Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sessiz ve Derin / DeepTone'dan geliyor:
"Günümüzün genç insanları önceki genç kuşaklardan daha çok güç, bilgi ve etki sahibi. Bunun nedeni ne olabilir? Bu durum gençlerle büyüklerin iletişimini, ilişkisini etkiler mi?"
Günümüz genç insanları önceki genç kuşaklardan daha güç, bilgi ve etki sahibi, öyle mi gerçekten? Gezi eylemleri sırasında ortaya koydukları performans biraz ümitlendirmişti beni ancak devamı gelmedi. Eski kuşaklar yenilerini korkuyla dize getirdi. Oysa ellerinde eskilerin sahip olduğu imkanlardan çok daha fazlasına sahiplerdi! Güç kimde? Eski gençler güçlerini göstermek için en azından seslerini duyurmaya çalışırlar, eylem yaparlar ve bazı kazanımlar elde ederlerdi. Söyler misiniz, bugünün genç kuşaklarının elinde hangi güç var, seslerini ne ölçüde duyurabiliyorlar, kazanımlarından bir örnek olsun geliyor mu aklınıza? Bilgi desen, durum daha kötü. Okullarda verilen bilgilerin çoğu çağdışı, eksik ve ezbere dayanıyor. Eskiden üniversitelerimizden birkaçı dünya ölçeğinde kendilerine yer bulabiliyorlardı. Bugün bırakın üniversite mezunlarını, profesörler bile aldıkları yetersiz eğitimden dolayı saygıyı hak etmiyor. Günümüz ve gelecek nesil gençleri arasından sayıca daha fazla mezun, daha fazla profesör çıkabilir fakat, her türlü teknolojik imkâna sahip olmalarına karşın onlar nitelik bakımından eski kuşakların bilgi seviyesine erişemeyecek gibi görünüyor.
Sorular, bir hüküm cümlesi üzerine bina edilmiş! Bu düşünce, kendisinden önceki genç kuşakları yeterince tanımayan genç kuşakların, sahip oldukları takdire şayan özgüvenlerinin ötesinde, hayali bir üstünlük hissine kapıldıklarını da gösteriyor bir bakıma. Kuşaklar arası çatışma tarih boyunca toplumların değer yargılarının değişmesi sonucunda ortaya çıkan bir olgu. Sözgelimi dönemin modasına uygun olarak kulak memelerinin üç santim altına kadar uzayan favori bırakırdık gençlik yıllarımızda. Erkeklerde uzun saç modaydı. İspanyol paça pantolon giyerdik. O zaman büyüklerimiz bize müdahale eder, favorilerin kulak memesi hizasını geçmesin, kes şu saçlarını karılara benzedin, ne o pantolonunun paçaları deyip kızarlardı. Bugün gençler saçlarını yeşile, pembeye boyatıyor, oğlanlar küpe takıyor, dövme, piercing yaptırıyor. Günümüz ebeveynlerinin gençlerin tercihlerine daha fazla tolerans gösteriyor olması, onların kendi gençlik dönemlerinde daha az etkili olduklarını göstermez. Zira gençliğimizde daha fazla direnişle karşılaşmamıza rağmen, erkekler saçlarını, favorilerini uzatır, hatta daha o zamanlarda bile kolye takarlardı boyunlarına. Gençlerin modayı takip etmiş olmaları ya da yaşam tarzlarında meydana gelen değişimler daha güçlü, etkili ve bilgili olduklarını göstermez.
Kesin olan şudur ki, yeni nesil, eskisine göre çok daha fazla imkâna sahip. Genel anlamda, günümüz genç kuşaklarının, önlerinde hazır bulduğu teknolojik yenilikleri, bilgiye ulaşım ve iletişim konusundaki avantajlı durumları yeterince değerlendiremediklerini, tüketime dönük bir takım faaliyetlerin etkisine kapılıp enerjilerini boşa harcadıklarını düşünüyorum.
Burada anlattıklarım bir kuşak çatışması değil, sadece bir tespit. Eski zaman gençleri büyüklerine daha saygılıydı, aza kanaat eder, olanla yetinirlerdi gibi saçma sapan fikirlerle geçmiş dönemi överek kendi kuşağımıza üstünlük taslamak niyetinde değilim. Fakat, bugünün gençlerinin internet başta olmak üzere iletişim ve diğer teknolojik yeniliklerden faydalanma avantajına rağmen önceki genç kuşaklardan daha çok güç, bilgi ve etki sahibi olduklarına inanmıyorum. Şimdi internet var, her türlü bilgiye süratle ulaşıyor gençler. İletişim çok önemli, kısa zamanda bilgi paylaşılabiliyor, işler daha verimli bir şekilde yürütülebiliyor. Ülkemizde internet ve sosyal medya kullanımı, günde 7 saat 57 dakika ile dünya ortalamasının üzerinde. Oysa Unesco verilerine göre Türkiye, kitap okuma oranında 86'ıncı sırada, yani yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride. TUİK'e göre, ülkemizde kitap, ihtiyaç listesinin 235. sırasında yer alıyor. Dünya ortalamasının üzerinde internet kullanımımız var fakat bunu bilgiye ulaşmak için pek kullanmamışız. Ne yapmışız, bebek doğar doğmaz akıllı telefonumuzu eline verip çocuğumuzu hipnotize olmuş bir şekilde oyalanmasını sağlarken, biz işimize bakmışız. Sosyal medyada birbirimize bol bol gösteriş yapmışız. İnternet üzerinden alışveriş konusunda da oldukça iyiyiz. Çeşit çeşit oyunlar oynamışız. Bir de ticari kullanımımız var. Etkin tüketim kanallarını sonuna kadar açmışız. Kim yapıyor bütün bunları? Ağırlıklı olarak internet kuşağı! Var mı itirazı olan? Peki, bütün bu faaliyetler hangi gencimizi güçlü kılmış? Gençlerimiz eski gençlere göre daha fazla bilgi sahibi olabilir, kabul ediyorum fakat bu bilgiyi kullanarak insanlık ve toplum adına eski kuşak gençlerinin yapamadığı hangi yenilikleri yapmışlar? Hangi konularda sesini duyurabilmiş, etkili olmuşlar? Hangi otokrat yönetimi devirip sosyal adaleti getirmiş, en azından bir diktatörü devirebilmişler? İnternet icat edilmeden çok önce 68 Kuşağı, bütün dünyada fırtına gibi esiyordu. Che'ler, Denizler, bütün imkansızlıklara rağmen vatana hizmet aşkıyla ülkenin makus talihini değiştirmek için didinen Köy Enstitülerinden mezun gençler çok daha güçlü, bilgili ve etkiliydi. Bugünün Z kuşağı, analitik ve hızlı düşünen, ancak takım çalışmalarına yatkın olmayan, özgüveni yüksek bir nesil. Özgürlük, bağımsızlık önemli, mümkün olmayan herhangi bir şey yoktur onlar için. Peki, internet çağında yetişen genç filozof, bilim insanı, sanatçı sayısı, geçmiş dönemlerde yaşayan gençlerden daha mı fazla?
Başta internet ve iletişim olmak üzere teknolojik gelişmeler yeni nesil gençlerin enerjisini almış, tembelliğe ve rahata alıştırmıştır. Bilgiye ulaşımı kolaylaştırırken bilgiden faydalanmak adına gençler üzerinde pek etkisi olmamıştır. Ülkemize ilk TV geldiği zamanlar bazıları ona "aptal kutusu" adını takmıştı. Bugün aynı tanımı ve daha fazlasını, teknolojinin sağladığı zaman tasarrufunu muhtelif şekillerde yine teknolojiye harcayarak zayi edenler için kullanabilirim.
Nesilden nesile insan ırkı evrimleşerek bugünkü zeka düzeyine gelmiş ve bu gelişme süreci durmaksızın devam etmekte. Bununla birlikte geleceğin gençlik kuşaklarına daha güçlü, daha bilgili, daha etkili diyebilmek için en az birkaç on bin yıllık zaman dilimi gerekli. Bu yüzden interneti ileri sürüp üstünlük taslamak doğru değil. Özünde yok farkımız birbirimizden gençler, fazla havaya girmeyin.
Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri, değerli okurlar. Sevgili "she is the man" arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünün eylül ayı ev sahibi olarak önerdiğim Franz Kafka'nın Şato romanı üzerinde değerlendirmelerde bulunmak üzere ilk oturumu açıyorum. Ekim ayının BKK ev sahibi, sevgili "Okuma Günlüğüm", arkadaşımızın seçtiği kitap ise, Ruth Ware'nin "Bayan Westaway'in Ölümü". Kulüp üyelerine ve bütün kitapseverlere iyi okumalar dilerim.
Franz Kafka (1883-1924), nev'ine münhasır üslubu ve kurgusuyla dünya edebiyatında özel konuma sahip bir yazar. Baskıcı bir ailede geçirdiği çocukluk dönemi, ileriki yıllarda karşılaştığı adaletsiz iş ortamı ile toplumdaki ahlaki çöküşün bir sonucu olarak ezik, çaresiz ve yalnızlığa itilmiş karakter yapısını bütün eserlerinde görmek mümkün. Şato romanının protagonisti (ana kahramanı) K.'da bir ölçüde yazarla bütünleşiyor. Kafka'nın eserlerinde kullandığı tasvirler, anlatım tarzı, hayatın genel akışında yarattığı tehditkâr, korkutucu karakterler, mizahı da içine alan öğelerle okurda gerçeküstü bir algı yaratıyor zaman zaman.
İtiraf etmem gerekir ki, seçtiğin roman pek çok okur için zorlayıcı ve sıkıcı gelebilir. Bu bakımdan BKK'nın ilk kitabı olarak zorlu bir başlangıç yaptığımı kabul ediyorum. Belki ilk ay için doğru bir seçim değildi. Bu bakımdan kitaptan sıkılıp yarım bırakanlar olabilir. Genellikle okurun merak duygusunu gölgeleyeceğinden ötürü spoiler vermekten kaçınır insanlar. Bense tam aksine spoiler metinlerden yararlanmayı okumaya bir ön hazırlık olarak değerlendirirken kitabı daha iyi anlamak hususunda katkı sağladığını düşünürüm. Fakat Şato romanını okumadan önce kitap hakkında yapılan yorumlara ve eleştirilere bakmadım. Okumam bittikten sonra yazılanları okudum ve bir kısım görüşlere katılırken yapılan yorumların bazılarından farklı düşündüğümü gördüm. Yazarın daha önce okuduğum Dönüşüm, Milena'ya Mektuplar ve Dava romanlarında kendini gösteren Kafkaesk anlatım tarzını sevmeme rağmen okumakta en zorlandığım Kafka eseri oldu Şato. Anlaması oldukça zor böyle bir romanı Almanca aslından çeviren Regaip Minareci gerçekten büyük iş başarmış. Yazarın kullandığı uzun cümlelerin daha sonuna gelmeden başını unutuyor insan ve tek bir cümleyi tekrar tekrar okumak zorunda kalıyor. Bu durum benim gibi sıradan bir okur için zaman alıcı, bazen sıkıcı bir süreç oldu. Normalde bir haftada bitirebileceğim kitabın okumasını iki haftada tamamlayabildim bu yüzden. Ancak cümlelerin hepsi sağlam, sözcükler yerli yerinde. İşte bunu yakaladığında ve yazarın vermek istediğini anladığında mutlu oluyor insan. Romanı basit bir masal gibi okumak mümkün ancak o zaman eseri hak ettiği değerden yoksun kılmış oluruz. Yazarın kullandığı metaforlarla hayatın gerçeklerini bir alt metin olarak satır aralarına gizlediğini fark eden okur, çok katmanlı anlatım özelliklerine sahip bu romandan büyük haz alacaktır. İşin bu yönü zevkli olduğu kadar yorucudur da. Fakat her okumada yeni şeyler keşfettiğini ve her cümlesinden yeni anlamlar çıkardığını gören okuru içine çeken tatlı bir yorgunluktur bu.
Şato'nun konusu ilk bakışta son derece basit görünmesine rağmen sayfalar dolusu anlatacak detay bulmuş yazar. Öte yandan bugüne kadar roman üzerinde muhtelif tartışmalar, değerlendirmeler yapılmış ve daha uzun yıllar yapılmaya devam edilecek. Kitabın konusu ve verdiği mesajlara ilişkin ne kadar detaylı yazarsam yazayım farklı görüşlerin yanı sıra geride anlatılmayan pek çok husus kalacağından eminim.
