KATEGORİLER

5 Mart 2016 Cumartesi

04/03/2016 Cuma, İzmir

Bilgisayarı yanıma almadığım gibi telefonun şarj cihazını da evde bırakmışım. Akşam kendisinde misafir olduğumuz kızım ev taşıma hazırlıklarına başladığından internet bağlantısını kesmiş. Bütün bu olumsuzluklar nedeniyle dün yaşadıklarımı bugün kaleme aldım.

Bir hafta önceden programladığımız üzere doktorları sıraya dizmiştik.  Önceki sene olduğum katarakt ameliyatına acele karar vermiş, yeterince doktoru araştırmamıştık. Sol gözümde sorun çıkınca bu sefer bir kaç doktora danışalım, ondan sonra karar verelim dedik. Geçen hafta gittiğim göz doktoru da kafamı biraz bulandırmıştı.

İlk önce kızımın çalıştığı hastaneden başladık. Kendisi bir aylığına başka bir sağlık merkezine görevlendirildiğinden yanımızda olamadı ancak arkadaşlarını benimle ilgilenmeleri için ayarlamış. Hepsi çok güzel karşıladılar beni. Damlalar damlatıldı, kafamı cihazlara soktular, alnını daya, çeneni daya, artık rüyalarıma girecek uzun bir patikanın sonundaki kırmızı kiremitli ev görüntüleri... O cihazdan çıktım, öbürüne. Bu sefer mavi keskin bir ışık, daha sonra yeşile dönüyor. Doktor "Şimdi gözünüze biraz hava püskürecek, gözünüzü kırpmamaya çalışın." diyor. Mümkün mü hiç. Gözüm hassas benim. Tam delikteki ışık yeşile döndü, hah diyorum şimdi püskürecek, pısst. Tabi, sanki gözümü kırpmak için bekliyorum o anı. Bir daha deneyeceğiz diyor doktor, gözünüzü kırptınız. Aynı şeyler bir kez daha tekrarlanıyor. Mavi ışık, sarı ışık, pısst. Neyse, bu sefer oldu, "Şimdi diğer gözünüze bakalım." İstemsiz de olsa, hava püskürdüğünde gözümü kırptığım için kızıyorum kendime. Bu kadar işlerinin arasında niye çocukla uğraşır gibi uğraşsınlar benimle. Ama elimde değil. Zamanını da öğrendim ya, mavi ışıktan sonra yeşil ışığın yanmasıyla inadına göz kırmalarım artıyor püsküren havayı kaçırmayım diye.

Neyse tetkikler bitti. Genç doktor "Evet," diyor,  "Mercek kaymış görünüyor, ama ben sizi bir de hocama göstereceğim. Hadi yine damlalar damlatılmaya başlıyor. Göz bebeğini büyütmek içinmiş. İlk anda gözü epey yaksa da fazla uzun sürmüyor bu. Karşı binada hocaya gidiyoruz bir süre sonra. Şimdi o sokuyor kafamı cihazlara. Bazı harfler gösteriyor, ne gördüğümü soruyor. Sağ göz idare eder de, sol göz kocaman harfleri zor görüyor. Genç doktor izah ediyor durumu hocasına. Çok sık rastlanan bir durum değil bu anladığım. Hoca sanki biraz tırsıyor mu ne? Ameliyat olmanız lazım diyor ama riskli olduğunu eklemeyi ihmal etmiyor. Hatta "İlk katarakt ameliyatını hangi doktor yaptıysa o yapsın yine" diyor. Doktor hatası mı ki bu, soruyoruz. Yok diyorlar hocayla öğrencisi, daha sonra da olabilir. Doktor dayanışması... Her şey bir tarafa ben bu işte yokum anlamına gelecek şekilde, "Düşünün kararınızı verin." diyor bize, ayrılıyoruz yanından. Yani şu meali, "Yine de gelip bana ameliyat olmaya karar verirseniz ve de ameliyattan sonra kör olursanız, peşin peşin söyleyeyim, benden hesap sormayın."

