KATEGORİLER

12 Ekim 2022 Çarşamba

VADİDEKİ ZAMBAK - HONORE DE BALZAC

Kitabın Adı: VADİDEKİ ZAMBAK

Yazar: Honore de Balzac

Sayfa Sayısı: 311

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Çeviren: Volkan YALÇINTOKLU

Türü: Roman

Goriot Baba'dan sonra okuduğum ikinci Balzac kitabı. Yazarın en tanınmış eseri, Vadideki Zambak. Nereden başlayacağımı bilemiyorum ama okurken zorlandığımı hemen söylemek isterim. Uzun betimlemeler, derin hayal gücü, ağdalı cümleler, edebi eseri zenginleştiren öğeler, ancak her şeyin bir sınırı olmalı değil mi? 

"... Vicdanı çevresindeki herkese yayılıyor, dünyevi bir karşılığı olmayan fedakârlığı ısrarlı tutumuyla kendini dayatıyordu; diğer erdemlerini birbirine bağlayan bu derin ve gizli şefkati etrafına tinsel bir buhur gibi dağılıyordu..."

Bu cümle nispeten anlaşılabilir, peki, bir de şuna bakın;

"...Kimi zaman, çiçeklenmiş, kendisini ıslatan gümüş çiy elmaslarıyla kaplanmış, içinde güneş ışıklarının oynaştığı, kendisine çevrilmiş tek bir bakış için süslenmiş bir fundalığın enginliğiyle; kimi zaman, yıkıntı halinde kayalıklarla çevrelenmiş, yer yer kumlarla kaplanmış, yosundan elbiseler giymiş, ardıç ağaçlarıyla donanmış ve sizi, betimleyemediğim bir vahşilik, tezatlık, ürkütücülükle kavradığı sırada ak kuyruklu kartalın çığlığının yükseldiği bir orman köşesiyle; kimi zaman, ufukları bir çölünkini andıran ve ulvi ve yalnız bir çiçeğe, menekşe rengi ipeksi çanak yapraklarıyla altın rengi üreme organlarını sergileyen bir rüzgâr çiçeğine rastladığımda, bana vadisinde tek yaşayan beyaz idolümün dokunaklı görüntüsünü hatırlatan, güneşin kavurduğu, bitki örtüsünün olmadığı taşlık bir araziyle; kimi zaman, doğanın üzerlerine hemen hayvanla bitki arasında yer alan yeşil benekler fırlattığı, yaşamın, içinde çalkalanan bitkileriyle ve böcekleriyle, tıpkı atmosferi kaplayan akışkanda olduğu gibi, birkaç günde canlandığı geniş su birikintileriyle; kimi zaman, lahanalarla, asmalarla kaplı, kazıklarla çevrili bahçesiyle bir yokuşun üzerinde asılı duran, onca mütevazı varlığın simgesi olarak birkaç verimsiz çavdar tarlasıyla çevrelenmiş bir kulübeyle; kimi zaman ağaçların sütun, dalların ise tavandaki kemerlere benzediği, bazı katedrallerin nefini andıran uzun bir orman yoluyla, bu yolun sonunda, aydınlıkları gölgelere karışan ya da batan güneşin renklerine boyanan, yaprakların arasından beliren ve ötüşen kuşlarla dolu bir koro balkonunun renkli vitrayları gibi görünen bir alanla karşılaşırsınız.

Yeter diye bağırası geliyor insanın. Kabul ediyorum, çevirisi de çok zor olmalı. Fakat bu kadar uzun ve çetrefilli cümleler yoruyor insanı, anlamını yitiriyor. Kusura bakmasın Balzac Usta, açık söyleyeyim, onca lâf kalabalığı arasında, akılda fazla bir şey kalmıyor. Okur ya okuyup geçiyor ya da cümlenin başını sonuna bağlayabilmek için benim gibi çırpınıp duruyor. Belki çeviriden belki de değil, ama bazı betimlemeleri manasız, ilgisiz buldum. Belki de kusur bende, bazen anlayamadan geçip gittim, bazen bir cümleye takılıp anlamak için epey zaman harcadım, uzun, ağdalı cümlelerin arasında ilişki kuramadığım yerler de oldu. Bu bakımdan, yazarın diğer romanı Goriot Baba, çok daha fazla karakter barındırmasına karşın okumasının daha kolay olduğunu düşünüyorum. 

Bölüm arası vermeden sayfalarca uzayıp giden paragraflar okuma zevkini yok eden bir başka husus. Evet, olumsuz eleştirilerimin hepsi bu kadar. 

Honore de Balzac (1799-1850), hayatı roman olabilecek bir yazar. Zaten yazdığı çok sayıda eserde kendisinden bir parça buluyor okur. Vadideki Zambak romanının ana kahramanı Felix'te yazar bir bakıma kendi otobiyografisini yazmış. Ailesi yoksul olmamasına rağmen doğduğu andan itibaren dışlanan yazar, anne şefkatinden mahrum, ailesinden uzak bir çocukluk geçirmiş. Muhtemelen bu yüzden, gençlik yıllarından başlayarak hayatı boyunca sevgi ve güven ortamı eksikliğini hissetmiş olmalı. Onun sevip ilişki kurduğu bütün kadınların hali vakti yerinde, annesi yaşında olmaları da tesadüf değil. 

Vadideki Zambak romanında Felix, yazarın yaşadığına benzer bir çocukluk geçirdikten sonra, yirmili yaşlarının başındayken, katıldığı bir baloda, sıkılıp avluya çıktığında yanına gelen kırklı yaşlarda güzel fakat evli bir kadını, dekolte elbisesinin açık bıraktığı sırtından öper. Bu olay tutkulu bir aşkın başlangıcı olur fakat roman olayların sonundan başlamaktadır aslında. 

Felix'in son sevgilisi Nathalie de Manerville'e yazdığı bir mektupla gireriz olaya. Nathalie, Felix'in geçmişini öğrenmek istemektedir. Felix, çaresiz bu talebi kabul etmek zorunda kalır. 

"Evet, alnınıza tek bir kırışıklığın yerleştiğini görmemek, en küçük bir geri çevrilişin hüzünlendirdiği dudaklarınızda somurtkan ifadeyi silmek için,... geleceğimizden vazgeçeriz; şimdi de geçmişimi istiyorsun, al senin olsun." der mektubunda Felix. Çocukluğundan itibaren geçmişini anlatmaya koyulur. Roman, Nathalie'nin Felix'e verdiği cevabı içeren mektupla sürpriz bir şekilde son bulur.

Felix'in Vadideki Zambak olarak tanımladığı Madam Mortsauf, yine Felix gibi ailesi tarafından dışlanmış ve istemediği bir evlilik sonucunda iki çocuk sahibi olmuş aristokrat aileye mensup bir kadın. Gelenek göreneklere bağlı, inanç sahibi güzel bir kadın olan Madam Mortsauf ile Felix arasında platonik aşk söz konusu. Madam Mortsauf, sevginin manevi boyutuna önem verdiğini ve Felix'in kendisine Henriette diye hitap etmesini istiyor. Çünkü Madam Mortsauf çok sevdiği teyzesinin kendisini Henriette diyerek çağırdığını, Felix'in de onu bir aşık gibi değil de teyzesi ya da annesi gibi sevmesini istiyor. Kırsal bölgede, bir şatoda ikamet eden Mösyö Mortsauf, kendi halinde, beceriksiz, işlerin idaresini tamamen karısına bırakmış, zaman zaman karısına karşı sözlü şiddet uygulayan kaba saba bir adam. Fakat Felix ile karısı Madam Mortsauf (Henriette) arasındaki aşırı yakınlaşmadan herhangi bir rahatsızlık duymuyor. Henriette kendisine duyulan bu güveni hiçbir zaman istismar etmiyor zaten, Felix'e adeta çocuğu gibi davranıyor, ona kol kanat geriyor. Felix, karısına iyi davranması için Mösyö Mortsauf'u oyalıyor, bazen tavla oynayıp özellikle ona yeniliyor.  

Bu arada romanın alt satırlarında dönemin tarihsel olaylarıyla ilişki kuruluyor. Napolyon'un düşmesiyle birlikte, Bourbon hanedanının iktidarı bir kez daha ele geçirmesi üzerine destekçilerinin konumlarındaki değişimi görüyoruz. Bu aşamada güçlenen Mortsauf ailesi, Henriette'in önerisiyle Felix'in Paris'e gitmesini ister ve kendisine üst düzey bazı kişilerle tanışmasında aracılık eder. Yolculuk öncesi Henriette, Felix'in eline bir mektup tutuşturur ki bu romanın en etkileyici bölümlerinden biridir. Henriette, sevgilisine yeni karşılaşacağı çevrede nasıl davranması gerektiği, kimlere güvenip güvenmeyeceği gibi birçok konuda hayat dersleri verir. Son derece etkileyici ve derin bir gözleme dayanan bu satırlar romanda özel bir yere sahiptir. Felix, kısa zamanda kendini kabul ettirir, genç kızların ilgisini çeker fakat aklında Henriette olduğu için kendini gönül ilişkilerine kapatmıştır. Böyle olunca kaçan kovalanır misali daha çok ilgi odağı olur. Ve sonunda İngiliz asıllı, iki çocuklu güzel bir kadın olan Lady Dudley (Amédée) genç adamın cinsel açlığından faydalanır ve onu yanına çeker. Felix, aşkın iki türü olan maneviyat temelli ruhsal aşk ile maddiyat temelli bedensel aşk arasında kalarak büyük bir bunalıma düşer. Sonunda kararını verir ve Henriette'in yanına döner ancak kadın Felix'in kendisini aldattığını öğrenmiştir. Henriette kendi içinde bir hesaplaşmaya girişir. Bir yanda her türlü erdem ve ahlâk kuralını bir tarafa bırakıp Felix'i elde eden Lady Dudley, diğer tarafta ahlak, sorumluluk ve erdemli olmaya çalışırken sevdiğini kaybeden kendisi. Yemeden içmeden kesilir, kırk iki gün boyunca ağzına bir şey koymaz. Felix geldiğinde bir an önce iyileşip her şeyi bir tarafa atmak, Lady Dudley gibi aşkı öncelemek istediğini söyler ve artık kendini aşkın kollarına atmaya karar vermiştir. Ne yazık ki çok geçtir artık. Henriette, ölür ve arkasında bıraktığı biri oğlan, diğeri kız iki çocuğu ve kocası Mösyö Mortsauf'u Felix'e emanet eder. Uçarı Lady Dudley ölümü göze aldığı Felix'in tercihini fazla kafasına takmaz. O yine bir başkasını bulacaktır. Çocuklar ise her şeyi bilmektedir. Henriette'in ölümünden sorumlu gördükleri Felix'e suratlarını asarlar. Özellikle gelinlik çağına gelmiş ve yedi yıl boyunca Felix ile son derece iyi geçinen Madeleine (Henriete'nin hasta kızı) ona arkasını dönmüştür. Oysa Henriette, ölmeden önce kızı Madeleine ile evlenmesini bile önermiştir Felix'e. 

Bütün bu olaylardan sonra roman, Nathalie'nin Felix'e yazdığı cevap mektubu ile tamamlanıyor. Bu son mektup önemli. Nathalie, Felix gibi bir insanı kabul edecek mi etmeyecek mi? Bu cevap gerçek bir spoiler niteliğinde olduğundan burada cevabı vermeyeceğim. Romanın ilginç bulduğum diğer bir bölümü de İngiliz ve Fransızların karakter yapısının tartışıldığı bölüm. Yazar bu bölümde Felix'in ağzından Henriette özelinde Fransız kadınlarını yüceltirken Lady Dudley özelinde İngiliz kadınlarını aşağılıyor.

Yukarıda olumsuz eleştirilerim mahfuz kalmak kaydıyla Vadideki Zambak, ağırlığı olan bir roman. Severek okudum diyemeyeceğim, çünkü zorlanarak okudum. Fakat bazı zevklere zor erişilir. Vadideki Zambak romanı onlardan biri olarak kalacak aklımda. Keşke kendi dilinde okuma becerim olsaydı demekten alamıyorum kendimi yine de.

Yazar yaşamı boyunca bir işte dikiş tutturamamış. Yazarlıkta başarıya ulaşamamış, yayınevi sahibi olayım para o işte var demiş, batırmış. Matbaa sahibi olmak yazarın yaşadığı dönemde hayli prestijli bir işmiş. Annesi köşeyi dönerim düşüncesiyle oğlunun yanına, Paris'e taşınmış, elinde avucunda ne varsa oğlu Balzac'ın önüne koymuş. Oysa çocukluğunda, ta ki meşhur bir yazar olana dek yüzüne bakmadığını biliyoruz annesinin. O sıralarda bir de komşusu varmış, bir kadın. Kadının iki kızı var, biri bekar biri de evli. Balzac hangisine ilgi duymuş olabilir? Bekâr olana değil tabii, evli olana da değil. Annesinin şüpheleri hep boşa çıkmış Balzac'ın. Oysa onun sevdiği kızların anasıymış! 

Çok roman yazmış yazar, çok kısa sürelerde yazmış, bazılarını yazmadan yayınevlerine satmış. Vadideki Zambak'a özel önem vermiş, yirmi yılda yazdığı bu romana en iyi eserim diyormuş. Yaşamı boyunca ne yaptıysa batırmış, yayınevi, matbaacılık yapmış hep nafile. Tanınmaya başladığında kadınlardan bir sürü mektup almaya başlamış. Bir tanesi ile altı yıl boyunca mektuplaşmış 1850 yılında kadının kocası ölmüş. Kadın büyük servet sahibi ve görkemli şatolarda oturan biriymiş. Gitmiş onunla evlenmiş sonunda Balzac. Fakat, mutluluğu ancak altı ay sürebilmiş, altı ay sonra vefat etmiş yazar. 

Vıcık vıcık aşk sözlerini yansıtan uzun betimlemeler pek sarmadı beni. Ancak aforizma niteliğinde pek çok cümle saklı romanda. Okumak sancılı ancak okuduktan sonra doğum yapmış bir kadının ferahlığını hissediyorsunuz. Nasıl oluyorsa, yani sanırım öyledir! İşte size bazı alıntılar.

"Seven bir kadın, erkeğini başka biriyle mutlu görmektense acı çektiğini görmeye razıdır."

"Tanrı insanlara mutluluk duygusunu ve isteğini verdiğine göre, bu dünyada keder ve acı dışında hiçbir şey görmemiş masum ruhları kurtarması gerekmez mi? Bu bir gerçek: ya tanrı yoktur, ya da hayatımız acı bir şakadan başka bir şey değildir."

"Sonradan görme insanlar maymunlar gibidirler. Hayran olunacak bir çeviklikte yukarılara tırmanırlar ama zirveye ulaştıkları zaman artık yalnız ayıp yerleri görünmeye başlar."

"Aşırı güven saygıyı azaltır, bayağılık küçümsenmenize yol açar, fazla çaba da sömürülmenize neden olur. Her şeyden önce şunu unutmayın sevgili çocuk: iki üç kişiden fazla dostunuz olmayacak, onlar için biricik zenginlik, sizin tan güveniniz olacaktır. Bu güveni birçok kişiye dağıtırsanız, onları aldatmış olmaz mısınız? Birkaç insanla başkalarıyla olduğundan daha samimi olursanız, her şeyinizi ortaya dökmeyin, ağzınızı sıkı tutun. Günün birinde onları karşınızda bir rakip, bir düşman olarak bulacakmışsınız gibi tedbirli davranın her zaman. Yaşamın rastlantıları sizi bu yola itecektir. O halde ne soğuk ne de ateşli bir görünüşünüz olsun. Üzerinde kendini güç duruma düşürmeden kalabileceği bir orta yol bulmasını bilin."

11 Ekim 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 164

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sade ve Derin / DeepTone'dan geliyor: 

"Kaçış yemeğiniz nedir?"

Sevgili Deep'in yazısını okumadan bu soruya cevap veremezdim. Kutsal bilgi kaynağımız Google Amca'ya müracaat ettim, genellikle birilerinin bir şeyden kaçarken sığındıkları yerde yedikleri yemeğe "kaçış yemeği" derlermiş. Bazen aniden bastıran yağmurdan ıslanmamak için kendisini salaş bir lokantaya zor atan kişilerin önlerine gelmiş,  bazen de yurt dışına kaçışın bir nevi kutlaması olmuş, "kaçış yemeği". 

Yine Google'dan bilimsel bir doktora tezine rastladım; "kaçış yemeği", comfort food terimi için önerilen Türkçe karşılıklardan biriymiş. Mmm, fena değil, olabilir, derken, anladım ki Deep kaçış yemeği demekle bunların hiçbirini kastetmiyormuş! Neymiş peki? Aynı acil durum elbisesi gibi! Yani? Her ortama uygun işte.  Ekşi sözlükte siyah elbiseye vermişler bu payeyi. "Her kadının dolabında acil durum elbisesi olarak mutlaka bulunmalıymış!"

Sonunda çıkarıyor ağzından baklayı Deep. Anlayın artık, diyor. Pratik ve hızlı çözüm olarak, acil yemek yapmak durumunda olduğunuzda, kendiniz için, tek başına iken, aileniz ile veya eve misafir gelecekse... Ve yeni bir terim öğreniyorum: Acil Durum Misafiri!

Öğrenmenin yaşı yok elbette. Fakat arkadaşımızın esas anlatmamızı istediği şey, evde pratik yemek olarak aklımıza ilk önce nelerin geldiği...

Önce şunu ifade edeyim: Ani bir misafir gelmez bizim eve. Rezervasyonsuz misafir kabul etmiyoruz. Rezervasyon yaptıran misafirlerimizi ise çok güzel ağırlarız. Öyle kaçış yemeği, pratik şeyler, dışarıdan alınan hazır gıdalar falan olmaz menüde. Duruma göre çorbasından mezesine, ara sıcağından ana yemeğine, çeşit çeşit tatlısından tuzlusuna toplamda yirmi ilâ kırk çeşittir soframız... Neyse, konumuz bu değil. 

Bazen evde, muhtelif nedenlerle, yemeğin olmadığı da olur tabiatıyla. Pazara çıkılmamıştır, evde tadilat vardır, ya da bunun benzeri durumlarda, eşimin ilk aklına gelen şey bana dönüp, "menemen yapsana" olur ve hemen sıvarım kolları. Çoluk çocuk herkes kabul eder menemeni en güzel benim yaptığımı. Diğer yemekleri de güzel yaparım ama ev halkının söyleyeceği bir şeyler bulunur mutlaka. Fakat söz konusu menemen olduğunda, bütün ağızlar kapanır ve herkes söz birliği edercesine benim bu konuda ne kadar usta olduğumu kabul edip takdirlerini esirgemezler. İşin püf noktasını da şöyle vereyim. Biberler, soğanlar ve en son doğranmış domatesler piştikten sonra (domateslerin pişme derecesi çok önemli, ne çiğ kalacak ne fazla pişmiş olacak) üzerine yumurtaları çırpmadan kırıp beyazları pişene dek kesinlikle karıştırmamak. Sadece çatalın ucuyla pişmeyen ya da kabaran yerleri söndürebilirsiniz. Ne zaman ki yumurta beyazları pişti (ya da pişmek üzere), sadece bir kez altını üstüne getirecek şekilde karıştırın. (çorba karıştırır gibi değil) Birkaç dakika sonra ocağın altını kapatabilirsiniz. Tuzu pek sevmem, isteyen domateslerle birlikte tuzunu ekleyebilir. Benim için önemli olan karabiberdir ve piştikten sonra yemeğin üzerine ekilir, bir de kırpılmış maydanoz varsa üzerine ekilecek, daha ne olsun.  

Evliliğimizin ilk yıllarında kanape yapardım. Küçük ekmek dilimleri üzerine tereyağı sürer, üzerini sucuk, kaşar peyniri, domates ve biberle süsleyip fırın ızgarasında pişirirdim. Şimdi alt katımız balıkçı, pişirme de yapıyor. Büyük balık olunca, ızgara yaptırıp eve getirtiyoruz bazen. Küçük balıkları evde kendimiz tavada pişiriyoruz. Dışarıda kim bilir hangi yağ, kaç sefer kullanılmıştır hikâyesini bilirsiniz. Bunun dışında hemen yan tarafta sokağın içinde nefis Adana dürüm yapan bir yer var, bize çok yakın. Yukarıdan elimizi sallasak görebilir yani. Ya da güzel lahmacuncu, pideciler var çevremizde. Eve temizlikçi kadın gelince kıymalı yumurtalı pide yaptırırız, bazen. Dün kızımla damadım İnciraltı'nda bir Adana kebapçıya gitmişler. Ben çok önce gitmiştim oraya, sanırım Baba Kebap'tı adı. Birer porsiyon Adana Dürüm, yanında birer de ayran içmişler, hesap 395 TL. Artık dışarıda yemek yemek istersen kişi başı alkolsüz 200 TL, kişi başı alkollü en az 400 TL'yi gözden çıkarmak lâzım.

Evde pratik bir şeyler yapmayı severim. Bu basit bir tost ya da sandviç olabilir. Ama yumurtasını asla ihmal etmem. Dışarıdan yemek yememin zorunlu olduğu günler benim için özeldir. Gider yarım ekmek arası kokorecimi ya da bildiğim bir yere yakınsam midye dolmamı yerim. Ne yazık ki bunları eşim ağzına koymaz. 

9 Ekim 2022 Pazar

GÖRMEMİŞİN RÜYASI

Dün gece erken yattım. Tabii pek çoğunuza göre erken sayılmaz, saat 01.00'i geçiyordu biraz. Öyle olunca sabah kargalar kahvaltılarına başlamadan gözlerimi açtım. Aslında gözümü açmamın nedeni de gördüğüm bir rüya! Öyle sık rüya gören biri değilim. Bu yüzden hayli sıra dışı bir olay benim için. Uyanır uyanmaz eşime anlattım ki, hafızamdan silinmesin. Gördüğüm rüyayı zihnimde birkaç kez tekrarlamaz, ya da birine hemen anlatmazsam yine kaybolup gidecek. Yetmedi, sıcağı sıcağına gelip burada yazayım dedim. Gördüğüm rüya şöyle:

İki arabayız. Bir yerden ayrılıyoruz, ne için geldik, bizi uğurlayanların kimler olduğuna dair bilgi yok. Fakat birileri dönüş yolumuzun tehlikeli olduğunu söylüyor sürekli. Ben önden gideyim diyorum diğer arabaya, siz beni takip edersiniz. Yalnız mıyım, emin değilim. Sanki biri var yanımda fakat kim olduğunu çıkaramıyorum. Neyse, yola çıkıyoruz, ben önde yol alırken, diğer arabanın dikiz aynamdan beni takip ettiğini görebiliyorum. Toprak, yer yer çakıllı ve bol virajlı bir yol. Yahu, amma abarttılar diyorum kendi kendime, neyi varmış yolun, fıstık gibi yol işte. Süratleniyorum bu yüzden, arkamdaki araba çok gerilerde kaldı. Öyle bir yere geliyorum ki, çevrem atölyelerle, iş makineleriyle dolu. Bir şantiye olmalı, fakat herhangi bir insan görünmüyor ortalıkta. Derken, şantiyenin ortasından geçiyorum ve yol bitiyor. Üstte bir yol var fakat oraya çıkmak çok zor, bir çare arıyorum. Tam karşımda büyük bir kaya kamyonu, hani tekerlek yükseklikleri insan boyunu geçen dev kamyonlardan, yüzü bana bakacak şekilde dik bir rampanın üzerinde duruyor, içinde sürücü görünmüyor. Hayli dik ve dar olsa da, bu rampanın hemen yanındaki yoldan geçip üst yola çıkabilirim diyorum, dediğimi yapıyorum. Fakat tam yokuşun tepesine geldiğimde kamyon kımıldamaya, aşağı doğru ağır ağır hareketlenmeye başlıyor. Eyvah diyorum, şimdi önüne ne gelirse silip süpürecek! Allah vere  karşısına insan falan çıkmasa... Dev kamyon gittikçe hız kazanıyor, şantiyenin ortasına geldiğinde nasıl olduysa yol kenarındaki dozerlerden biri durumun farkına varıyor ve kamyonun önüne geçmeye çalışıyor. Kamyon hızla dozere çarpıyor ve dozerin yönü değişiyor çarpmanın etkisiyle. Helâl olsun dozer operatörüne, kamyonu nasıl fark etti ama. Gözünü kırpmadan kamyonun önüne geçip olası büyük bir faciayı önledi diye düşünürken dozer, bulunduğu yerde yavaş yavaş batmaya başlıyor. Bir bataklığın içine düşmüş gibi sanki. Önce yarıya kadar, sonra kabini çamur haline gelmiş toprağa gömülüyor. Bütün bu olayı film izler gibi takip ediyorum. Eyvah, eyvah diyorum, operatörün kurtuluşu yok artık, zemin yutacak zavallı çocuğu... Nitekim çok geçmeden görünmez oluyor operatör kabini. Zavallı çocuk diyorum kendi kendime, kamyonu durdurmak isterken canından oldu. Artık kimsenin ona yardımı dokunamaz. Bir görüntü geliyor o an gözüme. Toprağın altında operatörün yüz ifadesini açık seçik görüyorum. Sanki biri kabinin içine kamera koymuş bana gösteriyor. Operatör, sarışın, zayıfça, yeşil gözlü...Çaresizlik içinde gözleri dolmuş, sağ elinin tersini sol elinin avucuna vurarak kaderine lânet okuyor içinden. Ve görüntü kayboluyor o an gözümden, uyanıyorum.