Şizofren hastası olan Kafka, yazmış olduğu pek çok kitabı yarım bırakmış ya da yaktırmış. Ölümünden iki yıl sonra ilk kez 1926 yılında yayınlanan Şato, yazarın sıkılıp yarım bıraktığı onlarca kitabından sadece bir tanesi.
"K. köye ulaştığında akşamın geç saatleriydi." cümlesiyle başlıyor roman. Öncelikle böylesine etkileyici bir başlangıç cümlesi romanın başında okuru çekiyor içine. K. kimdir? Ona gelmeden önce kitaba adını veren "Şato" dan bahsetmek istiyorum biraz. Ben bahsetmek istiyorum istemesine fakat enteresan bir şekilde şatonun ne içinden, ne de dışından bahsedilmiş romanda! Şato'nun sahibi Kont Westwest'in adı sadece bir kez geçiyor kitapta. Her şey esrarengiz bir sır perdesinin arkasına gizlenmiş! Romanın satır aralarında Şato hakkında bildiklerimiz sadece şunlar: Yukarılarda bir yer, herkesin korktuğu, cezalandırıcı, saygı uyandıran, kapısından içeri sadece ayrıcalıklı kişilerin girebildiği söylenen (sadece söylenen! bu yüzden, bundan bile emin olamadığımız), büyük saygı ve korku uyandıran memurları ve ulaklarıyla sade vatandaşların yaşadığı köye haberler ileten, sözde düzeni sağlayan, eleştirilemez, sorgulanamaz bir yer bu Şato. Kont Westwest'le birlikte Şato, onca saygınlığına ve terör estirmesine rağmen köydeki hayatın akışına pek de müdahale etmeyen, adaletin işlemediği, sınırsız güce sahip olduğuna inanılan fakat hangi dolapların çevrildiğine dair kimsenin fikir sahibi olmadığı kapalı bir kutu. En büyük otorite! Şato böyle bir yer ve böyle bir otoritenin sahibi Kont hakkında ise zerre kadar bir bilgi yok!
Kitap hakkında yapılan yorum ve değerlendirmeler, romanda, genel olarak, yabancılaşma, bürokrasinin vurdumduymazlığı, şeffaflıktan yoksun, keyfi uygulamalarla işlerin yokuşa sürülmesi ve otoriter bir devletle birey arasındaki iletişimsizlik temalarını işlendiği yönünde. Bütün bunları kabul etmekle birlikte şimdiye kadar hiç rastlamadığım, radikal bir yorumda bulunacağım burada. Bilindiği üzere Yahudi bir aileye mensup yazar, bir süre sonra ateist olmuştur. Buradan yola çıkarak Şato'nun gökyüzünde bir Tanrı katı, Kont Westwest'in Tanrı, Şato'ya girip çıkan beylerin Tanrı'nın emirlerini insanlara aktaran peygamberler, Şato'da görevli memurların ise günah ve sevapları kaydeden melekleri, havarileri, ermişleri çağrıştırdığını düşündüm. Gerçekten de romanın tamamında bu yönde yakıştırmalar hiç de anlamsız değil bence. Bütün insanlar ne olduğunu bilmedikleri, ayrıca kendisinden asla fayda görmedikleri bir güce kayıtsız şartsız teslim olmuşlar. Duaları çağrıştıran dilekçelerin cevapsız kalmasından, kaybolmasından bahsedilirken hak, adalet, hiçbir zaman yerini bulmuyor. İşler öylesine birbirinin içine giriyor ki, günlerden bir gün, Barnabas adlı bir ulak, Şato'nun yüksek dereceli bir memuru ya da beyi olan Klamn'dan K.ya bir mektup getiriyor. Kadastrocu olarak atandığı köyde muhatap bulamadığı için henüz işe başlamadığı ve yardımcılarının ise haylazlık dışında bir iş yapmadığı halde mektupta şunlar yazıyor:
"Brückenhof Hanı'ndaki Sayın Kadastrocu'ya! Şimdiye kadar gerçekleştirmiş olduğunuz kadastro işlerini takdirle karşılıyorum. Yardımcıların çalışmaları da övgüyü hak ediyor. Onları çalıştırmayı çok iyi biliyorsunuz. Bu gayreti elden bırakmayın! İşleri iyi bir şekilde sonuçlandırın. Olası bir yarıda bırakman beni çok kızdırır. Ayrıca tasalanmayın, ücret konusu en kısa zamanda karara bağlanacak. Gözüm üzerinizde."
Bildiğiniz üzere Kadastrocu Bey, henüz işe başlamamış! Yardımcıları deseniz, haylazlıktan başka bir şey yaptıkları yok. Fakat yukarıdaki makam tarafından takdir, övgü alıyorlar. Tam bir ilahi adalet!
Gelelim K.'ya. Kendisine köylülerin Kadastrocu Bey, diye hitap ettikleri bir adamcağız bu K. Muhtemelen yüzünde şeytan tüyü olan yakışıklı bir beyefendi. Bunu hem romanın önemli karakterlerinden biri olan Klamn'ın metresi Freida hem de ulak Barnabas'ın kız kardeşi Olga'nın K.'yı görür görmez aşık olmalarından anlıyoruz. Roman hakkında yukarıda belirttiğim üzere birbirinin benzeri binlerce yorum bulabilirsiniz. Ben burada Şato metaforunda yapmış olduğum alternatif bir bakış açısıyla ilerlemeye devam edeceğim. K.'nın yani Kadastrocu Bey'in köye gelmesini doğum, köyü dünya olarak düşündüm. Adamcağız ne iş yapacağını bilmediği gibi, köyün muhtarından kadastro işine de gerek olmadığını öğreniyor. Varoluş sancılarına bir atıf yapılıyor sanki. Neden geldik dünyaya, bize gerçekten ihtiyaç var mıydı? Romanda Şato'ya kayıtsız şartsız biat edenlerin aksine hareket eden iki farklı karakterden biri K. ise, diğeri de Barnabas ve Olga'nın küçük kız kardeşi Amalia'yı görüyoruz. Amalia'dan daha sonra bahsedeceğim. K. köye gelen bir yabancıdır. Köylüler tarafından kendisine şüpheyle yaklaşılır. Kimse ona yol göstermez, yapılacak ve yapılmaması gereken her işe Şato karar verir çünkü. Şato'ya ulaşmak ise imkânsızdır. Şato'nun sahibi ile köylü arasında irtibatı sağlayan Klamn'ı görebilen nadir kişiler dahi onu hep farklı şekilde anlatırlar. K. köyde kendisine görev verilmesini istediğinde aracılar adres olarak Şato'yu gösterirler fakat beylere dahi ulaşamaz bir türlü. Kaderine razı olan ve çabuk vazgeçen biri değildir K. Israrla Şato'ya ulaşmanın ve oradan işinin ne olduğunu öğrenmenin peşindedir. Köylülerin ve Şato ile bağlantısı olan sekreterlerin aksine meraklı bir kişiliğe sahip K., aklına yatmayan her konuyu cesaretle ve ısrarla sormaya, sorgulamaya devam eder. Şato'ya çıkmak için her yolu denemiş, bu konuda kendisine yardımcı olabilecek her kapıyı çalmıştır. Şato'nun tepkisini alıp toplumun dışına itilen bir ailenin evine gitmeye cüret edebilen bir yapıya sahiptir. Roman yarım bırakıldığı için sonunda hedefine ulaşıp ulaşamayacağı meçhul olmakla birlikte yakın dostu ve aynı zamanda biyografisini yazan Max Brod, yazardan aldığı bilgiye dayanarak, eğer roman tamamlanabilseydi; K.'nın ölümüne kadar köyde kalmaya devam edeceğini, ayrıca Şato'nun ölüm döşeğindeki K.'ya, köyde yaşamak hususunda yasal iddiasının geçerli olmadığını, ancak bazı faktörleri dikkate alarak orada yaşamasına ve çalışmasına izin verildiği hususunu ileteceğini iddia etmiş.
Diğer bir karakter Frieda, Beyler Han'ında garson olarak çalışmakta aynı zamanda Şato'nun üst düzey beylerinden biri olan Klamn'ın metresi olduğunu söylemektedir. Klamn'a ulaşmaya çalışan K. ile karşılaşır karşılaşmaz ona aşık olur ve birlikte Beyler Han'ını terk ederler. Frieda, kaçalım bu köyden başka yere gidelim dese de, Klamn'a ulaşmayı kafasına koyan K.yı ikna edemez. K. esas hedefinin peşine düşüp Barnabas'ın evine vardığında Olga ve Amalia ile konuşur. Bunu öğrenen Frieda Olga'yı kıskandığı gerekçesiyle K.yı terk ederek Beyler Han'ına geri döner. Beyler Hanı'na Şato görevlileri dışında kimse alınmamaktadır. Bunun dışındakiler kurallar gereği ancak bar kısmına kabul edilir. Frieda bence burada şeytan rolünü üstlenmektedir. Esas niyeti K.yı ayartmak ve onu Klamn'a ulaşmak arayışından vazgeçirmek. Amacına ulaşamayınca Olga'yı bahane ederek K. yı terk ediyor ve Beyler Hanı'na geri dönüyor.
Klamn'ın adı geçse de kendisinden fazla bahsetmedim. Aslında Kont Westwest gibi o da ulaşılmaz, esrarengiz bir karakter. Şato'nun otoritesini temsil eden anlaşılması güç bir Şato görevlisi. Diğer görevliler gibi onun da gerçek bir uzmanlık alanından bahsedilmiyor romanda. Bir süre sonra K.'yı sorgulayacak olan Erlanger ve Momus adında iki sekreteri var. Çekçe "klam" sözcüğü illüzyon manasına geliyor. Burada Klamn, Kont Westwest'in temsilcisi ve onun emirlerini köy halkına ileten yüksek düzey bir memur. Benim yorumuma göre, alt metinde, kendisi gibi ulaşılamaz, saygın, kutsallık atfedilmiş peygamberi temsil eden bir karakter. Frieda olan ilişkisi söylenti olabilir. Ya da gerçekten ilişkiye girmiştir. Bu durumda peygamber şeytana uymuş denebilir, ki neden olmasın? Fakat anlaşılıyor ki, Frieda'nın K.'ya gitmesi Klamn'ın hiç umurunda değil, bunu kıskançlık vesilesi yapmıyor. Oysa Frieda ile birlikte olması K.'nın Şato tarafından sorgulanmasına sebep oluşturuyor.
Amalia'dan bahsetmeden önce iki şirin karakterimiz daha var. Bunlar Şato tarafından K.'ya gönderilen Arthur ve Jeremiah adındaki yardımcılar. Kuklaya benzeyen fantastik gerçeküstü karakterler. K. nın gözünün önünde nişanlısı Frieda'ya sarkıntılık edecek kadar cüretkârlar. Bence yazar bu ikiliyi İsa'ya karşı şeytanın yanında savaşan ve Yeni Ahitte adı geçen Gog ile Magog'a (Kur'anda Ye'cüc ile Me'cüc) benzetmiş olabilir. Gerçekten de son derece komik bir ikili bunlar. K.'nın nişanlısı Frida'yı gözetliyorlar durmaksızın, K. bunları kapı dışarı ediyor, kapıyı yumrukluyorlar, K. dövüyor, kovuyor. Fakat Frieda tuhaf bir şekilde büyük şefkatle kucaklıyor onları. Klamn'ın görevlendirdiği sekreter Erlanger tarafından K.'nın sorgulanmak istenmesinin arkasında hangi sebep yatıyor? Yardımcılarına kötü muamele edip işten atması mı, Klamn'a rağmen Frieda'yı ayartıp, Beyler Hanı'ndan alıp götürmesi mi, yoksa K.'nın Frieda'nın oyununa mı gelmesi?
