KATEGORİLER

24 Eylül 2017 Pazar

DOĞUM GÜNÜ

23/09/2017 Cumartesi, Tire

Alışveriş biraz uzayınca ilk defa personeli bekletiyorum. Bu arada gelen telefonlara cevap vermemin payı da var bu gecikmede elbette. Büyük bankalardan birinin müdürü arıyor. Misafirleri varmış, kahvaltı için gelmek istiyorlarmış. Pazar günleri dışında kahvaltı servisimizin olmadığını söylüyorum. Hayal kırıklığı içinde "Tüh." diyor. Geri çevirsem olmayacak. Eşime haber verdikten sonra kabul ediyorum. Size özel bir kahvaltı verelim madem ki o kadar hazırlamışsınız kendinizi. Saat on iki gibi geleceklerini söylüyor beyefendi. Rezervasyon olunca işimiz kolaylaşıyor. Her şey yeni hazırlanıyor çünkü. Okması, pişisi, böreği, gözlemesi, kurabiyesi, soslu biberi, kara dutlu lor tatlısı, söğüş domatesi, salatalığı, balı, reçel çeşitleri, kara kızların tazecik yumurtaları...

Öğleden sonra bir çift geliyor. Onlar da merak etmişler Taş Ev'i. Artık Taş Ev emin adımlarla müze olma yolunda (') Orta yaşlı çiftin eğitimli oldukları her hallerinden belli. Uzun uzun vitrindeki mezeleri inceliyor, bilgi alıyorlar. Hiç niyetleri yok iken Taş Ev'in büyüsüne takılıp yemek yemeye karar veriyorlar. E, burada biraz da benim ikna gücümün payı var elbette. Şarapları sergilediğimiz rafta takılıyorlar. En kaliteli şaraplarımızdan Sarafin Merlot ve Shiraz arasında kararsız kalıyorlar. Hanımefendi eşine danışıyor ve sonunda tercihleri Merlot oluyor. Sohbet sırasında hanımefendinin meslektaşım olduğu çıkıyor ortaya. İller Bankasından emekli olmuş. Elektrik mühendisi eşi sonradan açılıyor. Meğer ODTÜ'de aynı yıllar okumuşuz. "Şarap harika" diyor hanımefendi. Zevkli saatler geçirdikleri her hallerinden belli.

Ceviz hasadından sonra kuru dallar ve yapraklarla kaplandı bahçe. Fırsat bulursam şöyle bir temizlik yaparım diye geçiriyorum aklımdan. Olmuyor. Temizlik bir tarafa, personelle hep birlikte yemek bile yiyemiyoruz. Telefonum çalıyor arayan genç bir damat adayı. Yarın öğleden sonra arkadaşlarıyla yemek için rezervasyon yapıyor. Gelin de gelecekmiş anlaşılan. "Saat dört ila yedi arası geliriz." diyor. Çok uzun bir saat dilimi. Gelinin saçı, başı ne kadar sürer tahmin edemiyor haklı olarak. "Zaten," diyor. "Saat sekiz buçukta nikahımız var." "Kaç kişi geleceksiniz?" diye soruyorum. On kişi olduklarını söylüyor. Yarına iki mutlu gün. Daha önce arayan genç bir beyefendi kız arkadaşının doğum günü için sürpriz yapmak istediğini söylemiş, masa süslemesi istemişti. Neyse ki saatleri çakışmıyor.

Akşam saatlerinde ardı arkasına rezervasyonsuz misafirlerimiz geliyor. Bu kez mutlu anımız, evlilik yıl dönümü.  Masayı erken hazırladığım için içim rahat. Uzun zamandır pek rağbet görmeyen şarap bugünün gözde içkisi. Genç çift tercihi bana bırakınca onlara da Sarafin Cabarnet Savignon açıyorum bir şişe. 

Yoğunluk paniğe yol açmıyor. Herkes işini biliyor. Gelen misafirlerin hepsi memnun ayrılıyor. Ne yazık ki bazılarını uğurlamaya fırsatım olmuyor. Günün favori mezesi her zaman olduğu gibi yine Fellah Köfte. Bir isteyen ikinci tabağı istiyor. Sıcaklarda ise bonfile günün en rağbet gören ana yemeği oluyor. 

Misafirlerimizden biri usulca yanıma gelip "Burası çok saygın bir yer oluyor." diyor. İşte duymak istediğim en güzel cümle bu. 

Hava serin. Misafirlerimizi salonda ağırlıyoruz. Bazıları üzerine şal istiyor. Personeli evlerine biraz geç bırakıyorum. Yarın kahvaltı servisinin hazırlıklarına geceden başlıyor eşim. 

Dönüşte Venüs'ü biraz serbest bırakmak istiyorum. Çılgın gibi üzerime sıçrıyor. Misafirlerimizden birinin aynı cins köpeği ne kadar uslu. Arabada dönmelerini beklerken gıkı çıkmamış. Üç yaşında olduğunu öğrendiğim köpeğin bizim sekiz aylık Venüs'ün yarısı kadar irilikte olması şaşırtıcı. 

23 Eylül 2017 Cumartesi

CEVİZLERİ HAZIRLAMAK GEREK

22/09/2017 Cuma, Tire

Hava birden serinledi. Tipik bir sonbahar günü. Kendimi bildim bileli hayalini kurduğum bir yaşam. Rutin işlerimi yapıyorum sabahleyin, benim için erken sayılabilecek bir saatte. Önce kara kızların yiyeceklerini götürüyorum kümese. Bazıları ceviz ağacının dalları üzerinden kümesin dışına çıkmış. Dışarıdakiler elimde kovayı görünce peşime takılıyor. Hepsi beni bekliyor çığlık çığlığa. Bu bağırışları açlıktan mı sevinçten mi anlamak imkansız. Fifi bana eşlik ederken sırasının gelmesini bekliyor. Venüs kulübesinin yanında uzanmış yatıyor. Biraz yem atıyorum tavuklara güzel yumurtlasınlar diye. Sesleri kesiliyor. Suları bitmiş, dönüp su getiriyorum. Suyun başına üşüşüyorlar. Venüs ve Fifi'nin mamalarını verip sularını tazeliyorum.

Rüzgar şiddetleniyor. Henüz yapraklarını dökmeyen ağaçlar esen rüzgarın sesine kulak verip dans ediyorlar. Yağmur yağacak gibi kaplıyor gökyüzünü bulutlar. Sonra birden güneş yüzünü gösterip ortalığı aydınlatıyor. Mutfak ekibinin yaptığı zerde çok hoşuma gidiyor. Tepsileri güneşe çıkarmam gerek biraz kıvamını bulsun diye. Ama ben bu şekliyle daha çok sevdim. Zaten güneş de yok doğru dürüst. Hava durumuna bakıyorum. Bir hafta daha yağış görünmüyor. Cevizler kurur o zamana kadar. Dün yağmurdan korkup üzerini örttüğüm cevizleri kuruması için tekrar seriyorum.

Sakin zamanlarda hanımlar boş durmuyor, ceviz kırıp ayıklıyorlar. Akşam misafirlerimize kendilerini özlettiklerini söylüyorum. "İki kere geldik, kapıdan döndük, demir kapı kapalıydı." diyorlar. Pazartesi günü olmalı. Birinin pazartesi günü olabileceğini ama geçen hafta perşembe günü geldiklerini söylüyorlar. Bir yanlışlık olmalı, perşembe günleri açık olduğumuzu söylüyor, yine de gelmeden önce aramalarını salık veriyorum.

22 Eylül 2017 Cuma

MÜBAREK

21/09/2017 Perşembe, Tire

Hava kararsız. Bir açıyor, bir kapatıyor. Zaman zaman kuvvetlenen rüzgar ağaçların yapraklarını döküyor. Geçen sene bugünlerde şömine sobamız gelmişti. Artık yavaş yavaş salona taşınacağız.

Günün ilk misafirleri tam bir yıl önce, yeni açıldığımız günlerde gelmişler buraya. Ufak çocukları eline fırçayı almış yere dökülen yaprakları süpürmeye çalışıyor. 

Öğlen yemeğine elemanlar tarhana çorbası getirmişler, kase kase içiyorlar. Şu tarhana çorbasını hemen donup üstü pıhtılaştığından dolayı sevmiyorum. Bahçenin alt tarafındaki ağaçlardan dökülen cevizleri topluyorum. Neredeyse iki sepet dolusu ceviz topluyorum. Elemanlar boş kaldıkça yeşil kabuklarını bıçakla çıkarıyorlar.

Çalışan hanımlardan biri telaş içinde sesleniyor. "Yağmur atıştırmaya başladı (!)" Olanca hızımızla terasa koşuyoruz. Bir ihtimal güneşi kaçırmayız diye toplu konut pazarından aldığım domateslerin serildiği tezgahları içeri sokuyoruz. Kuruması için geniş bir brandaya serdiğimiz cevizleri toparlayıp üzerini örtüyorum. Tamam artık istediği kadar yağsın dediğim anda bulutlar dağılıyor, yağmur başlamadan kesiliyor. Ne olur ne olmaz diye gece boyu domatesleri içeride tutuyoruz.

Akşam askerlik arkadaşım bağlı bulunduğu meslek odasının başkanını getiriyor Taş Ev'e. Hava rüzgarlı ve serince. Salonu tercih ediyorlar. Az sonra yakışıklı oğlu da katılıyor onlara. Çeşit çeşit meze söylüyorlar. Akılları söylemediklerinde takılı kalınca, onlardan da bir ordövr tabağı hazırlamamızı rica ediyorlar.

Son zamanlarda birçok kişiden mesajlar alıyorum. "Cumanız mübarek olsun." Bunu yazanların çoğu yakinen tanımadığım kişiler. Mübarek kelimesinin iyi bir mana içerdiğini düşünseler de sözcük anlamını tam olarak bildiklerini sanmıyorum. Ben de "hayırlı" kelimesi ile eş anlamlı bir kelime olarak düşünürdüm. Kısa bir araştırmadan sonra pek çok anlama geldiğini öğrenmemin yanı sıra ağırlıklı olarak iki şekilde kullanıldığını tespit ettim. "Mübarek" kelimesi sıfat olarak kullanılırsa "kutsal" anlamına geliyormuş. Diğer kullanım, "Cumanız mübarek olsun." cümlesinde olduğu gibi. Bu da hayırlı, bereketli olsun demekmiş. "Cumanız bereketli olsun." daha anlaşılır geliyor kulağa. Bir de bu dileğin karşılığı var. "Amin, ecmain." Allah bu dileğini, duanı hepimiz için kabul etsin anlamında. Artık yeni nesil mübarekler ve ecmainlerle büyüyor. Manalarını bilmiş olsalar biraz içime su serpilecek. Yine de "Cumanız bereketli olsun." dileğine "Cümlemizin." şeklinde verilen cevap bizim yaştakiler için biraz daha anlaşılır. Cuma günü yapılan dua ve günahlar iki katı işlem görüyormuş. Kitapta var mı? Yok. Kim dedi? Birileri. Ben daha güzel bir şey söyleyeyim. Her günümüz bereketli olsun. Karşılığı mı? "Amin" olabilir mesela. Ya da "İnşallah" daha mı yakışır? Ne olursa olsun şans yakanızı bırakmasın. 

NİHAYET

20/09/2017 Çarşamba, Tire

Güzel bir tatil günümüzün ardından yeni bir haftaya başlıyoruz. Aslına bakılırsa beklentim daha yüksekti bu günden. Tamam, kahvaltı güzeldi. Bir ara alışveriş için şehre indim. Akşama eşime mükellef bir sofra hazırlamaktı niyetim. "Canım bir şey yemek istemiyor." Mide koruyucu almayı unuttuğu için reflü başlamış. Ama yine de sağ olsun eşlik etti bana. Fotoğraf koymayı ayıp olur diye reddetti. (18/09/2017)

Cevizleri soymak için konuştuğumuz vatandaş yine gelmedi ama o gelecek diye erken kalkmam işe yaradı. Büyük pazardan rahat rahat alışverişimi yaptım. Bunaltıcı bir sıcak var şehirde. Kalaycının karısı sözünde durmuş istediğim acı biberleri hazırlamış. Kurutulmak üzere bir çuval dolusu biber daha aldım. Uzun süredir yağmur düşmüyor bu toprağa. Hadi bir şansımızı deneyelim diye bir posta daha kurutmalık domates almıştım dün. Akşam yine bir evlilik yıl dönümü kutlaması var. Erken rezervasyon yaptıran beyefendi masanın özel olarak düzenlenmesini talep ediyor. Şu masa düzenleme olayı bayağı tuttu. Sevdiklerine güzel bir jest oluyor insanların. Özel gün kutlamaları bizim işimiz. Elim de alıştı bu işe. Yine de bir işi son dakikaya bırakmamalı. Geçenlerde oğluyla bizi ziyaret eden komşu ilçelerden birinin Kültür ve Turizm Müdürü, söz verdiği üzere belediye başkanını alıp geliyor. Tam da özel masanın düzenlemesiyle ilgileneceğim sırada. Başkan Taş Ev'den çok etkileniyor. Bahçede oturmayı tercih ediyorlar. İçecek ve soğuk servisinden sonra fırlıyorum salona. Süsleme bitip masaya servis açar açmaz misafirimiz geliyor. Onları kapıda karşılıyorum. Konuklarımız güzel bir gece geçiriyorlar, mezelere hayran kalıyorlar. (19/09/2017)

Bu sabah gelecekler ,artık kesin söz verdiler. Yine saat sabah yedi olmadan ayaktayım. Saat söz verdikleri saat sekiz oluyor ne gelen var ne de telefonu açan. Cevizleri soyduracak başka birini bulmak lazım. Bunlarla olmayacak. Beklemediğim Erdal çıkageliyor. Demir kapıyı açıyorum. Birkaç ağaç ceviz kalmıştı silkelenecek. Aklımdan çıkmış işte. Hemen işe koyuluyor. Taş Ev'in önü, bahçe yeşil kabuklu cevizle doluyor. Arabama zarar vermesin diye iyice geriye park ediyorum.

Taze cevizin tadı bir başka. Üstelik kestane gibi dikeni de yok. Birkaç tane soyunca ellerime kına yakmış gibi doluyorum. Venüs kulübesinin yanına düşen cevizlerle oynuyor. Bazılarını ağzında geveliyor. Elemanları almak üzere şehre iniyorum. Bugün epey hazırlık var yine. Gündüz saatlerinde gelen misafirlerimiz kıtalar arası. Bu son ayda ağırladığımız Avustralya'da yaşayan ikinci aile. Menüyü veriyorum. Beyefendi menüyü kapatıp veriyor. "Seçimi size bırakıyorum, Avustralya'da sizi hatırlatacak en güzel yemeklerinizden biri olsun."

Gani Usta'yı arıyorum. "Benim makinem elektrikli, cevizleri buraya getirsek. Benim oğlan yarın sabah saat sekizde traktörle gelir almaya." Anlaşıyoruz.

Öğlenden sonra bir ses duyuyorum. Gelen Güme'li. Eşim, "Ayıp olur ama şimdi geri çevirme, bak o kadar yoldan gelmişler." Ama onlar sözlerinde durmayınca ben de başkasına söz verdim. O da bana güvenerek yarın sabah alacağı işleri geri çevirdi belki. Zor durumda kalacağım. Eşim, "Hemen ara durumu anlat." diyor. Arıyor, anlatıyorum. Gani Usta olgunlukla karşılıyor. "Zaten çok işim vardı, senin hatırını kıramadım." deyince rahatlıyorum. Ceviz soyma işi de böylelikle aradan çıkmış oluyor.

Akşam misafirlerinin rezervasyonları başlıyor. Ödemiş'ten çıkmışlar yola. Üç dört gün önce geldiklerini söyleyerek kendilerini hatırlatmaya çalışıyor telefondaki beyefendi. "Acelemiz var fazla kalmayayacğız, hatta menünüzü biliyoruz sıcakları hemen söyleyelim." Salonun en güzel masasında olunca insan, zamanın ne önemi var. Masa mezelerle donatılıyor. Keyifli bir gece geçiren misafirlerimiz Taş Ev'in manzarası karşısında acele etmeyi bırakıyorlar.

21 Eylül 2017 Perşembe

BİR PAZAR KLASİĞİ

17/09/2017 Pazar, Tire

Dün gecenin geç vakitleri... Şu bizim kara kızlarda ya da Venüs'te biraz akıl olsa (!) Canhıraş koşturuyorum peşlerinden. Fifi bana yardım etmek istiyor. Tavuk Venüs'ün ağzında, ben Venüs'ün peşinde, Fifi bırak yapma diye yalvarıyor havlamalarıyla. Bırakıyor ağzından beni görünce. Tavuk şaşkın, Fifi önünü kesiyor Venüs'e gitmesin diye, onu yakalamaya çalışırken kaçıyor. Zor bela yakalıyor, kümesin içine atıyorum. Ne yazık ki boğazından yaralı. Bu kaçıncı?

Venüs'ü çağırıyorum. Beni görünce kirişi kırıyor. Elimdeki bir naylon parçasıyla kandırıyorum. Geliyor. Yakaladığım gibi bağlıyorum onu ağaca. Kümesten ağaçlara, oradan bahçeye atlayıp özgürlüğe kavuştuğunu zanneden garibim kara kızlar Venüs'ün kurbanı olduklarının farkında değiller. Venüs'ün tasmasını ne kadar daraltırsak daraltalım bir yolunu bulup sıyırıyor kafasını canı isteyince. 

Sabah biraz gecikiyorum. Yolda kağnı gibi giden araçlarla karşılaşmayışım bir şans. Bu  sayede hem alışverişimi yapıyorum hem de elemanları zamanında alıyorum. Kahvaltı için hiç rezervasyon yok. Saat 11.00'e doğru bir biri ardına yapılan rezervasyonlar karşısında zor anlar yaşıyoruz. Rezervasyon dediğin en azından birkaç saat önce yapılır. "Beş dakika sonra oradayız." şeklinde yapılan rezervasyon sayılır mı? "Kaç kişisiniz?" diye soruyorum. "Sekiz büyük üç çocuk." Dakika geçmeden bir başkası. Masalar hazırlanıyor. Bir sürü reçel çeşidi, peynirler, gözlemeler, pişiler ve niceleri. Hepsi anında hazırlanıyor. Rezervasyonsuz gelenleri saymıyorum bile. Kimi yumurtasını rafadan ister, kimi yağda. Biri ayran hem de kendi yaptığımızdan olacak. "İki de menemen olsun." Ocaklar dolu, pişiler taze taze pişiyor. Misafir sabırsız. Suyumuz bitti, ekmek getir, çay götür. harala gürele bir koşuşturmaca. Yine de tatlı bir telaş. Reçellerin tadına bakanlar kavanozuyla satın alıyorlar. Hepsi gerçek organik. Ne koruyucu ne renklendirici. Güneş altında demlenmiş, doğal. 

Masaların bütün eksiklikleri giderilmiş. Siparişlerin hepsi tamam. Herkes halinden memnun, teşekkür üstüne teşekkür. Küçük Ulvi ile şakalaşıyoruz. Fifi ortalarda dolaşıyor, misafirlerin sevgilisi. Venüs bağlı. Tatlı bir yorgunluk, alınan bir derin nefes. Ankara'dan gelen misafirler. Ne kadar zarif, ne kadar yardımcılar. Neredeyse bulaşıklara girecekler önlerini kesmesem. Tuhaf bir yer oldu bu Taş Ev. Takdir ediyorlarmış beni. Ben de kendimi takdir ediyorum. Zira her bir misafirin yüzünden okunuyor mutluluğu. Yaşasın, hedefe ulaşıldı.

Beklediğimizin çok üzerinde bir yoğunluk. Eşime tamam artık bundan sonra kahvaltı misafiri gelmez, şu gözlemelerin, böreklerin, pişilerin tadına bakalım biz de. "Daha yarım saat var, ya gelen olursa?" 

Gün boyunca boş durmuyoruz. Akşam geç vakte kalan bir çift salonda manzarayı seyrediyor. Yemekleri, içkileri çoktan bitmiş. Manzaradan mı yoksa içtiklerinden mi sarhoş belli değil. Elemanları götürme saatim çoktan geçmiş. Kim bırakabilir ki böyle serinliği, böyle manzarayı? Şehir kavrulmuş bugün yine. 

Nihayet son misafirlerimizi de uğurluyoruz çay keyiflerinden sonra. Şehre elemanları götürdükten sonra beni ne dinlendirebilir? Elbette Amelie müzikleri. O piyano ve akordiyon tınıları arasında kendimi buluyorum. Yarın bugünden de güzel olacak. Çünkü tatil günümüz, eşimle birlikte... 

18 Eylül 2017 Pazartesi

YİNE AMELIE

18/09/2017 Pazartesi, Tire

Zaman zaman kesmiyor bu gece yazmalarım. Dinlediğim müzik mi dürtüyor beni? Ne zaman Yann Tiersen dinlersem bir hoş oluyorum. La Valse d'Amelie... Ekşi sözlükte bir vatandaş ruh halini şöyle açıklıyor: "Her şeyi bırakıp kırlarda koşmak, anıra anıra ağlamak, durmadan konuşmak, döne döne dans etmek, sevdiceğinin boynuna sarılmak istiyor insan bu şarkıyı dinleyince." 

Döne döne dans edeceksin, evet, hem de tek başına, açacaksın kollarını, vereceksin kendini akıcı ritme. Bu müzikte tanrısal bir dokunuş olmalı. Piyanonun tuşları üzerinde dans eden narin parmaklar... Uykum var, kopamıyorum. Haram olsun bu uyku bana. Bırakıp gidemiyorum işte yine...

Yazmaya niyetim olduğunda sakinlik isterdim gecenin bir yarısında, hatta sabahın ilk ışıklarına yakın, sessizlik... Vazgeçtim bu huyumdan. Açacağım müziğin sesini sonuna kadar, Amelie'nin vals ezgileri sarhoş edecek beni. 

CEVİZLER TAMAM

16/09/2017 Cuma, Tire

Cevizler toplandı, yeşil kabuklarından soyulmayı bekliyor. Bulaşık makinesi altından su kaçırıyor. Burada işten anlayanı bulmak oldukça zor. İzmir'den nasıl gelir buraya servis? Azmin elinden ne kurtulur ki? Tesisatçıyı çağırıyorum. İyi ve akıllı bir çocuk. "Yok abi, bu benim anlayacağım iş değil." Bayılıyorum böyle durması gereken yerde duranlara. Yapmaya soyunup daha çok bozmuyorlar en azından. Tanıdıklarını arıyor. Verdiği telefon numarasını arıyorum. Kendi haline bıraksam ne zaman gelir belli değil. "Ben gelip alırım seni." diyorum.

Böylece şehir yayla arasında git-gel trafiği başlıyor. Gelen teknisyen bir şey yapamıyor. Bir arkadaşını arıyor. "Makineyi almamız lazım." diyor ona. Doblo bir aracı varmış. Şenol'u şehre bırakırken durum değişiyor. Bugün iyi günümdeyim. Üçüncü teknisyeni yanıma alıp yeniden yaylaya çıkıyorum. Makineyi almadan yerinde tamir edeceğini söylüyor. Yarım saat sonra işlem tamam. Üzerimden büyük bir yük kalkıyor.

Öğleden sonra misafirlerimiz İzmir'den. Tabelamızı görüp gelmişler. Oldukça memnun ayrılıyorlar. Facebook'ta bir beş yıldız daha alıyoruz onlardan. Çevre ilçelerden birinin Kültür ve Turizm Müdürü geliyor yakışıklı oğluyla. Böyle turistik bir yerin yollarını nasıl yaptırmaz belediye diye şaşırıyor. "Başkan'la birlikte gelelim bir akşam." diyor, "Çok sever böyle yerleri."

Bin bir türlü davranış şekline tanık oluyoruz. Gelenlerin ekonomik durumları etken yeyip içtiklerinde belki ama her zaman değil. Geliri fazla olmayan gençler arkadaşlarından duyup ziyaretimize geliyorlar. Fazla bir siparişte bulunmamaya özen gösteriyorlar. Az yiyor, bol fotoğraf çektiriyorlar. Belli ki Taş Ev'de misafir olmak onlar için bir ayrıcalık. Esas anlatmak istediğim onlar değil zaten. Öyle misafirlerimiz oluyor ki sipariş ettikleri mezelere masa yetmiyor. Bazıları bir ya da iki mezeyi yeterli buluyor. Çoğunlukla meze tabaklarında küçük bir parça kalsa dahi boşalmış tabağı almama müsaade etmiyorlar. "Şu son lokmayı da alayım ondan sonra." Benim garibime giden zayıf ve narin yapıda olan misafirler. Yiyebileceklerinin çok üzerinde meze sipariş ediyorlar. Her birinden küçük bir kısmını yiyorlar. Tabakta kalan huzursuz ediyor doğal olarak bizi. Soruyorum, "Beğenmediniz mi?" Hararetli bir şekilde karşı çıkıyorlar. "Hayır, hepsi çok güzel ama fazla geldi bize." İşte onlardan birini ağırlıyoruz. Genç bir çift, yakışıklı genç bir beyefendi, yanında çıtı pıtı narin bir hanımefendi. İlk kadehten sonra küçük hanımın ağzı kaymaya başlıyor. Gözleri kapanıyor. Beyefendi tam aksine yaşının üzerinde bir olgunluğa sahip. Bulutların üzerinde uçuyorlar. 

Akşam misafirleriyle güzel vakit geçiriyoruz. Onlar erkenden kalkınca elemanları eşimle birlikte bırakıyoruz şehre. Ayhan Usta hala açık (!) Hemen dükkanına dalıp Tire'nin en güzel dondurmasını yiyoruz.

17 Eylül 2017 Pazar

KAPLAN KÖYÜ

15/09/2017 Cuma, Tire

Hava yeni aydınlanıyor. Erdal kapıya dayanır birazdan. Avluya çıkıyorum. Verandadan Kaplan Köyünü seyrediyorum. Tertemiz serin havayı içime çekiyorum. Venüs kulübesinin yanında mışıl mışıl uyuyor. Beni fark edince şöyle bir başını kaldırıp yeniden kafasını patilerinin arasına alıyor ve uyuklamaya devam ediyor. Gidip demir kapıyı açıyorum. Beş dakika gecikmeyle geliyor Erdal. Hemen ağaca tırmanıp elindeki uzun sırıkla cevizleri düşürmeye başlıyor. Diğer ceviz toplayıcılarını almadan eşime "Saganaki" yapıyorum, çok beğeniyor. Ara sıcak olarak menümüze eklemeyi düşünüyorum. Kullandığım peynir biraz tuzlu sadece. Tuzunu atmak için belki biraz suda bekletirsek iyi olacak.

İşçileri almaya gidiyorum. Üç saat sonra tekrar şehirden elemanları alacağım. Elemanlar nazlı nazlı çalışmaya başlıyorlar. Yanlarında epey erzak getirmişler. Sık sık mola verip bir şeyler atıştırıyorlar. Öğlen İzmir'den gelen misafirlerimizle sohbet ediyoruz. Navigasyonla bulmuşlar bizi. Yemeklerini ağır ağır yerken yaylanın temiz havasını soluyorlar. Yapı kimyasalları üreten bir firmanın elemanlarıymış. Yine ortak bir konu yakalıyoruz.

Ceviz toplayıcıları işlerini bitirmeye yakın Erdal ile yukarı yaylaya çıkıyoruz. Hiç soluklanmadan zirveye varıyorum. Buradaki ceviz ağaçlarının üzerinde fazla meyve yok. Akşam misafirlerini ağırlıyoruz. Her şey yolunda.

16 Eylül 2017 Cumartesi

CEVİZ ZAMANI

14/09/2017 Perşembe, Tire


Sabahın köründe kalkıyorum. Saat daha yedi bile değil. Erdal gelmeden kapıyı açıyorum. Motosikletle iki silkeleyici geliyor. Saat sekizde bir silkeleyici ve toplayıcı kadınları alacağım.

Cevizler toplanmaya başlıyor bugün. Getirdiğim ekipte iki silkeleyici güzel iş çıkarıyor ama diğeri başlarında müdürlük yapmaya gelmiş. Getirdiği kadınların yüzü suyu hürmetine sesim çıkmıyor.

Restoran çalışanlarını almak üzere yeniden şehre iniyorum. Alt yaylanın cevizlerinden başlıyoruz. Akşam çabuk oluyor. Misafirler basmadan ceviz ekibini şehre geri götürüyorum. Yarın yine alt yaylada çalışmaya devam edecekler. Gündüz saatlerinde Bayındır'dan Taş Ev'in methini duyan bir aileyi karşılıyoruz. Küçük kızları kabak çiçeği dolmasını bir çırpıda götürüyor. Akşam rezervasyonları sırayla gelmeye başlıyor.


Geçenlerde genç bir çift evlilik teklifinde bulunmuştu Taş Ev'de. Patronuna anlata anlata bitirememiş Taş Ev'i. Mutlaka gidip bir görün, yemeklerinden tadın, manzaranın, müziğin keyfine varın demiş. Çocuk kendi aradı rezervasyon için. Hem de patronlarına ayırtmak istediği masayı tarif ederek. İlk kez geldikleri Taş Ev'in sıcaklığı çok etkiliyor konukları. "Tabaklar evimizdeki gibi, hiç restoran havası yok." Salonda televizyon olmaması hoşlarına gidiyor ayrıca. "Bütün restoranlarda TV de maç izleniyor artık." diyor hanımefendi.  Cuma akşamına aldırmadan içkilerini söylüyorlar. Her geçen gün içki içmede gün ayrımının kalkması sevindirici. Misafirlerimiz memnun ayrılıyorlar, "Daha çok geliriz." diyerek. Şimdiye kadar nasıl keşfetmedik burayı diye dertleniyorlar. Küçük bir yer olduğu için herkes birbirini tanıyor. Memleketimin güzide adetleri su yüzüne çıkıyor. Verandada oturan masa yukarıdakilerin hesabını kendisine yazmamı istiyor. Diğer masalara içki veya meyve ikram edenler hiç de sıra dışı değil.   


15 Eylül 2017 Cuma

PERIPETEIA

13/09/2017 Çarşamba, Tire

Sıcak bir sonbahar günü. Dün Erdal ile anlaştık. Yarın cevizler toplanacak. Elemanları getirdikten sonra ikinci kez iniyorum şehre. Bir kaç parça alışverişin ardından cevizleri silkelemek için iki uzun sırık alıyorum. Geçen seneden tecrübeliyim bu uzun sırıkları yaylaya çıkarmak için. Açılabilir arka bagaj penceresi çok işime yarıyor. Sağ tarafta dikiz aynasının üzerinden geçirdiğim sırıkların arka ucuna naylon bir poşet bağlıyorum.

Gün çabuk geçiyor. Misafirlerimiz Aydın'dan çıkıp gelmişler. Daha gelecek arkadaşları varmış. İsmimle hitap ediyorlar ama ben onların adlarını bilmiyorum. "Salı günü kapalı olduğunuzu bildiğimiz için çarşamba geldik." diyorlar. "Tabii, az yol değil geldiğimiz." Artık salı değil pazartesi günlerinin tatil günümüz olduğunu söyleyince şaşırıyorlar. Uzunca bir süre keyifli sohbetleri devam ediyor. Ayrıldıktan sonra sandalyelerin birinin üzerinde bir cüzdan düşürmüşler, içi kredi kartı dolu. Dönerler diye bekliyorum ancak ne dönen ne arayan oluyor. Yarın sabah ayılınca ararlar nasıl olsa.

Geçtiğimiz iki gün hakkında bir şeyler yazmak isterdim. 11 Eylül sadece eşimin doğum gününü hatırlatmıyor artık. ABD'de ikiz kulelerin vurulduğu tarih. Genel Müdürümün odasında tesadüfen naklen izlemiştik bu olayı seneler önce. Daha sonra Orta Doğuyu kana bulayacak bir süreç başlatmıştı stratejik ortağımız(!) Amerika. Nedense 11 Eylül ile 15 Temmuz arasında bir benzerlik seziyorum. Her ikisi de kurmaca gibi geliyor. Elbette birincisi daha profesyonel.

12 Eylül ise yine oyun kurucu ABD'nin bizim çocuklara yaptırdığı askeri bir darbe. İşin iç yüzü seneler sonra ortaya çıkıyor. Bakalım daha ne iç yüzler göreceğiz.

Geç vakit misafirlerimizi uğurladıktan sonra yüksek sesle klasik müzik dinlemek yeni alışkanlığım. Garip bir şekilde haz alıyorum gece yarısı dinlediğim müziklerden. Günün bütün görev ve sorumlulukları sona ermiş, kendimle baş başa... Hafiften bir sırt ağrısı başlasa da çok önemsemiyorum. Oturduğum sandalyenin arkasını yastıkla besleyince geçiyor. Taş Ev'i faaliyete geçireli tam bir yıl olmuş. 

"Evdeki Yazar" dan güzel bir kelime öğrendim. "Peripeteia", yani kaderin aniden değişmesi. Daha ziyade drama terimi olarak geçen bu sözcük değerli yazar arkadaşımın farklı bir iş yaşamına start vermesi nedeniyle kullanılmış. Yazgıda ortaya çıkan köklü değişiklik. İlk aklıma gelen fakir bir insana piyangodan büyük ikramiye vurması. Ya da zengin birinin iflas etmesi. Yani uç noktalarına örnekler verdiğim, olabilecek büyük değişikliklerin her türlüsü. 

Uzun bir aradan sonra mesleğe geri dönerek olayı "Peripeteia" tanımının içinde düşünmesinin belki de en geçerli nedeni böyle bir düşüncenin kafadan iyice silinmiş olması. İş hayatında yaşanan olumsuzluklar, bilerek ve isteyerek ona yazarlık gibi farklı bir dalda hayatını sürdürme kararını aldırmış olabilir. Bu şekilde düşünülerek verilmiş bir kararın "Peripeteia" olarak değerlendirilmesi zorlama olmasının yanı sıra bir anda karşılaşılan ve yaşantıyı köklü bir şekilde değiştirebilecek iş teklifi söz konusu terimde karşılığını buluyor.  

Benim durumum farklı. Yaşantımın ikinci bölümünün henüz ilk perdesinde sayılırım. Emeklilik değil kast ettiğim. Zira emekli olduktan sonra hayatımda hiçbir değişiklik olmadı sayılır, aldığım emekli maaşından başka. "Peripeteia" hiç beklemediğim bir anda geldi beni buldu. En az on yıl daha yaparım dediğim mesleğimi aniden bıraktım. Yirmi yıla yakın bir süre çalıştığım bir işti. Çoğuna göre incir çekirdeğini doldurmaz bir olay yüzünden. Olaya sebep olan kişi üç ay sonra arabasıyla bir kamyona arkadan bindirdi ve hayatını kaybetti. Yaşça benden biraz küçük ama şirkette benden daha eskiydi. Onca yıllık iş arkadaşım olmasına rağmen haberi aldığımda üzüldüğümü söyleyemem. Sevinmedim de. Kayıtsız kaldım. İşten ayrılma kararımın sebebi olan bu arkadaş, haksız davranışının bedelini canıyla ödemiş olduğunu düşündüm. 

Memlekette mesleğimle ilgili bana iş mi yok? Var elbette ama kızımın ilk  tayin yerinin doğu illerinden biri olacağına kendimizi alıştırmaya çalışırken hiç beklenmedik bir şekilde tayinin Tire'ye çıkması üzerine eşimin aniden ortaya attığı biz de Tire'ye yerleşelim fikrinde birleşmemiz sonucunda kader bizi Kaplan'a sürükledi. Böylelikle yeni bir yaşama adım atmış olduk. İlk yıl yaylanın bayır arazinde düşe kalka çiftçiliği öğrendim. Her gün en az dört beş işçi çalıştırdığım halde kendimi denemek için koca ceviz çuvallarını taşıdım. Defalarca yanımdakilere hangi ağacın kestane, hangisinin ceviz olduğunu sordum. Bu ceviz ağacı dediğimde "Hayır o kestane." cevabını almaktan yılmadım. Komik ve eğlenceli buluyordum bu hayatı. Bu arada bildiğim bir iş olan  Taş Ev'in inşaat işleri ile uğraştım. İşçilerin kaprislerine, sözlerinde durmamasına alıştım. En önemlisi bu hengamede fazla kilolarımdan kurtuldum. Blog yazarlığına başladım. Son bir yıldır restoran işletmeciliğine soyunduk. Ne yazık ki okumaya eskisi kadar zaman ayıramıyorum. Yeniden bir "Peripeteia" ya hazır mıyım? Hazır olsam zaten "Peripeteia" olmaz. 

14 Eylül 2017 Perşembe

GÜZEL BİR GÜN

12/09/2017 Salı, Tire

Eşim erkenden kalkmış, işleri bitirmiş. Öyle dalmış ki işlere, seslenmedi bile bana. Oysa bugün büyük pazar var, bir sürü alışveriş. "Gördüğün her şeyden al." diyor. Vakit geçirmeden fırlıyorum. Kalaycının karısı kurutmalık biberlerden getirmemiş. "Söyleseydin ya." diyor. Küçük pazara getirmeye çalışacakmış bakalım. Pazar alışverişi biter bitmez elemanları alıyorum. Kasap bonfileyi yarın verebileceğini söylüyor. 

Yaylaya döner dönmez hummalı bir çalışma başlıyor. Kapya biberler közlenip temizleniyor. Köfteler hazırlanıyor. Dün hiç hazırlık yapmamamıza rağmen işler tıkır tıkır yürüyor. Yemeğimizi yedikten hemen sonra komşu ilçelerden birinin belediye başkan yardımcısı geliyor arkadaşıyla. Verandada oturuyorlar. Salona çıkıp muhteşem manzaraya hayran kalıyorlar. Başkanın ağzından ilk dökülen sözler samimi duygularını açığa vuruyor. "Meclis toplantılarından birini burada yapalım." Meclis üyeleri kaç kişi ki? "Turlar gelmiyor mu buraya?" diye soruyorlar merakla. "Aman gelmesinler, burası sakin, kafa dinlenecek bir yer." Artık ne turla gezmek isterim, ne de tur ağırlamak. Mezelere, yemeklere bayıldıklarını söyleyerek ayrılıyorlar. 

İlçenin önemli yöneticilerinden biri arıyor. Epey bir zamandır görünmüyordu. Evlilik yıl dönümleriymiş., eşiyle birlikte yemeğe geleceklermiş. Mezelere ve ızgaraları başarılı buluyorlar. Günün önemine binaen kestikleri büyükçe bir pastanın küçük bir kısmını yedikten sonra kalanını diğer misafirlere ikram etmemizi istiyorlar.

Geç vakit gelen gençler gurubu arkadaşlarının yaş günü için toplanmışlar. El ayak çekilince içkinin de tesiriyle bizim verandayı dans salonuna çeviriyorlar. Geç vakit kalktıklarında eşim uykuya hazırlanıyor. Misafirlerimizi uğurluyoruz. Dışarıda bir kıyamet. Venüs'ü bırakmaya fırsat bulamazken o çoktan tasmasından kafasını sıyırmış. Tavuğun canhıraş bağrışmaları Fifi'nin havlamasına karışıyor. Venüs kümese dalmış, ağzında bizim kara kızlardan biri ağzında. Peşinden koşturuyorum. Zor bela ağzından bırakıyor ama kara kız çok korkmuş. Alıp kümesine bırakıyorum. Yaşaması için dua ediyoruz. Venüs cezalı, suyunu mamasını verip kulübesine kapatıyoruz. Anlar mı yaptığını? Çok zor. 

El ayak çekilince keyif zamanı. Dinlerken büyük keyif aldığım Vivaldi'nin dört mevsimi çalıyor. Soğuk bir bira açıp günün yorgunluğunu atıyorum. Korkarım bu keyif alışkanlık yapacak.

13 Eylül 2017 Çarşamba

11 EYLÜL

10/09/2017 Pazar, Tire

Pazar günü sakin başlayan günümüzü ceviz kırarak, değerlendiriyoruz. En çok tükettiğimiz malzemelerden biri olduğundan her fırsatı değerlendirmek gerek. Çıkıp terasta kuruyan domatesleri topluyorum. Akşama doğru hareket başlıyor. Hepimiz işimizin başına dönüyoruz. Misafirlerimizin hiç biri rezervasyon yapmadan geliyorlar; üstelik anlaşmış gibi hepsi bir anda. Yeni elemanlar yavaş yavaş neyin nerede olduğunu öğrenmeye başladılar. Salataların hazırlanması, sebzelerin yıkanması gibi işlerde yardımcı oluyorlar. 

Aklımda yarın için yapacağımız plan var. Kızımla birlikte eşime güzel bir gün yaşatmak istiyoruz. 11 Eylül onun doğum günü. Üstelik tatil günümüze rastlaması güzel bir tesadüf. Belki de restoran açılalı beri ilk kez tam anlamıyla tatil yapacağız. Salı pazarından alışveriş yaptıktan sonra tüm hazırlıkları aynı güne bırakmaya niyetliyiz. Eşim de ilk kez tez canlılık yapmıyor her nasılsa. Kapanış saatine yakın müdavim misafir ailelerimizden biri geliyor. Hemen siparişlerini veriyorlar. İki kız kardeş eşimin krema soslu makarnasına hayran. Onun üzerine ızgara köfte söylüyorlar. Çoğu zaman misafirlerimiz şefin tavsiyesini sorarlar. Ben genel olarak tercihi kendilerine bırakıyorum. Beğeniler kişiye göre değişir çünkü. Diğer taraftan elinde kalanları satmaya çalıştığımı düşünmelerini istemem.

İşin doğrusu genç kızların yemek tercihi benim de hoşuma gidiyor. Bunu eşime söylüyorum. "Ben de olsam aynı siparişi verirdim." Kremalı mantarlı yassı spagetti tam kıvamında pişirilerek servis ediliyor. Tabakta bir buçuk porsiyon olarak istedikleri iki porsiyon gibi duruyor. Eşime takılıyorum. "Bu çok fazla, bir tabak da bana çıkar bundan." Misafirlerimize fazla geleceğini düşündüğüm duble makarna tabağı tertemiz geliyor. Beyefendinin tercihi günün en fazla sipariş alan sıcağı. Mantarlı bonfile sote. Jet hızıyla yemeklerini yedikten sonra kahvelerini içip kalkıyorlar.

"Bodrum'a mı gitsek, internetten rezervasyon yapayım?" diye soruyor kızım. Eşimle planlarımızı paylaşıyoruz. Sabaha karşı varırız, gün boyunca da otelde uyuruz artık. Bu fikir pek alıcı  bulmuyor. Gecenin bu vaktinde yola çıkmaktan vazgeçiyoruz. Şehirdeki evimize dönüyoruz. 

11/09/2017 Pazartesi, Seferihisar

Sabah erken kalkıyoruz. İlk işim eşime gösterişli bir çiçek yaptırmak. Altımızda yeni açılan çiçekçi bu işi görür. "Öyle bir buket hazırla ki şimdiye kadar yaptıklarının en iyisi olsun." diyorum çocuğa. Bu esnada çarşıya gidip eşimin sevebileceği güzel bir hediye alıyorum. 

Dönüşte arabamı oto yıkamacıya bırakıyorum. "Dönüş saatim belli değil, anahtarı benzinciye bırakın oradan alırım." diyorum. Artık çoğu insan tanıyor beni burada. Ev yakın, yürüyerek gidiyorum. Bir kolumda çiçek bir elimde hediye paketi eşimin doğum gününü kutluyorum. Çok hoşuna gittiği belli. "Nice güzel yıllarımız olsun hep birlikte." 

Kızımın arabasıyla Selçuk'a doğru yola çıkıyoruz. Yol üzerindeki bir kır bahçesinde kahvaltımızı ediyoruz. Her pazar misafirlerimizin önüne koyduğumuz bir sürü kahvaltılık bu kez bizim önümüze geliyor. Hizmet etmenin keyfi başka, hizmet almanın daha başka. Her ikisinin tadını bilmek en güzeli. Kahvaltıdan sonra yolumuza devam  ediyoruz. Yolda tartışıyoruz. Urla'da bir Özbek Köyü var, çoktandır gitmedik. Hem mezeleri güzel, hem de balıkları taze. Otobanda ilerliyoruz. Kahvaltıdan yeni kalktığımız, üstelik bazlama ekmeği ile karnımızı tıka basa doyurduğumuz için kimsenin yiyecek hali yok. Urla sokaklarında serseri mayın gibi dolaşıyoruz. Bunu biz her zaman yaparız. "Bademler köyüne gidelim." diyor kızım. "Ne var Bademler köyünde?" Tiyatro oynanan ilk köymüş. Köylüler oyuncu oluyorlar, yıl boyunca rollerine hazırlanıyorlarmış. "Eeee?" "Daha sonra oyunlarını halka sergiliyorlarmış. Bu gelenek yıllar boyu devam edegelmiş." Muziplik olsun diye araya giriyorum. "Şimdi gitsek bize de oyunlarını sergilerler mi?" Eşim soruma aldırış etmeden bir bilgi daha veriyor. "Susuz Yaz" filmi de bu köyde çekilmiş."  

Kızımın kaptanlığında Bademli köyünden çıkıp alakasız yerlere savruluyoruz. Sağımız solumuz incir ağacı. Eşimin en çok sevdiği meyve, incir. Ama dalından kendisi koparırsa. "Yol üstündeki ağaçların birinden iki tane yesek hırsızlık sayılmaz değil mi?" Göz hakkı denilen bir şey var en azından. Durup olgun incirlerden topluyoruz, oracıkta yiyeceğimiz kadar. "Yok" diyor eşim, "Bizim incirler daha güzel." Urla sokaklarında turumuz devam ediyor. Arada konut sitelerini geçiyoruz tali yollarda ilerlerken. Daha bir sürü arazi var. Boş değil, zeytin ve incir ağaçları var seyrek de olsa. 

Ana yola çıkıyoruz. Bir markete uğrayıp susuzluğumuzu gideriyoruz. Yavaş yavaş acıkmaya da başladık ama nereye gideceğimiz hala belli değil. Yol üstünde bir Starbucks Coffe görüyoruz. Birer kahve içmek üzere dalıyoruz içeri. Dışarının sıcağından sonra içeride klimanın serinliğiyle ferahlıyoruz. Ben soğuk bir kahve söylüyorum. Adı aynı da olsa her Starbucks Coffe aynı olmuyor. Muscat'ta içtiğim soğuk kahve nerede bu nerede? Dörtte üçüne buz kattıkları için iki yudum sonra insanın elinde buz dolu koca bir bardak kalıyor. 

Özbek köyünün yanından geçip rotayı Teos'a çeviriyoruz. Güzel bir yer varmış orada. O da ne? Kocaman bir tabela karşılıyor bizi. "Pazartesi günleri kapalıyız." Gerisin geriye dönüyoruz. Artık karnımız iyice acıkmaya başladı. İnternette en güzel yorumları alan bir restorana doğru yönümüz. Sığacıkta bu yer. Taverna havasında, Yunan müziği çalıyor. Hava henüz kararmamış ama bütün masaların üzerinde "Reserved" yazıyor. "Bak gördünüz mü? Butiklere takıla takıla burayı da kaçırdık." Yaşlı bir teyze işletiyormuş bu Restaurant'ı. Hemen bizi buyur edip "İstediğiniz yere oturabilirsiniz." diyor. Bir anne kedi, üç minik yavrusuyla yanımıza geliyor. Hepsi bir yumak oluyor. Birinin karnı acıkmış, annesinin altına giriyor. Diğerleri sırasını beklerken anneleri onları yalayarak temizliyor. Hem ziyaret hem ticaret. İçeri girip vitrinden meze çeşitlerine bakıyoruz, belki ilham olur bizim için. Bizden farklı olarak deniz ürünlerinden yapılan mezeler var. "Saganaki" hoşumuza gidiyor. Menümüzde neden olmasın? Ben enginarlı karides güveç sipariş ediyorum. Kaşık salatası çoban salatasından farklı değil. "Biz kaşık salatası istemiştik." Garson önümüzden salata kasesini alıp az sonra geri getiriyor. Giden ile gelen arasında pek fark yok. Soruyorum Konyalı garsona "Ne değiştirdiniz?" "Biraz daha ufalttık domates ve salatalık boyutlarını." "Kaşık salatanın ekşili suyu olmaz mı?" "Biz böyle yapıyoruz."

Enginarlı karides güvecim geliyor. İştahla yemeye hazırlanırken, toprak güveç kap altındaki tabaktan kayarak yere iniyor. Garson önümüzdeki yavru kediye basmamak için dengeyi kaybedince kedilere sürpriz bir ziyafet çıkıyor. Kalamar pek hoşumuza gitmiyor. Yeterince yumuşak değil. Bazı restoranlar çok güzel yapıyor tavasını. Balığımızı yedikten sonra kalkıyoruz. Kızım bizi Gaziemir'e yetiştiriyor. Minibüs kalkmak üzereyken son yolcu olarak bizleri alıyor.

