KATEGORİLER

Sohbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sohbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ağustos 2023 Çarşamba

ZİNCİRLERİ KIRMAK

Zincirleri kırmak, şu atalet çemberinin içinden çıkabilmek ne zormuş! Ağaç Ev Sohbetleri dışında tam 199 gündür yazı yazmadığım gibi artık istediğim kadar blog ziyareti de yapmıyordum. Ağaç Evleri Sohbetlerine bile iki ayı aşkın bir süredir katılamadım. Aslında her an kendimi yazacakmışım gibi hazır hissediyorum ama o takati kendimde bulamıyordum şimdiye kadar. Neden bu böyle oldu, heyecanımın ateşine kimler su püskürttü, bilmiyorum. Bu süre zarfında okuduğum kaliteli kitapların değerlendirme yazılarını yazma arzusunu yitirdim. Yazmaya ve okumaya hiçbir şeyin engel olamayacağını zanneden ben, üreteceğim bahanelerin arkasına sığınmaktan kendimi alamadım. Önce deprem daha sonra seçim gerilimi yazmaktan alıkoyan gerekçeler olamazdı beni. Öyle güzel yazılmış kitaplar okudum ki, bazen aşağılık duygusuyla içime kapanıp sen kim, yazmak kim düşüncesine teslim oldum. Bazen de hayatın anlamını sorgularken güzel yazsan ne olacak ki, hepsi bir gün yok olacak diyerek teselli avuntusuyla teskin ettim kendimi. Ve gün geldi, yeniden yazıya dönmek için bahaneler aramaya başladım. Yazmanın bahanesi mi olur, aldım elime kızılcık sopasını vurdum kaba etlerime, haydi yaz artık, yazıklar olsun sana, torunun dünyaya gelmiş, ondan bile bahsetmemişsin diye üstüme yürüdüm. Torunuma, dünyanın en tatlı varlığına geleceğim ama daha önce biraz daha içimi dökmek istiyorum.

Belirli bir dünya görüşüm var fakat şimdiye kadar hiçbir siyasi faaliyetin neferi olmadığım gibi, hiçbir partiye de üye yazılmadım. Son seçim döneminde bir yol ayrımına gelmiştik. Ya mevcut siyasi iktidar yerini perçinleyip ülke olarak karanlığa sürüklenecektik ya da en azından eskiden olduğu gibi yarım yamalak bir demokrasi getireceğini, adaletin sağlanacağını vaat eden muhalefete destek verecektik. İktidar lideri ve yöneticilerinin yalan, hakaret içeren söylemleri karşısında ılımlı bir dil kullanan muhalefet bileşenleri az da olsa bir umut ışığı yakmıştı. En önemlisi, dini ve milli duyguları sömüren, halkı saçma sapan politikalarla ekonomik bunalıma sürükleyen, cehaletin temsilcisi, yirmi yıldan bu yana özgürlükleri ortadan kaldıran, ülkeyi tarikatlara teslim eden bir ideolojinin sonunu getirecektik!

Sonradan ah vah demeyelim, üzerimize düşen görevi lâyıkıyla yerine getirelim diye, her iki seçimde, eşimle birlikte sandık görevlisi olduk, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde % 92 oranında muhalefet adayına oy çıkan sandığımızı ilçe seçim kuruluna teslim edene kadar koruyup başından ayrılmadık. Sonuç hepinizin bildiği üzere büyük hayal kırıklığı, hüsran... 

Seçimi kaybetmemizden daha fazla beni üzüntüye boğan, ana muhalefet partisi başkanının bu yenilgiyi insanlara bir başarı olarak gösterme çabası oldu. Özellikle emekleyen demokrasilerde halk, siyasal partilerin başında karizmatik liderler bekler. İktidarın karşısına çöp tenekesini koysan yüzde altmış çöp tenekesi kazanır atmosferi varken ana muhalefet liderinin hezimete uğradığı halde koltuğuna yapışmasının ne anlamı olabilir. Şu anki düşüncem, bu lider, ağzıyla kuş tutsa artık benim oyumu alamaz. Halen piyasada olan hiçbir muhalefet siyasetçisine de güvenmiyorum. İstedikleri kadar darbeci desinler, halkımızın demokrasiden bir şey anlamadığının bilinciyle bundan sonra seçimle iktidarın değişeceğine inanmıyorum. Bu ülkede ayrımcılık, din ve milli duyguların sömürülmesi prim yaparken muhalefet en olumsuz koşullarda bile bir varlık gösteremiyorsa tek yol devrim... 

20 Haziran 2023 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 200

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. 200. haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.

"Boş zamanları dışarıda, açık havada, doğada geçirmeyi mi yoksa evde veya kapalı ortamlarda geçirmeyi mi yeğlersiniz?"

Boş zaman fikrine kavramsal olarak mesafeliyim. Hiçbir fiziki aktivite yapmaksızın oturup düşünmek ya da yorgun düştüğümde koltuğa yaslanarak şekerleme yapmak dahi zamanı dolduran eylemlerdir benim nazarımda. Bırakın boş zamanı, zamanın yetersizliğine karşı büyük öfke duyuyorum. Zaman kazanmak için uykumdan bile fedakârlık etmişliğim çoktur. 

Açık havada spor ya da yürüyüş yapmak da bir iş bence. Eskiden boş vakitlerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz sorusuna sinir olurdum. Boş vakitlerimi kitap okuyarak, müzik dinleyerek değerlendiriyorum şeklinde verilen cevap da bir o kadar saçma gelirdi bana. Peki zamanı açık havada mı yoksa kapalı ortamlarda mı geçirmeyi tercih edersin diye soracak olursanız, ben evimi her türlü mekândan üstün tutarım. Tatil dönüşlerinde ya da yorucu bir günün ardından eve girdiğimde "evim, evim güzel evim" diyerek sevgilisine kavuşan bir aşık misali mutlu olurum. Evim dışında diğer kapalı mekânlarda bulunmak istemem. Sinema, tiyatro, konser gibi etkinliklerin süresi kısa olduğu için sorun değil fakat saatlerce AVM lerde vakit tüketmekten nefret ederim. Bence AVM lerde geçirilen zaman boşa harcanmıştır. 

Eşimle taban tabana ters düşüyoruz bu konuda. O hep kendini evin dışına atmak ister. Doğal olarak ona eşlik etmek durumunda kalıyorum. Elbette zorunlu bir eşlik değil bu. Fakat dışarı çıktığımızda odaklandığımız noktalar tamamen farklı; eşimin gözü mağazalardayken ben çoğu zaman karnımızı nerede doyurup ne yiyeceğiz telâşına kapılırım. 

Arada bir doğa yürüyüşleri yapmak isterdim ama eşimin uzun yürüyüşlerde zorluk çekmesi buna imkân vermiyor. Sahil boyunca birkaç km yi aşmayan kısa yürüyüşler yapmakla yetiniyoruz ve bu, her ikimizin de zevk aldığı bir şey. 

Emekli olduktan sonra yayladaki Taş Ev'de açık havayı, kırsal yaşamı deneyimledik. Kestane, ceviz ve türlü meyvelerin bulunduğu geniş bir bahçede yaşadık bir süre. Çiftçiliğin sefasını da cefasını da gördük. Yaklaşık bir buçuk sene sonra yok, bu hayat bize göre değil diyerek şehir hayatına geri döndük.

Velhasıl, benim gibi ev kuşu sayısının fazla olduğunu beklemiyorum. Sanırım blog arkadaşlarının çoğu açık havaya ve doğaya olan düşkünlüklerini anlatacaklar. Bu konuda yazılacakları şimdiden merak ediyorum.    

13 Haziran 2023 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 199

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.

"Kurgu kitaplar okumak film veya dizi izlemekten daha keyifli midir?"

Kurgu kitap okumayı film ya da dizi izlemekten daha keyifli bulanlardanım. Özellikle yazım hatası yapılmamış, düzgün bir şekilde dilimize çevrilmiş ve aşırıya kaçmadan edebi bir dilin kullanıldığı kitapları okumaktan çok hoşlanıyorum. 

Ağaç Ev Sohbetlerinin 57. Haftasında benzer bir soru, "roman okumak mı daha keyifli yoksa film izlemek mi?" şeklinde  yine sevgili DeepTone tarafından sorulmuştu. Aradan geçen yaklaşık üç yıllık bir zaman dilimi düşüncemi değiştirmedi. Konuya ilişkin önceden vermiş olduğum örnekleri hatırladım. Söz konusu yazımda "... bir olay anında kapının çalındığı gösterilmek istendiğinde, film izlerken kapının rengini, büyüklüğünü, ahşap mı yoksa demirden mi imal edildiğini, kapıyı çalan kişiyi, kişinin kapıyı yumrukladığına ya da parmağıyla hafifçe tıklattığına dair yüzlerce detayı birkaç saniye içinde görebiliriz. Ancak bu detayları olduğu gibi yazıya aktarmak sayfalar alır. Yine de eksik kalan okurun hayaline bırakılan bazı şeyler olacaktır mutlaka. İşte bana göre yazının sihri ve büyüklüğü burada. Usta bir yazar, mükemmel ifadelerle sizi hayal kurmaya ve düşünmeye zorlar. Edebiyatın en güzel yönüdür bu..." şeklinde kitapla film arasındaki farklılıkları anlatmaya çalışmıştım.

Bu tercihimi daha ileri boyuta taşıyarak birkaç filmi romanlaştırdım. Genellikle romanlar filme ya da dizilere uyarlanır fakat yurdumuzda fazla bilinmese de filmler de romanlaştırılabiliyor. Hatta ünlü bazı filmlerin ilk önce senaryosundan yola çıkılarak romanlaştırıldığını ve romanın çok satmasının üzerine film çekimine başlandığını yani romanın film için bir pazarlama tekniği olarak kullanıldığını okumuştum. Kurgu kitapların filmlere kıyasla çok daha detaylı tasvir ve kişisel analiz etme olanakları mevcut. Filmlerde aynı duygu ve düşünceleri yaklaşık iki saate sığdırmak hayli zor. Film veya dizi izlerken görsellik ön plânda, bir sahne ya da diyalog hızla geçtiğinde geriye dönüş kitaba göre daha güç. Kitap okurken bazı cümleleri defalarca okuyup özümseme olanağımız var. Film izlerken kendimi daha edilgen hissediyorum. Zira filmde olayların akışına teslim olma hali söz konusu. Oysa kitap okurken kontrol elimizde. Bazı insanlar hızlı okuyup verilmek istenen bilgi, duygu ve düşünceyi kolayca hazmedebilirler. Bazıları ise daha yavaş okuyarak hedefe ulaşır. Film izlerken herkesin eşit olarak konu hakkında duygu ve düşünce sahibi olması beklenemez. Çünkü kişisel algılama hızlarımız birbirinden farklıdır. Kurgu kitapları filmlere tercih etmemdeki sebeplerden biri de bu olmalı. Filmin hızlı akışı içinde aslında pek çoğumuz pek çok ayrıntıyı kaçırmış oluyoruz. Herhangi bir filmi izledikten sonra üzerinde yapılan eleştirileri okurken dehşete düşüyorum bazen.

Nedense kitap okumayı ciddi bir iş olarak değerlendirirken film ya da dizi izlemeyi eğlencelik olarak görüyor gibiyim. Aslında çok güzel, sarsıcı ve yaptığı işin hakkını veren filmler ve diziler de yok değil. Bu tür eserler ortak bir çalışmanın ürünü. Senaryo işin en kolay kısmı sanırım. Zaman zaman yönetmenin ve oyuncuların ustalığı devasa bir yapıt ortaya koyabiliyor. Kitaplar daha dar kadrolu ve az maliyetli. Yazarı ve bir o kadar çevirmeni önemli buluyorum. Editör de en az onlar kadar değerli elbette. Basım işini saymazsak sonuçta üç kişilik bir kadro! Ne stüdyoya, ışığa, müziğe, dekora, kostüme, ne de bir sürü oyuncuya ve bunlar için dünya kadar paraya ihtiyaç var. Buna rağmen kitabı filmlere ve dizilere tercih etmem, onu daha keyif verici bulmam ilginç. Bu durum, bir bakıma sanatın parayla bir ilişkisi olmadığının ve sanatta başarının bireysel olduğunun kanıtı.  
 

6 Haziran 2023 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 198

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.

"Bazı insanlar iş yaparken veya bir yere giderken daima hızlıdırlar, diğer bazı insanlar ise her şeyi daha yavaş yaparlar. Hangisini tercih edersiniz?"

İnsanların yavaş veya hızlı hareket etmesi karakter yapılarına bağlıdır. Ben, yapım gereği daha sakin ve genellikle yavaş hareket eden biriyim. İstisnai olarak yemek yerken ve sakal tıraşında hızlı olduğum söylenebilir. Yavaş hareket ederim derken normal sınırlar içindeyim yani. Hiçbir zaman ağır aksak olarak görmem kendimi. Çok eskiden bir aile büyüğümüz vardı, adamcağız sabahın erken saatlerinde sakal tıraşına başlar, öğlen vaktine kadar tıraşı ancak bitirirdi. Bu esnada tasa koyduğu su defalarca soğur, her seferinde kalkar, ocakta yeniden su ısıtırdı. Bu tür hımbıl insanlarla bir arada yaşamak çok zor olsa gerek. 

Bir de hızlı olacağım derken kendini paniğe sürükleyen insanlar vardır. Acele hareket edeceğim derken bir sürü sakarlık yaparlar. Bir işi ele aldıklarında yaptım dedikleri işten bir sürü hata ve eksiklik çıkar ortaya. Herhangi bir yere gitmeye karar verdiklerinde, acelecilikleri yüzünden ya yanlarına almaları gereken kimliklerini ya da anahtarlarını evde unutup dışarı çıkarlar. Elbette hızlı hareket etmenin bu tür olumsuz sonuçları olur. 

Tercihimi sorarsanız, ne fazla hızlı ne de fazla yavaş olmaktan yanayım. Her şeyden önce panik yapmak yerine sakinliğimi korurum. İş yaparken ya da bir yere giderken erken davranıp zamanından önce hedefe varmak istemem. Her şeyin kafamda plânladığım bir süresi vardır. Kendimi bu plâna göre ayarlarım. Eğer hızlı davranıp bir işi zamanından önce bitirdiğinizde ya boş kalıp zaman öldüreceksiniz ya da daha büyük bir ihtimalle o boşluğu yeni bir işle doldurmak zorunda kalacaksınız. Diyelim ki havayoluyla bir yere seyahat edeceğim. Saatler önceden gidip uçağın hareket saatini beklemek yerine makul bir süre önceden havaalanında bulunmayı tercih ederim. 