Ve benim en çok takdir ettiğim karakter Amalia. Barnabas'ın ve Olga'nın küçük kız kardeşi. Babaları hali vakti yerinde bir ayakkabıcı ve aynı zamanda itfaiyede üst düzey görev üstlenen köyün önemli şahsiyetlerden biri. İtfaiyeciler için düzenlenen bir şenlikte Şato'ya çalışan Sortini adındaki bir bey güzel Amalia'ya aşık olur ve hemen bir ulak vasıtasıyla mesaj gönderip genç kızı Beyler Hanı'nda beklediğini iletir. Mesaj son derece kaba ve saygısızdır. Bunun üzerine Amalia, mesajı yırtıp ulağın yüzüne fırlatır. Bu olay Beyler Han'ında garson olarak çalışmakta olan Freida tarafından öğrenilir öğrenilmez hızla bütün köyde yayılır. Şato'ya karşı yapılan büyük bir hakarettir Amalia'nın bu tavrı. Bütün köy aileyle olan ilişkisini keser ve onları yalnızlığa iterler. Baba itfaiyedeki görevini ve ayakkabıcılık işini kaybetmiştir. Barnabas'ın babası, Şato yolunda günlerce Sortini'nin yolunu gözler af dilemek için. Nafile bir çabadır bu. Aile cüzzamlı gibi toplumdan dışlanır, köyün dışında başka bir yere taşınır. K. bu hikayeyi Amalia'dan değil, Olga'nın ağzından uzun uzadıya dinler. Amalia Şato'ya, orada görevli bir beyin isteğini geri çevirmek suretiyle büyük bir günâh işlemiştir ve bunun cezasını çekecektir. Aslında ortada resmi bir suçlama yok! Cezayı kesen Şato'ya taparcasına bağlı olan köy halkından başkası değil. Günümüz inanç dünyasına ne kadar benziyor değil mi? Tanrı katından resmi bir bildirim olmamasına rağmen yöneticiler ve peşinde sürükledikleri halk kafalarına uymayan vatandaşları Tanrı adına cezalandırabiliyor.
Evet, kıymetli Blogger Kitap Kulübü üyelerimiz ve saygıdeğer blog dostları. Eğer siz de Franz Kafka'nın Şato adlı romanını okuduysanız, yorumlarınızda görüşlerinizi belirtebilirsiniz. Bu benim katıldığım ilk kitap kulübü. Eksik ya da hatalı bir şeyler yaptıysam affedin lütfen. Bildiğiniz üzere her türlü eleştiriye açığım. Güzel ve verimli bir tartışma olmasını dilerim. Saygılarımla,
Sevenleri için zalimdi deniz, geri vermemişti genç kızı. Oysa Haro, huzura kavuşmak için güle oynaya kollarına koştuğu denizi dost bilmişti kendine. Genç kızın yanından bir an olsun ayırmadığı dert ortağı, yürek burkan hüzünlü şarkılarına dokunaklı ezgilerle yarenlik eden udu, hırçın dalgaların elinden kurtarılan yegâne hatıraydı. Antonis'e verdiği sözü canı pahasına tutmuştu Haro, başkasına yâr olmayarak aşkını kanıtlamış, sevdiği insanın karşısına bir başka alemde, başı dik, onurlu bir şekilde çıkmayı tercih etmişti.
Tüm umutların tükenmesi üzerine kaptanın işaretiyle birlikte haberleşme odasında telgrafın tıkırtı sesleri meş'ûm kazayı güvenlik mercilerine duyurdu.
"... mürettebat... genç kızı... kurtarmak için... her türlü... çabayı... sarf etmiş... fakat... ne yazık ki... tüm girişimler... boşa... çıkmıştır..."
Denize boş gözlerle bakan Niki, bitkin bir halde korkuluklara yaslanmış, derin düşüncelere dalmıştı. Kaptan hayli üzgün bir yüz ifadesiyle genç kıza yanaştı. Kolunu kaldırıp yıldız kümelerinin parlatmaya çalıştığı karanlık gökyüzünü işaret etti.
"İlk önce Venüs çıkar karşına..." dedi. Genç kızın yüzüne bakmıyordu, sesinde belirgin bir keder vardı. "Sonra Akyıldız, Sirius... Onun arkasından Avcı Takım Yıldızı, Orion... Hava iyice kararmaya başlayınca daha küçük yıldızları da görebilirsin... Hepsinin yönü batıya doğrudur.... Doğudan yola başlar hepsi..."
Uzun bir sessizlik oldu. Niki, dikkatle dinliyordu kaptanın sözlerini. Kendi kendine mırıldandı. "Doğudan batıya.... aynı bizler gibi..."
Kaptan, yavaşça başını çevirip genç kıza baktı. Önemsemez görünerek omzunu silkti fakat ona hak verdi. "Evet," dedi. "Aynı sizin gibi..." Duygu yüklü bir bekleyişten sonra aklına aniden bir şey gelmiş gibi hareketlendi.
"Eğer udu istersen..." Kaptanın cümlesini tamamlamasına izin vermedi Niki.
"Kaptan,... " dedi. "Bir söz vermenizi istiyorum sizden sadece. Gemi buradan, yani Haro'yu kaybettiğimiz bu noktadan her geçtiğinde... aşçıya biraz buğday kaynatıp koliva(*) yapmasını ve birazını da denize atmasını söyler misiniz?"
Kaptan saygıyla ağır ağır salladı başını. "Pekâlâ,.." dedi sakin bir şekilde. Genç kız, minnetini göstermek için kaptanın kolunu hafifçe sıktı. Kaptan, buruk bir gülümsemeyle Niki'nin yanından ayrıldı.
Gemi yeniden yola koyulmuştu. Niki gibi Norman da güverteden ayrılamıyordu. Gözleri kan çanağına dönen genç adamın üzüntüsü ikiye katlanmıştı. Biraz ötede, yıldızların gölgesinde, ufuk çizgisine bakmakta olan Niki'ye doğru yaklaştı. Niki başını çevirip kederli bir yüz ifadesiyle bakıyordu Niki'ye. Gazeteci hiçbir şey söylemeden genç kızın yakasındaki iğneyi çıkarıp kendi yakasına iliştirdi. Gözlerinin içine bakarken önünü alamayacak, içten gelen bir yakarışla seslendi genç kıza.
"S'agapo... Seni seviyorum."
Niki şaşırmış göründü. "Hayır," dedi, başını iki yana sallayarak.
"Kendime sözüm geçmiyor." dedi Norman.
"Beni sevmemelisin," dedi genç kız. Yalvarırcasına çıkmıştı sesi.
"Fakat seviyorum işte,"
"Çünkü ben Yunanım."
"Ne fark eder ki?"
"Lütfen daha fazla gelme üstüme..." dedi, Niki. Arkasını dönüp genç adamdan uzaklaşmaya çalıştı.
"Birkaç saat sonra Amerika'ya varmış olacağız..." dedi Norman, arkasından yetişerek. "Senin terzi, orada bekliyor olacak!" Kesik kesik soluk alıp veriyordu. "Hiç tanımadığın biri..."
Niki'nin sinirleri iyice gerilmişti. Sesini yükselterek "Prothromos, çok dürüst bir adam!" diye karşılık verdi. Kendini tutamıyordu, dokunsan ağlayacaktı sanki. Ellerini sallayarak "Ailem bunu ona bir kez daha yapamaz!"
"Anlamıyorum,..." dedi Norman, hırslanarak.
"Amerika'da yapamayıp geri dönen... kız kardeşim Eleni'nin yerine gönderildim... Ben bir ikame gelinim!" dedi, Niki.
Norman'ın aklı almıyordu Niki'nin söylediklerine. Kontrolü kaybetti, gözlerini açıp genç kıza yüklenmeye başladı. "Tanrı aşkına! Senin bu anlattıkların insanlık dışı!"
Konuşmaları ağız dalaşına dönmüştü sanki. Ağır sözlerle birbirlerine yükleniyorlardı.
"Anlamıyorsun beni... Bizim durumumuzu nereden bilebilirsin?" diye çaresizlik içinde bağırdı, Niki.
"An-lı-yo-rum,..." dedi Norman, sesini yükseltip kelimeyi heceleyerek.
"O halde sevme beni!" dedi, genç kız. Gazeteci, derin bir iç geçirdi. Çıkmaz bir sokakta kendine çıkar yol aradığını anlamış, çözümsüzlüğün acı gerçeğiyle yüzleşmişti.
"Sensiz ne yaparım ben, Niki?" Kollarından tuttuğu genç kıza nemli gözlerle yalvarıyordu adeta. "Seni nasıl unutabilirim? Artık bu mümkün değil..."
Dayanacak gücü kalmamıştı genç kızın. "Prothromos'a ikinci kez yapamayız bunu." Gazetecinin kolları arasından kendini kurtarıp ayrılırken hıçkırıklara boğuldu. "Ailemizin şerefi söz konusu!" Eliyle başını tuttu genç kız, ne yapacağını bilmez halde feryat ediyordu. "Eğer, seninle gelirsem,..." dedi. İçini çekip bir süre sustu. Kelimeler boğazında düğümleniyordu. "Eğer seninle gelirsem... bütün ailemin adına leke çalınacak... Kız kardeşlerim, kuzenlerim bir daha asla evlenemeyecekler... Dayım, kuzenim Alexandra... bütün ailem... hepsi lanet okuyacaklar birbirlerine..." Niki, içini boşalttıktan sonra biraz rahatlamıştı sanki, kararlı bir ifadeyle son noktayı koydu.
"Ne olursa olsun, Şikago'ya gitmeliyim. Prothromos'la evlenmek... evet, onunla evlenmek zorundayım." Gözlerini delicesine açmış, ara vermeden Norman'a dil dökmeye, ona durumunu anlatmaya devam ediyordu. "Ailemin kadınları için... Arkamda kalan altı genç kadın için yapmalıyım bunu..." Kollarını kaldırarak heyecanla bağırmaya başladı genç kız. Öfkesi kızgınlıktan değil çaresizlikten ötürüydü. "Bir sürü genç kadın... Hepsi bana güvendi... Bir sürü genç kadın... Anlıyor musun beni?"
"Yanlış düşünüyorsun." dedi Norman, sakince.
"Hayır," dedi Niki. Başını salladı iki yana. "Doğru düşünüyorum."
"Kadınlar,..." dedi Norman. "Sana güveniyorsa yanlış yapıyorlar... Senden hiçbir farkları yok onların..."
"Haklısın," dedi sessizce Niki. "Evet, hepimiz kadınız, sadece kadın..." Arkasını dönüp sessizce merdivenlere yöneldi. Alt kata indiğinde üst güvertede onu izleyen bir çift göz vardı.
"Ne güzel bir gece..." diye seslendi Karabulat. Üzerindeki beyaz takım elbisesi ve siyah papyon kravatıyla her zamanki gibi oldukça şık görünüyordu. Bir elini demir korkuluğun ahşap küpeştesine dayamış, diğer eliyle yüzüne destek verirken kendi kendine konuşur gibiydi. "Gökyüzündeki şu yıldızlara bak,..." dedi. Gözleri dalmış, uzak bir hayalin peşine düşmüştü sanki. "Ne kadar güzeller, ne kadar büyüleyiciler..." Niki, merdiven sahanlığında duraksayıp Karabulat'ın sözlerine kulak verdi.
"Uykum kaçtığında,..." dedi Karabulat. "Güverte boyunca bir aşağı bir yukarı gezinmek hoşuma gidiyor... Bazen, içimden gelirse Gürcü türküleri mırıldanırım..." Niki'nin kendisini dinlediğini görünce, hareketlendi. merdivenden ağır ağır inmeye başladı konuşurken. Aklına gelen bir şarkının nakaratını söylüyordu bir yandan. Niki, elini şakağına dayamış, yanına gelen Karabulat'ı izliyordu.
"Dinle beni, küçük hanım," dedi acente müdürü. "Onu asla unutamayacaksın!" Gözlerini açarak, başını aşağı yukarı salladı ağır ağır. "Bu cezayı hak ettin..."
"Sevdiğini hatırlamak ceza değil." dedi Niki. Sakin bir şekilde başını kaldırıp Karabulat'a baktı. "Onu tamamen hafızandan silmektir ceza."
Karabulat'ın yüzü düştü bir anda. Sesi titreyerek, "Bu demek oluyor ki," dedi. "Cezayı hak eden benim!"
***
Uzun yolculuğun acılarla dolu son gecesi oldukça hareketli geçmişti. Sevgili arkadaşı Haro'nun kaybı, dayanılmaz ayrılık acısıyla sonlanacak umutsuz aşkı, Niki'yi sonsuz kedere boğuyordu. Kaderini uzaklarda arayan yaşam mahkumları, olan bitenden habersiz, sabahın ilk ışıklarında, kendilerini rıhtımda karşılayacak damat adaylarının özlemiyle, zengin ve mutlu bir hayatın düşlerini kurarak uykusuz geçirmişlerdi geceyi. Nikolas, gemileri yakmaya karar vermişti çoktan. Olga'yı elinden tutup ambarın denize açılan güvertesindeki gizli aşk yuvalarına götürmüştü. Birbirlerinin dilini anlamasalar da yürekleri aynı heyecanla çarpıyordu. Aralarında tek söz geçmeden vurulduğu yakışıklı prensine teslim etmişti kendini Olga. Çıplak bedenlerini kirli bir battaniye örtüyordu. Yüzü kızaran genç kızın altın sarısı saçları dağılmıştı, Nikolas'a bakıp masumca gülümsedi. Yakışıklı denizcinin kaslı vücudunu hayranlıkla inceliyordu. Nikolas, genç kızın saçlarını yumuşak hareketlerle okşadıktan sonra bir an duraksadı. Verdiği kararın muhasebesini yapıyor gibiydi. Genç kızın güvenini pekiştirircesine sevgiyle baktı yüzüne. Ona olan bağlılığının bir nişanı olarak, ucunda haç sembolü bulunan zinciri boynundan çıkarıp genç kızın başından geçirirken "Vaftiz babamın canı cehenneme!" dedi. Olga, sevdiği adamın sözlerini anlamasa da onu seçmekte ne kadar doğru bir karar verdiğini kalbinin en derin yerinde hissetmişti. Usulca, delikanlının çıplak göğsüne yasladı başını.
Yatakhanedeki ranzalar boşalmış, sipariş gelinler, topladıkları eşyalarını yanlarına alıp salonda orta yerinde kümelenmişlerdi. Niki, merdiven başında Haro'dan geriye kalan mektupları bez bohçasına sarıp ıssız ranzaların arasında ilerledi. Kendi ranzasının bulunduğu yere geldiğinde kederli gözlerle arkadaşının boş yatağına baktı. Önündeki boş yatağa attı kendini. Haro'yu düşünüyordu. Huzura kavuşmanın tek yolu muydu cana kıymak? Şimdi onun eksikliğini bütün şiddetiyle duyumsuyordu. Yanında olsaydı, "git sevdiğinin yanında ol", derdi yine. "Ben şansımı kaybettim ama senin hâlâ şansın var", derdi. Norman'ın yanında sergilediği vakar duruşundan eser kalmamıştı genç kızın. Kendini yalnız ve çaresiz hissediyordu. İçine düşen kor ateş ayrılık anı yaklaştıkça daha çok yakıyordu yüreğini. Nemli gözlerle kararsızlığın ve çaresizliğin durmak bilmeyen girdabı içinde savruluyordu. Norman'ın yanında mutlu olacağından emindi. Bir an, her şeyi unutup onun peşine takılmayı hayal ediyor, sonra ailesine karşı sorumluluk duygusu yakasına yapışıyordu hemen. Görünmeyen bir el boğazını sıkıyor, nefes almasını zorlaştırıyordu. Aklının ve duygularının amansız mücadelesiydi bu. Her zaman olduğu gibi sonunda duygularına gem vurup aklına uyacağını biliyordu. İlk kez karşılaştığı böylesine güçlü bir duygunun altından kalkmak ölümden de beterdi. Aşk böyle bir şeydi demek. "Norman..." diyerek adını sayıklamaya başladı. Ne yapabilirim? "Keşke hiç tanımasaydım seni," diye geçiyordu içinden. "Norman..." diye mırıldandı. Gazetecinin de kendisine büyük bir aşkla bağlandığını biliyordu. Nezaketini, sabrını ve sipariş gelinlere verdiği desteği nasıl unutabilirdi? Olga'yı Karabulat'ın tuzağına düşmekten kurtaran, çevirdiği dolaplarla genç kızların hayatını karartan düzenbaza haddini bildiren o değil miydi? Yolculuk boyunca dev bir çınar gibi gölgesine sığınmıştı genç adamın. Düşündükçe işin içinden çıkamıyor, sıkıntıdan yüzüne ateş basıyordu. Ailesinin şerefi, yüklendiği sorumluluk olmasa Haro'nun yaptığı gibi canına kıymak tek çareymiş gibi göründü gözüne. Eleni düştü aklına, diğer kız kardeşleri, kuzenleri... Limni adasının bütün genç kızları ondan gelecek hayırlı haberleri bekliyordu. Ondan gelecek haberlerle ya günleri aydınlanacak, ya da yaşamları kararacaktı. Bütün vücudunu ter basmıştı, sinirleri gerilmiş, elleri titriyordu. Sabaha kadar kâh Norman'ı düşündü, kâh ailesini. Seçmek zorunda olduğu yolların ikisi de cehennemi işaret ediyordu. Üçüncü bir yol aradı kendine. Ölüm bile çözüm değildi. Diğerleri gibi yaşamak zorundaydı, kendisi için değil, ailesi için yaşamak... Ya Norman? Onun için ölmeyi göze alabilirdi ama neye yarayacaktı. Ailesi arkasından neler demezdi. Tarifsiz acılar içinde kendini yedi, bitirdi sabaha kadar.
Takati kalmamıştı artık Niki'nin. Yüzünü yıkamak, biraz kendine gelebilmek için bitkin bir halde duş kabinlerine doğru ilerledi. Lavabonun önünde buğulanmış aynaya baktı. Norman'ın siluetini gördü. "Norman!" dedi, sessizce. Eliyle camın buğusunu silince gördüğünün bir hayal olduğunu fark etti. Yüzüne baktı dakikalarca. Kirece dönmüş yüzü, çökük avurtlarıyla tanımakta zorluk çekti kendini. İki damla yaş süzüldü yanaklarından.
Norman da sabaha kadar gözünü kırpmamıştı. Kamarasına çekilmiş, Niki'yi ikna etmek için çözüm aramakla meşgul ediyordu kendini. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Her yolu denemiş, Niki'nin inadını kıramamıştı. Bir türlü anlamıyordu genç adam, Ege'nin yıllardır süregelen geleneksel bağlarını. Genç kızı razı edemeyeceğini biliyordu fakat yine de ondan vazgeçmeyi göze alamıyordu. Ateşler içinde kıvranıyordu yatağında. Bir hal çaresi olmalıydı, ne yapıp yapıp genç kızı ikna etmek zorundaydı. Onsuz bir yaşamın anlamı yoktu artık. Yeni başlayacağı hayatının bir parçası olmasını istiyordu Niki'nin. Son bir kez daha şansını deneme imkânı bulabilecek miydi?. Kalbi duracak gibiydi. Çalışma masasının başına geçti, bir kâğıt alıp bir şeyler karalamaya başladı. Yeşil çalışma lambasının altından süzülen ışık odayı aydınlatmaktan uzaktı.
"Niki, sevgilim..." diye başladı yazmaya. "Sabaha kadar hep seni düşündüm..." O an hissettiklerini kaleme alıp son noktayı koydu. Özenle katladığı mektubu, beyaz bir zarfın içine yerleştirip üzerine büyük harflerle "NIKI DOUKA" yazdı. Yolculuk boyunca çektiği sipariş gelin fotoğraflarını muhafaza ettiği mukavva bir kutunun içine bıraktı zarfı.
Tam bu sırada Niki, aynanın karşısında tanınmaz hale gelen yüzünü seyrediyordu. Başındaki ince siyah örtüyü çekip aldı. Hayretler içinde kalmıştı. Birkaç saat içinde otuz yaş almış görünüyordu. Dağılmış saç telleri gümüşi beyaza dönmüştü. Elini saçları arasında dolaştırdı, bu hale nasıl gelmişti. Hayal değildi bu gördüğü. Gerçeğin ta kendisiydi. Saçlarını parmaklarının arasından geçirip şaşkın gözlerle baktı beyaz tellerine. İçini büyük bir acı kapladı. Gözlerini yumdu, yürek yakan kısık bir sesle kendi kendine sızlanmaya başladı. Sızlanmalar hıçkırıklara dönüştü. İki gözü iki çeşme ağlıyordu.
Tan ağarırken dev yolcu gemisi RMS Mauretania, insanın içini kaldıran düdüğünü iki kez uzun uzun çalarak limanı selâmlıyordu. Üçüncü sınıf yolcuları büyük bir merak içinde, bağıra çağıra güverte korkuluklarına, lomboz başlarına üşüştüler. "İşte, hayaller ülkesi Amerika karşımızda!" diyerek heyecanla birbirlerine sarılıyor, zorlu yolculuğun kazasız belasız sona ermesini kutluyorlardı. Ürkek gözlerle şehrin gökdelenlerle dolu siluetini izleyen gelin adayları hayatlarında hiç görmedikleri manzara karşısında şaşkına dönmüştü.
Rıhtıma yanaşan gemiden indirilen mallar motorlu araçlara yüklenirken yolcular tek sıra halinde merdivenlere doğru ilerlediler. Gemiyi gören yüksek bir platformda toplanan çoğu fötr şapkalı yüzlerce damat adayı ellerindeki bayrakları sallarken siparişlerine bir an önce kavuşacak olmanın heyecanını yaşıyorlardı. Üçüncü sınıf yolcularının gözü platformdaki kalabalığı tarıyordu. Sadece fotoğraflarını gördükleri damat adaylarıyla buluşacakları an gelmişti işte.
Bütün gece gözlerine uyku girmeyen Norman, duşunu aldıktan sonra biraz olsun kendini toparlamayı başarmıştı. Beyaz takım elbisesiyle dikkatleri üzerinde topluyordu. Kamarasından çıkar çıkmaz koridorda falcı Emine'yle karşılaştı.
"Ah, çok teşekkür ederim," dedi Emine. Gazetecinin güzel sözüne neşeli bir kahkahayla karşılık verirken kolunu tuttu. "Sizi karşılayacak biri var mı?"
"Hayır," Gazeteci, ne kadar saklamaya çaba harcasa da kederi yüzüne yansıyordu.
"Norman, çocuğum..." dedi falcı kadın, şefkatle. " Cesaretini topla... Ve git, vedalaş onunla... Elveda de..." Dostça kucakladı genç adamı.
"Hoşça kal, Emine..."
"Sana da bol şanslar..."
Rıhtım boyunca her yer ana baba gününe dönmüştü. Bando bağrışmaların arasında sesini duyurmaya çalışırken resmi kıyafetli güvenlik görevlileri bir yandan paniği yatıştırmaya uğraşıyor diğer yandan yolcuları gidecekleri yerlere yönlendiriyordu.
Kaptanın keyfi yerindeydi. Uzun bir yolculuğun üstesinden gelmiş, yüzlerce yolcuyu sadece bir eksikle varış noktasına ulaştırmayı başarmıştı. Birinci sınıf yolcuları, hayranlık besledikleri kaptanla sıcak bir şekilde vedalaşıyor, teşekkürlerini iletiyorlardı. Dansçı kızların eğitmeni, Maria, sitemkar bir tavır içinde kaptanın yanına geldi. Yavru ağzı, tül kadar ince kumaştan bol dökümlü kıyafetini aynı kumaştan bir başlıkla tamamlamıştı. "Niçin bana bu kadar mesafeli davranıyorsunuz?"
İstifini bozmadan hafifçe gülümsedi, kaptan. Cevap vermeksizin elini asil bir şekilde öptü kadının. Maria için bu yeterliydi. Neşesi yerine gelmişti. Birkaç adım uzaklaşıp geri döndü. Kaptanı reveransla selâmlayıp yoluna devam etti.
Kaptan, ortam biraz sakinleşince yanına gelen ikinci kaptana derdini dökmeye başladı. "Olan oldu..." dedi. "Gemi tamamen boşalınca, git kapısının kilidini aç. Söyle ona hemen temizliğe başlasın..."
"Peki, kaptan, nasıl isterseniz." dedi, ikinci kaptan.
Kaptan ayrılırken bir şey hatırlamış gibi ikinci kaptana çevirdi başını. Alaycı bir gülümseme vardı yüzünde. "Ona bir hediyesi olduğunu söyle." dedi. "Bir fötr şapka! Norman Harris'ten." İkinci kaptan saygıyla başını salladı.
Niki, alt güverteye çıktığında hemen hemen bütün yolcular terk etmişti gemiyi. Başını örttüğü siyah bez parçasının altında beyaza dönen saçları görünüyordu. Tanınmaz haldeydi. Beyaza boyalı demir korkuluğun önünde, açık renk bir elbise giyen, fötr şapkalı, son derece şık genç bir adam elinde bir çiçek buketiyle oturmuş bekliyordu. Beyaz tenli, ince bıyıklı yakışıklı biriydi fakat oldukça üzgün görünüyordu. Az sonra kaptan çıktı ortaya. Adamın yanına gelip elini sıktı, başsağlığı diledi. Denizcilerden birini yanına çağırıp kulağına bir şeyler fısıldadı. Genç denizci yıldırım hızıyla yerinden fırlayıp merdivenlere koştu. Birkaç dakika içinde elindeki utla geri döndü. Denizci udu talihsiz adama uzattı. Niki, genç adamın, Haro'yu fotoğrafından beğenip onu Kanada'ya götürmek üzere karşılamaya gelen damat adayı olduğunu anlamakta zorlanmadı. Acıyla gözlerini kapadı. Dizinin bağları çözülünce dayanamayıp olduğu yere yığıldı. Genç kızı köşe bucak arayan Norman, tam o esnada karşıdan göründü. Koşup genç kızın yanına geldi ve elindeki kutuyu uzattı.
