iklim değişikliğidir. Dünyanın ve diğer gök cisimlerinin hareketlerine bağlı olarak belli aralıklarla büyük seller, kuraklıklar yaşanmakta. Periyodik olarak buzul çağları birbirini izleyecek. Muhtemelen 60.000 yıl sonra yeni bir buzul çağına girecek dünya. İnsanların bunu önlemeye gücü yetmeyecek, küresel ısınma ve iklim değişiklikleri konusunda almayı düşündüğü tedbirler sinek vızıltısından ileri gitmeyecek.
- Asteroit çarpması
Bilim adamları dinozorların dünyaya bir asteroit çarpması sebebiyle soylarının tükendiğinden bahseder. Buna benzer bir olayın ciddi kayıplar getireceğini kabul etmekle beraber dünyanın dört bir tarafına yayılan insan türünü sona erdirebileceğine inanmıyorum.
Sonuç olarak türümüz tükense de küllerimizden yeniden doğacak olmamız bizi ne kadar rahatlatır bilemem ama düşe kalka bir milyar yıl daha devam edecek soyumuz ve soyumuzdan evrimleşen soydaşlarımız. Dediğim gibi insanın aklını başından alan çok uzun zaman dilimlerinden bahsediyoruz. Bir milyar yıl sonra artık yolun sonuna gelmiş olacağız. Eğer komşu bir gezegende yaşam olanağı bulabilirsek o zaman ulaşacağımız teknoloji bizi yeni yurdumuza taşıyabilir. Belki de uzaydan gelebilecek bir canlı bize elini uzatır o zamana kadar. Gelenler, bizim şu anki görünüşümüze benzerken biz evrimleşerek "Extra-Terrestrial" (E.T)'ye benzeyen birer mahluk haline gelebiliriz, kim bilebilir?