Torbalı'ya kadar yanımda oturan genç adamın telefonunda oynadığı çocuk oyununa bakıyorum göz ucuyla. Sırtımdaki ağrı uyumama engel. Torbalı'yı geçtikten sonrasını hatırlamıyorum. Şoförün sesi tatlı uykumu bölüyor. "Hastanede inecekler..." Eşim de uyuya kalmış. Sesleniyorum. Minibüsten uyku sersemi inip yıkamaya bıraktığım arabamızı alıyor, yaylamıza çıkıyoruz. Ooo, çok geç oldu, yarın büyük pazar var.

10 Eylül 2017 Pazar

ORTAYA KARIŞIK

08-09/09/2017 Cuma, Cumartesi, Tire

Dün gün içinde gelen iki gençle iyi vakit geçiriyoruz. Biri Almanya'da yaşıyor, arkadaşı aslen Bayındırlı ama İzmir'de oturuyor. Gezmeye gelmişler Tire'yi. Yolları nasıl onları Taş Ev'e getirdi bilmem ama buradan çok büyük keyif aldıkları her hallerinden belli. Her baktıkları yer bir fotoğraf karesi... Bol bol fotoğraf çekiyorlar, kurumakta olan domates ve biberleri, Taş Evin her bir köşesini, çalışanların kabak çiçeği dolması sarışlarını... Bir anda mutfakta beliriyorlar. Eşim her zaman olduğu gibi telaşlanıyor. Mutfakta tezgah üzerinde hiçbir şey olmamalı. Fotoğraf karesine girebilecek çöp kovası bile tedirgin ediyor onu. Oysa çalışan bir mutfağın görüntüsünü almak istedikleri. Salonda oturuyorlar, manzara fotoğrafları çekiyorlar, sipariş edip keyifle yedikleri mezelerin, keşkeğin fotoğrafını çekip paylaşıyorlar. Fotoğraf çekmeleri yetmiyor video kaydı yapıyorlar. Türkiye özlemi içinde kor bir alev gibi yanıyor Almanya'da yaşayanın. Kuru kırmızı biber almak istiyorlar. İhtiyacımız olanı kurutabiliyoruz oysa. Çektikleri sayısız fotoğraf ve videoyu sosyal medyada paylaşıyorlar, altına "Harika bir yer burası." kaydını düşüyorlar. Kara kızların yumurtaları, organik ve katkısız reçel kavanozları sosyal medya aracılığı ile yakınlarına ulaşıyor. Şehre indikten sonra geri geliyorlar, acaba ne unuttular derken, "Reçel siparişi aldık Almanya'dan, gerisin geriye döndük geldik."  Paylaştıkları fotoğrafları gören yakınları Taş Ev'e has organik reçellerimizden ısmarlamış. 

OSB'den bir müdür ağırlamışız bir müddet önce. Kayınpederine anlatmış Taş Ev'i. "Tire'de yeni bir yer açılmış, Taş Ev diye. Mutlaka gidin görün." Beyefendi Ankaralı, eşi Torbalı'dan. Hayatımın yarısından fazlasını yaşadığım şehir Ankara. Bu yüzden Ankaralıları yarı hemşehrim sayarım. Bahçelievler'deki bir okulda İngilizce öğretmeniymiş. "Çocuklarla yine geleceğiz mutlaka, bayıldık buraya." diyerek ayrılıyorlar.  

İlk açıldığımız günden beri bizi yalnız bırakmayan misafirlerimizden biri telefon ediyor. "Açık mısınız?" Tatil günümüzü değiştirdiğimizden bu yana bu soru çok sorulmaya başladı. Gelecek olanın önceden araması büyük incelik. Ama onun gibilere her zaman kapımız açık. "Bayan arkadaşlarımızla geleceğiz bu akşam." diyor telefonun ucundaki hanımefendi. Her zamanki yerlerine alıyoruz. En çok sevdiği Fellah köftesiyle başlıyorlar. Masayı donatıyoruz. İş arkadaşlarıymış. "Bütün kızlar toplandık." şarkısını hatırlatıyorlar bana. Sohbet koyu, hava güzel... Canları şeftali istiyor. Gidip bahçedeki ağaçtan topluyorum. Öyle kocaman değiller, hatta normal şeftaliye göre oldukça küçük kalırlar. Hormonsuz, ilaçsız. Ağızlarına götürür götürmez aldıkları tat onları çocukluklarına götürüyor. "Bu çocukken yediğimiz şeftalilerin tadında, çok hoş." 

Sabah yataktan kalkarken sol bacağıma müthiş bir kramp giriyor. Hareket ettikçe dayanılmaz bir acı çekiyorum. Kalkmak istiyorum, bu kez sol baldırımda ayrı bir kramp çıkıyor ortaya. O kadar kuvvetli bir acı ki bağırmak istiyorum. Bağırsam kramptan kurtulur muyum? Düşününce bağırmanın gereksiz olduğunu düşünüyorum. Bir süre hareketsiz bekliyorum. Şöyle hafifçe hareket edip yokluyorum. Yok, geçecek gibi değil, ayaklarımı oynattıkça daha şiddetli bir acıyla kıvranıyorum. Geç kalacağım, zor bela yüzü koyun yatar pozisyona geliyorum. Ağrı şiddetini azaltıyor. Usulca, yoklayarak yataktan kalkıyorum. Elemanları toplayıp yeni bir güne açıyoruz pencereyi.

Bugün 9 Eylül, İzmir'in kurtuluşu. Bütün yurtta coşkuyla kutlanıyor. O Atatürk posterlerinin, Türk bayraklarının altında olmak isterdim, unutturmaya çalıştıkları kurtarıcımıza sahip çıkmak adına. Müfredattan Atatürk'ü anlatan ne varsa çıkarmışlar. İlköğretime başlayan yeni nesil Atatürk'ü bilmeyecek. Onun bir ideali vardı, çağdaş, laik bir yönetim, modern, eğitimli bir toplum, kadın erkek eşitliği. Kıymeti bilinmedi. 

İkiçeşmelik Caddesine koşardık çocukken resmi geçidi izlemek için. Efsane belediye başkanı Osman Kibar, nam-ı diğer Asfalt Osman, üstü açık bir araba içinde ayakta dikilir, halkı selamlardı. Süvariler geçerdi önümüzden. Bazen yürüyüş tıkanır, atlar nefes alırdı. Çok mu sıcak olurdu o günler? Atın üzerinden inen asker tören kılıcının keskin olmayan tarafı ile alımlı doru atının kalçasını sıyırır, yerlere şakır şakır hayvanın teri boşalırdı. Bakıldığında hiç belli olmayan bu sıvı atın tüyleri arasında nasıl kendine yer buluyor çözemezdim. Süvarilerin arkasından özel olarak süslenmiş, firmaların reklamını yapan kamyon ve kamyonetler, bazen traktörler bir karnaval havasında geçiş merasimine katılırdı. Araçların üzerindeki yöresel giysiler giymiş genç kızlar kalabalığın içine imal ettikleri ürünlerden oluşan küçük eşantiyonlar savururdu. Bazen bir şeker, bazen bu özel gün için paketlenmiş kuru incir, küçük ambalajlar içinde toz deterjan ya da tanıtım broşürleri...  Çoluk çocuk küçük bir çikolata, ya da bisküvi kaparım ümidiyle araçların etrafında koşturup dururduk. Ve nihayet bu özel gün için hazırlanmış okul grupları, ellerinde trampetlerle günümüze neşe katarlardı. Çok gösterişli olmasa da bize yeterdi bayram havasındaki bu eğlence. Bayram günleri bile sönük kalırdı yanında. Akşam olmadan dönerdik evlerimize. Şimdi müzelerde yerini bulan eski model radyomuzda 19.00 ajansını dinlerdik. "İzmir'in kurtuluşu bütün yurtta coşkuyla kutlandı." Ne şehit haberi duyardık radyodan o zamanlar, ne kadın cinayeti. Fetö'ye kol kanat gerilmezdi o zamanlar.

Öğleden sonra hanımlar acı biberleri iplere diziyorlar. Bu işe alışık oldukları belli. Kilolarca biberi bir çırpıda hallediyorlar. Verandaya açılan demir parmaklıklı kapı geçen sene olduğu gibi bu sene de kırmızı gerdanlıklarla süslenince Taş Evin havası daha bir güzelleşiyor. 

Akşamın erken misafirleri yakında evlenecek bir çift. Delikanlı benim gençliğim gibi. Mantar sevmez, dereotu, sarımsak yemez. Onu yemez, bunu yemez. Onca meze arasından yiyebileceği üç meze çıkıyor zorlukla. Kızın çekeceği var diyeceğim ama "Evlenince sen de alışırsın her şeyi yemeye." diyorum. 

Selçuk'ta bir açılış töreni. Başbakan yapıyor açılışı. Belediye Başkanı ilk konuşmayı yaptıktan sonra nezaketle verecek sözü başbakana. İzmir Büyük Şehir Belediyesinin büyük emek verdiği proje hükumet tarafından siyasi ranta çevriliyor. Yalakalar yuhalıyor, hakaret ediyorlar başkana. Başkan sitem ederek konuşmasını tamamlamadan kürsüden iniyor. Bulunduğu mevki üzerine bol gelen başbakan keyifli. "Şekeri var başkanın, her halde dayanamadı." diyerek dalga geçiyor. Siyaset kötü bir kurum. Yalakalık onun mayasında var. Aziz Kocaoğlu'nu tanımam. İzlediğim kadar beyefendi biri. Ama Binali Yıldırım'la ve birçok bakanla işim gereği tanıştım, görüştüm. Hepsi sıradan insanlar. Ülkenin ne değerli insanları varken onların bu makamlara gelmesinin tek nedeni var. "Yalakalık." 

Yalakalık nedir? "Peki efendim." ciliktir. "Haklısınız efendim." cilik, "Tensip buyurdunuz, emredersiniz." ciliktir. Düşünmeden, akıl yürütmeden üstünün her dediğini fazlasıyla yaparlar bunlar. Üstünün isteği doğrultusunda yaptıkları yanlış bir şey olsa dahi "Ya patron, bunu yapmamızı sen istedin." demezler. Her türlü karar kendilerine aitmiş gibi bir de üstlerinden fırça yerler. Yine sineye çekerler. Yeri gelir, onları yanlış yönlendiren üstlerinden özür bile dilerler. "Efendim, siz öyle demek istememiştiniz ama biz yanlış anladık, bu yüzden beklediğimiz sonucu alamadık." Oysa içlerindeki ses bunun tamamen patronun hatası olduğunu söyler. Yıpranınca buruşuk bir kağıt mendil gibi kenara atılırlar. O etrafındaki kalabalık yoktur artık. Kendi kendine hesaplaşma dönemi başlar. Patronun sayesinde haksız edindiği mala mülke bakar, bir de itibarına. Bu mal mülk, hem benim hem de çocuklarımın itibarını kurtarır derler sonunda. Evet, malın mülkün, paranın itibar olduğu bir ülke yarattık. Ahlak, adalet, dürüstlük, sözün namus sayıldığı eski defterler kapandı. Efendilik, insan ve hayvan sevgisi yerlerde sürünüyor. 

8 Eylül 2017 Cuma

KURBAN ERTESİ

07/09/2017 Perşembe, Tire

Kurban Bayramından sonra insanlar ete doymuş ki bayram ertesi sakin geçiyor. Bu sükunet biraz dinlenme fırsatı veriyor. Bugün de cuma akşamı sakin olur derken misafirler erkenden kapıda beliriyor. Ödemişli bir aile, İzmir'de oturuyorlarmış. Üç hanımefendi, yanlarında şirin mi şirin beş aylık bir bebek. Adı Rüzgar, gözlerinin rengi oğlumunkine benziyor, yeşille mavi arası. Keyfi yerinde, bizdeki telaşın aksine. Annesi hamağa yatırıyor, etrafa gülücükler saçıyor. Yukarı salonda camlar siliniyor, mangalı canlandırmam lazım. Serin bir rüzgar Rüzgar'a dokunur mu acaba? Hemen toparlanmalarını söylüyorum elemanlara. Zaten onlar da işin sonuna gelmişler. İzmir'den bir arkadaş tavsiyesi üzerine çıkmışlar yola misafirlerimiz. Pek bir övmüşler Taş Ev'i. "Gidelim bir görelim bakalım." demişler, sora sora güç bela bulmuşlar yerimizi. Salondaki manzara çok hoşlarına gidiyor ama verandada oturmayı tercih ediyorlar. Verandanın köşe masasına yerleşiyorlar. Endişe ediyorum, bebek hasta olacak diye. Annesi rahat, Rüzgar rüzgardan korkmaz, ona bir şey olmaz. Ben yine de güneş gören havuzun yanındaki masaya geçmelerini istiyorum. Eşimin özenle hazırladığı zeytinyağlı mezelere bayılıyorlar. Bütün yorgunluklar unutuluyor. Minik Rüzgar pek bir memnun halinden.