Saat 11.00 olmuş. Bu sefer 11.30 da diş kliniğinde randevumuz var. Yetişemeyiz diye gözden çıkarmıştık bunu. Ancak bir şansımız doğdu şimdi. Sahil yolundan gidersek yetişebiliriz, orada trafik akıcı. Ama Hatay Caddesine girersek adım başı trafik ışığı bir saatte çıkamayız oradan. Sahile doğru gazlıyoruz. İmkan olsa sirenleri bağırtacağız, çakar lambalarımızı yakacağız. Hay aksi şeytan bir bu eksikti. Bir yağmur bastırıyor sahil yolunda. Zaten tek göz idare ediyoruz. Yollar jilet gibi kaygan. Arada Hatay Caddesi kadar olmasa da trafik ışıkları var yine. Kırmızıya yakalanıyoruz onca yeşilden sonra. Arabanın içinden dikiz aynasına bakıyorum tek gözle. O ne sürat. Lüks bir araba tam gaz geliyor arkamdan. Kırmızı ışıkta durunca arkadan geçirecek. Ona kafayı takmışken önümde duran arabayı ihmal ettiğimin farkına varıyorum. Bırakıyorum arkayı kendi derdime düşüyorum. Son bir hamle yapıp frene yükleniyorum. "İyi ki, kaymadı, bu sefer şansım varmış" Az bir mesafe kala önümdeki arabaya vurmaktan kurtarıyorum. Arkada durum ne diye tekrar dikiz aynasına çevirdiğimde bakışlarımı, derin bir nefes alıyorum. O da durmuş. Aynadan bakınca epey yaklaşmış sanki. Bir çarpma sesi yok, sarsıntı da hissetmedik. Asayiş berkemal.  

Yağmur bazen şiddetli bazen hafifleyerek devam ediyor. "Beş dakika kaldı." diyor eşim, yanımda. "Sen gider, geldiğimi söylersin ben park edene kadar." diyorum. Kliniğin önüne geldiğimizde arabadan iniyor. Yağmur yine şiddetlendi. Park edecek hiçbir yer görünmüyor etrafta. Tam o sırada şans eseri yol kenarında park ettiği yerden birisi çıkıyor galiba. Koşuyor eşim, "Kimseye bırakma orayı,  geliyorum diyorum." Trafik kurallarına göre hareket etsem, ışıkları bekle, caddenin karşısına geç, ileride bir yerlerden dön, tekrar ışık bekle, ölme eşeğim ölme, ne park yerini öyle bırakırlar, ne de doktor beni bekler. Onun yerine olmayacak bir yerden U dönüşü yapar arabayı park ederim. Aynen öyle yaptım. Tam kliniğin önü. İçeri girdiğimizde nefes nefeseydik. Saate baktık, tam randevu saati. İyi ki iptal ettirmemişiz randevuyu.

Diş tedavim bir saate yakın sürdü. Oradan çıktık doğru kayınvalideme. Kapıyı açar açmaz mis gibi bir ot kokusu. Kendimi kandırırcasına sordum,
"Arapsaçı mı yoksa?"
"Yok değil, şevketi bostan."
İnanamadım, eve girer girmez koştum mutfağa. Gerçekten şevketi bostan. Derhal oturdum başına. Şevketi bostanı bilir Giritliler, nasıl sevindiğimi de.

Akşama doğru kızımızla buluştuk, balığımızı yedik. Eve döndüğümüzde bir arkadaşı misafirmiş yanında. Hoş sohbet bir kız. Norveç'te yaşayan bazı akrabaları varmış. O da gitmiş oralara. Bir şey anlattı bize onu burada paylaşmak istedim:

Otobüs durağında saçı sakalına karışmış bir gazete satıcısı yaklaşmış yanlarına birgün. Ülkenin dilini bilmiyor kız, yanındaki akrabasına sormuş,
"Kim bu adam, ne istiyor?"
"O, eroinman, şu karşı binada kalıyorlar, devlet onlara burada kalmaları için imkan sağlıyor." demiş.
"Ne yani, devlet eroinmanlara bir de ev mi veriyor?" diye sormuş kız.
"Evet, hatta eroinlerini bile devlet veriyor." diye cevaplamış kızın akrabası.

Bizim dinlerken bile ağzımız açık kaldı. Meğer, devlet bu zıkkımın yayılmasını önlemek için kendi kontrolü altında tutuyormuş bu şekilde. Tedavi olmaları imkansızmış bunların. Başkalarını da eroine alıştırmasınlar, alım satımına aracı olmasınlar diye böyle bir formül bulmuş devlet. Bakım evinde kontrol altında tutuyormuş bu durumdaki vatandaşlarını.

"Peki, niye gazete satıyor?" diye sormuş kız akrabasına. 
"Gazete satıyor, çünkü eroin parasının yarısını devlet öderken, diğer yarısını çalışarak kazanmak zorundalar. Bu sebeple bakım evinde kalan bu insanlar yan gelip yatmıyorlar." cevabını almış.

Hiç aklımızın ucundan geçer mi bunlar? Onların devleti varsa bizimkisi ne? diye sormadan edemiyorum. Yarınki randevum İzmir'in bir numaralı göz hastalıkları uzmanı Mahmut Kaşkaloğlu'nda.


  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder