KATEGORİLER

25 Ocak 2016 Pazartesi

25/01/2016 Pazartesi, İzmir

Güzel planlarım vardı bugün yine ama eve kapandık mecburen. Sadece soğuk değil bunun nedeni. Neyin sebep olduğunu bilemediğim bazı sinyaller alıyorum sağlığımla ilgili. Başım ağrıyor, üşüme krizleri geliyor. Soğuk algınlığı desem değil. Ne öksürük var ne nezle. Korkarım böbreklerle ilgili bir problem yaşıyorum. Belki de taş ya da kum döküyorum.

Sabah kalktığımda belimin sağ alt kısmında hafif bir ağrı hissettiğimde bunu hiç önemsememiştim. Birlikte kahvaltıyı hazırlarken, her zaman olduğu gibi erkenden güne merhaba diyen  eşim, benim için büyük bir sürpriz yaparak son yazılarımı okumuş. Sadece okumuş olmak için değil tabi. Elinde kocaman bir büyüteç, iz peşinde koşan Sherlock Holmes misali, yazım hatalarımı ortaya dökmek üzere yoğun emek vermiş sağolsun. Sonuç hem şaşırttı hem sevindirdi beni. Şaşırttı çünkü, o kadar çok hata yapmışım ki şaşırmamak elde değil. Hele bazılarını ben mi yapmışım diye sordum kendime. Sevinmemin nedeni ise, hatalarımı görebilmem ve bu hataları en aza indirme olanağına kavuşmam. Bazen olmadık imla hataları yapıyorum. Ama bazen o kadar vahim mantık hatalarımı çıkaıyor ki eşim, ağzım açık kalıyor.

Aslında teknik bir adamım ben. Sosyal branşlar benim alanım değil diye, uzun bir süre mesafe koydum arama.İlk yanılgım hukuk üzerine olmuştu. Birlikte uzun seneler çalıştığım avukat arkadaşım, hukukun da matematiksel bir denge üzerinde kurgulandığını göstermişti bana. Dava sonucunun,  sadece kitaplarda yazılı yasalarla sınırlı olmadığını öğrendim ondan. Sanılanın aksine olaylar üzerinde bir takım bağlantılar kurup, sanki bir karmaşık formül çözermiş havasında sonuca odaklanmak çok daha önemli. Arkadaşımın hukuk bilgisi, benim olaylara mühendis mantığı ile analitik yaklaşmam pek çok davayı lehimize çevirmeye yetmişti.

Benzer bir ilişkiyi yazarlık üzerine kurmaya başladım şimdilerde. Mantığa sığmayan ifadeler iyi bir okuyucunun gözünden asla kaçmıyor. Olayların normal akışına ters düşen ifadeler ya da metnin bir yerinde damdan düşer gibi alakasız bir cümle, yazının ahengini, onun sihirli formülünü bozuyor aniden. Muazzam bir konsantrasyon gerektiriyor bu iş. Sanki duvar örer gibi her taş yerli yerine oturmak zorunda ve birbiriyle güzel bağlanmalı taşlar. Yoksa çöker o duvar, ustasının başına. Usta demezler böylesine artık. Aynı durum yazısı çöken bir yazar için de geçerli. Ustalık ister yazarlık da bu yüzden.

Öğlen olmuştu. Şimdi geçer diye beklediğim ağrılarım bilakis yayılarak arttı. Battaniyeye sarılarak ağrılarımı bastırmaya çalıştım gün boyu

24/01/2016 Pazar, Sığacık, İzmir

Yine soğuk bir havaya uyandık. Güzel güzel kahvaltımızı yaptıktan sonra hiç aklımızda yokken, eşim bir yerlere gitmeyi önerdi. "Bu soğukta nereye gideceğiz ki?" demedim. Sanki ben de böyle bir teklifi bekliyordum. "Nereye mesela?" diye sorup, aslında teklifine sıcak baktığım mesajını vermiş oldum. Biz hep böyleyiz. Bir saat sonra ne yapacağımız belli olmaz. Öyle uzun uzun plan yapmak bize göre değil. Zaten ne zaman plan yapmaya kalksak mutlaka bir sorun çıkar. Çok fazla planladığımız için Karaferye'yi göremedik hala..

Uzak bir yere gitmek değil, eşim için kapı dışına kapağı atmaktı önemli olan. Bense aklıma ilk geleni attım ortaya. "Sığacık". Uzun yıllardan sonra, ilk kez geçen yıl gittiğimizde pazarını çok beğenmiştik. Hangi gündü pazarı diye sorduk birbirimize. Google Amca yetişti imdadımıza. Güzel haber, pazar bugün kuruluyormuş.

Aklıma kızım geldi. O da sever gezmeyi, tozmayı. Kime benzemiş bilmem ki! Katılır mısın bize diye sordum telefonda. "Tamam" dedi.
"Biz geliyoruz, hazırlan o zaman!"

Geç kararımızdan dolayı yola çıkmamız yine öğleni buldu. Ne gam, biz ne zaman günü birlik bir yere gitmeye kalksak, daima yolun karşı şeridi daha yoğun olur. Yani biz gitmeye çalışırken millet çoktan dönüş yoluna çıkmıştır.

Buradan Sığacık az değil hani. Tam 135 km. İzmir üzerinden gidip kızımızı alacağız. Hava güneşli, ama dondurucu soğuk var. Arabada klimanın sıcak düğmesini artış yönünde sonuna kadar çevirdim. 

Keyifli bir yolculuktan sonra İzmir'e vardık. Kızımızla buluştuktan sonra, otoyola girmeyip, eski yol üzerinden Seferihisar yönünde yolumuza devam ettik.

Arabayı park edip aşağı indiğimizde, soğuk bıçak gibi kesti yüzümüzü. İlginçtir, bu havada bile gelen gelmiş buraya. Pazar yeri yine hınca hınç kalabalık. Dar sokakların arasına kurulan tezgahlarda ev yapımı yiyecek ve içecekler satılıyor. Satıcıların çoğu köylü değil, modern hanımlar.  Geçen sefer de dikkatimi çekmişti bu. Hanımların çoğu Ankaralı. Çeşme Alaçatı'yı İstanbullular ele geçirdiği gibi şimdi Sığacık da Ankaralıların işgali altında gibi. Böyle olunca sosyal statü bakımından daha yüksek insanlara hitap eder olmuş. Yine de kesinlikle rahatsız edici bulmadım.

Ev yapımı baklavalar, otlu, peynirli,, patlıcanlı börekler, gözleme çeşitleri, yaprak sarma, keşkek ve türlü kurabiyeler en çok sergilenen gıda türleri. Eline naylon eldiven geçirmiş kibar hanımlar yeni pişmiş yaprak sarmaları uzatarak, "Lütfen tadına bakar mısınız?" diye ısrarla sesleniyorlar tezgah arkasından.

Bu sıra dışı pazar içinde ilerlerken, önümüzdeki tezgahlardan birinde, rengarenk büyük şerbet kavanozları dikkatimizi çekiyor. Erik, nar, armut neyse de kaktüsten yaptıkları şerbet ilgimizi çekiyor. İri kıyım satıcı soğuk havayı tiye alırcasına, kısa kollu bir gömlek giymiş üzerine. Bu adam benden de deli galiba. Organik olduğunu söyledi bütün şerbetlerinin. Bu durumda fiyatlar da organikleşiyor tabi. Ne kadar organik bunu da Allah bilir. Birer bardak içmemiz en azından nefsimizi köreltti.

Kış mevsimi yaza benzer mi hiç. Yazın yoğunluktan şikayet eden işletme sahipleri,günü siftahsız kapatmamak için ellerinden geleni yapıyorlar bu aylarda. Müşterinin ilgisini çekmeye çalışan bir pansiyonlardan birinin kapısındaki kağıt hepimizi gülümsetti. Sıcak yaz mevsiminde bunalan insanları serinliğe davet eden sözcükler, alttan görünür şekilde üzeri karalanmış. Serinlemek için bahçemize buyurun yazısı bizi daha çok ürpertti bu soğukta.

Biraz daha yürüyünce, sevimli butikler gördük yol kenarlarına sıralanmış. Genel olarak şık ve zevkli giysiler, şapka, atkı ve bereler satılıyor bu dükkanlarda. Buraları her zaman potansiyel alışveriş mekanlarıdır bizimkilerin. Ufak dükkanların içine sığmayan cezbedici giyim eşyaları ve aksesuarlar kapı önlerine taşmış. Başını koruyacak bir şey almadan evden çıkan kızımın beğenebileceği bir bere buluruz ümidiyle daldık ufacık dükkanlardan ilk önümüze çıkan birine. Devlet kurumlarının birinden emekli olmuş da sanki sadece hobi olarak bu işi yaptığı izlenimine kapıldığım dükkan sahibi orta yaşlı bir bayan karşıladı bizi güler yüzüyle. Bu tür alışverişlerden hiç hoşlanmam. Bıraktım ana kızı içeride. Giyip çıkartsınlar ne bulurlarsa üşenmeden ben onları dışarıda beklerken.

Butikten çıkıp kale içine geldiğimizde, sağlı sollu sebze, meyve tezgahları dizilmeye başladı önümüzde. Soğuk hava, sergilenen  ürünlerin görüntüsünü bozmuş, canlı görünümlerinden eser kalmamış. Sadece bir yerde şevket-i bostan gördüm. Arapsaçı, turp otu, kavurmalık ya da böreklik karışık ot birkaç yerde vardı fakat fiyatları bizim Salı Pazarına göre en az iki üç kat daha yüksekti.

Akşama doğru güneş çekilmeye başladığında, soğuk kendini daha da hissettirmeye başladı. Küçük, ama sıcak bir cafe bulup daldık içeriye. Üstelik bu şirin yer istediğimizden alaydı. Yanan bir şöminenin önüne kurulup birer sıcak salep içtik.

Ne salep, ne de daha önce yedikleri ev yapımı içli köfte kesmişti bizimkilerin hızını. Karnımız acıktı yeniden. Sığacık'a gelip balık yemeden gitmek olur mu? Hemen bir balıkçı bulduk deniz kenarında. Yok dedik, burası olmaz, donarız burada, ısıtma yetersiz. Başka bir yere gittik. Bak burası daha iyi. Salaş bir yer, naylon ile kapatmışlar daha önce bahçe olarak kullanılan mekanı. Her masaya elektrikli bir ısıtıcı koymayı akıl etmişler her nasılsa. Balığımızı beklerken bahçedeki ördeklere ekmek atıp resimlerini çektik.

Balıkçıdan çıkıp arabaya giderken yarı değerli taşlardan muhtelif takılar imal edip bunları satan bir yere girdik. İçerisi sıcaktı. Kızımla satıcı çetin bir pazarlığa girişti. Sonuçta beklenen oldu ve satıcı kaybetti tabi.

Dönüş yolculuğna çıktığımızda hava kararmaya başlamıştı. Yol üzerinde Güzelbahçe Migros'a uğrayıp alışveriş yaptıktan sonra kızımın evine vardık. Bir iki gün misafiriz burada artık. Salı günü akşamı Kemeraltı Kalimera Restaurant'da lise arkadaşlarımla buluşacağım. Şaka değil tam 40 yıl olmuş liseden mezun olalı.

Evde ilk iş olarak bugün aldığımız iki Elif Şafak kitabından adı "Mahrem" olanı okumaya başladım. Şafak'ın yazdığı ikinci kitapmış bu. Bakalım beğenecek miyim? Kitap okumayı bırakıp Viyana ve Salzburg'ta kalacağımız otellerin rezervasyonlarını yapıp her iki şehir arasındaki tren biletlerimizi on-line satın aldık.