İki genç kalmış yolda, su kaynatmış arabaları. Biri Tire'li diğeri Bayındır'dan. Kuşadası'nda bir çok yerde şubesi olan meşhur bir Köftecide çalışıyorlarmış. Getirdikleri bidona su doldurup gidiyorlar. Az sonra geri geliyorlar. Böyle güzel bir yerde en azından birer çay içmeli diyerek. Yolda kalmışlar, sevaptır diyerek birer çay ikram ediyorum. Kalkmaya niyetleri yok, birer çay daha istiyorlar. Sezon kapanırsa gelip burada çalışabilecekleri geçiyor aklımdan. Görünüşte düzgün çocuklar. Sezonluk değilmiş çalıştıkları yer. Aklımdan geçen bende kalıyor.

Rezervasyonlar birbiri ardına geliyor. Hiç de sakin olmayacak bugün sanki. Altından kalkabilecek kadar misafir kabul ediyoruz. Çat kapı gelenlerden şansı olanlar erken gelenler. Onlardan biri baba dostu. Yıllardır Almanya'dalarmış. "Tanımam mı ben Şahap Bey'i? Tirespor'un yöneticilerindendi bir zamanlar." Dört kişi salonun en güzel masasına geçiyorlar. O kadar çok meze söylüyorlar ki masada yer kalmayacak diye telaşlanıyorum. Neyse ki anında silinip süpürülen meze tabakları yenilerine yer açıyor. 

Akşama doğru rüzgarla birlikte serinlik de kayboluyor. Hani derler ya "Limonata gibi bir hava.", işte tam bu hava için söylenmiş sanki. Salona almayı düşündüğüm rezerve masaların çoğu verandayı tercih ediyor. Şaşılacak şekilde bu akşam arılar ete gelmiyor. Havada uçuşan ne bir sinek, ne bir böcek. Fonda güzel şarkılar çalıyor. Kimsenin cuma akşamına aldırdığı yok, rakının keyfini çıkarıyorlar. Öyle ya, hangi kitapta ya da hadiste cuma akşamı için yasak konulmuş? İnsanlar bir şey uyduruyor, sonra uydurduklarına kendileri inanıyorlar.

Kalabalık bir aile beliriyor yanımda. Bu yoğunlukta gelen gideni takip etmek mümkün değil. Hızını alamayan misafirlerin üst üste siparişleri. "Bir Arnavut ciğeri daha alalım, çok güzelmiş elinize sağlık." Diğer masalar sabırsızlanıyor, "Bize bir kuru domates daha." Yeni gelen misafirlerden aile reisi olanı yer göstermemi bekliyor. "Rezervasyonunuz var mıydı?" "Hayır yok." "Çok açsanız yapacak bir şeyimiz yok. Rezervasyon yaptıran misafirlerimiz öncelikli." Geri çevirmek hoş değil. Devam ediyorum, "Ama acelemiz yok derseniz, buyurun oturun." "Ne kadar bekleriz?" "Yarım saat." Aradan beş dakika geçmeden, "Bize servis açacak mısınız?" Dedim ya, beklemek zorundasınız, kusura bakmazsanız. 

Bu akşamın konukları hep özel mezeler sipariş ediyor. Yeni işe başlayan yardımcı kadınlar henüz tam işin içinde değiller. Kuru domates, fellah köfte, skordaki, ot kavurma gibi mezelere çok talep var. Hani tabaklara koy gitsin türünden değil bunlar. Özenle tereyağında kavrulacak cevizleri, sarımsaklı kese yoğurdu tazeden dökülecek, maydanozlar yıkanıp itina ile kırpılacak üstlerine, zeytinyağı ile zenginleştirilecek bazıları, tabaklar süslenecek. Eşim mutfağa yardım eden elemanlara bırakmıyor ki hiçbir işi. Ne maydanozun doğranması öyle olacak, ne dereotunun sunumu. Hepsi istediği gibi, kusursuz bir şekilde. Çifter çifter keşkekler hazırlanıyor ara sıcak olarak. 

Misafirlerimizden biri iki kez çıkmış yayla yolunu. Talihsizlik işte. Kaplan köyüne varmışlar önce, levhalara bakmak akıllarına gelmemiş. Gerisin geriye inmişler o virajlı yokuşlardan. Kuşadası'nda güzel bir et lokantası varmış gittikleri. Oraya gitmeyi planlarken eşi, hanımefendi takmış kafayı Taş Ev'e. Nihayet internetten bulmuşlar rotayı. Gerisin geriye tırmanmışlar o zahmetli yolları üşenmeden. Sonunda bulmuşlar bizi. "İyi ki bulduk, iyi ki geldik." diyerek uğurluyoruz onları. Beşinci sınıfa giden bir kızları var, sanatçı ruhlu. "Doktor mu olacaksın benim kızım gibi?" diyorum. "Hayır" diyor, "Ben doktor olmak istemiyorum." "Ne olacaksın peki?" "Oyuncu olmak istiyorum." Bu cevabı çok hoşuma gidiyor. Babası araya giriyor. "Kızım gitar da çalıyor." Ne güzel sizleri burada ağırlamak. 

7 Eylül 2017 Perşembe

ESKİ DOSTLAR

06/09/2017 Çarşamba, Tire

Hava bir açıyor, bir kapıyor. Cevizlerin hasat zamanı. Kara kızların bir kısmı kümesten ağaçlara, oradan bahçeye inmişler. Venüs bağlı olduğu için sorun yok. Elimde sebze kovasını görür görmez çığlık çığlığa peşime takılıyorlar. Yanlışlıkla üstlerine basmamak için büyük çaba harcıyorum. Kümesin içinde kalanlar kapıda toplanmış. Kapıyı açıp içeri giriyorum. Kovayı önlerine boşaltınca sesleri kesiliyor. Biraz da kuru yem atınca sıra yumurtaları toplamaya geliyor. Venüs ve Fifi'ye yemeklerini veriyor, sularını tamamlıyorum. Gün geçtikçe her ikisiyle güçlü bir bağ oluşturduğumu hissediyorum. Güçlü bir bağ, insanlarla kurulamayan cinsten. Çünkü onların karınlarını doyurduğunda minnetlerini gösteriyorlar. Riyasız, aldatmadan...

Bugün keyfimi kimse kaçıramaz. Huzurluyum, çünkü Allah'a şükür kimseye borcum yok, Tahtakale'deki tuhafiyeci dışında. Bir türlü yolum düşmedi 1,5 TL lik borcumu ödemek için. Eşime de söyledim, hani ölür kalırsam ödesin diye. O 1,5 TL bile hep aklımda. Biberleri dizmek için yorgan iğnesi alacaktım, bozuğu yokmuş, "Sonra verirsin." demişti.

Hava iyice serinledi. Misafirleri salona almak lazım bu havalarda. Öğlen yemeğini kiraz ağacının altında yiyoruz. Sincaplar kestane ağaçlarının dallarında seri hareketlerle dolaşıyor. Avlu ve veranda inceden inceye temizlendi. Tavuklar kirletmesin diye Fifi ile birlikte onları uzaklaştırıyoruz. Verandanın altında havuzun giderinin boşaldığı yeni bir yer buluyorlar kendilerine. Geçen sene orası sirken otlarıyla doluydu. 

Akşamın şeref konukları üniversiteden arkadaşım ve ailesi. Onlarla birlikte gelen dostları, güzel insanlar. Mezelere, yemeklere övgüler yağdırıyorlar. Tabaklar tertemiz dönüyor. Terasta kuruyan domateslerden bahsediyorlar. Belli ki bu sayfaların sıkı takipçileri. Kuruması için terasa serdiğimiz son parti bu. Arkadaşımın değerli eşi "Kırk kilo değil mi?" diye soruyor gülerek. Gülüyorum ben de, "Hayret, nereden bildiniz?" Elbette yazılarımı okuduğunu ima ediyor. Dost insanlar, gerçek dostlar. Kırk yıldan fazla oluyor tanıyalı Ali'yi. Eski günlere gidiyor aklım. Gözlerimin önünde o çocuksu hallerim. Altı kişi kaldığımız yurt odası. Dün gibi... Vedalaşırken dostça öpüşüp sarılıyoruz, eski günlerin sıcaklığında. 

Mekanın mimarisini inceliyor iç mimar olan genç. Fonda Yann Tiersen. Elemanları evlerine bırakıyorum. Misafirlerimizi uğurluyoruz. Kimi İstanbul, kimi Almanya kimi de İtalya yolcusu. "Ta Karelia" çalıyor. Venüs'ü bağlıyorum kulübesinin yanı başına. Sabah kara kızları top zannedip oynamasın diye. Kapıları kapatma zamanı. Hafiften üşüyorum. Bu gece gökyüzünü seyretmeyeceğim. Gece kuşlarının sesini dinlemeyeceğim. Ne kadar erken geldi bu sonbahar?  

Eşim içeriden sesleniyor, "Gel bak adamın çıktı televizyona." Ayhan Sicimoğlu, hastasıyım. Saat ikiyi geçmiş. Keyif zamanı. Bir bira açıyorum, bendeki keyif kimde var? Müzik harika, Taş Ev'i kapatmışım bu saatte. İnsanın şair olası geliyor...

5 Eylül 2017 Salı

VENÜS VERSUS KARA KIZLAR

05/09/2017 Salı, Tire

Bayram yorgunluğunu bugün atıyoruz üzerimizden. Eleman konusunda doğru yolu bulduk sanırım. Yerel bir web sitesinde yaptığımız duyuru onlarca karşılık buluyor. Taş Ev iyice tanındığından olsa gerek onlarca müracaat oldu. Tatil günümüz olan dün hayli yoğun geçti. Karanlık bastıktan sonra iş görüşmesi için gelen iki hanımefendi ile anlaştık. Bugün onların ilk günü. 

Bayram yoğunluğu içinde bizi yalnız bırakmayan oğlumu Ankara'ya, kızımı İzmir'e uğurladık. Akşam her zamankine göre erken yatmama rağmen sabah eşimin seslenişi ile saat dokuzda kalktım. Büyük pazar alışverişini kısa zamanda nasıl halledeceğim diye plan yaptım kafamda. Derekahve üzerinden inersem hem Fatma Hanım'ı alacağım yere yakın olacak hem de pazar işimi görebileceğim. Diğer hanımefendi biraz ters yerde kalıyor.

Geçen hafta geç vakit gelen mantar bu kez aynı tezgahta oldukça davetkar görünüyor. Fırıncı teyzeye 1,5 lira borcum kalmıştı sanki, tam olarak hatırlayamadım. O da hatırlamayınca bir lirasını alarak "Helal olsun." dedi. Tam çıkacakken "Tamam, şimdi hatırladım." deyince dönüp elli kuruş daha verdim, gülüştük. 

Üç gün üst üste kurulan bayram pazarından pazarcılar da bıkmış olmalı ki bazı tezgahlar hiç açılmamış. Bir gün önce Toplu Konut pazarından yükte ağır alışverişi yaptığım için yeşillik dışında pek alacağım bir şey yok gibi. 

Dün eşim Fellah köfte hazırlığını yaparken ben de kırk kilo domatesi dilimleyip kurutma selelerine dizdim. Bu son kez olmalı. Bundan sonra yağmurlar başlar artık. 

Venüs bağlı olduğunda yanına doluşan kara kızlara aldırış etmiyor. Hatta mamasını yemesine bile göz yumuyor. Serbest bıraksam onları top zannediyor, peşinden koşuyor. Yakalayınca da ağzından almak zorunda kalıyoruz, tabii yetişebilirsek. Yok, yemiyor ama tavukların ne canı var ki, kafasında iki sallasa gidiyor zaten.

Evvelsi gün gelen rahmetli kayın pederin arkadaşları ile güzel sohbet ettik. Eşimin de katıldığı sohbet esnasında eski günler anıldı. Bu arada 4 Eylül Tire'nin kurtuluş günü. Bazı etkinlikler yapılmış ama bizim iş yoğunluğundan haberleri dahi izlemek mümkün olmadı doğru dürüst. Haber olarak dün gece tek duyduğum bayram boyunca meydana gelen trafik kazaları. Yüz kişinin üzerinde kurban verilmiş. Kurban Bayramında kurban olmak ne acı. 