"Bunu almanı istiyorum." dedi.
Gazeteci, genç kızın son halini görünce şoka uğradı bir anda. Eğilip yanına çöktü, ellerinden tuttu genç kızın ve yüzüne, saçlarına şaşkın gözlerle uzun uzun baktı. Niki'nin bir gece önceki halinden eser yoktu. Tutup kaldırdı genç kızı ayağa, uzak bir köşeye çekti. Ağır hareketlerle başındaki örtüyü açtı.
"Saçların..." dedi genç adam, titrek bir sesle, gözlerine inanamıyordu. Elleriyle saçlarını okşayıp duruyordu, avuçlarına aldığı başını kendine doğru çekti. Alnının üstüne bir öpücük kondurdu. Genç kız, gözlerini kapatmış gazeteciye teslim etmişti kendini. Norman, sol kaşını öptü usulca. Sonra dudaklarına indi. Niki karşı koyamıyordu. Çılgınca öpüşmeye başladılar. Soluk sesleri birbirine karışmış, iki yarım bir bütün olmuştu sanki, zaman durmuştu. Hızlanan kalp atışları her şeyi unutturuyordu. Başka bir alemde bulmuşlardı kendilerini. Öpüşmeye doyamıyorlardı. Nihayet, yoruldular. Hiçbir şey demeden, tepki vermeksizin birbirlerinin gözünün içine baktılar bir süre.
"Sen de beni seviyorsun," dedi Norman. "Biliyorum..." Mutlulukla gülümsedi genç adam. "Gözlerinde görebiliyorum bunu..." İçinde kopan fırtınayı fısıltıya dönüştürdü. "Benimle kal..." dedi, yalvarırcasına. "Ah, Niki... Şikago'ya gitme onunla..."
"Yalnız kalabilirsin sen..." dedi Niki. Ellerini genç adamın göğsüne dayadı. "Her zaman yalnız seyahat ettin... Başka birine ihtiyacın yok..."
"Bu doğru değil, Niki," Norman, titreyen elleriyle başını okşuyordu genç kızın. "Niki," dedi. "Seni seviyorum."
"Bi andan daha kısa bir süre içinde,.. buluşur gözler birbiriyle..." dedi Niki. Dudakları birbirinin üzerinde dolaşıyordu. "Bütün bir hayat geçer... ve hatırlanmamak üzere..." Genç kız, ne dediğini bilmiyordu artık. "İngilizcem duygularımı anlatmaya yetmiyor..." dedi. "Onu gözlerimden anla..."
Norman, kendini zor tutuyordu. "Anladın mı?" diye sordu Niki. "Filmin sonuna geldik." Niki'nin gözleri yaşla dolmuş konuşmakta güçlük çekiyordu. "Norman..." dedi. Başka bir şey çıkmadı ağzından. Norman, kızarmış gözlerinden akan yaşlara teslim olmuştu. Niki, sağ kulağına uzattı elini. Küpesini çıkarıp Norman'ın avucuna bıraktı. Elleriyle usulca avucunu kapattı genç adamın. Yaşlı gözlerle baktılar birbirlerine bir süre. Sonra, ayrıldı yanından Norman'ın. Yerde bıraktığı eşyalarını ve Norman'ın verdiği kutuyu kucaklayıp çıkışa doğru ilerlemeden önce geri dönüp son bir kez baktı genç adama. Norman, tam anlamıyla yıkılmıştı.
(*) Ölünün arkasından yapılıp konuya komşuya dağıtılan geleneksel bir Rum tatlısı.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sessiz ve Derin / DeepTone'dan geliyor:
"Kitap okurken kitaba notlar alır mısınız? Satırların altını çizer misiniz? Nasıl çizersiniz? Kitaplarınızı kaplar mısınız?"
Hiçbir nesne ya da sembole kutsiyet atfetmem. Kitap da onlardan biri. Fakat bu, kitabı sevmediğim anlamına gelmez. Benim için önemli olan içeriktir, insanlara saygı gösteririm fakat nesnelere saygı gösterilmesini anlamakta güçlük çekiyorum. Bana kitap bir şeyler veriyor mu, önemli olan bu. Bir şekilde yerine yenisini koyabileceğim bir eşya. Nadir kitap koleksiyoncusu değilim sonuçta. Kitap okurken sayfalarına, kapağına not almak gibi bir adetim yok. Eğer kitabı sadece ben okuyacaksam ve bunun ileride işime yarayacağına inanıyorsam satırlarının altını çizebilirim ya da sayfa kenarlarına işaret koyabilirim. Ancak okuduğum kitapları en azından eşimin de okuyacağını düşünürüm, genellikle de öyle olur. Bazen okuması için tanıdık birilerine verebilirim. Altını çizdiğim, ilgimi çeken konular benden sonra kitabı okuyacak kişilerin ilgisini çekmeyebilir ya da sayfa kenarlarına aldığım notlar, işaretler onların okuma zevkini kaçırabilir. Satırlarının altı çizilmiş ya da sayfa kenarları işaretlenmiş bir kitabı okumak hiç hoşuma gitmez benim de. Daha önce düşünmemiştim ama kitap okurken satırların altını çizmememin, sayfa kenarlarına not yazmamamın sebebi kitaba değil, benden sonra aynı kitabı okuyacak insanlara olan saygım sanırım.
Diğer taraftan kitap okurken kaldığım sayfanın üst köşesini küçük bir üçgen şeklinde katlamak suretiyle işaret koyarım. Tekrar okumaya başlamadan önce kıvrılan sayfayı düzeltir, öyle devam ederim. Eşim ve özellikle oğlum sayfaları kıvırdığım için kızarlar bana. Ama ben yine bildiğimi okurum. Ayraç kullanmayı sevmiyorum, kitabın arasından kayıp düşünce bir işe yaramıyor çünkü.
Doğrusu kişi, kitabını istediği şekilde okur, nasıl ve hangi kitapları okuyacağına karışamayız. Kitap kendine ait olduktan sonra, onu koklar mı, kaplar mı, sayfalarına not mu düşer, satırların altını mı çizer ya da çizmez, bence bunların hepsi birer zevk meselesi. Lâkin kitabın daha sonra başkaları tarafından okunması isteniyorsa (bu tamamen tercih meselesi) mümkün olduğunca sayfalara not düşülmesinden, satırların altının çizilmesinden kaçınmak gerekir bence.
Kitap kaplamak olayı benim için okul çağlarında kaldı. Kitaplarımı kaplamıyorum.
Kitabın yazarı Niccolo Machiavelli (1469-1527) hukukçu bir baba ve kültürlü bir ailenin oğlu olarak Floransa kentinde dünyaya geldi. Siyaset üzerine yazdığı bilimsel inceleme kitabı olan Prens, beş yüz yıldan beri önemini korumakta. Kitabı anlatmaya başlamadan önce çeviriyi yapan Kemal Atakay'dan bahsetmek istiyorum. 1962 doğumlu Atay, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdikten sonra A.B.D'de İngiliz ve İtalyan edebiyatı üzerine eğitim görmüş. Çevirmeni bu kadar anlatmamın sebebi eserin başında ve sonunda yazara ve kitaba ilişkin yaklaşık kırk sayfalık detaylı bilgi vermiş olması. Yani kitabın dörtte biri çevirmene ait diyebiliriz. Zahmetli bir çalışmaya imza atan Kemal Akay, yazarın hayatı ve eserlerinden başka kitabın yazıldığı dönemi, kitapta adı geçen önemli şahsiyetleri ayrıntılı bir şekilde anlatıyor.
Makyavelizm ya da Makyavelist düşünce deyince, iktidara gelebilmek ve iktidarı elinde tutabilmek için siyasette ahlaki yönüne bakmaksızın her araç ve her yolun geçerli olduğunu savunan, tüm insanların, verdikleri sözü tutmayan, beş para etmez, güvenilmez kişiler olduğunu ileri süren, sapık bir ideoloji gelirdi aklıma. Bu yüzden bu fikri ortaya atan Machiavelli hakkında olumsuz kanaate sahiptim. Yazarın ölümünden beş yıl sonra yayımlanan Prens kitabı, çağlar boyunca tartışılıp ahlâka ve dine aykırı olduğu gerekçesiyle saldırıya uğramış. Machiavelli'yi en ağır şekilde eleştirenlerden biri olan Prusya Kralı II. Friedrich, 1740 yılında, Prens'in ideolojisine karşı, erdem, adalet ve sorumluluğu kişiliğinde birleştiren aydın bir hükümdar portresini çizildiği Anti-Makyavel adında bir kitap yazmış. Aynı dönemde Hume, Rousseau ve Montesquieu gibi düşünürler ise Machiavelli'yi siyasal zorbalığın doğasını açığa vuran bir düşünür olarak değerlendirirken, Rousseau, Toplum Sözleşmesi kitabında, Prens'i "cumhuriyetçilerin kitabı", Machiavelli'yi, "dürüst bir insan, iyi bir yurttaş" olarak nitelendirecek kadar ileri götürmüşler olayı.
1494 yılında Fransa Kralı VIII. Charles'ın İtalya'yı işgal etmesinden sonra ülkenin köklü ailelerinden Medici'ler Floransa'dan uzaklaştırılarak cumhuriyet yönetimine geçilmiştir. Bu dönemde üst düzey görevlere getirilen Machiavelli, Fransa kralıyla değişik tarihlerde üç kez görüşecek kadar etkili bir rol üstlenmiş. Ne var ki, papanın yanı sıra bazı beyliklerin oluşturduğu Kutsal İttifak, cumhuriyete son vererek 1512'de Medici'leri yeniden iktidara getiriyor. Medici'ler kendilerine karşı bir komplonun içinde yer aldığı iddiasıyla Machiavelli'nin bütün görevlerine son verip tutukluyor, cezaya çarptırıp işkence uyguladıktan sonra onu sürgüne gönderiyor. Bu dönemde önemli yapıtlara imza atan yazar, Prens kitabını da o sıralar yazmış. 1527 yılı başlarında çıkan isyan sonucunda Floransa'da Medici yönetimine son verilince, cumhuriyet yeniden kuruluyor. Medici'ler döneminde de belli görevler üstlenmiş olması nedeniyle, özgür cumhuriyeti destekleyenler, Machiavelli'ye yüz vermiyorlar bu kez. Aynı yılın haziran ayında kısa süren bir hastalığın ardından yaşamını kaybeden yazar anlaşıldığı üzere her dönemin adamı. Devamlı el değiştiren otokrat yönetime sahip şehir devletlerindeki iktidar kavgalarının içinde yer aldığına bakılırsa, karanlık bir tip. Bana günümüzün Sedat Peker'ini hatırlattı. Bu yönüyle Peker'in konuştukları kadar Machavelli'nin yazdıkları da son derece değerli.
Prens kitabını okuduktan sonra, Machiavelli'nin dürüst insan ya da iyi bir yurttaş olarak değerlendirilemeyeceğini ancak, tarih boyunca devletlere hükmeden otokrat yöneticiler hakkında son derece başarılı gözlemlerinin olduğu sonucuna vardım, İktidarı ele geçirmek ve onu muhafaza etmek için ne yapılması ya da ne yapılmaması gerektiğine dair öneriler sunan, zeki, ancak kitabında dile getirdiği siyaset usullerini özümsemiş bir şahsiyet. Prens'te yer alan görüşlerini, kitap henüz yayımlanmadan önce derleyip Muhteşem Lorenzo Medici'ye armağan ettiğini belirteyim. Yani, yazar, durumunu kurtarabilmek için muhalif olduğu Medici ailesine iktidara sahip olma taktikleri vermiş!
Prens'te devlet kavramı, batının Hıristiyan ahlâkına dayalı geleneksel görüşten son derece farklı. Kendine özgü meşruluğunda devlet, dini, ahlâk ve bilimi dışlıyor. Kilisenin siyasetteki varlığına bütünüyle karşı. Yönetimi kaybetmemek adına devletin başındaki prens, acımasızlığa ve dürüst olmayan yollara başvurabilir. Prens'te erdem (virtu), ahlâk ve din, anlamının ötesinde bir anlam taşımakta. Erdem, bir amaca ulaşmak için uygun araçları kullanma sanatı, Prens'in anlayışında. (RTE: Bize göre demokrasi hiçbir zaman amaç olamaz. Demokrasi, bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz." Belli ki kitabı okuyan sadece ben değilim.
Devam edelim; erdem sözcüğünün İtalyanca karşılığı virtu, Latince virtus'tan geliyor. Kökü, "vir" yani erkek anlamında. Dolayısıyla erdemlik, "erkeklere özgü" bir vasıfmış! Machiavelli, Prensin, her zaman, kadın gibi davranmaktan uzak durması gerektiğinin altını çiziyor. Machiavelli'ye göre erkeğin tanımında cesaret ve kararlılık vardır, kadınlara özgü davranışlar ise merhamet ve cömertliktir.
Diktatörler, yazarın 26 başlık altında topladığı incelemesini el kitabı olarak kullanabilir. Halk tarafından okunması daha da iyidir. Çünkü o zaman, diktatörlerin hangi düşüncelere sahip olduğunu görüp uyanabilir insanlar. Beş yüz yıl sonra, günümüzde, prenslere iktidar kapısı açmanın yolunu gösteren, onları yıllarca başta tutabilen daha ne alengirli teknikler geliştirildiğini görüyoruz, biliyoruz.
Prens'te kaleme alınan fikirlerin çoğunda yazara hak veriyor insan. Kitabı okumak benim için güzel bir deneyimdi. Araştırmacılar için iyi bir kaynak olabilir fakat bazı hususlarda aşırı derecede detaya inilmesi normal bir okur için bunaltıcı gelebilir. Belki sonuca varmak için gerekliydi bu, karar veremedim. Son söz olarak, "prens" sözcüğünün genel anlamda "otokrat" (siyaset erki tek başında elinde bulunduran kimse, hükümdar), herhangi bir yönetim sisteminde "tek adam" (Bkz. Prens RTE) olarak düşünüldüğünü, bu tanımın kralların, padişahların, sultanların tamamı için geçerli olduğunu belirtmekte fayda görüyorum.
Sevgili DeepTonetarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sessiz ve Derin / DeepTone'dan geliyor:
"Dünya dışı bir canlı varlık ile (yaratık, alien gibi) konuşma şansınız olsa ona önce ne dersiniz?"
Üşenmedim araştırdım. İnanç dünyamızın en fanatik dinine indirilen kutsal kitabın, İsrâ suresi 70. ayetinde "Andolsun, biz insanoğlunu şerefli kıldık. Onları karada ve denizde taşıdık. Kendilerini en güzel ve temiz şeylerden rızıklandırdık ve onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık." buyurulmakta. Burada birkaç ufak soruna değinmeden geçemezdim. Sözgelimi, Arapçada insan sözcüğü varken neden cinsel ayrımcılık yapılarak insanoğlu denilmiş, insankızı şerefli kılınmamış mı? İnsanoğlunu karada ve denizde taşıdığından bahseden yüce zat, hava taşımacılığını alienlere mi bırakmış? Fakat dikkatinizi çekmek istediğim esas konu, "onları yarattıklarımızın birçoğundan üstün kıldık." ifadesi. Anahtar sözcük "birçoğundan". Bundan ne anlıyoruz? Bazı canlıların biz insanoğlundan daha üstün yaratıldığını tabii. İnsanoğlundan üstün yaratılan türün insankızı olmadığını kutsal kitabın diğer bölümlerinden anlıyoruz! Dünyada gördüğümüz, ya da göremediğimiz (cinler, melekler vs. mahlukat) tüm varlıklar arasında insanoğlu, yaratılanların en üstünü olduğuna göre, kendisinden daha üstün varlıkların dünya dışı kaynaklı olduğuna şüphe yok. Dünya dışı varlıklara "alien" diyoruz kısaca. Bilim insanları arasında da bu fikre karşı çıkan yok. Yani milyarlarca yıldız ve gezegen arasında dünyadakine benzer bir gezegen olabilir diyor hepsi. O halde, ateistlerin ya da belli bir dini inanca sahip tüm insanların, gelecekte uzaydan dünyamıza bir ya da birden fazla alien gelme olasılığını göz ardı etmedikleri anlaşılıyor.
Alien dediğimiz varlıkların, belli bilince erişmiş, E.T gibi organik bir yapıya sahip olacağını düşünürüz değil mi? Bilim kurgu filmlerde alien figürünün, tuhaf görünümlü, bazen dost bazen düşman, düşünebilen, bizim gibi hareket edebilen canlılar olarak tasvir edildiğini görmekteyiz. Günümüzde bilim insanları, milyarlarca ışık yılı ötedeki yıldızları keşfetmiş durumda. Biz insanların ya da canlı türü olarak alien dostlarımızın kısıtlı yaşam süreleri dikkate alındığında, birbirimizi ziyaret etme olanağı ve olasılığı yoktur bence. Uzak bir gezegende yaşayan, her bakımından bizden üstün, türümüzün benzeri bir canlının varlığını kabul etsek bile seyahat süreleri böyle bir ziyarete engel oluşturur. İki istisnai durumdan ilki; alien dostumuzun ölümsüzlüğü keşfetmiş olmasıdır ki mevcut bilgilerimiz dahilinde her canlı ölümü tadacaktır. İkinci istisnai durum insanın ya da alien dostumuzun uzay boşluğundaki hızının ışık hızına ulaşmasıdır. Fizik yasalarına göre büyük enerji sarf ederek ışık hızına yaklaşılabilir ancak Einstein'ın özel görecelik kuramına göre ışık hızında seyahat mümkün değil. Böyle bir durum söz konusu olduğunda zamanın duracağı iddia ediliyor. Ses duvarını aşabilen insan bunu başarabilir mi? Dünyamız güneş etrafında, ses hızının yaklaşık 87 katı bir hızla yol almakta. Samanyolu galaksisi etrafında dönen, bizim de içinde yer aldığımız güneş sisteminin hızı, ses hızının 733 katı, ışık hızı ise ses hızından tam 874.635 kat fazla. O halde yakın gelecekte (uzak gelecek de olabilir), gezegenler arası yolculuk hayalden öteye geçmeyecektir. Ancak şöyle bir durum söz konusu olabilir. Yapay zekâ! Öyle insana benzeyen robotlar falan gelmesin aklınıza. Günümüzde bir milimetrekare büyüklüğünde bilgisayarlar üretiliyor. Yani, milyonlarca ya da milyarlarca yıl önce, uzak bir gezegende yaşayan alienler tarafından gönderilen sinek büyüklüğünde bir cisim, nisan yağmuru damlalarına karışıp yakamıza yapışabilir. Üstelik bu arkadaş zihnimizi okuyabilir, kendi düşüncelerini beynimize aktarabilir. Fakat uyanık olmamız lâzım. Küresel güçler bunu da kullanabilir. Aynı 15 Temmuz darbe senaryosunda olduğu gibi, uzaylılar dünyamıza savaş açtı diyerek korku saçabilirler topluma. Şimdi sorumuza döneyim ve fake bir alienin yakama konduğunu hayal edeyim. Milyarlarca insan arasında beni seçmesi bir şans mı yoksa şanssızlık mı, karar veremiyorum...
Her normal insan gibi korkardım herhalde. Ölümden bile korkmayan ben, evet, böyle bir durumla karşılaştığımda ilk tepkimi korkarak gösterirdim. Kâbus gördüğümü sanırdım önce. Korkumu yenip gerçekle yüzleştiğimde ona nereden geldiğini, kimin gönderdiğini sorar, beni ikna etmesini isterdim. Eğer bana niyetlerinin dünyayı ele geçirmek ya da insanlarla dostluk kurmak olduğunu söylerse inanmazdım ona. Ziyaretlerinin sebebi sadece merak ise makul bulurdum. Diyelim ki, ikna oldum. O zaman uzak diyarlardan gelen minik ziyaretçime diyeceğim şu olurdu: Seni buralara kadar gönderebilecek teknolojiye sahip olduklarına göre, geldiğin yerde gelişmiş bir tür yaşıyor olmalı. Ne bizim size ne de sizin bize faydanız olur. Burada birbirimizi yemekle meşgulüz biz. Sana tavsiyem geri dön gezegenine, muhtemelen her bireyiniz adilce, mutluluk ve refah içinde yaşıyor olmalı. Belki gezegeniniz yaşlanmıştır, bu yüzden yaşanabilir yeni yerler arıyor olabilirsiniz. Onlara de ki, dünya denilen gezegende hayat yok, fakat kendilerine insan diyen tuhaf bir canlı türü orada yaşadığını sanıyor. Dünyadan size hayır gelmez de, seni gönderenlere. Başka gezegenlere baksınlar...
Genç kızın oturduğu sıranın yanına ilişti Norman. Dalgın gözlerini sabit bir noktaya dikmiş, sonsuza dek sürmesini arzuladıkları tatlı bir rüyanın içindeydiler sanki. Niki, başını kaldırmadan kendi kendine konuşur gibi mırıldandı.
"Hâlâ fotoğrafımı çekmek istiyor musun?"
Şaşırmıştı Norman, iknâ etmek için günlerce onun peşinden koşmuş fakat her seferinde olumsuz yanıt almıştı. Heyecanla başını kaldırıp genç kıza baktı. "Elbette," dedi. "Rus kızlarının fotoğraflarını da çektikten sonra sipariş gelinler arasında fotoğrafını çekmediğim tek sen kaldın geride."
Niki, ayağa kalktı, mahcup bir ifadeyle gülümsedi. "O zaman, yarın sabah..." deyip sessizce ayrıldı gazetecimin yanından.
Ertesi sabah üçüncü sınıf yolcuları merak içinde Amerikalı gazeteciyi beklerken, beyaz gelinliğin içinde muhteşem görünüyordu Niki. Terzi olması sebebiyle özenerek hazırladığı, dantel işleri, fırfırlı tüllerle, payetlerle ve beyaz boncuklarla göz alıcı bir şekilde süslediği gelinlik, diğer bütün gelinliklerden çok farklıydı. Başına, siyah saçlarının bir kısmını açıkta bırakan beyaz, ipekten bir şal örtmüştü, duvak niyetine. Boynuna astığı fotoğraf makinesiyle salona girdi Norman. Ekipmanları taşıyan yardımcısı Nikolas vardı yanında. Niki, etrafını saran kalabalığın arasında onları fark etmemişti. Bütün kızların başı gazeteciye doğru çevrildi. O sırada, Niki'nin duvağını düzeltiyordu Haro, Norman'ı görünce arkadaşına dönüp içten bir gülümsemeyle başını salladı. Beklenen an gelmişti, salondaki uğultu dinmiş, herkes meraklı gözlerle Niki'ye bakıyordu.
Birkaç adım attıktan sonra Niki'yi gördü Norman. Olduğu yerde çakılıp kalmıştı. Gelinliğin içinde karşısına geçmiş duruyordu. Bu bir rüya olmalıydı. Uzun süre hareketsiz bir şekilde öylece bakıştılar. gözlerini alamıyorlardı birbirlerinden. Şaşkınlığı geçince, genç kız, sert adımlarla Norman'a doğru yürüdü, bir şey söylemeden yanından geçti gazetecinin. Bir çırpıda başından çıkardığı duvağını fotoğraf makinesini taşıyan üç ayaklı sehpanın üstüne bıraktı. Genç kızın üzerindeydi bütün gözler. Norman, hayranlıkla Niki'yi izliyordu. Genç kız, vakur bir şekilde siyah fonun önündeki yerini alırken bütün genç kızların ilgi odağı olmuştu. Herkes, Amerikalının onu fotoğraf çekimine nasıl ikna ettiğini merak ediyordu. Niki'nin içinde kopan fırtınayı kimse tahmin edemezdi. Norman'a baktı genç kız.. Sonra, aklına ne geldiyse gelinliğinin üzerindeki bütün süsleri teker teker söküp atmaya başladı. Kaderine isyan edercesine güzelim gelinliğin bütün süslerini çatır çutur söküyor, omzundaki fırfırları, göğsündeki dantelleri, boncukları koparıp koparıp atıyordu yere. Bir nevi arınmaydı sanki bu gösteri. Sonunda beyaz satenden sade bir elbise kalmıştı üzerinde. Fakat yine de toplanmış siyah saçları, ışıl ışıl parlayan gözleri ve masum yüzüyle çekiciliğinden bir şey eksilmemişti. Gazeteci makinenin başında bekliyordu, Niki'yi anlamaya çalışırken makinenin üzerindeki tül parçasını alıp boynuna doladı. Fotoğraf makinesine filmi yerleştirdikten sonra deklanşöre basmaya hazırdı. Genç kız, anonsu kendi yaptı.
"Niki," dedi herkesin duyacağı bir sesle. "25 yaşında, Limni adasından..."
Gözleri dolmuştu Norman'ın. Parmağında deklanşöre basacak güç kalmamıştı. "Niki," dedi, sayıklarcasına. "Limni adasından..." Acı bir şekilde gülümsedi. Tizden bir klik sesi bozdu sessizliği.
***
Üst güvertenin büyük salonunda seçkin yolcular, şık kıyafetleriyle masaları doldurmuş, Maria'nın kızları tarafından sergilenecek büyük dans gösterisini bekliyorlardı. Dansçı kızlar, Niki'nin elinden geçen beyaz tuvaletlerini giymiş, saçlarını yaptırmış, sahnenin önünde tek sıra halinde dizilmişti. Tül kadar ince, dökümlü elbiseleri, bel hizasında altın rengi ince bir kemerle toplanmıştı. Yapma çiçeklerle bezenmiş beyaz, ince bir şerit kurdele saçlarını süslüyordu. Ak tenli, balık etli, sarışın, renkli gözlere sahip, etrafa neşeyle gülümseyen dansçı kızlara çevrilmişti bütün gözler. Piyano eşliğinde güzel bir vals müziği çalıyordu orkestra. Masalar, bu özel veda gecesine yakışır bir şekilde çeşitli mezeler, meyveler ve yiyeceklerle donatılmış, kristal kadehler şampanyalarla dolmuştu. Tiril tiril beyaz gömleklerinin üstüne giydikleri ütülü, siyah takım elbise ve boyunlarındaki papyon kravatlarıyla ortalarda dolaşan yakışıklı, genç servis elemanlarına garson demeye dili varmazdı insanın, hepsi birer damat gibiydiler. Öyle ki, salonu dolduran beyaz örtülü yuvarlak masalardan birine otursa biri, yolcular tarafından yadırgamaz, hatta hemen muhabbete girişirlerdi kendisiyle. Kocalarını işgal altındaki şehrin başı bozuk bürokrasisi içinde bırakıp macera arayan bazı varlıklı hanımefendiler, davetkâr gülümseyişleriyle masalarına gelen bu yakışıklı delikanlıların akıllarını çelmeye çalışsalar da onlar, böyle bir tuzağa düşmemek konusunda yeterince eğitimliydiler. Maria, işareti verdi ve piyano gösteri müziğini çalmaya başladı. Bütün servis elemanları davetlilerin arasından sıyrılıp salonun uzak bir köşesine çekildiler.
Sahnenin önündeki masalardan birinde yerini alan kaptan, yolculuğu kazasız belasız sona erdirmenin verdiği huzur içinde, falcı Emine Bacı'yı yanına almış, bir kaç Türk işadamıyla birlikte purosunu tüttürürken, büyük bir keyifle dansçı kızları izlemeye başlamıştı. Diğer yanında oturan Karabulat'a çevirdi başını. Hayranlığını gösteren bir bakışla kızları işaret ettikten sonra acente müdürünün kulağına eğilip birşeyler fısıldadı. Karabulat, kadehini kaldırıp gülümsemeden önce yüzüne gelen yoğun puro dumanını eliyle uzaklaştırdı. Dansçı kızlar çember şeklinde dizilmiş, kollarını ahenkli bir şekilde kıvırarak müziğin ritmine eşlik ediyor, kâh ortaya toplanıp eğiliyorlar, kâh zarif ayak hareketleriyle dışarı doğru geri çekilip doğruluyorlardı.
Müziğin sesi üçüncü sınıf yolcularının bulunduğu alt güverte salonundan duyuluyordu. Kısmetlerini bekleyen sipariş gelin adayları, çoktan eşyalarını toplamışlardı bile. Niki'nin elden geçirdiği gelinlikleri ve diğer kıyafetlerini koydukları torbalarına, valizlerine sarılmış, yarı uykulu bir halde, birbirlerine sokularak gemideki son gecelerinin geçmesini bekliyorlardı. İçlerinde geleceğe dair umutlarını kaybetmeyen küçük bir grup, bütün yaşananlara rağmen hayli iyimser görünüyordu. Yukarıdan gelen müziğin ezgileriyle, bütün geçmişlerini unutmuş gibiydiler sanki. Kendilerini bekleyen lüks yaşantının hayaliyle, kollarını müziğin ritmine uydurmuş, dönüyor, dans ediyorlardı coşkulu bir şekilde. Zorlu yolculuğun bu son gecesinde, diğer bütün yolcuların gözlerinde ise derin bir korku ve endişe hakimdi.
Üst katlara çıkan merdivenin basamaklarına oturan iki arkadaş müziğin sesine aldırış etmeden birbirleriyle dertleşiyordu. Kader onları çaresiz acılarla yakınlaştırmıştı. Biri aşkına ihanet etmenin verdiği acıyla kahrolurken diğeri ümitsiz bir aşkın pençesinde çırpınıyordu. Haro'nun uzattığı mektupları yüksek sesle okuyan Niki, genç kızın acısını içinde hissediyordu. Niki'nin ağır ağır okuduğu duygu yüklü her cümle, Antonis'in fırlattığı, Haro'nun yüreğine saplanan birer ok gibiydi.
"Baban bana niçin inanmıyor... Sakat kalmayacağım... Belki gelecek yıl..." Niki, her ara verişte, Haro'nun yüzüne bakarken genç kızın yüzüne yansıyan duygu ve düşünceleri okumaya çalışıyordu sanki.
"Mayıs ayında..." dedi, Haro, içini çekerek. Buruk bir gülümseme belirdi yüzünde. Yüzlerce kez okumuştu her satırı. Niki'nin bıraktığı yerden Antonis'in cümlesini tamamladı. "Adada kavuşacağız birbirimize..."
"Kaç tane mektup yazdı sana?" Niki, yalancı bir tebessümle kendisine bakan Haro'ya sordu. "Kırk tane mi, elli mi?"
"Kıskanılacak bir şey değil bu!" dedi Haro, fısıldarcasına. "Bir kez olsun dudağı, dudağıma değmedi."
"Haro, istersen bu kadar yeter, daha fazla acı çekmeni istemiyorum."
"Faydası yok, çektiğim acıyı hiçbir şey dindiremez." dedi Haro, başını öne eğerken. "Hepsini okuduk zaten. Sonuncusuydu bu..."
Üst güvertede eğlence tüm hızıyla devam ediyordu. Etraflarına gülücükler saçan birbirinden güzel dokuz dansçı kız, ritmik hareketlerle bacaklarını kaldırıp indiriyor, ellerindeki beyaz tülden şalları başlarının üzerinde çeviriyor, kendilerini keyifle izleyen yolcular tarafından sürekli tezahüratla destekleniyordu. Gösterinin sonuna yaklaşırken masaların arasına karışıp hünerlerini gösterdiler. Havana purolarını ağızlarına alan beyefendiler, renkli yelpazelerini usulca masaların üzerine bırakan hanımefendiler, hep birlikte "bravo, bravo..." sesleriyle çılgınca alkışlıyordu dansçıları. Kaptanın keyfine diyecek yoktu. Karabulat, kızları alkışlamaya devam ederken başını kaptana doğru çevirdi. Sahtekârca iç geçirdi.
"Ah,..." dedi. "Şu senin Marussa yaşasaydı, şimdi dans ediyor olacaktı karşında. Ne yürekler yakan tanrıçaydı o..." Kaptan, Karabulat'ın lâfı nereye getireceğini merakla beklerken alaycı bir gülümsemeyle bakarken acente müdürü gözlerini ileride, hayali bir noktaya çevirmişti.
"Onun gibi taze birini bulmalısın." dedi Karabulat, kaptanın kulağına eğilerek. "Her taraf fahişe kaynıyor..."
Kaptan, tıksırır gibi bir ses çıkardı, konuşmadan rahatsız olmuş gibi bir hali yoktu, bilâkis hoşuna gidiyordu Karabulat'ın bu sözleri sanki. Fakat, düşünceliydi aynı zamanda.
"O kadar genç birinin her istediğinde arzusunu yerine getiremem." dedi, kaptan. "Denizi bilirsin... Denizde ufka doğru baktığında... Bir zaman gelir, aniden görünmez olur her şey... Sis kapatmıştır önünü..." Karabulat, kaptanı anladığını göstermek için "hı, hı..." deyip aşağı yukarı hafifçe salladı başını. Eski günlerin geride kaldığını düşünen Kaptan, yüzünü ekşitip iç geçirdikten sonra arkasındaki masaya bakarak seslendi. "Hey, Selanikli!" Genç bir adam yerinden kalkıp yanına geldi kaptanın. "Git, sevgili Maria'mı bul, çağırdığımı söyle ona."
Niki udunu eline almış, yürek burkan şarkısını çalmaya başlamıştı. Parmakları ağırlaştıkça udun tınısında matem havası seziliyordu. Yukarıdan gelen müziğin sesi duyulmuyordu artık. Haro kucağındaki uduyla, birlikte ağlıyorlardı sanki. Niki, genç kızı teselli etmek için her yolu denemişti ama içine düştüğü boşluktan çekip alamıyordu onu bir türlü. Haro, kederli bir şekilde arkadaşına baktı. Gözlerinin feri gitmiş, dış dünyayla ilişiği kesilmişti adeta. Bir kez daha şansını deneyip arkadaşını içine düştüğü kâbustan kurtarmak istedi, Niki. Haro, savaşın ilk yıllarında, Antonis'in, memleketi olan Sisam adasından Semadirek adasına göçtüklerini anlatmıştı bir keresinde. Haro'nun kısmeti, birkaç yıl önce Kanada'ya göçmüş bir Sisamlıydı yine.
"Unutmaya çalış Haro, biliyorum çok zor ama bunu yapmak zorundasın. Hem Sisamlıların merhametli olduğu söylenir. Beyaz bir sayfa açacaksın hayatında. Antonis'i de merak etme, o da bir yolunu bulacaktır mutlaka, kendine uygun biriyle karşılaşıp yeni bir düzen kuracaktır kendisine. Zamanı geri getiremezsin..." Niki, söylediklerine kendini de inandırmaya çalışıyordu bir yandan. Ayrılığın acısını henüz tatmasa da kısa bir süre sonra yaşayacağı ayrılığa ne kadar zor dayanacağını tahmin edebiliyordu. Kuşkusuz Norman'dan ayrılırken Haro'yla aynı duyguları yaşayacaktı. Acıları dindirmenin tek çaresi geçmişi unutmak, eski anıların yerine yeni bir şeylerin hayalini kurup kandırmaktı kendini. "Kanada'da sakin bir hayatın olacak..." dedi Niki, genç kızı teselli etmeyi umarak. Bütün çabaları boşa çıkmıştı. Rüzgârın önünde sürüklenen kuru bir yaprağı düştüğü dala geri getirmek ve onu yeniden yeşillendirmek nasıl mümkün olabilirdi ki! Kendisine boş gözlerle bakıyordu, Haro. "Sana mektup yazarım..." dedi Niki, çaresizce. "Kısa zamanda yazmayı öğren... O zaman sen de bana mektuplar gönderirsin..."
Yukarıda, müzik sesleri yükselmeye başlamıştı yine. Pistin önündeki masalar geriye doğru çekilerek genişletilen alanda kadınlı erkekli kalabalık bir grup kol kola girmiş halay çekiyordu Kemanın coşturan nağmeleri uzolarla demlenen zihinleri canlandırmıştı yeniden. Eğlence, vur patlasın çal oynasın devam ediyordu. Müziğin oynak sesine alkışlarıyla tempo tutan seçkin davetliler, inletiyordu salonu. Bu özel gecede, kaptana yaklaşmaya, araya girip halay zincirinde kendine yer edinmeye çalışan yolcuların mücadelesi görülmeye değerdi. Salonun orta yerinde, kol kola girmiş, neşe içinde, saat yönünde dönmekte olan kalabalığa karışmıştı Norman. Açık yeşil renkli takım elbisesi ve onu tamamlayan papyon kravatıyla oldukça şık görünüyordu. İki güzel dansçı kızın arasına girmiş, müziğin ritmine ve yanındakilerin hareketlerine göre ayaklarını sallıyordu gazeteci, iki adım ileri, bir adım geri yol alarak çemberden kopmamaya çalışıyordu. Halayın halkası büyüdükçe büyüyor, genişledikçe genişliyordu. Artık dairesel düzende dans eden yolcular salona sığmaz olmuş, içe doğru yeni yeni halkalar oluşmaya başlamıştı. Falcı Emine kaptanın yanında, yerini almadan olmazdı. Hemen onun olduğu tarafa koşup kaptanın koluna girmeye hazırlanırken karşısında keyifle dans eden Norman'ı fark etti. Kararını değiştirip kaptandan vazgeçti ve Norman'ın olduğu yere seğirtti. Dansçı kızlardan birinin önüne geçip gazetecinin koluna girmek üzere kendine yer açtı. Halay dönerken genç adamın kulağına eğildi. Sesini müziği aşacak seviyeye getirmek için bağırmak zorunda kalmıştı.