Kızımın çılgınlıklarını seviyorum. Bu sefer de sıcak şarap niyetine, değişik otları kaynatarak yaptığı çayı, şarap kadehleri ve sürahide sundu bize. Çayı sevmeyen ben bu tadı çok beğendim.






23 Ocak 2016 Cumartesi

23/01/2016 Cumartesi, Tire

Düne göre soğuk bir hava. Çalışma var diye erkenden kalktım. Yaylaya vardığımda benden önce gelen Yakup Usta ve Kadir bahçe kapısını açmışlardı. Her ikisi de ağır bir gripten yeni çıkmışlar. Bu yüzden hiç birimizin beklemediği bu soğuk hiç iyi gelmeyecekti onlara.  Yakup Usta, soğuktan dolayı eşik betonunu tamamlar tamamlamaz işi paydos ederiz dedi. Keşke dedim, keşke onu bitirsek en azından.

Kadir biraz ısınırız diye hemen ateş yakmaya koyuldu bahçe girişine. Yakup Usta ile birlikte binaya doğru yürüdük. Havuzdan su aktaracağımız kalın hortumu kullanabilecek miyiz? Eğer içinde su kaldıysa donmuştur kesin. Traktörcü Mehmet'i arasam mı ki? Nereden bakarsan bak yine bir saati bulur çakıl getirmesi. Yakup Ustayı çalışmaya niyetli görüp çevirdim Mehmet'in numarasını daha fazla gecikmeden. Telefon uzun uzun çaldı ama cevap veren olmadı. Bana geri döneceğini bildiğimden ikinci kez aramadım.

Aşağıdan kalasları söküp kapıya götürmesinde kendisine yardımcı olması için Kadir'e seslenen Yakup Usta, ona sesini duyuramadı. Neden sonra ustasının sesini duyan Kadir, kalasları taşımadan önce, kapısını açtığım taş evden aldığı malzemeleri bahçe girişine taşıdı.

Malzemeler taşınırken çalan telefonuma baktığımda Traktörcü Mehmet'in aradığını gördüm. Ona beton için acilen çakıl ve çimento getirmesini söyledim.

Bugün bahçenin girişindeki çelik kapının eşik betonu dökülecekti. Ekip kalasları getirdikten sonra kalıp kurmaya başladılar, soğuk havaya rağmen. İş başında dikilirken komşularımızdan Tahsin, yanında tanımadığım başka biriyle çıktı ortaya aniden, Tire'den geliyorlarmış, geçerken uğramışlar. İçeri buyur ederek taş binayı gezdirdim. İnşaatın çatısı kapatmış,  doğramaları ve camları takılmış halde ilk kez görüyorlardı. Çok beğendiler. Onlar ayrılmadan önce traktörün sesi duyuldu.

Traktör kapının önüne yanaştı. İşçiler çimento torbalarını indirdikten sonra çakılı uygun bir yere boşalttılar. Yakup Usta, yukarı çıkardığı kalın hortumun içinin buz tuttuğunu ve onun bu şekilde kullanamayacaklarını, ancak bir müddet sonra buzun eriyebileceğini söyledi. 

Azalara imzalatacağım kağıtları yanıma almıştım.İşçilerin başında beklememe gerek yok bu soğukta. Nihat dayıyı aramış, yukarı geleceğini öğrenmiştim. Az sonra pikabıyla bahçesinin önüne geldi. Köpek ve tavukları bakmak ve onları beslemek için her gün gelmek zorunda olduğunu söylemişti bana.. Hemen yanına gidip köy meclisinin bir azası olması münasebetiyle ona belgeleri imzalattım. Yanından ayrılmadan diğer azalardan biri olan Bekçi Ahmet'i aradım. Evdeymiş. "Sana işim düştü, hemen köye iniyorum." dedim.
Köye vardığımda beni bekliyordu. Onun da imzasını alınca çiftçi belgelerim eksiksiz tamamlanmış oldu. Kısa zaman sonra vesikalı çiftçi olacağım, yaşasın. Bir bu eksik kalmıştı zaten.

Size sorarım ne yapılır bu soğukta? Ben doğruca eve varıp eşimle güzel bir film seyrettik. Ünlü Rus yazar Dostoyevski'nin aynı adlı romanından uyarlanan eski bir film,  "Karamazov Kardeşler". Filmin başrolünde Yul Brynner'ın oynaması hoş bir sürpriz oldu. "Kral ve Ben" dizisini hatırlattı bize.

Az önce Umman'dan Mustafa Bey aradı. Fırat'tan çok memnunmuş herkes. Güzel şeyler söyledi onun için, gururlandım doğrusu. Dört ay sonra Kalite Kontrol bölümüne transfer olacakmış. 

22 Ocak 2016 Cuma

İtalya Seyahati - Goethe


Kitabın Adı: İTALYA SEYAHATİ
Yazar: Johann Wolfgang Von GOETHE (1749-1832)

Çeviren: Gürsel AYTAÇ
Sayfa Sayısı: 369
Yayınevi: İletişim Yayınları
Basım Yılı: I. Baskı, 2014, İstanbul
Türü: Gezi
Kitap Hakkında: Varlıklı bir ailenin çocuğu olan yazar, küçük yaşta ailesi ile birlikte yaptıkları gördüğü İtalya'ya hayran kalmış, daha sonra 3 Eylül 1786 - 6 Haziran 1787 tarihleri arasında bu sefer yanında ailesi olmadan gezme fırsatını yakalamış. Uzun süren yolculuğu boyunca, üç ay kaldığı Roma ve dört ay kaldığı Napoli'deki izlenimlerini arkadaşlarına yazdığı mektuplarda paylaşmış. Son durağı olan Sicilya'da belli bir süre geçirdikten sonra dönüş yolunda Napoli'de bir süre daha kalmış.

Sanatçı kişiliği, jeolojiye ve botaniğe ilgisi yazılarına yansımış. Çoğunlukla ilgi duyduğu alanlar resim, heykel ve edebiyat üzerinde yoğunlaşmış. Her gittiği yerde tarihi eserler, kalıntılar, müzeler, kiliseler, özel koleksiyonlar hakkında not düşmüş, bölgedeki din adamları, prensler ve sanatçılarla sohbet etmiş masalarına konuk olmuş. Kitapta zamanın sanatçıları ve sanat eserleri, coğrafi ve jeolojik özelliklerinden sıkça bahsetmesi okuyucuyu biraz sıksa da bulunduğu yerlerin sosyo-ekonomik durumunu başarılı bir şekilde tasvir etmiş. Bunun yanı sıra, Kuzey insanının disiplinli ve planlı hareket etmesini iklim şartlarına bağlayarak Güneye inildikçe insanların daha sıcak ve eğlencelerine düşkün olduğunu, yiyecek ve içeceğin yılın her mevsiminde ihtiyacı fazlasıyla karşıladığını vurgulamıştır. Napoli'de faal durumdaki Vezüv Yanardağı, yıllar önce Vezüv'ün küllerine gömülen antik Pompei şehri kalıntıları,   Sicilya'nın Etna Yanardağı özel ilgi sahaları olmuştur. Kara yolculuğunun yanı sıra Sicilya'ya gidiş ve dönüşlerinde maceralı deniz yolculukları da yapmıştır.

Çeviri: Çok zor bir iş olduğunu biliyorum ama kitabın bazı bölümlerini anlamakta zorlandım. Kitabı tamamlamak için sabırlı bir okuyucu olmak lazım. Sıkıcı olan yerler bir de çeviriden kaynaklanan anlam kayıplarıyla çekilmez hale geliyor. Kitabın sonuna doğru ifadeler biraz daha güzelleşiyor. Bu değişim kitabın orijinaliyle ilgili sanırım. Yoğun olarak sanattan bahsedilen bölümlerde ya metin tam karşılığını bulmuyor ya da yazılanı anlamak için o sanatı tanımak gerek. Belki de sanatla ilgili olan kişiler çeviriden çok daha fazla şikayet edeceklerdir. Bu da ihtimal dahilinde tabi.  

22/01/2016 Cuma, Tire

Uzun zamandır elime yapışan kitabı nihayet bitirdim. Bloğumda okuduğum kitaplardan bahseden bir sayfa daha açacağım. Üzerinden birkaç kitap geçtiğinde son okuduğum kitapla ilgili olarak aklımda çok az şeyin kalacağını biliyorum artık. İşte bu yüzden sıcağı sıcağına küçük notlar düşmek iyi olacak.

Bilenler bilir. Tire'de iki pazar kuruluyor. Biri meşhur Salı pazarı, diğeri Cuma günü kurulan pazar. Ben, birinciye büyük pazar ikincisine küçük pazar diyorum. Bugün küçük pazara çıkıp biraz alışveriş yaptım. Muhtarlıktan ikametgah aldım, çiftçilik belgelerini hazırlamakla meşgul oldum. Sadece Kaplan köyünden iki azanın imzası kaldı yarına. Kaplan muhtarı bile şehre indiğinden köye çıkmama gerek kalmadı şansıma.

Belediye çarşısının altında yeni açılan Carrefour alışveriş merkezinden ihtiyacımız olan bazı şeyler aldım. Eşimin dediğine göre balık reyonunu çok methediyorlarmış. Hakikaten methettikleri kadar olduğunu gördüm. Çalışanlar müşteri ile ilgileniyorlar. Hem çeşit hem de tazelik bakımından gayet başarılı buldum. Jumbo karides, kalamar ve bir sürü balık çeşidi var. Buna bayıldım.

Çocuklar bugün karne aldı. Ortalık cıvıl cıvıl. Bazı öğrencilere maziyi anarak baktım. Hatta onları kucaklayıp tebrik etmek ellerine küçük birer harçlık vermek bile geldi içimden. Yaşadığımız ortam malum. Sapık sanmasınlar diye vaz geçtim hemen.

Gün geçmiyor ki toplum tarafından iyi bilinen biri hayatını kaybetmesin. Dün Mustafa Koç, bugün Kamer Genç. 56 yaşında vefat eden Mustafa Koç, çok genç yaşta ölümü tattı. Kamer Genç ondan 20 yaş daha büyük olmasına karşın soyadı gibi genç kalanlardandı. Her ikisi de Atatürkçü, laikliği benimsemiş, cumhuriyet aşığı insanlardı. Devletimiz için iki günde iki önemli kayıp.

İşlerin yoğun olmadığı günler, buraya bazı konu başlıklarını taşımak adet haline geldi benim için. Yine fırsat bulduğumda kısa öykülerden çeviri yapmak planlarım arasında. Çeviri üzerine birkaç noktaya değinmek istiyorum. Son okuduğum kitap  bir çeviriydi. Yapılan çeviriler çoğu zaman dilimize tam oturmuyor. Önemli olan metni kelime bazında  dilimize çevirmekten ziyade, anlatılmak istenen duygu ve düşünceleri doğru bir şekilde aktarmak olmalı. Gerektiğinde farklı kelimeler kullanalım, gerekirse vurguları değiştirelim, yeter ki okuduklarımız kulağımızı tırmalamasın. "Hey dostum nasılsın?" denmiyor bu ülkenin hiç bir yerinde değil mi?

Son okuduğum kitaptan örnek vermek istiyorum yine. Kitabın pek çok yerinde inançlı Hristiyanlar, "mümin" diye dilimize çevrilmiş olması dindar bir kişiliğe sahip olmadığım halde beni bile rahatsız etti. Mümin, Müslümanlara özel bir tanım olarak yerleşmiş bence. Eskiden devrim şehitleri derlerdi. Şehitlik kavramı da benzer şekilde hoyratça kullanılıyor. Şimdi bakıyorum ölen kişilerin tabutları üzerine bir bayrak örtüp şehitlik payesi veriliyor. Bana göre doğuda hayatını kaybedenlerin içine bir nebze su serpmek için verilen gaz bu şehitlik. Madem o kadar büyük bir makam neden hep gariban çocukları şehit oluyor da ensesi kalınların çocukları değil. İyi bir şey olsaydı, bizi yönetenlerin ve iktidar sahiplerinin çocuklarından kalmazdı kimseye şehadet makamı.      

Akşam üzeri Yakup Usta aradı. Yarın sabah gelebilirmiş. Yayla çalışmaları başlıyor. Epey paslanmıştık, yeniden başlamamız iyi olacak.  

21/01/2016 Perşembe, Tire

Bugün serbest günüm. Beklediğim yağış yine yoktu. Biri sabahleyin diğeri akşam saatlerinde olmak üzere iki kez evden dışarı çıktım.

Benim sonum nereye varacak şimdiden kestirmek zor. Şu okur yazarlık meselesi beni içine çektikçe çekiyor. Sabah bir şeyler üretmeye kararlıydım. Ne yapıp yapıp ilk öykümü bloğuma koyacağım. Bir kaç konu arasından beni en çok etkileyenini seçip kaleme aldım. Bütün günümü aldı bu iş. Sadece alış veriş için bir ara dışarı çıktım. Muhtara çiftçilik belgelerini imzalatacaktım güya ama ona da zaman kalmadı. Sadece formları doldurdum.

Yazı yazmak zor zanaat. Düşündüklerin başka, yazıya aktardığın başka, okuyucunun yazından anladığı daha bir başka. Fikirler üç kademede erozyona uğruyor. Okudukça insan ne kadar cahil olduğunu anlıyor. Her hangi bir konuyu bilirim diyen, aslında cehaletini kanıtlamış oluyor. Bense kendimi ana sınıfı öğrencisi gibi görüyorum. Okuyup yazdıkça sınıf atlayacağım. İlk aşamada, okurken mümkün olduğunca yazarın düşüncelerini  algılamayı, yazarken ise bana ait fikirleri doğruya yakın olarak kağıda dökebilmeyi hedef seçtim kendime. İlk öykü denememde, fikrimi kelimelere dönüştürdükten sonra onu tekrar tekrar okudum. Her seferinde yazdıklarımı düzelterek kafamda oluşturduğum fikirlere yaklaştırdım. İmla hatalarını, ifade bozukluklarını saymıyorum bile. Bu konularda eşim de bana zaman ayırdı sağ olsun. Çoğu zaman kendi hatasını göremiyor insan. Bu yüzden farklı bir göz her zaman faydalı elbette. Hele bu gözün sahibi bir dil uzmanıysa daha bir keyifli oluyor.

Ne kadar okusam da hala eksik bir şeyler kalıyor sanki.  Yüz defa okusam, her seferinde yine düzelteceğim. Bu düzeltmeler yeni imla hatalarına ve anlam bozuklukların yol açacak. Onları tekrar okuyup düzelteceğim. Bir kısır döngü içinde kendime bir çıkış yolu arayacağım.

Geçenlerde kaleme almış olduğum yazının birinde, yazar ve bestecinin benzer yönlerinden bahsetmiş ve bu benzerliğin temelinde, iki meslek grubunun da sanatın farklı dallarına hizmet etmelerinin yattığını ifade etmiştim. Yazar olsun, besteci olsun ortaya koydukları eserlerde kendi fikirlerini, duygu ve düşüncelerini kısmen aktarabildiklerini anlatmaya çalışmıştım. Goethe'nin İtalya Seyahati isimli kitabında yazdıklarıma bir benzer dokunuş dikkatimi çekti. Goethe benzer bir ilişkiyi ressam ve resim sanatı üzerine kurmuş.

Napoli'de bir dostunun tavsiyesi üzerine Goethe, Kniep ismindeki bir ressamı Sicilya seyahati boyunca kendine eşlik etmek üzere yanına alıyor. Nerede güzel bir manzara ya da bir eser varsa bunları hemen kağıda geçiriyor Kniep. Napoli'ye dönüş yolculuğunda muhteşem bir deniz manzarası eşliğinde, uzaktan Capri şehrini gördüklerinde şunlar dökülmüş Goethe'nin kaleminden;

"Bu manzaraya hayran olduk, Kniep bu ahengi yansıtmaya bütün bir renk sanatının yetmeyeceğine, en hassas İngiliz kalemini tutan en usta elin bile bunu çizmeyi başaramayacağına hayıflandı."

Yani bazen kelimeler, notalar, bazen de renkler kifayetsiz kalır insanın meramını anlatabilmek için. Tam olarak anlatsa bile bunları anlayacak birileri olmalı ki karşılığını bulsun onca emek.

Akşam sevgili eşimle birlikte babasını kaybeden eski bir dostumun evine başsağlığı ziyaretinde bulunduk.

Yaylada yarım kalan işlere devam etmek için Yakup ustayı aradım. Ailecek gripten kırılıyormuş. İyileştiği zaman beni arayacak. Yine de bir iki gün gelemeyecek gibi.      

21 Ocak 2016 Perşembe

TEFTİŞ


Uykusuzluğunun sebebi nöbetçi olması değildi. İstese nöbetçi subay odasına çekilir, sabaha kadar rahat rahat dinlenirdi. Ama o, tümen komutanının ertesi gün tabura yapacağı teftişe takmıştı kafayı. Hiçbir olumsuzluk yaşanmaması için askerleri gün boyunca ikaz etmiş, koğuşların önünde, koridor boyunca dizili çelik dolapları teker teker açtırmış, şahsi eşyaların düzeni ile bizzat kendi ilgilenmişti.

Askerde disiplinin ne olduğunu anlamak için kışlada yaşamak lazım. Koğuşlardaki soyunma dolaplarında nelerin olup nelerin olmayacağı, eşyaların dolabın hangi bölümünde ve hangi şartlarda muhafaza edilmesi gerektiği el kitaplarında açıkça yazılıydı. Sabunun, plastik özel kabının içinde alttan üçüncü rafın sol köşesinde olması, naylon poşete konulmuş diş fırçasının, dolap kapağının üst kısmına yerleştirilmesi gerektiği de. Postallarını çelik dolabın altına, valizlerini ise üstteki kapaklı bölüme itinayla yerleştirmeliydi asker. Dolapların içinde dergi, gazete, yiyecek ve içecek asla olmamalıydı.

Çevresine topladığı askerlere defalarca sormuştu sormasına ama hiçbiri, şuyum eksik, buyum eksik dememişti. Üşenmeden defalarca açtırdı çelik dolapları. Her seferinde ya bir eksik ya da yasak olan bir şey buldu. Kimilerinin pantolonu sökük, bazılarının ayakkabısının boyasız olduğunu gördü. Yatma saati çoktan geçmiş olmasına rağmen herkes ayaktaydı. Bütün koğuş harıl harıl onun tespit ettiği eksiklikleri gidermeye çalışıyordu.

Kışlaya yeni gelen her acemi subaya yapılanlardan o da nasibini almıştı. Arkasını döner dönmez her adımında ona da "cik", "cik" diye ses çıkarttılar. Sesin geldiği yere döndüğünde, onca asker kalabalığı içinde, sesi çıkaran kişiyi bulmak neredeyse imkansızdı. Hatta sesin sahibini bulurum ümidiyle askerin arasında bakınmaya gör, hep birlikte kıkır kıkır gülmeye başlar, iyice madara ederlerdi adamı. İşte böyleydi oyunun kuralları kışlada.

Genç bir subayın kışladaki ilk  günlerinin çok sıkıntılı geçeceğini biliyordu. Kendini askere saydırmanın şart olduğu bir yerdi burası. Hele ki biraz yumuşak davransın, bunu hemen kullanmaya yeltenirlerdi. Böyle durumlarda astsubayların bıyık altından gülmesi de onu çileden çıkarırdı. 

Kışlaya geleli fazla bir zaman geçmemişti. O da ilk dersini bir kıdemli başçavuştan almıştı. İçtima alanına toplanmış askerlerin önünde, çocuğu yaşındaki subaya "Komutanım!" diye hitap etmek ona ağır gelse de,  bir sefere mahsus zevkle yapmıştı bunu başçavuş. Avazı çıktığı kadar bağırmıştı askerlerin önünde. "Komutanım, dedim ben size, bunlar iyilikten anlamaz, şimdi neden anladıklarını göstereceğim size!" der demez askerlerin gözlerine çöken korku izleri canını acıtmıştı.Bir yandan nutuk çekerken tek sıra dizilmiş kocaman adamların önünde volta atmaya başlamıştı. Kimsenin beklemediği bir anda sıranın en başındaki askere sille tokat girişmişti. Sonra sırayla diğerlerine de. Bu manzaradan çok rahatsız olmuştu ama ne yapmak gerektiğini bilememişti o tecrübesizliğiyle.  Bir ara kaşarlanmış astsubaya "Hop ne yapıyorsun?" diyecek olmuştu ama o cesareti kendinde bulamamıştı yine. Sonra, utanmıştı kendinden askerini koruyamadığı için.

Askerler şiddet gördükleri astsubaylardan çok çekinirlerdi. Hele onlara saygıda bir kusur etmeye görsünler, analarından emdikleri süt burunlarından gelirdi.  

Bütün kontrolleri tamamlamış olmanın huzuru içinde, uykusuzluğun izleri gözlerine çökmeye başlamıştı sabahın ilk ışıklarında. Birden kendisinin de bu teftişin bir parçası olduğu geldi aklına. Hemen üst başına çeki düzen verdi. Lavaboya koşup dişlerini fırçaladı, sinekkaydı tıraşını oldu. Yüzüne sürdüğü limon kolonyası da onu biraz kendine getirmiş oldu. Sonra ayakkabılarını parlattı, yırtık söküğüne baktı, teçhizatını kontrol etti.

Zamanın nasıl geçtiğini  anlayamamıştı. Pencereden dışarı baktığında, I. Bölük askerlerinin tam teçhizat kuşanmış vaziyette, meydanda toplanmaya başladıklarını gördü. Tabur nöbetçi subay defterini vukuat yok yazıp imzaladıktan sonra o da kuşanıp dışarı çıktı.

Akşam defalarca denetlediği askerlere hala sormaya devam ediyordu. "Eksik bir şeyiniz yok, değil mi?" Hani var deseler, o vakitten sonra yapacak bir şey de kalmamıştı aslında. Yine de askerlerin "Eksik bir şeyimiz yok, hazırız komutanım" demeleri ona moral veriyordu. Epey ilerde, bölük komutanının binanın önüne çıkıp bulundukları tarafa doğru geldiğini gördü. İlk tekmilin ona verilmesi gerekiyordu.

Düzen almaları için tam emir verecekti ki, sağ tarafta askerlerden birinin elinde iğne iplik, bir şeyler yaptığını fark etti. Deliye döndü. Dehşetle o tarafa doğru yürüdü.
- Sabaha kadar yırtığınızı söküğünüzü dikin, her şeyi eksiksiz istiyorum demedim mi lan ben size, diye bağırmaya başladı.
Gözleri dönmüştü, bunun için mi sabaha kadar uyumamıştı. Şimdi rezilin biri kalkmış, teftiş günü söküğünü dikmek için son dakikaya kadar beklemişti. Üstelik bölük komutanı da ha geldi ha gelecekti. "Kim bu densiz" diye bağırarak askerin bulunduğu ağacın yanına vardı.

Asker, korku ve panik içinde oturduğu yerden doğruldu. Şaşkın gözlerle baktı komutanına. "Komutanım, komutanım" sözcüklerinden başka bir şey çıkmıyordu ağzından. O kızgınlıkla askerin yalvaran bakışlarını  fark etmedi komutan. Hâlbuki hırsla karşısına aldığı kişi onun en  sevdiği, güvendiği kişiydi.

Ok yaydan çıkmıştı bir kere. Kendisini bu kadar zor durumda bırakan her kim olursa olsun cezasız kalmamalıydı. Onca çabası boşa gitmişti. Askerlik mesleğinde dediğini yaptırmanın, disiplinin tek yolu astsubayın gösterdiğiymiş demek. Bir yandan da adil olmak zorunda hissetti kendini, bu terbiyesizliği yapan en sevdiği asker bile olsa. Aynısını başka biri  yaptığında nasıl bir ceza verecekse, ona da aynı cezayı uygulamalıydı. Kendini savunmasına hiç fırsat vermedi, sadece "Hemen ayağa kalk!" dedi. Asker ürkek bir şekilde doğrulurken "Komutanım, komutanım" demeyi sürdürdü.
- Bırak, dedi, Bırak komutanım demeyi. Ne laftan anlamaz adammışsın sen. Sabaha kadar bundan önemli ne işin vardı.

Ayağa kalkar kalkmaz olanca gücüyle geçirdi askerin yüzüne sıkılmış yumruğunu.
- Siz bundan anlarsınız.
Yetmedi bir daha vurdu. Bir daha… Sendeleyince bir kez daha vurdu. Biraz olsun hırsını aldığında, elinin kan içinde kaldığını gördü. Sonra başını kaldırıp askerin yüzüne baktı. Akan kanın ağzından mı burnundan mı geldiğini anlayamadı. "Hadi bakalım, şimdi söyle" dedi. "Neden bu işi son dakikaya bıraktın?"

"Komutanım" dedi asker, dudakları titreyerek "Elimde… dikmeye çalıştığım… sizin miğfer kılıfınızdı. Benimkini dün gece onarmıştım zaten." Gözleri yaşlıydı, yüzündeki kanları eliyle gizledi.

Askerin verdiği cevap şok etti onu. Ne yapacağını bilemedi birden. "Ben ne yaptım" dedi şaşkın bir pişmanlıkla. Onun da gözleri doldu birden. Daha fazla bakamadı askerin yüzüne. "Git" dedi, "hadi git, yüzünü yıka."

Çok sevdiği komutanının miğfer kılıfındaki söküğü fark eden asker, onu sessizce dikmeye kalkmıştı. Oysa kimse istememişti bunu ondan. O da kimseye bahsetmemişti zaten. Sonrasının hiç önemi yoktu artık. Sadece üç günü kalmış tezkereye. Memlekete yolcu etmeden, pastahaneden bir kutu kuru pasta aldı ona, yolluk niyetine. Hiç komutan özür diler mi erden? Diledi. Yaşadığı bu olay ona yaşam boyu unutamadığı bir ders oldu. "Kabahat ne olursa olsun, karar vermeden önce dinlemek lazım." 

20 Ocak 2016 Çarşamba

20/01/2016 Çarşamba, Tire

Hava kapalı ama henüz yağmur yok. Meteoroloji bu mevsimde bizi çoğu zaman yanıltabiliyor. Her şey onların da elinde değil  elbette. Atmosfer koşulları devamlı değişkenlik gösterdiğinden saat başı güncelleme yapmak zorunda kalıyorlar. Dünkü tahmin raporlarına göre İzmir'in yağmurlu, Aydın'ın ise parçalı bulutlu olacağı bilgisi verilmişti. Aydın'a daha yakın olduğumuz için bir ihtimal yağış yok diye düşündüm. Ancak ilçe merkezleri hava durumuna girdiğimde, Tire'nin, İzmir'deki gibi yağışlı olduğunu gördüm. 

Öncelikle yaylaya bir göz atmak istiyordum. Artık bir gün bile gitmesem aklım orada kalıyor. Eşimle müştereken yapacak işlerimiz de vardı çarşıda. Ben yukarıda yayla işlerimi halledene kadar, o da evin işlerini tamamlar, daha sonra çarşıya birlikte çıkarız diye karar verdik. 

İlk olarak çarşıdan yukarı yayla kapısı için bir asma kilit satın aldım. Kaplan yollarına tırmanırken hafiften yağmur atıştırmaya başladı. Dünkü yoğun sis yoktu bugün ama daha soğuktu. Köye vardıktan sonra yağış sulu kara döndü. Köyü geçip yayla yoluna saptım. Yükseklik arttıkça kar taneleri havada kelebek gibi uçuşmaya başlamıştı. Arabayı her zaman olduğu gibi aşağı yayla ana giriş kapısının önüne bırakıp kapıya asma kilit takmak üzere orta yaylaya girişine doğru yürüdüm. Yukarı taraflardan sesler geliyordu. Dikkatlice baktığımda, yanında birkaç kişi olduğu halde, odun yüklü römorku çeken bir traktörün,  yavaş yavaş aşağıya doğru indiğini gördüm. Tahmin ettiğim gibi traktörün üzerindeki bizim Gümeli Ali'ymiş. Kaynanası için kışlık odun almaya gelmiş. "Ali, sen dün gelmedin mi?" diye sordum. "Yok, bugün geldik" dedi, "Ben dün geleceksin diye biliyorum, eğer biraz daha geç kalsaydınız, kapıya asma kilidi vurup sizi içerde bırakacaktım" dedim. Güldü sadece. Bizim kestane işinde çalışan Yaşar ve tanımadığım bir kişi traktörün yanında yürüyerek ona eşlik ediyorlardı. Yukarı çıkmadan önce her üçünün de kapıdan dışarı çıkmalarını bekledim.

Yağan yağmurların etkisiyle yukarı yayla yolunun bozulup bozulmadığını merak ediyordum ayrıca. Yol boyunca yer yer boyuna derin yarıklar açılmış. Benim araba yine çıkar bu yoldan ama toprak kabardığından dolayı epey zorlanır. Maceraya gerek yok diye düşünüp yola tırmanmaya başladım. Yukarı yaylaya yaklaşık elli metre kala, yağış sularının yol kenarındaki dolgu eteklerini aşındırdığını ve sol tarafta yol eksenine paralel çökme çatlaklarının oluştuğunu fark ettim. Seneye yine buraları elden geçirmek lazım. Bir kaç sene geçmeden oturmaz zemin zaten.

Merak ettiğim diğer bir konu da yukarı yaylanın girişinde, hemen sol taraftaki nar ağaçlarının üzerinde meyve kalıp kalmadığıydı. Beklediğim gibi ağacın üzerinde bir tane dahi meyve kalmamış. Yaklaşık iki haftadır çıkmıyorum yukarı. Ya birileri toplayıp gitti ya da kendiliğinden yere düştüler. Hırsızlık mı bu, ben mi günahlarını alıyorum insanların. Yerlere baktım, sadece iki üç tanesini soğuktan donmuş halde buldum. Onların da yenecek hali kalmamış zaten. Olduğu yere bıraktım yine. Yok yok, birileri gelip toplamış olmalı. Ne diyeyim ki?

Havuz başına kadar ilerledim. Yeni diktiğim fidanlar yapraklarını döküp kış uykusuna dalmışlar ama dallar taze ve canlı. Aşağı doğru baktığımda, Tire sis perdesi altında ama yine de buradaki manzara aşağı yayladakinden daha güzel.


Aynı yoldan geri dönüp kapıya asma kilidi taktım. Ayrıca zeytinliğe uğramaktı niyetim. Zaten yukarı çıkarken zeytinliğin önünde park etmiş sarı renkli bir pick-up beni hayli işkillendirmişti. Köyü geçtikten sonra zeytinliğin önünde arabayı park ettim. Gelirken gördüğüm pick-up yoktu bu sefer. Belki de komşulardan biridir diye düşündüm. Aynı giriş yolu başkalarının bahçelerine de çıkıyor çünkü. Ama ben komşuların pek çoğunu tanımıyorum hala.

Arabadan iner inmez, girişteki ilk ağaçtan iri zeytin taneleri dökülmüş yerlere yine. Geçen geldiğimde de epey döküntü vardı. Üst dallara yetişemediğim için her geldiğimde kendiliğinden dökülmüş oluyorlar. Bir naylon poşete doldurmaya başladım taneleri. Ama o da ne? Ben zeytinleri toplamakla meşgulken, ansızın yavru bir köpek belirdi yanımda. Ayaklarımın arasına girip çıkıyor, üzerime sıçrıyor. Ben yerdeki zeytine uzandığımda, sanki elimde ağzına uygun bir yiyecek varmış gibi, kapmaya çalışıyor. Belli ki aç kalmış bu soğukta hayvancık. Kar atıştırmaya devam ediyor. Bu havada korunacak bir yeri de yok. Kim bırakmış ki bu zavallıyı buraya? O pick-up'ın sahibinin işi miydi yoksa.

Ne olursa olsun bu yavru köpek zeytin toplattırmamaya kararlı görünüyordu. Nasıl yapacaksam, önce karnını doyurmak lazım. Arabada ona göre bir şey de yok. Gelen geçenden istesen, olmaz. Eşime telefon ettim. Bir arkadaş buldum kendime, oynuyoruz burada deyince, hemen "Köpek mi?"diye sordu. "Evet" dedim, "Sevimli mi sevimli, ama karnı çok aç, belli". "Git bir yerden ekmek bul" dedi bana. Köyde bakkal yok, "Çarşıya inmem lazım" dedim. "İstersen beraber gelir, yiyecek bir şeyler getiririz bu garibe". Biraz daha zeytin topladıktan sonra köpeği orada bırakıp yola çıktım. Ya bekleyecek ya da kaçıp gidecekti biz dönene kadar.

 

Eşimi almak üzere eve uğradım. İcara verdiğimiz yerleri üzerimize geçirmek ve çiftçi kaydımızı yaptırmak üzere Ziraat Odasına gittik. Bu işler için doldurmamızı istedikleri formları aldık. Bunları bir de muhtara imzalatmak gerekiyormuş. Artık büyük teşvikler (!) alacağız devletimizden. 

Belediyede yaylaya elektrik temin prosedürlerini ve bankadaki işlerimizi hallettik. Son olarak da evin elektrik faturasını ödemek üzere dağıtım şirketine gittik. Elektrik tüketim miktarımız sınırı aştığı için artık % 5 bonus vereceklermiş. Her şey vatandaş için (!)

Elektrikçi Ali'yi aradım. Kablo kanalını açacak işçi bulacaktı bana. Ben de birilerini buldum dedim ona. Hava düzelir düzelmez yer altı kablosunun döşenmesine başlamak üzere sözleştik. Yayladan aşağı doğru hat güzergahını işçilere kendisinin tarif edebileceğini söyledi. Bu iş diğer pek çok işin önünü tıkamış durumda.
Çarşıdaki işlerimiz bittikten sonra aklımıza zeytinlikte bıraktığım yavru köpek geldi. Acaba hala bıraktığım yerde mi? Eğer oradaysa yemek götürsek iyi olacak. Aç olduğu her halinden belliydi. Bunu bildiğimiz halde ilgisiz kalamazdık. Belki dönüşte onu orada bulamayacaktık ama ya bizi bekliyorsa... Bakkaldan ekmek, bisküvi türünden bir şeyler aldık. Başka ne yer ki bu hayvan. Eğer düşündüğüm gibi açsa kuru ekmek bile yemesi lazım. Kaplan yoluna düştük yeniden. Zeytinliğe varır varmaz bizim ufaklığı görünce çok sevindim. Kuyruğunu sallayıp üzerimize doğru koştu.