Kurban Bayramı bize hiç bayram gibi gelmedi. Çocuklarımızla birlikte olmak, onların sağ salim işlerinin başına dönmesi bizim için en güzel bayram hediyesi. Şimdi biraz daha düzeldi sanırım ama eski bayramlarda sokak aralarında kesilen hayvanlar ve ortalığı kan gölüne çeviren kötü bir manzara geliyor gözlerimin önüne. İki de bir çalınan kapılar, kapının önünde beş on yaşlarında ta uzak mahalleden gelmiş çocuklar el öpüp bahşiş bekliyorlar. Annem sıkı sıkı tembih ederdi bizi, "Sakın ola siz öyle yapmayın, ayıptır." 

Bayram süresince güzel konuklarımız oldu. Onları özenle ağırladık. Onlardan biri de Balıkesir'den gelen genç bir beyefendi. Evlilik yıldönümleriymiş. Baldızıyla birlikte ziyaret ettiler önce Eşinin bu özel günlerini unuttuğunu sanıyormuş. Güzel bir masa süslemesi yaptık onlar için. Kocaman bir gül buketini bıraktı ve akşam bize doğru yola çıktığını mesajla haber verdi. Geldikleri saatte veranda doluydu. Kapıya çıkıp karşıladım. Eşinin gerçekten de hiç haberi yokmuş. "Kahveniz var mı? Kahve içmeye geldik." deyince şoke oldum, acaba beklediğim misafir değil mi bu gelenler? Normalde burası restoran. Kafe hizmetini kaldırdık. Hemen toparlanıp, "Buyurun efendim." dedim. 

Üst katta masa hazırdı. Hanımefendi masaya yaklaşınca sürprizin farkına vardı. Oldukça romantik bir akşam yemeği yediler. Şanslarına herkes açık alanı tercih edince salonda sadece onlar kaldı. Öyle sanıyorum ki bu geceyi ömürleri boyunca unutamayacaklar. 

Biri var iyi tanıyorum. Defalarca söz verip tutmayanlardan. Bayram öncesi olmazsa bayramın hemen ertesinde borcumu öderim diyen. Eminin bu satırları okuyordur kendileri. Şimdilik ismi saklı kalsın ama yakındır deklare edeceğim tarih. İnsanın şerefi bu kadar mı ucuzladı. Bu kişi o kişi ki, geçenlerde tatlı söze artık kanmayacağım kararını aldırdı bana. 

Çok güzel bir hava var bugün. Akşama doğru serinledi iyice. Sonbaharın ayak sesleri mi ne? 

2 Eylül 2017 Cumartesi

ALİ BABA TÜRBESİ

01/09/2017 Cuma, Tire

Bayram sabahında korna sesi ile uyanacağım aklıma gelmezdi. Bu gelen oğlum olmalı. Hemen toparlanıp acele adımlarla bahçenin demir kapısına doğru yürüyorum. Yanılmamışım. Anneannesi erkenden çıkarmış yola. Geldiğimi gördüğü halde kornaya basmaya devam ediyor. Kilidi açıp kapıyı rayın üstünde sürüklüyorum. Bugün bizim günümüz, Taş Ev'i bir günlüğüne kapatıyoruz.

Mükellef bir kahvaltıyı ne kadar çok özlemişiz. Ailemizin bütün bireyleri ile birlikte olmak kadar güzel bir şey yok. Kiraz ağacının altındaki masayı hazırlıyoruz. Kızarmış ekmeğin yanında mis gibi tereyağı kokusu. Eşimin yaptığı doğal reçeller, bal, okma, peynir, zeytin her şey tamam. Kızım kocaman bir tavada kara kızlarımızın taze yumurtalarından sucuklu yumurta yapmış geliyor. Tertemiz bir yayla havası, kuş sesleri... Oğlumun tatlı şakaları, anneannesiyle uğraşması, kızımın tatlı gülümsemesi, eşimin çocuklarının yanındaki mutluluğu birbirine karışıyor. 

Kara kızların tatili yok. Onlara sebze artıklarını götürüp yumurtalarını topluyorum. Mürdüm erikleri tam kıvamına gelmiş. Bir avuç toplayıp bizimkilere ikram ediyorum. Eşimin hoşuna gidince toplayıp ikinci bir parti reçel yapmak geliyor aklına. 

Bugün iş yok. Ne yapalım planlarına başlıyoruz. Yayladan daha güzel yer mi var? "Şöyle bir dolaşalım gelelim." diyor eşim. Nereye? E, biz alışığız maceraya. Bodrum, Fethiye, Kuşadası... "Yok, yakın bir yere gidelim." Mesela? Ali Baba Türbesine. Çine barajı inşaatı devam ederken, belki on beş yıl önce ziyaret etmiştim ama şimdi yolunu çıkaramam. Tire'ye yakın aslında. Mezarlığın üzerinde bir yerdeymiş. Sora sora Bağdat bulunurmuş. 

Yola çıkıyoruz. Dar yollardan geçerken Kaplan yolları Londra asfaltı gibi geliyor. Geçen sefer daha bakımlı görmüştüm bu türbeyi. Büyükçe bir tabelada türbenin tarihini okuyoruz. Ali Baba Türbesi, Bektaşi dergahlarının en önemlilerinden biri. Levhanın yanı başında bir çeşme ve mum yakma yeri var. Suyundan kana kana içiyorum. Türbenin içinde Bektaşi babalarının mezarları, Hz. Ali'nin resimleri ve Alevi felsefesini yansıtan güzel sözler var. Bakıcı kadınla sohbet ediyoruz. Kapıların tamiratı ile uğraşan kocası yanımıza geliyor. Niyetim türbenin üst kısmındaki küçük lokantada bir şeyler atıştırmak. Köfte, ala balık gibi şeyler yapıyorlarmış. Tam kalkıp o kısıma doğru hareketlenirken lokantaya bakan tek kişinin bir iş için şehre gittiğini öğreniyoruz. 

Kısa şehir turundan sonra bir kafede oturuyor, açlığımızı bastıracak bir şeyler atıştırıp üzerine dondurmalarımızı yiyoruz. Yaylaya döner dönmez ızgarayı hazırlıyorum. Verandaya yayılıyoruz. Venüs ve Fifi'de yanı başımızda. Kızım her ikisini de güzelce yıkayıp temizliyor. Eşimin hünerli ellerinden çıkan türlü mezelerle masayı donatıyoruz. Belki de bu şehre geldiğimizden bu yana en neşeli günümüz bugün. Şarkılar söylüyoruz, sohbet ediyoruz, şakalaşıyoruz. Arayan misafirlere bugün kapalı olduğumuzu söylüyoruz ama onlar bugünün bizim günümüz olduğunu bilmiyorlar.  

1 Eylül 2017 Cuma

İYİ BAYRAMLAR

31/08/2017 Perşembe, Tire

Gecenin ilerleyen saatleri... Taş Ev'in açık kapısının yanı başında sandalyeme oturmuş düşünüyorum. İnsanların çoğunu üşüten bir serinlik benim için haz verici. Alaca karanlıkta kayısı ağacının yaprakları hafif çalkantılı denizin ortasında yalnız bir teknenin nazlı nazlı sallanışını andırıyor. Hiç göremediğim ama seslerinden aşina olduğum gece kuşları geceye hayat veriyor. Arada cırtlak sesiyle bir baykuş sakinliği bozan tek canlı. Venüs ve Fifi çoktan uykuya dalmış. Yok, artık bugün yazacağım, yazmalıyım. Sabaha kadar sürse de kendimi toparlamam kaçarı yok. Kapının önünde saatlerce oturup keyifle hayaller kurabilirim. Demek ki daha henüz yaşlanmamışız. İnsanın hayallerini bir tarafa atıp anılarını anlatmaya başlaması yaşlandığının göstergesiymiş. 

Profösör'ün yorumlarını özlemişim. Son yazılarıma bir sürü yorum yapmış. Önce o yorumlara teşekkür mahiyetinde bir kaç söz yazıyorum. Sabahın ilk güzel haberi oğlumun Ankara'dan sağ salim geldiğini duymak. Şehre inmeden önce mangalın kömürünü ateşliyorum. Malum aşçı bırakıp gidince iş başa düştü. Her giden bir şey öğretiyor insana. Bu son gidenden geriye kalan tatlı sözün, güler yüzün ne kadar aldatıcı olduğu. Verilen sözlerin artık namus olmadığını zaten ondan önce biliyordum. Mangal yakmayı da o öğrenmedi zaten. Geldiği gibi gitti. 

Yardımcı elemanı almak üzere şehre iniyorum. Oğlum yine yapacağını yapmış anneannesine. Gece eve girip doğru onun yattığı odaya gitmiş. Kadın zaten sabahı zor ediyor, gelecekler boğacaklar beni diye. Bizim oğlan tıkırtıyı duyan anneannesinin kim o demesine fırsat vermeden "Bööö" diyerek korkutmuş. Bu yeni kalp krizi geçiren anneye efor testi gibi bir şey. Sabah yanına varır varmaz söyleniyor. "Biliyor musun senin oğlun bana ne yaptı?" Anne hadi geç kaldık, yolda anlatırsın dememe aldırmadan başlıyor anlatmaya. "Siz gidin, ben arabayı yıkatıp arkanızdan gelirim." diyor bizim oğlan.  Dün kurulan büyük pazarın tezgahları kalkmamış. Arife pazarı yarın kurulacağı için arada kalan bugün de alışveriş günü. Dün, bugün olduğu gibi yoğun bir gün yaşamıştık. İlginç olan neredeyse her gelen pirzola sipariş etmesi (!) Bugün yine pirzola almam lazım. Küçük birkaç alışverişten sonra yaylaya çıkıyoruz.

Öyle bir gündü ki dün, Ödemişten dokuz kişilik rezervasyon yaptıran Kemal Beyin gelmemesine sevindik. Bugün arife, herkes bayram telaşında, dünkü yorgunluğu üzerimizden atarız belki. Kendimize güzel bir masa donatıyoruz. Daha birkaç lokma almadan misafirler gelmeye başlıyor. Neyse bugün fazla gelen olmaz, ceviz kıralım bari diyoruz. Yine yarım kalıyor işimiz. Gelen misafirlerimizin neredeyse tamamı tavsiye üzerine gelmişler. Demek ki doğru yoldayız. Selçuk'tan, Kuşadası'ndan, Torbalı'dan ve hatta İstanbul, Ankara'dan gelen konuklarımızı zevkle ağırlıyoruz. Onlar Taş Ev'e hayran kalıyorlar. İstanbul'dan gelen genç bir beyefendi Eczacıbaşı'nda çalışıyormuş. Henüz yolun başında. "Emekli olduğumda benim de hayalim böyle bir yerin sahibi olmak." diyor ve ekliyor, "Tabii son yasalarla uzatılan emeklilik yaşından sonra emekli olabilirsek..." 

Garip bir şekilde buz kovalarımız eksiliyor. Önce biri yok oldu, son iki gün içinde iki tane daha. Kimin ne işine yarar ki. Bugün mezelerimiz çok sattı. Çok övgüler aldık. Yarın bayram, bayramın ilk günü kapalıyız. Mezeler bitti, bizde yine hazırlık olacak. Oğlumuz ve kızımız yanımızda nasıl olsa. Daha güzel bayram mı olurmuş. Yarın sofralar sadece bizim için kurulacak, yaylanın keyfi bizden sorulacak.  


28 Ağustos 2017 Pazartesi

YAPMADIĞIM BİR ŞEY KALMASIN

27/08/2017 Pazar, Tire

Eşim bu sabah işe dalınca beni geç uyandırıyor. Aslında telefonun saatini kuracaktım ama şarjı tamamen sıfırlandığından kapanmıştı. Alelacele hazırlanıp şehre alışveriş ve personel servisine çıkıyorum. Bugün malum kahvaltı günümüz. Yaylaya dönünce misafirler gelmeden kahvaltımızı yapmak istiyoruz. Mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlıyoruz kendimize. Ne var ki henüz ikinci lokmayı ağzımıza koymadan ilk arabanın sesi geliyor.

Misafirleri ağırlama telaşı içinde bir tanıdık ziyarete gelmiş. İlk şefimiz Aşkın Şef bu sürprizi yapan. Arada fırsat bulup bir şeyler atıştırdığımız masamıza buyur ediyoruz. Bodrum'da çalışıyormuş. Bir saate yakın sohbet ettikten sonra uğurluyoruz onu. Kahvaltının ardından yemek saati başlıyor. Hiç ara vermeden misafirlerimizi iyi bir şekilde ağırlıyoruz. 