İş konusunda biraz fazla ince eler, sık dokurum. Bu nedenle başkalarının bir saatte yapacakları işi, daha uzun sürede, etraflıca araştırarak, her yönünü düşünerek ve lâyıkıyla tamamlamaya çalışırım. Doğrusunu söylemek gerekirse işe biraz daha yüzeysel bakıp hız kazanmak isterdim sanırım. Bir yere giderken etrafımda yürüyen gençlere baktığımda onlardan daha yavaş hareket ettiğimi fark ediyorum. Gençlerin bu hız performanslarına bakıp düşündüm. Bunda içlerindeki kaynayan kanın ne kadar payı olduğunu bilmiyorum ama bütün gençlerin acele işleri olduğundan mı yoksa, tam aksine, bu aralar benim acil bir işim olmamasının verdiği rahatlıktan mı kaynaklandığını henüz çözemedim. Yine de bu durumdan şikâyetçi olmadığımı belirteyim.

Bir iş yaparken ya da bir yere giderken gereğinden hızlı hareket etmek bazen sıkıntı yaratabilir. Yavaş hareket etmenin de mahsurlu tarafları vardır. Çünkü zaman da bir değer olarak düşünülmeli, ayrıca, bizleri bekleyen insanları da dikkate almamız gerekir. Sonuç olarak  hızlı ya da yavaş olmak hususunda her şeyde olduğu gibi aşırılığa kaçılmamalı, orta kararda kalınmalıdır. 

1 Haziran 2023 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 197

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, sevgili Sevdadan Karakalem Yazılar tarafından belirlendi.

"Televizyon izliyor musunuz? İzliyorsanız veya izlemiyorsanız sebebi nedir?"

Eskiden haber programlarını izliyordum fakat yaklaşık bir yıldır haber alma konusunda tamamen youtube bağımlısı oldum diyebilirim. Özellikle Nevşin Mengü'nün günlük yayınlarını izlemeden günüm bitmiyor bu aralar. 

TV izlemiyorum çünkü, tamamına yakını, yaptıkları yayınlarda taraf olduğu kesimin siparişi üzerine yanlı ve toplumda algı oluşturacak programlar yapıyor. Sadece haber değil, film olsun, dizi olsun insanın bilinç altını etkileyip düşünce dünyasına şekil veriyorlar. Bu programların çoğu gerçeği yansıtmıyor. Bir de insanları uyutmaya onların yaşadığı sorunları unutturmayı hedefleyen eğlence programları, din ve kutsal değer içerikli yayınlar var ki, bunların tek amacı, toplumun adaletsizlik, ekonomik çöküş, fırsat ve cinsiyet eşitsizliği gibi esas problemlerini göz ardı ederek dikkatleri başka yöne çekmek. 

Ülkenin kaderinin belirleneceği dillendirilen son seçimlerden sonra bir şeyi daha anlamış bulunuyorum. Mesele ülkenin kurtuluşu değil, tamamen koltuk savaşıymış! Ahlâkın bu derece dibe vurduğu bu topraklarda yaşama bahtsızlığına sahip gençler yeni ülke arayışında. Eğer yaşım daha genç olsaydı, bir dakika düşünmeden kararımı verir ben de onlara katılırdım. Vatanı bunlara mı bırakacağız, diye sorabilirsiniz. Evet, bırakırım; tepe tepe içine etsinler. Benim için çocuklarım ve torunlarım vatanımdan önce gelir. Ülkede hangi kesimden olursa olsun, siyaset yapanların canı cehenneme. İçlerinde gerçekten makam ve parayı düşünmeyen birinin çıkacağını hiç sanmıyorum. Dolayısıyla siyasetçilerin ve sermayenin borusu konumundaki TV'leri izleyen koyunlardan biri olmayacağım. Netflix ve benzeri platformlarda yayınlanan kaliteli programlar dışında TV kumandasına elimi sürmüyorum. 

TV özellikle gençler arasında demode oldu. Bildiğim kadarıyla günümüz gençleri sosyal medya üzerinden gündemi takip ediyor. Sosyal medyanın da çok sağlıklı bir mecra olduğunu düşünmüyorum. Bütün yazdıklarım bizim ülkemize ait düşüncelerim. Eğer ülkemizde yargı bağımsızlığı ve özgür bir basın olsaydı, muhtemelen fikrim farklı olurdu. Hem yargısı hem de basını satılmış ülkenin vatandaşı olarak TV benim nazarımda eskilerin deyimiyle tam bir aptal kutusu. Başka söze ne hacet...  

Yaklaşık dört yıl önce yazdıklarımı okurken gülümsedim...

27 Mayıs 2023 Cumartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 196

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.

"Kendi kendine öğrenmek mi yoksa bir öğretmenle öğrenmek mi daha iyidir?"

Değişen ve iletişim imkânları gelişen dünyamızda, insanın kendi kendine öğrenmesini artık mümkün. Özellikle internetin yaygınlaşmasından sonra her türlü bilgi kaynağına ulaşabiliyoruz. Ne yazık ki faydalı her icadın kötü yönde kullanımı söz konusu. Bilgiye ulaşım kolaylaşırken bilginin doğru olup olmadığına dair kuşkular işin can sıkıcı yönü. Bence teknoloji yönünden internete yüklenen bütün bilgilerin filtreden geçirilip yanlış bilgilerin sistem dışına çıkartılması mümkün olsa bile doğru/yanlış kavramı üzerinde fikir birliği sağlanamayacağından bir sonuç elde edilemez. Kendi kendine öğrenmenin diğer bir yolu da kitap ve diğer basılı yayınlardır. Yine aynı şekilde bilgi kirliliği, gerçek hilâfına okura sunulanlar söz konusu mecrada da sorun teşkil ediyor. Dolayısıyla kendi kendine öğrenebilmek dikensiz bir gül bahçesi değil. Ancak gülü dikenden ayırmasını bilenler yani, araştırıp sorgulayanlar için kendi kendine öğrenmenin internet, kitaplar, dergiler, sinema, tiyatro gibi alternatif yolları var.

Öğretmenin öğretebilmesi için hem donanımlı hem de kabiliyetli olması gerektiğine inanıyorum. Öğretmen, kendisini sürekli geliştirmeli, topluma önderlik edebilecek,  öğreteceği konulara son derece vakıf, örnek alınacak, çağdaş bir insan olmalı. Öğretmenlik herkesin yapabileceği türden, sıradan bir iş değildir. Özellikle bizim gibi geri kalmış toplumlarda eğitim sisteminin temelini oluşturan ezbercilik, milli ve kültürel kodlara bağlı kalarak siyasetin oyuncağı haline getirilen müfredat programları, öğrencileri geliştireceği yerde onları düşüncesiz birer robot haline getirmekte. Bu ortamda öğretmenler, zorunlu olarak mevcut sistemin askerleri konumunda görev yapmak zorunda kalıyor. İstisnai olarak düzene karşı çıkıp görevlerinin hakkını veren öğretmenler ne yazık ki hak ettikleri değeri görmüyorlar. 