"Niki de burada olmalıydı..." dedi, haksızlığa uğrağını düşündüğü birini savunmak için genç adama hesap sorar gibi bir tavır içindeydi, falcı kadın. "Bu onun hakkı, biliyorsun, dansçı kızların tüm kostümleri elinden geçti!"
"Onun nasıl bir karaktere sahip olduğunu bilmiyorsun!" dedi Norman. Halayın içinde tempolu bir şekilde sürüklenirken, masa başında sohbet ediyorlardı sanki. "Çok gururlu bir insandır o!"
"Gençlik yıllarımda ben de aynı Niki gibiydim..." dedi Emine. "Çalışkan... İnatçı... Ve bir erkek kadar güçlü..." Sonra bir kahkaha patlattı. "Zamanla her şey değişti... Şimdi altmış yaşında, kedisiyle tek başına yaşayan biriyim." Norman, falcı kadınla birlikte neşe içinde yüksek sesle gülmeye başladı.
Üst güvertenin büyük salonunda yer yerinden oynarken alt güvertede, Haro'ya dil dökmeye devam eden Niki, büyük bir sabırla sakinleştirmeye çalışıyordu genç kızı. "Zalim mesafeler... sevdiklerimi ayırabilir benden... ama dostluğum kalıcıdır... zaman eskitemez onu..." Ağır ağır, içinde hissederek dökülmüştü bu sözler ağzından Niki'nin. Arkadaşına baktı, "Bu bir şiir..." dedi Niki, "Norman'ın bana hediye ettiği kitapta yazıyordu..."
Ağlamaktan gözleri şişmişti Haro'nun. Arkadaşına dostça gülümsedi. Niki'ye cesaret veren bir gülümsemeydi bu. Niki genç kızın ellerine sarıldı heyecanla. "İngilizce öğreniriz orada..." dedi. "Bir işe girer, çalışırız...haftada 6 dolar veriyorlarmış... İleride çocuklarımız da olur..." Haro'nun yüzünün şekli değişmiş, hüzünlü bir hal almıştı yeniden.
"Çocuklarımız..." dedi. "Onlar memleket topraklarında asla oynayamayacaklar, adalarda, Trakya'da..."
"Fakat hepsinin çalışacak işleri olacak..." dedi, Niki. "Ve, farkında bile varmadan, Yunan göçmenlerle dolacak Kanada... Yunan milleti, dünyanın her bir yanına göç ediyor, aklından çıkarma bunu..." Haro, içine kapanmış, Niki'yi duymuyordu artık. Yavaşça göz kapakları düşerken başını arkasındaki duvara yasladı. Kendinden geçmekte olan genç kızın ellerini bırakmayan Niki, onu kendine doğru çekti. "Yapma Haro," dedi. "Kendini koyuverme hemen... Kadere karşı gelerek kötülüğün kapısını açmayalım... Bak, birbirimize söz verdik... Farklı insanları sevmiş olsak da... kaderimiz hep aynı..." Ayrılığın acısı, kendi derdini unutup arkadaşını teselli etmek için varını yoğunu ortaya koyan Niki'ye vuruyordu şimdi. Ağzını açıp bir kelime daha etse gözyaşlarına engel olamayacaktı. Keder ve hüzün, göz yaşı yüklü görünmez yağmur bulutları gibi gidip geliyordu iki genç kızın arasında. Haro'nun tükendiği yerde Niki yetişip onu hayata döndürüyor, sonra aynısını Haro, Niki'ye yapıyordu. Niki'nin yüzü acıyla gerilmişti, avucuna aldığı Haro'nun ellerini canını yakacak derecede sıkıyordu, farkında olmadan. Şimdi sıra Haro'ya gelmişti. Beklenmedik bir şekilde hareketlenip Niki'ye yaklaştı. Az önce kederinden eli ayağı kesilmiş, kendini bırakmış kızdan eser kalmamıştı. Soluk yüzü canlanmış hatta gözleri ışıl ışıl parlamaya başlamıştı.
"Her şeyi biliyorum, Niki..." dedi Haro. "Fotoğrafçıya nasıl baktığını görmedim sanma..." Niki, utanarak başını genç kızın başına dayadı, yüz yüze bakarken, herkesten gizlenen müjdeli bir haberi aralarında paylaşmış gibi sessizce gülümsediler.
"Bu yetmez..." dedi Niki.
"Ama onun da sana nasıl baktığını biliyorum..." dedi Haro. Baş başa vermiş sanki oyun oynar gibiydiler. Oysa, kan ağlıyordu Niki'nin içi.
"O da yetmez,..." dedi Niki. Sesi, adeta inliyormuş gibi çıkıyordu. İki yana salladığı başını, Haro'nun başından ayırmadan.
"Bal gibi yeter!.." dedi Haro, fısıltı halinde Niki'nin kulağına eğilip. Niki bir şey demeden bir kez daha, hafifçe salladı başını iki yana. Haro, arkadaşına aldırmadan devam etti. "Senin için sadece bu kadarı yeter,..." Derin bir iç çekip Niki'nin kapanmış gözlerine baktı. "Ama benim için çok geç artık..." dedi. "Seninse hâlâ zamanın var..." Elleri birbirine kenetlenmişti.
Niki, kendini geri çekti biraz. Ellerini yüzüne kapadı. Dipsiz bir kuyuya düşmüştü sanki, çaresizlik içinde kıvranıyordu. Başını arkasındaki duvara yasladı.
"Onunla birlikte git, Niki..." dedi Haro. "Şartlar ne olursa olsun, sakın bırakma onu..."
Geminin üst güverte salonundaki eğlencenin sonuna doğru yaklaşırken kaptanı aralarına alan yolcular kendilerinden geçmiş bir vaziyette dans ediyorlardı. Müziğin durmasıyla birlikte büyük bir uğultu yükseldi. Emine, Norman'ın yanına geldi, yanaklarından öperek vedalaştı. Salon boşalmaya başlıyordu ki, Norman'ın enerjik sesi yükseldi.
"Bayanlar, baylar!... " Gürültü bir anda bıçak gibi kesilmişti. Sesin geldiği yere dönen kalabalık, merak içinde gazetecinin ne diyeceğini beklemeye koyuldu. "Bir yere ayrılmıyoruz. Muhteşem veda gecemiz, Haro'nun uduyla gerçekleştireceği canlı performanstan sonra tamamlanmış olacak!" Kaptan, şaşkın bir halde gözlerini açmış, Norman'a bakıyordu. Norman, aldığı alkolün etkisiyle haddini aştığını geç fark etmişti. Diğer yolcular, bunu anlayacak durumda değildi zaten. Gazeteci, kollarını kaptana doğru kaldırarak hatasını telâfi etmeye çalıştı. "Eğer itirazınız yoksa kaptan, Haro'yu alıp salona getirmek istiyorum."
O esnada, sırtını duvara veren Niki, merdiven basamaklarında uykuya teslim olmuştu. Yanı başında, üzeri açılmış bir şekilde Haro'nun işlemeli bez bohçası ve içinde, deste halinde Antonis'in mektupları duruyordu. Haro, Niki'nin uyuduğunu görünce parmağındaki yüzüğü çıkarıp mektupların üstüne bıraktı usulca. Yerinden kalktı, udunu eline alıp merdivenleri çıkmaya başladı. Bir kat yukarıdaki güverteye çıktığında denizin keskin kokusu ve dalgaların davetkâr sesi karşıladı genç kızı.
Kaptandan onayı alan Norman, mutlu bir şekilde etrafına gülücükler saçarak geminin uzun koridorları boyunca üçüncü sınıf yolcuların bulunduğu, alt katlara inen merdivenlere doğru ilerliyordu.
Açık hava bütün uyuşukluğunu almıştı genç kızın. Rüzgâr kan kırmızı elbisesinin eteklerini uçuruyordu. Korkulukların önündeki birkaç metre genişliğindeki koridorda yürümeye başlamadan önce gözlerini kapatıp okyanus kokusunu içine çekti. Yüzündeki ifade kendini ele vermiyordu. Anlamsız bakıyordu, uyurgezer gibi bir hali vardı. Elindeki uduna sıkı sıkıya yapışmış, güvertenin ıslak döşemesi üzerinde kararlı adımlarla yürümeye başladı. Geminin kıç tarafını hedef seçmişti kendine. Topuk sesleri saatin tik tak seslerini andırıyordu.
Norman, merdivenlerden alt kata indi, koridor boyunca sipariş gelinlerin bulunduğu salona yaklaşıyordu. Haro'yu alıp büyük salona götürecekti, uduyla birlikte. Aynı zamanda Niki'yle karşılaşmayı umuyordu. Döşemede bıraktığı topuk sesleri saatin tik tak seslerini çağrıştırıyordu.
Niki, gözlerini açtı, Haro yoktu yanında. Şaşırmıştı. Yanı başında, genç kızın bez bohçası ve Antonis'in mektupları eski yerinde duruyordu. Yüzüğü gördü. Önce anlam veremedi. Aklından bir sürü şey geçti saniyeler içinde. Kendi kendine söylenircesine "Haro..." diye mırıldandı. Yoksa, diye kötü bir şey geçti aklından. Çıldırmışçasına gözlerini açarak feryat etti acıyla. "Haroooo!" Hemen fırlayıp kendini güverteye attı. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, sesini duyurmaya çalışıyordu Niki.
Haro, hedefine yaklaşmıştı. Geminin kıç güvertesine inen merdivenleri iniyordu. Uzaktan gelen Haro, Haro seslerine aldırış etmeden yoluna devam etti. Gözlerini kör, kulaklarını sağır eden, dönüşü olmayan bu yolda, huzur içinde ve kararlı bir şekilde ilerliyordu. Demir korkuluğun önüne geldiğinde arkadan yükselen sesler iyice artmıştı. Fakat çok geçti artık. Haro, soğuk korkuluğu tutmuş, geminin köpürttüğü suları seyrediyordu. En ufak bir korku belirtisi yoktu yüreğinde. Antonis'e verdiği sözü tutacağı için büyük bir huzur kaplamıştı içini.
Norman sesleri duyunca paniklemişti. Ne olduğunu anlamadan güverteye attı kendini. Koşar adımlarla seslerin peşine takıldı.
Haro, başının arkasındaki tokayı çıkarıp saçlarını serbest bıraktı. Güzel saçları rüzgâra teslim olmuş, özgürce dalgalanıyordu. Elinde udu olduğu halde denize doğru baktı son bir kez. Dev geminin ikiye ayırdığı köpüklü suların bu kadar büyük bir süratle aktığını o ana kadar hiç fark etmemişti.
Norman, nefes nefese kalmıştı. Haro, Haro seslerini takip ediyor, geminin kıç kısmına doğru koşuyordu. Bir çılgınlık yapacağına inanmak istemiyordu genç kızın. Denize baktı, gemi köpükler saça saça tam yol ilerliyordu. Bir ürperti kapladı içini.
Haro, eteklerini toplayıp korkuluğun arkasına geçti. Son derece sakin görünüyordu. Sıkı sıkıya tuttuğu udunu önüne aldı. Arkasına baksa onu çağıran sesleri duyacaktı. Önüne baktı dalgaların davetkâr sesini duydu. Adımını attı, hafifçe başını geriye çevirdiğinde Niki'yi gördü. Çok geçti artık. Narin bedeni, uduyla birlikte önce boşluğa, sonra okyanusun karanlık sularına düştü.
Niki, o son bakışı hayatı boyunca unutmayacaktı. Gözlerinin önünde en yakın arkadaşını kaybetmişti. Niki'nin yüreğinden kopan acı bir çığlık yükseldi gökyüzüne. Hemen geride Norman göründü. Niki diye bağırdı. Koşup Haro'nun kendini denize bıraktığı yere geldi. Demir korkuluk boyunca büyük bir kalabalık oluşmuştu bir anda. Norman, avazı çıktığı kadar bağırarak kaptan köşküne sesini duyurmaya çalıştı. "Denize biri düştüüüü." Çok geçmeden acı acı sirenler ötmeye, kampanalar çalmaya başladı. Büyük bir matem havasına bürünmüştü gemi. Telaşlı adımlarla olay yerine geldi kaptan. Yanında denizci kıyafetli nöbetçi mürettebatı vardı. "Hemen, çekilin, yol açın," diyerek kalabalığı dağıttı. Denize baktı, sonra başını yukarı çevirip bağırdı. "Sol tarafa bakın! Sol tarafta..."