Kızım bizimle birlikte. Anneannesinin sık sık tansiyonunu ölçüp duruma göre ilaç kullanımlarını düzenliyor. Bana da öğretmesini istiyorum şu tansiyon ölçme işini. Kulağıma dinleme aletini takıp bana gösterdiği şekilde şişen kolluğu ilk olarak üzerinde denediğim eşimin koluna geçiriyorum. Hava basmadan önce bant ile kolu arasına iki parmak girecek kadar boşluk bırakılacakmış. Kalp atışlarının ilk duyulduğu noktada göstergede okunan büyük tansiyon, atışların kesildiği noktada okunan rakam küçük tansiyonu veriyormuş. Böylelikle yapmadığım işler listesinde bir işe daha çentik atıyorum.

Öğleden sonra işler yoğunlaşıyor. Bir ara daha fazla gelen olursa almayalım diyorum. Şu rezervasyon sistemine geçmek lazım. Ancak adam kalkmış İzmir'den buralara gelmiş, kapıdan çevirmek de olmaz. Bir ara formül buluyorum. "Buyurun oturabilirsiniz ama sizi biraz bekletmek durumundayız, eğer acele işiniz yoksa..."

Beyaz bir Mercedes giriyor park yerine. Arabadan inen başı kapalı genç bir kadın yaklaşıyor bize doğru. "Bu restoranda alkol içiliyor mu?" "Evet alkol var ama kimseye silah zoruyla içki vermiyoruz." diyorum. Arkalarına bakmadan bahçeden çıkıyorlar. 

Geç saatlere kadar ama düzenli bir şekilde konuklarımızı ağırlıyoruz. Kapanış saatine dakikalar kala genç bir çift arabalarından iniyor. Daha önce geldiklerini hatırlıyorum. Geri çevirmek olmaz şimdi. Son misafirimiz onlar oluyor.

27 Ağustos 2017 Pazar

İNSAN MANZARALARI

27/08/2017 Pazar, Tire

Günceme bir şeyler yazabilmek için gece yarısının geçmesi gerekiyor çoğu zaman. Bu yüzden attığım tarihler bir gün sonraya denk geliyor. Güzel bir gün geçirdik bugün. Sabah oğlumun sağ salim Ankara'ya ulaştığı haberini almamız günün güzel olacağının müjdesi gibiydi. 

Ali Ustadan aldığım emanet arabayla şehre inip ekibi topluyorum. Artık işler rayına oturdu tamamen. Cumartesi günleri pazar günü gibi çok fazla kalabalık beklemiyoruz. Her an karşılaşabildiğimiz sürprizler oluyor elbette. Aynen bugün olduğu gibi. Izgara hazırlanır hazırlanmaz dört amca geliyor. Ödemişli çiftçi ya da tüccar olduğunu tahmin ettiğim misafirlerimiz İzmir'den dönüyorlarmış.  İçlerinden biri daha önce misafirimiz olmuş. Sizi güzel bir yere götüreyim diyerek hep birlikte başlamışlar çıkmaya Kaplan yokuşlarını. Geldiklerini duymadım bile. Kapının yanında sandalyeye oturmuş tatlı tatlı esen rüzgar eşliğinde şekerleme yapıyordum. Gözlerimi aralayınca misafirleri araçlarından inerken fark ettim. Hemen toparlanıp buyur ettim. Ailenin olmadığı bir yere oturalım dediklerinde olayı hala anlayamamıştım. Zaten aile yeri, bekar yeri ayrımına karşı biri olduğum için yarı şaka yarı ciddi "Eğer aileleri rahatsız etmeyecekseniz boş olan herhangi bir masaya oturabilirsiniz." dedim.

Önce yukarı salonu daha sonra verandayı gezdikten sonra verandada karar kıldılar. Mezelerini, içkilerini söyledikten sonra koyu bir iş sohbetine daldılar. Misafirlerin ne konuştuğu beni ilgilendirmez, bu yüzden muhabbetlerine pek kulak kabartmam. Yine de şeytan dürttü, kim bu zatlar diye. İçlerinden birini yeni iş kurması için cesaretlendirmeye çalışıyor gibiydi diğerleri. "Benim torunlar gelir senden alışveriş eder, onlar bile yeter sana." diyor yaşça en büyük olanı İşin ilginç tarafı her cümlenin sonunda "... ....yım." diye bir küfür yapıştırıyorlar ağız alışkanlığı ile. Aileye yakın olmasın derken meramlarını ancak anlamış oluyorum. Rahat rahat küfürlü konuşmak bazıları için zorunlu bir ihtiyaç gibi sanki. Aslında küfür ettiklerinin farkında bile değiller. Onlar için sohbetin bir parçası. Yine de zararsız insanlar. Efendice yiyor içiyor, teşekkür edip erkenden ayrılıyorlar.

Ödemişlilerin ayağı uğurlu mu geliyor ne. Gecenin geç vakitlerine kadar boş kalmıyoruz. Düzenli bir şekilde gelen gidenle ilgileniyoruz. Saat yediye doğru dün rezervasyon yaptıran genç arıyor. "Masamız hazır mı?" Henüz erken, hiç bir hazırlığa başlamadık. Ama birden misafir akınına uğrarsak sıkıntı olacak. Hemen bir fırsatını bulup masalarını düzenlemeye başlıyoruz. Balonlar, çiçekler, mumlar, hatta delikanlının bir gün önceden teslim ettiği kız arkadaşı ile birlikte çekildiği fotoğraflar güzelce tanzim ediliyor. 

Eşim sürpriz yapıp personele krema soslu tavuk hazırlıyor. Tam masaya oturacak iken arılar bu lezzetin peşine düşünce apar topar yemeklerimizi mutfağa taşıyoruz. Hayatımda yediğim en güzel tavuk yemeği bu. 

Evlilik teklifinde bulunacak genç geldiğinde masalara yetişmeye çalışıyoruz. Neyse ki erkenden masalarını hazırlamış olmamız rahatlatıyor biraz. Siparişlerini on dakika sonra vereceklerini söylüyorlar. Belli ki delikanlı işi sağlama alıyor. Genç kız hayır derse yemek de yok. On dakika sonra yanlarına çıktığımda yüzlerin gülüyor olması işlerin yolunda gittiğini gösteriyor. Mutlu anların adresi Taş Ev bir çifte daha unutamayacakları bir gece yaşatıyor. 

Biraz yoğunlaşınca detaylar kaçırılıyor. Hayır, hizmetle ilgili değil bu. İlk kez konuğumuz olan kişilere Taş Ev'in tarihi hakkında bilgi vermem hoşlarına gidiyor. Nereden geldikleri, ne iş yaptıkları hususunda bazı detaylar çıkıyor sohbet esnasında. Orta yaşlı iki beyefendi yemeklerini yedikten sonra ağaçların altındaki park yerine ilerliyor. Araçlarının üzerindeki şirket ismine benzer bir yazı ilgimi çekiyor. Hemen ayak üstü sohbete başlıyoruz. İlk kez geldiklerini, mekanı ve yemekleri çok beğendiklerini söylüyorlar. Rüzgar türbinlerini inşa eden firmanın mühendisleri olduklarından bahsederken ortak bir yönümüz çıkıyor ortaya. "Enerji sektörü benim de uzak olmadığım bir sektör." diyorum. Sakin bir günde gelirlerse onlarla sohbet edecek daha fazla zamanım olacağını hatırlatıyorum. Çok memnun bir şekilde ayrılıyorlar.

Yaşadığımız sıkıntılı dönemden sonra misafirlerimizi yeniden kazanmaya çalışıyoruz. Gecenin ilerleyen saatlerinde Ali Usta arıyor. Yarım saate kadar arabamın işi bitiyormuş. Kapanış saatine doğru arabamı kendisi getirip bana emanet verdiği arabasıyla dönüyor.

Çok geç oldu artık yatma zamanı, yarın kim bilir nelere gebe.  

26 Ağustos 2017 Cumartesi

YAYLADAN MI GELİYON

26/08/2017 Cumartesi, Tire

YazılarıLmı epey okuyan varmış demek ki. Kayınvalidemin geçirdiği rahatsızlıktan bahsetmiştim evvelsi gün. Ortalık toz duman. Facebook'tan geçmiş olsun mesajları, telefonla ulaşanlar... Bizim sülale reklamı sevmez. Reklam ettim diye bir de çıkıştılar bana bizimkiler. Reklamın kötü bir şey olmadığını anlatamadım vesselam. Şimdi desem ki bir gün önce yoğun bakımdaydı, ertesi gün yaylada ceviz kırıyordu daha da kızar ve şöyle der: "Cevizleri sen kırdın, biz ayıkladık." 

Yayla havası iyi geldi kayınvalideciğime. Yirmilere çıkan yüksek tansiyon onun altına düştü. Yüksek tansiyon için içtiği ilaçları bir kenara attı. Sabah saat dokuzda Ali Ustanın yanındaydım. Taş Ev arabasız olur mu? Sağ olsun kendi arabasını verdi benim araba çıkana kadar. Oradan küçük pazara uğruyorum. Alacağım fazla bir şey yok aslında. Pazar sokağının dar yollarında sıra sıra dizilmiş köylü tezgahlarının arasından yukarı doğru ilerliyorum. Atom için kurutmalık acı biberin kilosu yedi liradan aşağı düşmüyor. Izgaralık iri mantar gelmemiş yine. Bir yerde kilosu beş liradan atom biberi bulunca kaçırmıyor, tezgahta ne kadar varsa hepsini topluyorum. Sol tarafımda her hafta kabak çiçeği aldığım kadına onlu, on ikili olarak doldurduğu naylon poşetlerin fiyatını soruyorum. İki lira deyince yoluma devam ediyorum. Dönüşte laf atıyor, beni tanıyamadığını söylüyor. İçinde on iki adet kabak çiçeği bulunan poşetlerden tanesi bir buçuk liraya on iki tane alıyorum. 

O kavurucu sıcaklar yok artık. Belki de bize öyle geliyor yaylada. Domates, biber kurutacak daha bir ayımız ya var ya yok. Yağmurlar başladı mı köşe kapmaca oynamaya başlarız artık. Günümüz sakin geçiyor. Yemekler benden. Bölgenin meşhur köy kızartmasının yanında kızarmış patateslerin üzerine kara kızların yumurtalarından bolca kırıp tereyağında pişiriyorum. Sofraya oturur oturmaz misafirler basar genellikle. Bu sefer öyle olmuyor. Keyifle yemeğimizi yiyoruz.

Akşama doğru Ali Usta arıyor. Arabanın turbosunu söküp İzmir'e göndermeleri gerekiyormuş. Bugün arabamı teslim alamayacağım anlaşılıyor. Epey yüklü bir masraf çıkaracağa benzer. Emaneten verdiği Duster benim Captivanın yanında at arabası gibi kalıyor. Otomatik vitesin konforundan sonra manuel çekilmiyor yaylanın yokuşlarında.

Rezervasyonlu misafirlerimiz tam saatinde geliyor. Onların verandada oturmasını beklerken salondaki kaptan köşkü dediğim köşedeki masada oturmayı tercih ediyorlar.

Akşam misafirleri mezeleri ve et çeşitlerini çok beğendiklerini söylüyorlar. Bu tür övgüler özellikle eşimi çok sevindiriyor. Eleman konusunda çok seçici olmayı öğrendik artık. Çok seçince de adam bulamıyoruz. Sanırım rezervasyon sistemine doğru gidiyoruz. Aynı anda dört beş masa gelince panikliyoruz. Sonbahara girerken eğer eleman sorunu çözülmez ise yapılacak tek şey rezervasyonlu misafirleri kabul etmek olacak.

Gece el ayak çekilince yaylanın dingin sessizliğinde Venüs'le oynaşıyoruz. Fifi kıskanıyor, Fifi'ye dönüyorum, Venüs kıskanıyor. Kapının yanındaki tezgahta kara kızların yumurtaları, ceviz, ev yapımı reçel çeşitleri, yayla elmaları alıcılarını bekliyor. Tertemiz yayla havasını derin derin içime çekiyorum.

Son yaşadığımız olaylar, dış görünüşü, o tatlı sözleri ne kadar güven verse de insanlara güvenmemeyi öğretti. Üzüldüğüm şey aldatılmak değil, namuslu, şerefli dürüst insanlara bile artık zerre kadar güven duygumu yitirmiş olmam aslında. Sayıları az da olsa o düzgün insanlar beni affetsin ama daha fazlasını yapamam.