Ülkemizde öğrenme işi yukarıda bahsettiğim gibi son derece çetrefilli. Bu bakımdan insanlar doğru bilgi sahibi olmanın yolunu kendileri bulmak zorunda. Bilgi kaynaklarını eleştirel gözle, sorgulayarak ve araştırarak doğru yolu seçmemiz gerekir. Özellikle son yıllarda eğitim ve öğretim, özellikle kırsal kesimde ve büyük kentlerin varoşlarında, dinci kesimin, yobazların, cami imamlarının eline düşmüş durumda. Cumhuriyetimizin ilkelerinden uzaklaşılarak Atatürk'ün bilime ve sanata dayalı eğitim sistemi terk edilmiş ve bu şekilde çocuklarımızın geleceği karartılmış. Öğretmene gösterilmesi gereken saygı, kuran kursu hocalarına ve cami imamlarının cemaat ve tarikat liderlerine geçmiş. Ülkemizin en kısa zamanda ve bilimin ışığında, vicdanı hür öğretmenlerimiz sayesinde yaşadığımız akıl tutulmasını aşacağını umut etmekten başka çaremiz yok ne yazık ki. Bu dönemde çocuklarımıza düşen görev, kafalarını çalıştırmaları, araştırıp sorgulayarak doğru bilgiye ulaşmaları...

18 Mayıs 2023 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 195

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.

"İnsanlar farklı giysiler giydiklerinde farklı davranırlar mı?"

Bu soru kişiye ve kişinin cinsiyetine göre değişir sanırım. Aslında böyle bir sorunun ve sevgili DeepTone'un yazısında anlattıklarının bana oldukça ilginç geldiğini söylemek isterim. Nasıl yani, siyah takım elbise, beyaz gömlek ve kravat takınca kendimi başka mı hissedeceğim? Ha, dışarından farklı görünebilirim, bu adam saygın bir kişi deyip farklı gözle bakabilir insanlar. Güzel giyinen kişiler toplumda daha fazla itibar görürler. "Ye kürküm ye"  sözünün bir gerçekliği vardır ama bana göre önemli olan insanın üzerindeki kıyafet değil özünde nasıl biri olduğu. Mafya elemanları da takım elbise giyer, o zaman ben elbise giydiğimde onlardan biri gibi mi hissetmeliyim kendimi? Yani, tuhaf bir durum.

Yukarıda değindiğim üzere durum cinsi lâtiflerde belki farklı olabilir, bilemem. Muhtemelen onlar rengârenk giyindiklerinde kendilerini daha mutlu, döpiyes giydiklerinde daha otoriter hissediyordur. Erkekler bu konuda nasıl farklı davranabilir benim açımdan bilinmeyen bir durum. 

İşim gereği yıllarca takım elbise giymek zorunda kaldım. Toplumun kabulleri çerçevesinde insanların saygı göstermesi için, belki de başkalarına duyduğun saygının gereği olarak bunu yapmam kaçınılmaz oldu. Emekli olduğumdan bu yana nikâh, düğün gibi törenler ve bazı özel durumlar dışında kravat takmıyorum. İnsanların bana kıyafetimden dolayı saygı gösterip göstermemesini umurumda değil. Benim açımdan önemli olan, giydiğim kıyafet içinde rahat hareket edebileyim. Genellikle, yaşımın gereği cafcaflı renkleri tercih etmem, gençken de tercih etmezdim aslında. Kıyafet, hayatımda ön sıralarda önemi olan bir konu değil. Öyle ki hangi kıyafete, ne zaman ihtiyacım var eşim karar verir ve bu tür alışverişler, prova aşamaları dahil en sıkıcı bulduğum anlardır. Mağazalarda vitrinlere bakmayı AVM lerde vakit geçirmeyi hiç sevmem. Bir şey alınması gerekiyorsa en kestirme yoldan alıp çıkmayı isterim, iş uzarsa tansiyonum düşer, gözlerim kararır.

Kadınlar, gençler ve bazı erkekler için durum farklı olabilir, farklıdır da. Benim gibi kıyafet konusunu bu kadar önemsemeyen başka biri var mı bilmiyorum. Bu sebeple giydiğim kıyafet ruh halimi ve davranışlarımı etkilemez diyebiliyorum. Eğer bu meziyete sahip olsaydım, 14 Mayıs'tan sonra üzerime siyah dışında başka bir renge sahip kıyafet giymezdim zaten. En sevdiğim kıyafet kot ve tişört, evde de eşofman. Daha ne olsun, en azından bu konuyu dert etmiyorum.  

11 Mayıs 2023 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 194

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.

"Çocukların kırsalda mı büyük şehirde mi büyümesi daha iyidir?"

Ülkemizin ortamı hem kırsalda hem de büyük şehirlerde büyüyen çocuklar için pek çok yönden sıkıntılı bir durum arz etmektedir. Durum böyleyken hangisinin daha iyi olduğuna dair bir şey söylemek bana göre anlamsız. Çocuklar sağlıklı koşullarda yani iyi beslenerek, huzurlu ve güven ortamında, fırsat eşitliği temelinde bilimsel eğitim alarak büyümeli. Ne yazık ki ülkemizin içinden geçmekte olduğu bu karanlık dönemde, mevcut yönetimin sebep olduğu ekonomik çöküşle birlikte, adaletsiz ve eşit olmayan böylesine olumsuz koşullarda çocukların sağlıklı büyümesini olası görmüyorum. 

Bu sebeple soruyu ülkemiz özelinde değil de gelişmiş ülkelerin sahip olduğu imkânlar dahilinde cevaplamaya çalışayım. O zaman kırsal yaşam çocukların büyümesi için daha cazip gibi görünüyor. Her şeyden önce büyük kent yaşantısındaki hava kirliliği, gürültü, trafik sıkışıklığı gibi dertler kırsal yaşamda yok. Üniversite aşamasına gelinceye kadar küçük yerleşim yerlerinde kaliteli eğitim kurumları mevcut ise, çocuklar sosyal ve bilimsel her türlü eğitimi bu merkezlerden alabilirler. Tam da bu noktada aklıma yine köy enstitüleri modeli geliyor. Bu okullarda yetiştirilen öğrenciler tarımdan hayvancılığa, bilimden sanata kadar bütün konularda bilgi sahibi olurken ülkenin kalkınmasına büyük katkıda bulunuyorlardı.

Büyük şehirlerde yaşamak büyük zaman kaybına sebep ve insanı tüketen bir koşuşturma gerektirir. Çocuklar da bu durumdan büyük ölçüde olumsuz olarak etkilenirler. Sabahın erken saatlerinde kreşlere bırakılan çocukların sağlıklı büyüyebilmesi anne ve babalarının maddi gücüne bağlıdır. Şehir yaşamı çocukları apartman dairelerinde duvarlar arasına hapsettiği için kırsal yaşam onlara sağlık bakımından olduğu kadar çevreyi tanımada büyük avantaj sağlayacaktır. Eskiden hayvan sırtında şehre ulaşım sağlanırken hem ulaşım hem de iletişim imkânlarındaki gelişme kent ve kırsal arasındaki mesafeyi kaldırmış olup sağlık, alışveriş ve sanatsal etkinliklerde kırsalda yaşamak, çocuklar için olası dezavantajlı durumları büyük ölçüde azaltmıştır. Ancak üniversite seviyesine gelmiş gençler için büyük şehirde yaşamak bir zorunluluk olarak önümüze çıkmaktadır. 

Liseyi bitirene kadar kırsalda büyüyen çocuklar daha sağlıklı beslenirler. Sütünü, yumurtasını ve sebze meyvesini yerken içeriğinde pek çok zararlı katkı bulunan paketlenmiş gıdalardan uzak, temiz havada güzel bir yaşam sürebilirler. Eğer olumsuz bir durumdan bahsetmek gerekirse ufak yerleşim yerlerinde dedikodu, çekememezlik nedeniyle birtakım huzur bozucu olaylar yaşanabilir. Bunun yanı sıra, herkes birbirini iyi tanıma imkânına sahip olduğu için kırsal bölgeler, görece daha güvenli olarak değerlendirilebilir. 

Kırsalda geçim daha kolaydır. Büyük şehirlerde kreş, beslenme, ulaşım vs. giderleri düşününce çocuk büyütmenin maliyeti oldukça yüksektir. Köy enstitülerine benzer kurumlarla eğitim ve sanat kırsal bölgelere indirilmeli, böylelikle köyde yaşayanlar cehaletten kurtulmalıdır. Günümüzde kırsal bölgelerde gerek eğitim gerekse ekonomik bakımdan geri kalmışlığın önemli bir nedeni de taşımalı eğitim sistemiyle köy okullarının kapatılarak çocukların dolayısıyla ülke geleceğinin siyaset güdümlü yobaz imamların eline verilmesidir. Eğer kırsal kesimde gerekli reformlar yapılarak kaliteli eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşımın çözülebilirse üniversite seviyesine kadar çocukların kırsal bölgelerde büyümesinin daha iyi olacağını düşünüyorum.     

4 Mayıs 2023 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 193

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.

"Filmler, diziler neden çok popüler?"

Film ve dizilere duyulan ilgi, toplumun değişik kesimleri için farklılık göstermekte. Genç kuşak fantastik, bilim kurgu türündeki dizi ve filmleri izlemeyi tercih ederken, daha ileri yaşlarda ve özellikle de çalışmayan kadın nüfusa bakıldığında, tv lerde gösterilen yerli diziler öne çıkıyor.

Bizim kuşağımız, televizyonun ülkemize girdiği ilk yılların siyah beyaz ekranlarında gösterilen yabancı dizilerin müptelâsıydı. Dallas, Kaçak, Charlie'nin Melekleri, Küçük Ev, Arsen Lüpen gibi dizi filmlerin yayınlandığı saatlerde sokaklar boşalır, işler söz konusu dizilerin yayınlandığı saate göre ayarlanırdı. Doğrusunu söylemek gerekirse günümüzde böylesine bir popülerliğin tanığı değilim. 

Çok kaliteli dizi ve film yapımlarının yanı sıra izledikten sonra zaman kaybı olarak gördüğümüz filmler de var. Üstelik yapılan değerlendirmeler çoğu zaman kişisel olduğu için popüler kabul edilen bazı filmler bir başkası tarafından beğenilmeyebiliyor. Özellikle ülkemizde üretilen bazı dizilerin, dikkatleri ülkenin gerçeklerinden uzaklaştırarak toplumu aldatmaya ya da algı oluşturmaya çalıştığını, buna zaten hazır durumda olan eğitim seviyesi düşük halkımızı ağına düşürerek popülerlik kazandığının altını çizmek gerekir. ABD başta olmak üzere yaptığı film ve dizilerle kendi ideolojisini yaymaya ve ne kadar demokratik ve refah düzeyi yüksek, adil bir toplum olduğunu göstermeye çalışan ülkeler de yok değil. 

Ne yazık ki film ve dizi konusu ilgi alanımın dışında. Dolayısıyla günümüzde dizi ve filmlerin neden çok popüler olduğunu soran DeepTone arkadaşımıza verilecek net bir cevabım yok aslında. Fikrimce ülke genelinde sıralamaya koyarsak film ve dizlerden daha popüler başka şeyler var. Sözgelimi yemek programları belki de ilk sırayı alır. Hemen arkasından Acun'un Survivor'ı gelebilir! Kitap okuma oranında olduğu gibi, kaliteli dizi ve film izlemede dünya genelinde alt sıralarda yer aldığımızı düşünüyorum. Özellikle sanat filmleri yurdumuzda fazla alıcı bulmuyor. Umuyorum ki ben yanılıyorum; dizi ve filmler gerçekten fark edemediğim ölçüde popülerdirler. Gözlemlediğim kadarıyla (tv de gösterilen Türk dizileri hariç) film ve dizi izleyenler genellikle kitap okuyan kişiler. Bu gerçek ise ve ülkemizde kitap okumanın çok popüler olduğundan bahsedebiliyorsak, ancak o zaman ülkemizde film ve dizi izlemenin popülerliğinden söz edebiliriz. 

Deep'in önerdiği Netflix dizisi Borgen'ı hayranlıkla izlemiş ve çok beğenmiştim. Elbette kendi ilgi alanlarımıza göre gerçekten emek harcanmış kaliteli yapımlar var. Bunların yanı sıra gişe yapsın diye her türlü hokkabazlığa prim verenlerin olduğu da bir gerçek. 

28 Nisan 2023 Cuma

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 192

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.

"İnsan ömrü gittikçe uzuyor. Bunun nedenleri ne olabilir?"

İnsan ömrünün uzadığı bir gerçek. Son yıllarda kafamı kurcalayan sorulardan biri de bu. GDO'lu besinler, hava kirliliği, kanserojen maddeler, sigara ve uyuşturucu madde tüketimi gibi etkenler sürekli artarken nasıl oluyor da insanın yaşam süresi uzayabiliyor? Tıp alanındaki gelişmeler, hijyen koşullarının eskiye kıyasla iyileşmesi, savaş, salgın hastalık ve benzeri felâketlerin etkisini yitirmesi sebebiyle insanların daha uzun süre yaşama imkânına kavuşması ömrü uzatan başlıca nedenler arasında sayılabilir. Diğer taraftan gelir adaletsizliği sebebiyle yoksulluğun artması ve bu nedenle halkın büyük bir kesiminde sağlıklı beslenme imkânının kalmaması, hızlı yaşam ve zor çalışma koşulları sonucunda stres ve psikolojik rahatsızlıkların ortaya çıkması ise, görünürde yaşam süresinin kısalmasına sebep olan faktörler olarak karşımızda duruyor. Teraziye vurduğumuzda insan ömrünün uzaması lehine olan etkenlerin daha ağır çektiğini görüyoruz. 

Canlılar aleminde en uzun ömürlü türlerin tamamı suda yaşıyor. Bildiğim kadarıyla sadece kaplumbağaların ortalama yaşam süresi insanlarınkinden fazla. İster istemez uzun bir ömre sahip olmanın nasıl bir fayda sağlayacağı düşüncesi geliyor insanın aklına. Ömür ve yaşam! Birbirinden farklı iki kelime... Pil uzun ömürlü olabilir ama pilin yaşam süresi uzun diyemeyiz meselâ. Yaşam süresi sadece canlılar için özellikle de insanlar için geçerli bir kullanım olabilir. Sözgelimi makineye bağlı bitkisel hayat süren bir insana yaşıyor diyebilir miyiz? Yani asıl önemli olan kaliteli bir yaşamdır. Yaşam süresinin uzamasına ne kadar hazırız? Böyle giderse az sayıda çalışan, çok sayıda emekliye bakmak için büyük çaba sarf etmek zorunda kalacak. Sağlık harcamalarına büyük paralar harcanacak. Bu durumun faturasını ödemek de çalışan kesim üzerinde büyük bir yük.

Bana göre en iyisi, akıl ve beden sağlığı kendini idare edebilecek seviyeye kadar yaşamak. Global sağlık sektörü ölüyü diriltecek seviyede insanları birer canlı cenaze düzeyinde yaşatmaya ve kendi kasalarını doldurmaya çalışıyorlar. Evet, neredeyse her hastalık, tıbbi cihazlarla tetkik edilip doğru teşhis konulabiliyor. Uygulanan tedavi ve önerilen ilâçlar problemi çözerken yan etkileriyle başka problemlere kapı açıyor. Belki de insan ömrünün uzamasının başlıca nedeni bu küresel ilâç firmaları. Ömürleri uzatıyorlar sadece, insana yaşamlarını geri vermiyorlar. Peki ne yapmak lâzım? İnsanları belli bir yaşa gelince öldürmek mi çözüm?  Bir canlının bilerek ölümüne sebep olmak caniliktir. Diğer taraftan, insan yaşamı içgüdüsel bir mücadeledir. Ötenazi hakkı talep edenler dışında ölmek istemez hiçbir insan. 

Bu açıdan bakınca soru son derece ilginç bir duruma geldi. İnsan ömrünün gittikçe uzamasının nedenlerini tartışıyorduk. Uzun yaşam süresi, insanın hem kendi açısından hem de toplum nazarında bazı olumsuzluklara yol açacağı hesaba katıldığında, yaşam süresini uzattığını düşündüğümüz nedenleri ortadan kaldırmak mı yoksa onları o kadar önemsememek mi gerekir? Sözgelimi teflon tavada yemek pişirmek ya da GDO'lu besin tüketimi konusunda titizliğimizden taviz vermemeli miyiz? Acil durumlar dışında her hastalandığımızda doktora, hastaneye koşmanın faydası mı zararı mı var acaba? Uzun yaşamak için düzenli bir şekilde check-up yaptırmak gerçekten faydalı bir şey mi? 

Bir de uzun yaşam süresinde genetik faktörleri de unutmamak lâzım. Gereksiz yere insan ömrünün uzatılması fikri bana tuhaf geliyor. Yüksek enflasyon ortamında bir tacirin ya da imalatçının kredi kullandığı için hiçbir kazanç elde edemeyip sadece bankaları zengin etmesi gibi, gezmeden, okumadan, eğlenmeden, istediğini yiyip içmeden sürülecek bir hayatın kimseye bir faydası yok, yaşımız ilerleyip böyle bir duruma geldiğimizde sadece sağlık kurumları ihya olacaktır. Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz. İnsanın gittikçe daha uzun yıllar yaşaması, kapitalist sistemin getirdiği bir sonuçtur. Bu çoğu kişiye hoş gelebilir fakat gelecekte nasıl bir sonla karşılaşacağımız hususu gerçekten tartışılmaya değer. Zira eskiden kırk kırk beş yaşında emekli olup ölene kadar on beş yirmi yıl daha yaşanırdı. Şimdi altmış beş yaşına kadar çalışmak zorundasın. Daha uzun çalışılsın ki bir avuç zengin daha zenginleşsin, halkın emeğinin karşılığı daha da ucuzlaşsın. Gariban insanların uzun yaşaması demek daha uzun süreli eziyet çekmeleri demek. Herkese hayırlı ömürler dilemek en iyisi.  

19 Nisan 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 191

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.

"Borç para almak veya vermek arkadaşlığa zarar verebilir mi?"

Borç vermenin iyilik ya da yardım aktivitesi olarak görülmesi düşüncesine karşıyım. İyilik yapmak isteniyorsa verilecek paranın geri dönüşünün hesaplanmaması gerekir. Aksi takdirde arkadaşlık büyük ihtimalle bozulur. Özellikle TL cinsinden borç verildiğinde eğer borç tutarı dövize ya da altına bağlanmaksızın yapılırsa bu enflasyon ortamında borç veren her zaman haksızlığa uğrar. 

Yıllar önce bir arkadaşıma senetsiz sepetsiz 1.000 USD borç vermiştim. Aradan geçen onca zamana rağmen geri ödemedi. Israrlı arayışlarım karşısında sürekli mazeret uyduruyordu ve sonunda telefona çıkmaz oldu. Arkadaşlığımız tamamen sona erdi. Böylece alacağım paranın üzerine bir bardak soğuk su içtim. Bu olaydan sonra prensip kararı alıp kimseye borç vermedim ve kimseden borç istemedim. Şimdi kafam dinç ve huzurluyum.

İnsan gelirini giderini hesaplayıp ayağını yorganına göre uzatmalı. Çaresiz durumda olan arkadaşlarına gerekirse elinden gelen yardımı esirgememeli. Bu ayrı bir şey, o zaman yaptığın yardımın geri dönüşünü beklemeyeceksin. Eğer durumunu düzeltir sana olan borcunu öderse ne âlâ, ödemezse de beklenti içinde olmayacaksın. Devir değişti artık, toplumda birbirlerine güven duygusu kalmadı. Kendine en yakın gördüğün kişiler senden bir şekilde faydalanmaya bakıyorlar. Bu bakımdan herhangi bir yakınım ya da arkadaşım benden borç istediğinde dahi ilişkimizin bozulacağını göze alması gerekir. Para işleri tehlikeli işler. Yakın arkadaşlar, akrabalar en ufak para meselelerinde birbirlerine girebiliyorlar. En iyisi uzak durmak gerekir bu alacak verecek işlerinden. 

Arkadaşlıklar güvene dayanmalıdır. Dileğim şu ki kimse kimseden borç isteyecek duruma düşmesin. Zaman kötü. İyi bir insan dahi olsa alacaklı borçluyu rüyasında görebilir, acaba günü geldiğinde bana borcunu ödeyebilecek mi diye sıkıntı çekebilir. Hele büyük miktarda paralar borç olarak verilmemeli. Zira belki karşına bir fırsat çıkacak, yatırım yapacaksın. O zaman borcunu talep ettiğinde karşı taraf sana peki mi diyecek? Bana biraz daha zaman ver diye rica edecek. Ne oldu şimdi? Bu adaletli bir durum mu? Git o zaman bankadan kredi çek. Eskiden bu borç alma hikayesi daha yaygındı ama o zaman insanların birbirine karşı duyduğu güven vardı. Şimdi yok, borç verdiğinde eğer kendini sağlama almadıysan geçmiş olsun. İstisnalar kaideyi bozmaz elbette ama istisnalara erişim hayli zordur. Herkese borçsuz günler diliyorum.

12 Nisan 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 190

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.

"İnsanlar dünyaya zarar mı veriyor yoksa daha yaşanır hale mi getiriyor?"

Bu soru karşısında kafamda ilk canlanan şey, insanların dünyaya nasıl zarar verebilecekleri oldu. Aslında içinde bulunduğumuz ekosistemde canlı ve cansız bütün varlıklar birbirlerine hem fayda hem zarar vermekteler. Henüz anlamını çözemediğimiz varoluşun nihayetinde meydana gelen birtakım olaylar her zaman güçsüz olanı güçlüye mahkûm edegelmiştir. Yaşamlarını devam ettirebilmek için bütün varlıklar bir şekilde kendilerini çevre şartlarına adapte etmek zorundadır ki bunu evrim teorisi gayet iyi açıklamakta. 

İnsanlar dünyaya zarar verebilirler mi? İnsan evrenin çok küçük bir parçasını oluşturduğu için yakacağı yer cürmü kadar olabilir ancak. Gözümüzde abarttığımız insan türünün dünyanın sonunu getireceği bence absürd bir yaklaşımdır. Çünkü öyle kibirliyiz ki, kendimizi dünyanın tek sahibi sanıyoruz. Türümüzün sona ermesi sanki dünyanın sonunu getirecek. Yok böyle bir şey. Milyarlarca yılı arkada bırakmışız, ne kadar çok canlı türü yaşamış dünyamızda, birçokları yaşamaya ayak uydurmuş, içinde bulunduğumuz bir kısmımız ise şekilden şekile girerek bugünleri görmüş. Yani demek istediğim şu ki insan ne kadar çabalarsa çabalasın dünyaya zarar verme gücüne haiz değildir. Çevre kirliliği, ozon tabakası, kuraklık, salgın hastalıklar, gdo'lu ürünlerden gelecek zararlardan başta insanlar olmak üzere tüm canlılar etkilenebilir, ama dünyaya bir şey olmaz!

Dünyanın insanlar için yaşanılabilir hale getirilmesi, insanların elinde olan bir şey. Yaşanılabilir bir dünya, kişiye göre değişen göreceli bir kavram. Güzel yaşamak için ne lâzım diye sorsak her birimiz ayrı cevap veririz. Bence güzel yaşamak için gerekli şartları oluşturmak birey olarak altından kalkabileceğimiz bir husus değil. İnsanın doğuştan gelen bir takım olumsuz özellikleri, söz gelimi bencilliği, toplumda güzel bir yaşam kurulmasına en büyük engellerden biri. Herkes bireysel olarak kendi yaşamını kendine göre güzelleştirmenin peşinde. Elbette para yaşamı güzelleştirmenin başlıca yollarından biri. Para olunca istenilen pek çok şeye kavuşmak mümkün. Gelgelelim insanın diğer kötü bir özelliği ise, sınırsız hırsa sahip olması. Bir şeyi elde ettiği zaman, daha iyisini, daha başkasını istiyor ve bu isteklerin doyurulması son derece zor. Bu bakımdan güzel bir yaşam için para da her zaman tek çare değil.  

Güzel yaşamın sırrı, bana göre, insanın bencilliğini, hırslarını, gösteriş merakını bir kenara atıp elindekilerle yetinebilme becerisine sahip olmaktır. Kabul etmeliyiz ki, bu beceriye hiçbirimiz lâyıkıyla sahip değiliz. Kötü insan olmamızdan değil, mevcut sistemde yarınımıza güvenle bakmak, çevreye karşı konumumuzu koruyabilmek için böyle yapmak zorundayız. Ne yazık ki kısa dönemde bireysel çabalarla değiştirmemiz mümkün değil bu düzeni. Bu düzenden yararlananlar çok daha güçlü çünkü. Yaşamı toplum için değil sadece kendi ve yakın çevresi için güzelleştirmeye çaba gösterenler, hatta bunun için arkadaşlarının, en yakın dostlarının bile hakkını yiyenlere şahit oluyoruz günümüzde.    

6 Nisan 2023 Perşembe

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 189

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone tarafından belirlendi.

"Yemek yemek, hazırlamak iyice kolaylaştı. Bu, bizim daha iyi yaşamamızı sağladı mı?"

Çağımızda yemek yemenin, yemek hazırlamanın iyice kolaylaştığını söylemek mümkün. Ancak bundan dolayı daha iyi yaşadığımızı söyleyebilir miyiz, bence bu mümkün değil. Çocukluğumda hazır çorbalar yeni yeni çıkmaya başlamıştı ama evimize girdiğini hatırlamıyorum. Çorba deyince başta tarhana olmak üzere, tel, arpa şehriye, pirinç çorbaları pişerdi evimizde. Hazır çorbaları hazırlamak daha kolay olsa da lezzeti evde pişirilen çorbaların yerini tutmadığı gibi içindeki koruyucu katkıların zararlı etkileri kafamızı kurcalamaya devam ediyor.

Yemek hazırlamak pek çok insana göre keyifli bir iş. Ancak çalışan çiftler ne yazık ki karınlarını doyurabilmek için alelacele pratik yemek yapmak zorunda kalıyorlar. Şimdi manav tezgâhlarına bakıyorum, sebzeler bir güzel ayıklanıp doğranmış, pişirilmeye hazır, üzerleri streçlenmiş olarak, gayet alımlı bir şekilde satışa sunuluyor. Elbette fireleri düşülüp el emeği eklendikten sonra fiyat iki katına çıkıyor o başka. Evet, bu bir kolaylık ama her kolaylığın bir bedeli var. 

Günümüzde yemek yemek ve hazırlamanın işleri kolaylaştırdığı aşikâr ancak bize daha iyi bir yaşam sağladığını düşünmüyorum. Keşke insanların yeteri kadar zamanları olabilse ve kullanacakları malzemeleri satın alabilecek ekonomik durumları elverse de istedikleri yemekleri zevkle hazırlayabilseler... Evde hazırlanan yemeğin tadı başka oluyor. İnternet sayesinde hem her türlü yemek tarifine ulaşmak mümkün hem de temizliğinden emin olduğumuz sofralar kurmuş oluruz kendimize.

Eşlerden en az birinin yemek yapma işini sevmeli. Bizde eşim de ben de yemek yapmayı severiz. Eşim yemek yapma konusuna tutkuyla bağlı olduğu için ondan bana pek sıra gelmez. Sadece menemen yapılacaksa ancak o zaman söz sahibi olabiliyorum.  Bir de otların ayıklama ve doğrama işleri üzerimde. Radika, turp otu, cibez, sarmaşık gibi ot işleri benden sorulur, zevkle yaparım. 

Sonuç olarak daha iyi yaşamak için kendi yemeğimizi kendimiz yapalım ve zevkle yiyelim. Yemek sanatını mümkün olduğunca yaşamın hızına feda etmeyelim. Arada bir dışarıda rakı balığın keyfine de itirazım yok elbette. 

29 Mart 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 188

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.

"Avrupa'da artık babalar kariyerlerine ara verip evde kalıyor ve eşleri çalışırken çocuklarına bakıyorlar. Bu durum aynı anda iki ebeveynin tam zamanlı çalışmasından daha iyi. Katılıyor musunuz?"

Çağdaş toplumun kadın ve erkekleri, ezelden beri süregelen ataerkil aile yapısı içinde kendilerine biçilen görev ve sorumluluklara karşı çıkıyorlar ki, olması gereken de budur. Madem çocuk sahibi olmak kadın ve erkeğin ortak kararı, bakımı da ortaklaşa üstlenilmelidir. Eskiden kadına biçilen görev, kocasına ve çocuklarına bakmak, ev işleriyle uğraşmaktı. Kadın ekonomik özgürlüğünü elde etmek için çalışmaya başlayalı beri çocukların bakımı anneannelere, babaannelere ya da kreşlere kalmış görünüyor. 

Gençken içinde yaşadığımız toplumun da etkisiyle çocuk bakımında eşime fazla yardımcı olduğumu söyleyemem. Doğrusu işimin ağırlığı da buna imkân vermiyordu. Ayrıca geleneğimizin bir sonucu olarak çoğu kadın farkında olmadan çocukların bakımında esas sorumluluğu kendi üzerlerine alırlar. Erkek genellikle çocuk bakımında seyirci konumundadır. 

Doğal olarak çocuğun doğumundan itibaren ilk bir iki yılında kadının üzerine daha fazla yük biner. En azından erkekler emzirme kabiliyetinden mahrum olduğu için bu vazife tamamen kadına kalmaktadır. Bu durum, çok sayıda çocuk sahibi olmak isteyen ailelerde kadının kariyer yapmasına engel oluşturabilir. Kadın erkek arasında eşitliğe tamamen inanan bir insan olarak sorunun eşler arasında uygun bir şekilde çözülebileceği kanaatindeyim. Zira her ailenin yakın çevresiyle ilişkisi, çalışma koşulları, ekonomik durumu farklılık arz eder. 

Pek dile getirilmese de toplumumuzda erkeğin kadından daha fazla geliri olması beklenir. Erkek eşinden daha az kazanıyorsa hem kadın hem erkek tarafından pek hoş görülmez. Öncelikle bu durumun hazmedilmesi, aşılması lazım gelir. Eğer kadının geliri kocasından fazlaysa ve çocuklarını baktıracak başka çözüm yolları yoksa erkeğin evde oturup çocuklara bakması, yemek, temizlik ve diğer ev işlerini yapması mantıklıdır. Aksi durumda kadının evde kalması ve çocukların bakımını üstlenmesi normal karşılanabilir. 

Batı toplumlarında kültürel farklılıklardan dolayı aynı işe kadın erkek ayırmaksızın eşit ücret verilmektedir. Oysa ülkemizde Arap kültürünün etkisiyle kadının evde oturması, erkeğin çalışması, kadın çalışsa bile evi geçindirme görevi erkeğe verildiği için erkeğin kadından daha fazla para kazanması gerektiği inancı yaygındır. Dolayısıyla babanın daha fazla gelir elde etmesi, çocuk bakım işinin anneye kalması üzerinde önemli bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde bu durumun kısa vadede kolay kolay değişmesini beklemiyorum.    

22 Mart 2023 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 187

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu sevgili Sade ve Derin / DeepTone'dan.

"Gittikçe daha çok sayıda insan ana ulaşım aracı olarak özel arabalarını görüyorlar. Özel araba merakı zam, kriz dinlemiyor. Özel arabalara fazla güvenmenin sakıncası olabilir mi? Sakınca varsa çözümü olabilir mi?"

İnsanların özel arabalarını ana ulaşım aracı olarak görmelerinin nedenini sadece bir tercih olarak görmüyorum. Bir yandan trafik keşmekeşine katlanırken diğer yandan park yeri aramakla ömrünü tüketen araba meraklısı küçük bir grup dışında ülkemizde araba kullanmak çoğu zaman bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Elbette bu zamanda normal bir çalışan için araba sahibi olmak, hadi aracı bir şekilde aldı diyelim yakıtını ve diğer masraflarını karşılayabilmek neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Bu, insanlar arasında adaletsiz bir durum yaratsa da daha fazla aracın trafiğe çıkmasına bir engel oluşturmaktadır. Avrupa ve Amerika'da gerek araba fiyatı, vergiler, yakıt giderleri halkın gelir seviyesine göre gayet makul olup isteyen hemen herkes araba sahibi olabilir. 

AB ülkelerinde ortalama her bin kişiye 560, ABD'de 797, ülkemizde her bin kişiye 160 otomobil düşüyormuş! Bu sayı 2002 yılında her bin kişi için sadece 69 imiş. Yani demem o ki, Allah muhafaza eğer araç sahibi olma gücümüz AB ülkeleri ya da ABD kadar olsaymış memleketin trafik sorununu hayal dahi edemiyorum.  

Medeniyet, gelişmişlik böyle bir şey işte. Adamlarda toplu taşıma sistemleri gelişmiş, nüfus bazında araç sayıları bizden dört beş kat fazla olmasına rağmen trafikte büyük sıkıntı yaşanmıyor. Yani orada insanlar özel araçlarını gerektiği yerde, gerektiği zaman kullanıyorlar. Cumhurbaşkanları bizimki gibi seksen araçlık konvoylarıyla trafiği aksatmıyor, yakıt israfı yapmıyor, çevreyi kirletmiyor.  Ne demiş Temmuz 2022'de pek muhterem cumhurbaşkanımız; memlekette araç sayısı yirmi yılda üç katına çıktı, "bir de ekonomik sıkıntıdan bahsediyorsunuz, yüzünüze dizinize dursun." 

Özel arabam var ama mümkün olduğunca kullanmamayı tercih ediyorum. Bunun birinci nedeni park sorunu. Gittiğiniz yerlerde araç park yeri bulamıyorsunuz genelde. Bulsanız da on dakikalık iş için verdiğin paraya acıyorsunuz. İkinci neden yakıt, bakım, sigorta, trafik cezaları, vergi masrafları. Eskiden o kadar koymazdı ama şimdi gelirin önemli bir kısmını aracınıza ayırmak zorundasınız. Ha çocuk büyütüyorsunuz, ha arabanız var, üç aşağı beş yukarı aynı masraf. 

Eğer işimi metro ve diğer toplu ulaşım araçlarını kullanarak görebiliyorsam ne âlâ. Sözgelimi oturduğumuz yere yakın tramvay hattı o kadar çok işimize yarıyor ki. Ancak bir yerden bir yere eşya taşımak zorunda kaldığımızda, ki bu son zamanlarda hayli fazla oluyor, o zaman özel aracımızı kullanıyoruz. Bazen iş yerleri ile ev arasında toplu taşıma hatları mevcut değil, işyerlerinin de servisleri olmayabiliyor, o zaman mecburen özel araçlarını kullanmak zorunda kalıyor insanlar. Bir de küçük çocukları olup onları ana okuluna, kreşe bırakmak zorunda kalanlar var tabii. 

İşin doğrusunu söylemek gerekirse hava kirliliği pek aklımıza gelmiyor. Özel araç kullanımını asgari düzeye indirmenin yollarını aramalıyız elbette. Bu hususta devletin raylı sistemlere, deniz taşımacılığına ve bunların alt yapısına önem vermesi gerekir.  Bir sonraki aşamada toplu taşıma ucuzlatılarak cazip hale getirilmelidir. Hatta şehir içi toplu taşıma ücretsiz bile olsa ülkeye maliyeti daha az olabilir. Başta Lüksemburg olmak üzere Avrupa'nın pek çok ülkesi trafik sorununa çözüm olarak şehir içi toplu taşımayı tamamen ücretsiz  hale getirmişler.