Eşim ekmeği ufak parçalara ayırıp onun önüne koydu. Nasıl da saldırıyor kuru ekmeğe? Ne kadar acıkmış meğerse. Sulu kar atıştırmaya devam ediyor. Önce yanımıza koşturup bir lokma alıyor ağzına sonra dönüp uzaklaşıyor. Bitirdikten sonra yeniden gelip bir lokma daha alıyor. Bu gidip gelmeler devam ederken eşim ona sığınacak bir kovuk bulma telaşındaydı. İlk açlığı giderilince artık nazlanmaya başladı. Bunun üzerine yanımda getirdiğim bisküviyi çıkardım. Yeniden heyecanlı bir şekilde elime saldırmaya başladı. Tadını da çok sevdi galiba.


Kısa zamanda bir paket bisküviyi yaladı yuttu tatlı niyetine. Kalan ekmeği de uygun bir köşeye doğranmış olarak bıraktık. Artık ayrılma zamanı gelmişti. Hangi acımasız bıraktı acaba onu bu soğukta? Neyse ki biraz karnı doydu şimdilik. Bir sonraki sefer onunla yine karşılaşacak mıyız ki?   

19 Ocak 2016 Salı

19/01/2016 Salı, Tire

Sabah erkenden vardık Tire'ye. Gelir gelmez eve girmeden evvel merkezdeki fırından gevrek almaya gittik sırf değişiklik olsun diye. O kadar erkendi ki gevrek yoktu henüz. Onun yerine ilk olarak çıkarttıkları Ödemiş simidi aldık birer tane. Kahvaltımızı yaptıktan sonra kitap okudum. Geçen Salı pazarından epey şeyler aldığımdan bir ihtiyaç da yokmuş zaten.

Havanın yağışa dönme ihtimali, park yeri sorunu yüzünden bu hafta pazarı gezmek gelmedi içimden. Güme köyünden Ali aradı. Yukarı yayladan motoruyla biraz kışlık odun almak istediğini söyledi kaynanası için. Ganime hanım bizden daha önce rica etmiş biz de tamam demiştik zaten.

Atilla bey dostumuz aradı, yaylaya kablo çukuru açmak için Tekke köyünden işçiler bulmuş.. Sevindim buna. Bunun üzerine Elektrikçi Ali'yi aradım. O da hesapları yapmış, bir iki güne kadar enerji müsaadesini alıp daha sonra proje hazırlatacakmış. İnşallah dedim. Yarın ve yarından sonra yine yağmur görünüyor.

Yağmurdan dolayı ana giriş kapısının altının betonla doldurulması, bahçe taş duvarı ve taş döşeme işleri aksıyor.

Biraz güneş açsa aşağı yaylada dal budak temizliğine devam ettireceğim hayırlısıyla.

İLK YILIM (2) GÖZLERİM, SIĞ KALIR HAYALLERİM

İşi bırakmaya karar verdikten bir müddet sonra ne yaparım diye sordum kendime. Bundan sonra ne istersem onu yapacağım cevabı geçti aklımdan. Biraz düşününce anlıyor insan her istediğini yapabilmenin imkansızlığını. Eğer, gerçekten her istediğimi yaparım dersem, ne sığ kalır hayallerim.

Her şey bir anda gelişti. Gözlerimden ameliyat olmam da. Laf olsun diye derler ya, işte aynı o hesap buldum kendimi Kudret Göz Hastanesinde. Tamam, kabul ediyorum, özellikle gece araba kullanırken önümdeki aracın plakasını bile göremiyorum diyen bendim. Ama şimdi eski gözlerimi arar oldum. O lanet olası operasyondan sonra adeta dengemi kaybettim. Hani insanın basireti bağlanır bazen. Beş dakika sürmedi doktorların bizi ikna etmesi: Efendim, yakın ve de uzak gözlüklerinden kurtulacakmışım, on dakikalık bir operasyonmuş, ertesi gün normal hayatıma dönecekmişim. Bunlar da pazarlama tekniği mi, yoksa yapılan operasyon mu başarısız oldu, anlamış değilim. Madem ki, doktorumuz bir gün sonra normal hayatıma döneceğimi söylüyor, ertesi gün işim gereği Balıkesir'e doğru çıktım yola, hem de yanıma şoför almadan. Sonuç çok kötü oldu, gece boyu acıyla yandı gözlerim. O gecenin sabahı, ışığa bakmam mümkün olmadı. Dönüş yolunda havanın kapalı olması sayesinde sağ salim varabildim Ankara'ya.

Gözlerimin ayarı kaçmıştı bir kere. Uzunca bir süre güneş gözlüğü kullandım. İşim gereği gece gündüz vaktimin çoğunu bilgisayar başında geçirmek durumundaydım.  Bilgisayarımın ekranından vuran ışık dahi rahat görmemi engelliyordu. Bakmam gereken, onay vermem gereken işler yığıldı. İşime bağlı biri olarak çalışmalarımı istediğim gibi sonuçlandıramadığımdan, iç dünyamda kendimi eksik hissetmeye başladım. Şimdiye kadar kimseyle paylaşmasam da işten ayrılma kararımda az ya da çok etkisi olmuştur bunun.

Biraz daha gözümden bahsedeyim. Her iki gözümden katarakt ameliyatı olalı bir yıldan fazla zaman geçti. Görüyorum görmesine ama bir gariplik var, bunu anlatamıyorum kimseye. Hadi, dedim hanıma, İzmir'de meşhur Kaşkaloğlu Göz Hastanesi'ne gidelim de şu gözleri bir gösterelim bakalım. Belki de vardır bir çaresi. Meşhur doktor Kaşkaloğlu patron olmuş şimdi tabi. Çömez doktorların eline düştük. Bir doktor düşünün ki, aldığı ücretin karşılığında size tedavi uygulayıp moral vereceği yerde, tam tersini yapıyor. Bu yaştan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz, siz bundan sonra bu gözlerle idare etmeye bakın, buna bir şey yapamayız kabilinden bir sürü zırva. Kabullensem de durumu, moralim bozuluyor.

Dün yola çıkmak üzere arabaya bindim. Ekseriyetle olduğu üzere hanımı beklerken, yanıma aldığım kitabı okumaya başladım. Uzun zamandır hem yakını hem uzağı görmekte  bir gariplik seziyorum. Nereden aklıma geldiyse, sol gözümü elimle kapattım ve sağ gözümle kitabı okumaya çalıştım. Sonuç, mükemmel. Harfler net olarak okunuyor. Aynı şekilde sağ gözümü kapatıp sol gözümle okumak istedim. Aman Allah'ım, o kadar bulanık ki, okumak mümkün değil. Aynı denemeleri uzaktaki nesneler için yaptım sonuç değişmedi. Yani sağ gözüm iyi sol gözüm berbat. Bu o ana kadarki dengesiz görmemdeki sebepmiş meğer. İzmir'de bu tür operasyonları yapan tanınmış bir özel hastanenin doktorundan randevu almak istedik. Aslında İzmir'e gitme nedenlerimizden biri de bu olacaktı ama aksilik bu ya doktor uzun bir izne çıkıyormuş, istediğimiz randevuyu alamadık. Artık bir süre daha beklemekten başka çare yok. En azından durumu teşhis etmiş oldum bu kez.

Ne yaparım derken, hayallerimden bir tanesi de bol bol kitap okumak ve yazmak fikriydi. Kitapta içerik ve tür olarak bir tutuculuğum yok. Yani zırvaların dışında her tür ve görüşü yansıtan kitapları okuyabilirim. Ancak yazıdaki ifade gücü çok önemli benim için. Bu çerçevede konuyu ele alış, düşüncelerin sıralanış ve birbiriyle ilişkilerini çok önemsiyorum. Aynı bir müzik aletini icra etmek gibi yazmanın da biraz kabiliyet gerektirdiğini düşünenlerdenim. Nasıl bir müzik ezgisi bestecisinin notalarıyla onun duygularını özgürce dillendirirse, yazmak da benzer şekilde kelimeleri kullanarak düşündüklerini kağıda döker. Kitap ve beste, her ikisi de eser sahipleri (yazar ve bestekar) tarafından oynanan kuralları belli birer oyundur bir anlamda. Hangi oyun daha zordur derseniz, ben aralarında büyük bir fark göremiyorum. Diğer taraftan yazmak, düşündüklerini tam olarak aktarmak, bunu yapabilmek için doğru yerde doğru kelimeleri bulabilmenin yanı sıra, müziği besleyen duygu ve coşkuları da içine alır çoğu zaman.

En büyük edebiyat ustalarının eserlerinde bile, düşüncelerin dört dörtlük yazıya dökülebildiği inancında değilim. Ustalık arttıkça ifade güçlenir ama yine de geride aktarılamayan bir şeyler kalır mutlaka. Bazen kelimeler kifayetsiz kalır, bazen kelime yerini beğenmez ve okuyucunun kulağını tırmalar. Kimi zaman yazının içeriğindeki duygu ve coşkular artar. Artık yazı form değiştirmiştir, şiir olarak dökülür insanın gönül pınarından. Böyle durumlarda zemberekten boşalmışçasına akar gider artık süslü kelimeler.

Yazı ile müziği yakın gördüm birbirine. İkisinden de iyi yapılanları severim. Değişik bir açıdan bakarsanız  müzik, yazıya göre daha soyuttur. Bu bakımdan bestecinin duygularını tam olarak anlayabilmek için, onun başından geçen olayları, besteyi yaparken içinde bulunduğu ruh halini ve çevre şartlarını çok iyi anlamak gerekir. Yazar, besteciye göre bu bakımdan biraz daha şanslıdır. Ama yine de duygu ve düşüncelerinin tamamının kağıda dökülmesinin güçlüğünü yaşarken yazar, okuyucu da yazılanların ancak bir kısmını algılayabilir. Bu bakımdan yazarın ortaya koyduğu eser, ya yanlış ya da eksik anlaşılmış olur.

Yazı yazmak zor bir iş ama zor olduğu kadar eğlenceli de. Beni yazma fikrine iş hayatımın farklı dönemlerinde resmi yazışmaların daima üzerime bırakılması yüreklendirdi. Mahkemelere, Sayıştay'a, teftiş kurullarına savunmalar ve raporlar hazırladım. Bunlardan hiçbiri kendi adıma açılan soruşturmalar ya da davalarla ilgili değildi ama başkalarının adına bu savunmaları hazırlamak bana düşüyordu. Yazdıklarım üzerinde çalışırken çok değişiklik yapar istediğimi tam olarak aktarabilmek için yoğun çaba harcardım. Yazı bittiği zaman sırtımdan büyük bir yük kalkmış olurdu fakat o kadar enerji harcamış olurdum ki, sonunda baştan aşağı okumak büyük külfet gelirdi bana artık. İşin doğrusu yazı bittikten sonra bir değil en az iki kez baştan sona okunmak gerektiğini biliyorum. Ama bunu ben de yeni yeni yapmaya başladım. İlk okuduğumda yazıdaki basit ama önemli hataları ayıklıyordum. Onları düzeltirken yeni hatalar çıkıyordu ortaya. Şimdi bu konuda daha da titiz davranmaya çalışıyor ve  henüz yolun çok  başında olduğunu da biliyorum.

Yazılarımın okunup eleştirilmesi beni çok mutlu edecektir. Okunmasa da yazmaya devam edeceğim. Bu sayede kendimi geliştirme şansım olacağına inanıyorum.                     

18/01/2016 Pazartesi, İzmir, Alaçatı, Çeşme

Gece boyunca sağanak şeklinde devam eden yağmur, gün aydınlandığında hızını kaybetmiş olsa da, ara sıra atıştırmaya devam ediyordu. Dün akşam saatlerinde, fırtınanın çıkardığı ürkütücü sesler epey endişelendirmişti beni. Kaplan Yaylasının en hakim yerinden Tire'yi gözetleyen Taş Ev, sahip olduğu bu eşsiz konumunun bedelini kuvvetli lodos rüzgarlarına karşı direnerek ödüyor. Kapı girişlerini korumak ve rüzgarın etkisiyle binaya yandan vuranyağmur sularının içeri girmesine mani olmak maksadıyla yapmayı düşündüğümüz sundurma tamamlanana kadar aklım yaylada olacak. Sırf bu yüzden, yola çıkmadan önce yaylaya uğramak istedim. 

Eşimle birlikte evden çıktığımızda, Tire'de güneş bulutların arasından yüzünü göstermeye başlamıştı ama Güme Dağının yamaçları yoğun bulutlarla kaplıydı. Kaplan yoluna vurmadan önce zor da olsa görmeye alıştığım taş ev, havadaki pus sebebiyle tamamen görünmez olmuştu. Kaplan Köyünü geçtikten sonra yayla yolunda şimdiye kadar burada görmediğim yoğunlukta bir sis karşıladı bizi. O dar ve virajlı yolda bir de burnunun ucunu göremeyecek derecede sisin olması, durumu epey zorlaştırıyordu. Neyse ki yolumuz kısaydı ki, az sonra bahçemizin önüne vardık. Hafiften yağmur atıştırmaya başlamıştı yine. Yeni takılan demir kapıyı açıp içeri girdik ve Taş Ev'e doğru ilerledik. Sis o kadar yoğundu ki, kapıdan binayı görmek dahi olanaksızdı. Verandadan manzaraya bakıldığında beyaz bir sis perdesinden başka bir şey görünmüyordu. Mutfak servis kapısından içeri girdik. Kapının kenarından içeriye epey yağmur almıştı yine. Yukarı çıktık. Manzara tarafındaki cam balkondan bir damla dahi yağmur girmediğini görmek beni yeniden sevindirdi. Terasa açılan kapıya yöneldim. Geçen sefer gideri tıkayan dal ve yapraklar aşırı göllenmeye sebep olmuştu. Neyse ki bu sefer korktuğum olmamıştı ancak teras kapısından yağmur serpintilerinin içeri girmesine canım sıkıldı. Yine de terasa çıkıp gider ızgarasının üzerinde biriken çöpleri dışarı attım.

Kapıları kapatıp yola koyulduğumuzda saat on buçuğu bulmuştu. Sabah'tan Metin Dayı ile telefonda konuşmuş, Birol Beyin öğleden sonra bizi bekleyeceğini öğrenmiştik. Daha fazla gecikmemek için Torbalı'dan çevre yoluna girdim. Yağışın durması bana biraz sürat yapma imkanı vermiş oldu. Vakit kaybetmeden Hatay'daki kayınvalidemin evinde bizi bekleyen dayımızı alıp Çeşme oto yoluna girdik. İlk zamanlar dayım, birlikte Çeşme'ye yolunda süratli araba kullanmamdan rahatsız oluyor ve bunu açıkça söylüyordu. Oto yol boyunca devamlı radar kontrolü yapılıyor yazan ışıklı ikaz levhalarını görünce, 160 km'nin üzerine çıkmak istemedim. Neyse ki,  Metin Dayı hızımdan dolayı ağzını açmadı bu sefer.  Gerçi onun söylendiği zamanlarda süratim 180 km'nin altına düşmüyordu ama neyse.

Yol boyu sohbet ettiğimizden göz açıp kapayana kadar Alaçatı kavşağına gelmiştik bile. Birol Beyle Alaçatı'daki yazıhanesinde buluşacakmışız. İlk karşılaşmamızda iyi intiba edindim. Arsanın konumundan ve yapmayı düşündüğü projeden bahsetti. İmar durumuna gelince, sevindirici bir gelişmeyi bizimle paylaştı. Daha sonra nereden başlamamız gerektiğine karar verdik. Kendisinden sözleşme ve vekaletname örnekleri aldıktan sonra bizlere yapmış olduğu projeleri göstermek istedi. Alaçatı'yı gezdikten sonra sırasıyla Çeşme'yi daha sonra Çiftlikköy'ü gezdik. Bütün bu yerleri daha güzel bir havada gezmek isterdim ama yağmurun olmamasına şükrettik yine de. Tamamladığı villa ve site projelerinde iyi iş çıkarmış, devam eden inşaatlarını gördük. Alaçatı taşı ile ördüğü duvar işçiliğine hayran kaldım. Bütün projelerinde akıllı ev teknolojilerini kullanıyormuş. Çeşme'nin sezonu kısa olsa da özellikle fazla tanımadığım, ancak bir sürü lüks villa ile olabildiğince doldurulmuş Çiftlikköy'de yaşayanların yüzde kırkı kışları da orada geçiriyorlarmış. Açık söylemek gerekirse ben bunu hiç düşünmemiştim. Çeşme'nin kış aylarında rüzgarı ve fırtınası ünlüdür. Belki fırtınalı denizi seyrederek arada bir rakı balık ilginç gelebilir ama bütün kışı böyle bir yerde geçiremem doğrusu. Evlerin satış fiyatları çok yüksek. Hiç biri milyonun altında değil. Alın teri karşılığında kazanılan para ile alınabilecek mülkler değil bunlar.

Çiftlikköy'de güzel bir balık lokantası varmış. Birol Bey burada bize taze balık yedirme konusunda ısrarcı olduysa da İzmir'de kızımızın da bize balık hazırladığını bildiğimizden dolayı maalesef bu güzel teklifi kabul edemedik. Alaçatı'ya döndüğümüzde hava da kararmaya başlamıştı. Birol Beye teşekkür edip dönüş yolculuğuna başladık.

Akşam kızımın yaptığı fırında levrek harikaydı. Balığın yanında çok sevdiğimi bildiği deniz ürünlü tagliatelle'yi de menüye eklemiş. Tagliatelle'nin kepeklisini ilk kez orada yedim. Meğerse böylesi de nefis oluyormuş. Balığın üstüne dolu bir tabak anında mideye indirsem de aklım tencerede kalandaydı ne yalan söyleyeyim. Ellerine sağlık kızçemin.

Yemekten sonra kızımla birlikte film izlemeye kalktıysak da yine hava şartlarının azizliğine uğradık. İnternet bağlantısı düzgün olmadığından dolayı bu zevkimiz işkenceye dönüştü.              

18 Ocak 2016 Pazartesi

İLK YILIM (1) Sigara Bırakırken Nasıl Kilo Verdim?

Radikal bir kararla Ankara'yı bırakıp Tire'ye yerleştiğimizden bu yana tam bir yıl geçti... İş hayatım, çalışma arkadaşlarım, genel müdürle kapışmalarım, patronla didişmelerim, şantiye ziyaretleri, iş görüşmeleri, toplantılar hepsi geride bir anı olarak kaldı. Yepyeni bir hayata merhaba dedim. Önemli sebepleri olsa da kesin kararı eşimle birlikte verdik. Böyle olmasaydı Ankara'daki hayatımız halen devam edecekti. Acaba?

Belki de kader bambaşka yollar çıkarırdı karşıma kim bilir? Bir iki yılımızı yurt dışında geçirebilirdik mesela. Ya da şehir merkezindeki patlamanın kurbanları arasında sayılabilirdi adım. Biliyor musunuz işi bırakmamda büyük rol oynayan kişilerden bir tanesi artık yok. Yani, ben şirketten ayrıldıktan beş ay sonra duran bir kamyona arkadan hızla çarparak feci şekilde yaşamını yitirdi. Hiç kimsenin aklına gelmeyen bir ölümdü bu. Yaşamımda ilk kez yakından tanıdığım birinin ani ölümüne tepki veremedim. Çünkü o benim kaderimi değiştiren kişiydi. Hayır sevinmedim. Ama üzüldüğümü de söyleyemem. Belki birkaç yıl sonra "İyi ki gelmişim buralara" diyeceğim. O zaman minnetle anacağım onu. Ya da mutlu etmedi beni buraları, "Keşke işimden ayrılmasaydım" diyerek Ankara'yı terk etmeme sebep olan o kişiye rahmet okuyacağım.

Tire'de ilk yılım alışma ve öğrenmeyle geçti. Tarıma toprağa hayli uzak olan ben, bu işlerin nasıl yapıldığını ilk kez yakından gördüm. Daha gelir gelmez havasına alışamadığımdan dolayı iki aydan fazla süren soğuk algınlığı ve öksürük nöbetleriyle mücadele ettim. Ankara'nın sağlam havasını çok aramıştım o zaman.

Doktorun işgüzarlığı sonucunda fazladan istenen bir test sonucunda şeker hastalığına yatkın bir durumum çıktı su yüzüne. Daha detaylı tetkikler için İzmir'e gittik. "İlaç tedavisine henüz gerek yok ama yediklerine dikkat edeceksin" dedi doktorlar. Hain bir diyetisyen, yenecek ne kadar güzel şey varsa, hepsini kara listeye aldı. Sınırsız yiyebileceğim sadece salça ve turşu imiş! İnsan istediği şeyi yemeli bu dünyada. Bir şeye yasak koyunca insanın canı daha çok istiyor. Ailemde şeker hastası olmaması, genlerimin ta Girit topraklarından gelmesi, bende şeker olasılığını iyice düşürmüş olmalıydı. Bu yüzden bu sonuca hiç de inanmak gelmedi içimden.

Evet sevgili dostlar, kötü durumlardan iyi sonuçlar çıkarmak değil midir önemli olan? Her ne kadar şeker hastası olduğumu kabul etmesem de dikkat ettim kendime. İlk iş olarak sigarayı kestim. İçen bilir bu işin bıçakla kesilemediğini. Hastalık nedeniyle de bırakacağımı hiç zannetmiyordum. Bunu özellikle söylüyorum ki  sigarayı şeker korkusundan bıraktığımı düşünmeyesiniz. İlginçtir, tam dokuz ay önce annesinin ısrarı üzerine sigarayı bırakmak zorunda kalan oğlumun kullandığı ilacı denemekle başladı bu serüvenim. Şunu bilin ki ilaca başladığımda, sigarayı bırakmak gibi bir niyetim yoktu. Gel gelelim öyle bir ilaçmış ki, bir haftaya kalmadan sigarayı ağzıma süremez oldum. Oysa, daha önce denediğim bir sürü ilaç, nikotin bandı vs. beni zerre kadar etkilememişti. Bakın, b"u ilacı da denedim ama bana tesir etmiyor" diyebilmekti amacım eşime ve kızıma.

Bu sefer gafil avlanmıştım. İyi de oldu aslında. Oğlumu sorarsanız o yeniden başladı içmeye. Ama benim şimdi ona "Sigarayı bırak" deme hakkım var. Önceden "Baba sen neden içiyorsun bana içme derken" in cevabı yoktu. Diğer bir güzellik kızımın bana karşı yıllardır sürdürdüğü sigara karşıtı mücadele kendiliğinden sonlanmış oldu. Sağlığınız için de iyi oldu der gibisiniz. Ondan emin değilim. Eğer öyle bir durum varsa o da bonus olarak yazılsın diyelim. Kanaatim odur ki, sigaranın sağlığa verdiği zararların kat be kat fazlasını diğer yollardan alıyoruz. Daha önce belli sürelerde sigarayı bırakmış ama yeniden başlamıştım. Tam bırakmışken neden yeniden başladığımı soracak olursanız, sağlık üzerinde majör etkisi bulunmadığına inanıyorum da ondan derim size. Söylendiği kadar zararı olsa doktorların % 70'i içer mi bu mereti. Sırf bu yüzden onu kafamdan atamıyordum zaten. yedi ay süren sonuncu sigara bırakma teşebbüsüm bana bir şey öğretmişti: Ne yaparsan yap, bıraktıktan sonra bir tane de olsa içmeye kalkma. O kadar zaman geçmesine rağmen, bir kez içsem yeniden başlarım korkusu var hala içimde.  

Sigarayı bırakanlar genel olarak kilo almaktan şikayet eder. Nitekim önceki sefer sigara içmediğim yedi aylık dönemde tam yedi kilo almıştım. Ancak bu sefer hiç öyle olmadı. Yayla çalışmaları tam olarak başlamadığı için her gün en az altı kilometre yürüyüş yaptım. Günlük öğün sayısını ikiye indirdim. Sevgili Canan Hocamızın dediklerini yapmaya çalıştım. Her sabah tereyağında pişirilmiş iki yumurta, peynir, salatalık, domates, zeytinden ve bir kase evde tutulmuş yoğurttan oluşan kahvaltı menüsüyle güne başladım. Akşam saatlerine kadar tok tuttu beni bu yediklerim. Sigaraya ilaç sayesinde duyduğum tiksinti uzun süre devam etse de el alışkanlığı ile aranmaya devam ediyordum. Buna çare olarak gündüz saatlerinde çok yararlı bir çerez olan kabak çekirdeği yedim. Akşam saat beş-altı arasında her zaman bir kase ev yoğurduyla birlikte bir tabak ot veya sebze yemeği, ya da et veya balık çeşidiyle günümü tamamladım. Bu dönemde aşırıya kaçmadan ve pek nadir olarak, eşimin misafirlere hazırladığı nefis ikramlıklardan birini götürmem dışında, asla ekmek ve unlu mamuller, şeker ve şekerli gıdalar yemedim, meyve yediğim ve alkol aldığım gün sayısı çok az oldu. Aynı anda sigarayı bırakmama rağmen altı ayda tam on iki kilo verdim. Bütün giydiklerim, kemerlerim bol gelmeye başladı. Her sabah rutin olarak aç karnına tartılıyor ve sonucu not ediyordum. Artık kilo vermenin sihirli formülünü keşfettiğimi düşünüyorum.

Sabahları uyandığınızda, gözleriniz kapalı sırt üstü yatarken, üzerinde elinizi gezdirdiğiniz göbeğiniz yerinde bir boşluk olduğunu fark etmek ne güzel bir duygu anlatamam size. Çoğumuz uyanır uyanmaz tuvalete gideriz. Eğer idrar miktarınız çok fazlaysa biliniz ki o sabah iyi kilo verdiniz. Protein ağırlıklı beslendiğinizde sanki vücut yağları eriyip idrarla vücuttan atılıyor. Karbonhidrat ağırlıklı gıdaları tükettiğinizde ise, o zaman vücudunuz yağı toplamış gibi oluyor. Sabah tuvalete bıraktığınız idrar miktarı iyice azalıyor bu durumda. Sonuç olarak o gün kilo aldığınızı görüyorsunuz. Kilo almak her zaman en kolayı elbette. Şeker, unlu mamuller, meyve, tatlıydı pastaydı derken ipin ucunu kaçırdığınız oluyor bazen. Bir de sabah baktığınızda bir günde bir kilodan fazla almışsınız. Bu tecrübem bana bir de şunu not düşmemi söylüyor: Sabah kahvaltısı şeker ve karbonhidrat dışında sınırsız olsa da akşam öğününde karbonhidratlı ve proteinli gıdaları birlikte tüketebilirsiniz. Canınız çok çekerse bu bir dilim pasta ya da meyve dahi olabilir. Burada işin sihri yediğiniz miktarla ilgili. Eğer yediklerinizi abartıya kaçmadan bir porsiyonla sınırlı tutarsanız, kilo veriyorsunuz. Yok, ben hızımı alamadım deyip ikinci porsiyona yeltenirseniz, yerinizde sayıyorsunuz. Üçüncü porsiyona geçmeniz ya da imamın yaptığını yapıp arada fazladan yarım kokoreç kaptırmanız halinde, kilo almanız kaçınılmaz oluyor doğal olarak.              

17 Ocak 2016 Pazar

17/01/2016 Pazar, Tire

Beklenen yağmur bugün geldi. Akşama kadar gök gürültüsü eşliğinde dağlarımız ve bahçelerimiz bir güzel sulandı. Bu mevsimde yağan yağmurların kaynaklarımızı besleyeceğini düşündükçe hoşuma gidiyor. 

Bazen yağmurlu bir günü evde geçirmek güzel oluyor. Artık alıştığım üzere erkenden uyandım ama yatakta biraz keyif yaptım. Geç kahvaltı sonrası film seyretmeye kalktıysak da, hava şartları internet bağlantılarını ve TV yayınlarını olumsuz etkilediği için sonunu getiremedik.

Evde bol bol sohbet ettik, kitap okuduk. Biliyorum çok uzun zaman oldu ama Goethe'nin İtalya Seyahati adlı kitabını hala bitiremedim. Maalesef üzerinde büyük emek olsa da çeviri kitaplar orijinalinin yerini tutmuyor. Çok sayıda anlamsız ve kopuk cümleler var kitapta. Bu nedenle yazarın neden bahsettiğini anlayabilmek için büyük enerji harcıyorum. Ayrıca Goethe'nin seyahati boyunca tuttuğu günlüklerde yazdıkları, kısmen ilgimi çekiyor ama genelinde bana hitap etmediğini söyleyebilirim. Belki bir resim ve heykel sanatçısının ya da sanat tarihçisinin ilgisini daha fazla çekerdi. Onlar da bu çeviriyi değil kendi dilinde yazılmış olanı okurlardı eminim.

Üç ay Roma'da ve dört ay da Napoli'de kaldıktan sonra Sicilya'nın yolunu tutuk yazarla beraber. Güneye indikçe Roma'da hayran olduğu sanatsal ağırlık yerini eğlenceye bırakıyor. Güneyin insanları kuzeye göre daha sıcak kanlı ve eğlenceye düşkündür zaten. Napoli'de Vezüv yanardağına kafayı takmışken, çok sevdiği Palermo'yu gezdikten sonra şimdi de Sicilya'nın Etna yanardağını merak etmeye başladık. Her takıldığı yerde kiliseleri, müzeleri gezip, gördüklerini detaylı olarak tasvir ediyor. Bulunduğu yerdeki prensler, rahipler, şairlerle konuştuktan sonra yöre hakkında detaylı bilgi ediniyor. Hadi bunlar neyse de geçtiği her yolun jeolojik haritasını çıkarmasa olmaz. İlginç bulduğu ne kadar taş varsa  dönüşünde Almanya'ya götürmek üzere yanına alıyor. Kitabın ifade ediş tarzını sıkıcı buldum. Çevirisindeki hatalardan dolayı kitap okuma zevkimin içine etse de bu kitabı bitirmeye ant içtim. Bugüne kadar sadece Milan Kundera'nın "Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği" isimli kitabını bitirememiştim. Şimdi yeniden okumaya kalksam belki de sonuna kadar gelirim. Goethe'nin "İtalya Seyahati" şerbetledi beni nasıl olsa.

16 Ocak 2016 Cumartesi

HAYDİ MUTLU ET KENDİNİ

Bir an istediğiniz her şeyi elde edecek kudretiniz olduğunu düşünün. Yani bir zamanların sevimli tatlı cadısı Samantha gibi burnunuzu oynatınca sevdiklerinizin yanına ışınlanmayı, şöyle bir el hareketinizle bütün mobilyalarınızın yenilenmiş olmasını. Çalışmak zorunda değilsiniz, en sevdiğiniz yemekleri anında önünüze sermek burnumuzun ucunda. Bulaşık mı? Hizmetçiye ne gerek var. Elinizi bir salladınız mı onca kap kacak pırıl pırıl olmuş, yerlerine istiflenmiş.

Hayali bile güzel değil mi? Aslında hiç de öyle değil bence. Neden derseniz yığınla sebep gösterebilirim. Bana göre emek verilmeden erişilen kazanımlar değersizdir, insanı mutsuz eder.

Yaşam dengemiz karşıtlıklar üzerine kurulmuş. Her şeyin bir karşıtı var. İyi olana anlam kazandıran kötü kavramı değil midir? Ya da başarımız bizi gururlandırdığı zaman marifetin bir kısmı da bizi birer adım öne çıkaran başarısızlıklar değil mi? Her yenen için bir yenilen gerek. Bazen kazanan bazen kaybeden tarafta olmamız en güzeli. İstediğimiz her şey varsın olmasın, bazılarını elde edemeyelim ama yine de hepsini hedef tahtamıza koyalım. Bir şeye çok çalışarak, canımızı dişimize katarak sahip olmanın mutluluğuna varmak daha güzel değil mi? Kolay elde edilen şeylerin farkına varamayız, sıradanlaşır, zevk vermez. 

Bana göre yaratıcının koyduğu yaşam kurallardan en adil olanıdır ölüm. Yaşamın karşılığı olan ölümden kaçmak bile sıkar adamı, mutsuz eder zamanla. Can tatlıdır derler ama gün gelir bir ömür bile çok gelir kimimize bazen. Ne kadar adil olsa da kendi içinde adaletsizdir bazı ölümler. Daha bebekken can verenler, yaşamının baharında bu dünyadan göçenler yani zamansız gitti dediklerimiz ilahi adaletten ne kadar almışlar nasiplerini?

Para, icat edildiği tarihten bu yana insanlara itibar kazandıran en önemli araç. Her şeye olmasa bile ölüme çare dışında diğer isteklerimizin çoğunu elde etmek mümkün parayla . "Parayla saadet olmaz" dökülse de şarkı sözlerinden, paranın bazı durumlarda insanı geçici olarak mutlu ettiğini düşünürüm. Sokakta gördüğünüz bir evsize vereceğiniz ufak bir para onun için karnını doyurmak anlamına gelir. Karnının doyması insanı mutlu eden şeylerin başında gelir. Çok parası olan mutlu mudur? Eğer paraları onları yönetmeye başlamışsa mutlu değildirler. Bu tür insanların hırs gözlerini bürümüştür. Kazandıkça daha fazlasını isterler. Hani ne yapacaksın bunca parayla diye sorsan hiçbir fikirleri yoktur. Sadece para kazandıkça mutlu olurlar kazandıkları parayı harcamak ise onların mutsuzluğudur. Paranın kölesi durumuna düştükleri halde bunun farkına varamazlar.

Para sayesinde istediğiniz yere gider, istediğinizi yersiniz. Hatta itibarınız olur, çevreniz genişler, işlerinizi diğer insanlardan çok daha kolay halledersiniz. Ama sakın ola parasız kalmayın. Bir anda kayar gider elinizden bunlar, ne olduğunu anlamadan.

Diyelim ki her şeye yetecek kadar paranız var. Bu durumda gittiğiniz yerlerden sıkılmaya başlarsınız, yediklerinizden de öyle. Hiç boşuna laf ederler mi büyüklerimiz, her gün baklava yesen bıkarsın diye. O riyakar çevrenizin de sizi mi yoksa paranızı mı sevdiklerini er geç anlarsınız. Elbette itibar paranızadır. Ye kürküm ye dünyasıdır burası. Durumun farkına vardığınız zaman, eğer çok geç kalmamışsanız hayat maratonunda, başka yollar aramaya başlarsınız mutlu olmak için. Dünya kadar servetiniz olsa bile bu sizi mutlu etmeye yetmez. İşte o vakit gerçeği görmeye başladınız demektir.

Bazı insanlar mutluluğu dünyevi işlerde aramazlar. Aslında tahmin edildiğinin aksine çok fazla değildir bu kesim. Ben de öyleyim diyenlerin çoğu muhtelif nedenlerle böyle görünmek ister veya samimi değillerdir bu tavırlarda. Böyleleri, mutsuzluklarını uhrevi işlerden kazandıkları paranın getirdiği sahte mutluluklarda saklamaya çalışırlar. Diğer taraftan Yunus Emre her iki cihanda mutluluğu yakalamış nadir örneklerden biri olarak hatırlanır. Onun gibiler çektiği çileyi bile kendilerine mutluluk addederler.


İnsanın her istediğini yapabilmesi, çok parası olması, hatta ölümsüzlük katına erişmesi bile mutlu edemiyorsa, ne mutlu eder ki onu? Çok basit aslında; 


Mutlu olmak için ne Samantha'nın burnuna, ne paraya,
ne de ölümsüzlüğe ihtiyacımız var.
Birine iyilik yapmak,
bir müzik enstrümanı çalmak,
onu  yapamıyorsanız çalanı dinlemek,
bazen küçük bir çikolata parçasını ağızda eritmek,
kimi zaman bir deniz kenarında rakı balık yapmak,
ya da ağaçların gölgesinde yaprakların hışırtısına kulak vermek
küçük mutluluk parçacıklarıdır çoğumuz için. 
Daha kocaman bir mutluluk isterseniz eğer;  

Sizi seven birinin güler yüzü, tutacağı eli, dayanacağı omzu, tatlı dili, dinleyen kulağı, size başkalarından daha fazla değer verdiğini hissettirmesi yeter  de artar bile.



Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan) Filminden Bir Sahne
Bunlara sahip olmak biraz emek ister, e biraz da  şans meselesi. Hayat yolculuğunda kocaman mutluluğu hala yakalayamamışsanız size bol şans dilemekten başka bir şey gelse elimden, emin olun onu yapar mutlu ederdim kendimi.

16/01/2016 Cumartesi, Tire

Yaşamı boyunca her duyguyu tadıyor insan. Karamsar bir anında bazen, şans ibresi kendinden yana dönüverip işler yoluna giriyor. Ya da mutlu bir sabaha uyandığında, sevdiği birinden beklemediği bir davranış, onun dünyasını karartıyor. Bu gelgitler mi bizi geliştiren? Her zaman mutlu olsak, işlerimiz hep yolunda gitse, herkes bizi sevip beğense hayat çok mu güzel olurdu acaba?

Meteoroloji raporlarına göre,  bugün havanın sağanak yağışlı olması öngörülmüştü. Her ne kadar elektrik keşfini bugüne programlasak da  hava muhalefeti nedeniyle çalışma yapılamayacağından neredeyse emindim. Sabah uyanır uyanmaz pencereden dışarı bakmam bu yüzdendi. Gece yağmur yağmamış, görünüşe bakılırsa yağacak gibi de durmuyor. Alelacele kahvaltımı tamamlayıp kendimi kapıdan dışarı attım. Saat tam dokuzda köy meydanında buluşacaktık. Buralarda randevu saati nedir bilen kişi sayısı az olsa da benim ne yaparsam yapayım belirlenen yer ve saatte hazır olmam gerekiyor. Neden derseniz, kimseye "Ben saatinde geldim ama sen yoktun" dedirtmek istemem. Bir kere bile olsa bu davranışımın bedelini bana karşı devamlı kullanıp sonraki randevularda beni hep bekletir ya da hiç gelmeseler bile bugünü hatırlatırlar bana. Yayla yolunda süratle giderken yolu yarılamıştım. Buluşma yerinde zamanında olabileceğimi anlayıp rahatlamıştım ki, bir anda adeta başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

Elimi cebime attığımda cep telefonumu evde bıraktığımı anladım. Bu durumda yapılacak iki şey vardı ve zaman geçirmeden karar vermek zorundaydım. Eğer dönüp evden telefonumu almaya kalksam randevu saati yarım saat kadar geçmiş olacaktı. Yok eğer yoluma devam etsem, zamanında randevu yerinde olacaktım ama Elektrikçi Ali ve Bekçi Ahmet'i orada bulamazsam kendilerine ulaşma imkanım olmayacaktı. Böyle durumlarda karşı tarafa güvenmekle hatamı  ediyorum? Yine yanlış karar verdim. Onları bekletmemek uğruna -ki bekleyeceklerini bile sanmıyorum, geri dönmekten vazgeçip köy meydanında yarım saat  boyunca  boşu boşuna onların gelmelerini bekledim. Telefon ne kadar lüzumlu bir aletmiş, böylesine durumlarda insan öyle arıyor ki. Hani köyden bir kafa dışarı uzansa soracağım, Ahmet'in evi hangisi diye. Ne o, ne de muhtar hangi evde oturur bilmiyorum. Hava da bozmaya yüz tuttu. Rüzgar sertleşerek yağmur bulutlarını toplamaya başladı. Bir yandan söylenmeye başladım kendi kendime. Ama bu sefer ben de telefonumu unutarak hata yapmıştım. Zaten dedim, bu işin olacağı da yoktu. Bak hava da bozuyor. Birazdan yağmur başlar. Bir beş dakika daha bekleyip dönerim artık.

Köy kahvesi uzun zamandır kapalı. Açık olduğu zaman bile kahveci bu saatlerde açmıyordu ki. Bütün köy halkı uykuda mı? Köyde hiç bir hayat belirtisi yok. Köy dediğin yerde köpek havlaması tavuk gıdaklaması kesilir mi hiç? Ölüm sessizliği. Yok kardeşim boşuna bekliyorum, haydi dönüş vakti geldi deyip arabayı çalıştırdım.

Kaplan'dan aşağı inerken acaba biraz daha beklese miydim diye huzursuz ettim kendimi. Tam Toptepe yol ayrımına gelmek üzereydim ki, şu bizim elektrikçinin dükkanına bir baskın yapmak geldi aklıma. Eğer dükkanda yakalarsam ne diyecekti bu sefer bakalım. Hemen sağa döndüğümde yol kenarındaki büyük bayrak direği dikkatimi çekti. Bayrağın kenarı rüzgardan paçavraya dönmüş. Bu şekilde dalgalanacağı yerde kaldırılsa daha iyi. Bayrağa bakınca insan memleketin halini görüyor gibi. Bayrak direğini geçer geçmez yanımdan açık kahve Renault marka bir otomobil korna çalarak selam verdi. Kimdir bu diyene kadar aynadan hız kesmeden yoluna devam ettiğini izledim. Acaba bu geçen Elektrikçi Ali olmasın? Arabayı durdurup geri dönsem mi diye düşünmeye başlamıştım ki ben durunca onun da durup beklediğini gördüm aynadan. Tamam kesin o olmalı. Hemen arabanın yönünü çevirip yanlarına ulaştım. Tahmin ettiğim gibi Ali'ymiş karşılaştığımız. Yanında durup sağ taraftaki camı indirdim. Az kalsın seni fark etmeyip işyerine gidecektim dedim, niye geç kaldığını sordum. İşleri ancak yeni dağıttım  falan dedi. Ben de telefonu evde unuttuğumu bu sebeple Ahmet Usta'ya ulaşamadığımı anlattım. Tamam o zaman biz yukarı çıkalım sen evden telefonunu al, sonra Ahmet'i ararsın dedi. Benim aşağı inip çıkmam yarım sati bulur dedim. Problem olmadığını söyledi. Belli ki bu sefer formaliteden değil iş yapmak için gelmişler. Hava da düzelmeye başlamış, bulutların arasından güneş bile görünüyordu. Bu sefer rüzgar yağmur bulutlarını dağıtmak için çabalıyor sanki. İyi, dedim kendi kendime bak şansım dönüyor.

Hemen eve varıp telefonumu aldım. Merdivenlerden inerken Ahmet'i aramıştım bile. Birkaç kez uzun uzun çaldıktan sonra nihayet açtı telefonu. «Neredesin Ahmet Usta?» diye sordum. Bana pişkin bir şekilde üçüncü heceyi uzatarak «Evdeyiiiim» dedi. E, Ahmet Usta biz ne konuştuk, saat dokuzda köy meydanında buluşmayacak mıydık diye çıkışsam da nafile. O da geldiğinde beni arar, soğukta fırtınada beklememiş olurum, diye düşünmüş olmalı. Ben geçerli bir mazeretim olmadığı takdirde Nuh tufanı olsa söz verdiğim yerde olmaya çalışırım. Ama herkes ben değil işte. Neyse ki adamı bulduğuma dua ettim. Tamam Ahmet Usta, sen caminin önüne çık ben on dakikaya kadar seni alırım dedim. 

Evin önünden Kaplan normal sürüşle bir çeyrek saat alırken hızlı bir sürüşle on dakikada varabiliyorum. Bu yüzden biraz hızımı arttırmam gerekti. Ben köy meydanına vardığımda yine kimse yoktu tabi. Tekrar aradım. «Tamam, tamam çıktım, geliyorum» dedi.

Az sonra göründü. Onu da yanıma alıp yaylaya doğru yola devam ettim. Ali zaten yayla kapısında bizi bekleyeceklerini söylemişti. Hep birlikte aşağı ineceğiz diye düşünürken bana sen bizimle gelme arabayla aşağıya bizi almaya gelirsin dediler. Aslında güzergahı benim görmem de iyi olacaktı ama çaresiz kabul etmek durumundaydım. Onlar gözden kaybolunca arabama binip Lütfü beyin lokantasına doğru yol almaya başladım. Bir yandan da artık karşıdan iyice belli olan taş evi ve hat güzergahını izliyordum. Sol tarafta yol platformunun genişlediği bir yerde durup arabadan indim. Dikkatli bir göz ile baktığımda, üçünün aşağı doğru ilerlediklerini gördüm. Kısa zamanda yolun büyük bir kısmını kat etmişlerdi. Onlar bu hızla inerlerse bekletmiş olurum düşüncesi ile fazla geç kalmadan yola devam etsem iyi olacaktı. Zaten yeşil renkli orman örtüsünün üzerinden sağa doğru ilerleyip aşağı kısma geçince gözden kaybolmuşlardı.

Dağ Restoran'ın önüne arabayı park ettikten sonra orman yolunda devam ettim. Bir ara seslerini duyar gibi oldum. Ben de seslendim onlara ama hiçbir cevap alamadım. Yol boyunca daha ileriye doğru yürüdüm. Merak etmeye başladığım sırada önce elindeki şerit metreyi çeken Ahmet Usta'yı gördüm. Ahmet Usta, olabilecek en iyi güzergahı izleyerek onları hedef noktasına indirmeyi başarmıştı. Ölçülen mesafe tam 300 metre gelmişti. Orman içine girseler bu mesafe daha da kısalacakmış. Ali de bu güzergahı beğenmiş. Üstelik yumuşak toprak olduğu için elle kolay bir şekilde kazılabileceğini söyledi. Şanssız başlayan bir günün hiç de beklemediğim şekilde sonu iyi bitmişti. Artık tek hedefim bir an önce işçi ayarlayıp kabloyu gömeceğimiz hendek kazısına başlamak.