Hayır mı şer mi bilmiyorum, hayırdır diyelim ve rüyaların tersi çıkar inancına dört elle sarılalım. Rüya yorumcusu değilim ama gördüğüm rüyayı ben şöyle yorumladım:

Dev kaya kamyonu devleti temsil ediyor, içinde sürücüsünün olmaması, ülkemizin sahipsiz kaldığını gösteriyor. Sürücüsüz kamyon, yokuş aşağı, kontrolsüz bir şekilde yol alıyor, aynı ülkemizin içinde bulunduğu durum gibi! Sonra bir yiğit çıkıyor, gidişattaki vahameti fark ediyor ve kendini riske sokmak pahasına dozeriyle kamyonun önüne geçip çevreye zarar vermesini önlemeye kalkışıyor. Operatörün genç olması, kurtuluşun gençler sayesinde olacağını simgeliyor. Bir şekilde büyük felâketin önüne set çekiliyor fakat gençlik bu uğurda canından oluyor. Kamyon az sıyrıklarla durumu kurtarıyor, şantiyede atölyelere, tesislere pek bir şey olmuyor. Şantiyede insan kalmamış, herkes bir köşeye gizlenmiş, ya da yaşayan kimse yok artık, terk etmişler vatanı. Kamyonu hareket ettirip aşağı doğru iten dıj güçler! Kamyon yara bere alsa da hâlâ ayakta, gençliğin hayatı kararmış... İçime ağrılar giriyor, reis seçimi kazanacak galiba, hem de cumhuriyetin yüzüncü yılında... Ülkede insanlar kaçmış, terk etmişler vatan toprağını... Gençlik kaybetmiş... İnşallah tersi çıkar rüyamın, Allah rızası için Tanrım, ne olur tersi çıksın...  

6 Ekim 2022 Perşembe

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 15) - Son Bölüm

İçinden bir parça koptuğunu hissetti. Ne yaparsa yapsın Niki'nin kararını değiştirmeyeceğinden ve arkasını dönüp gideceğinden emindi, lâkin ateşler içinde yanan yüreğine söz geçiremiyordu. Ailesinin gururunu kurtarmaya yemin etmiş genç kızın duygularına gem vuran inatçı ve umursamaz bakışlarının biraz olsun yumuşadığını gördüğünde sevgisine karşılık bulduğu hissine kapılıp umutlanmıştı oysa. Şimdi geri dönmemek üzere bir kuş gibi havalanmıştı gökyüzüne, ellerinin arasından. Gözyaşları damla damla yanaklarından süzülürken hayatın ne kadar acımasız, ne kadar anlamsız olduğunu düşündü. Koşup peşinden gitmek, ayaklarına kapanmak, yalvarmak istiyordu. Fakat bütün bunların nafile çabalar olacağını, genç kızı yolundan çevirmenin asla mümkün olamayacağını adı gibi biliyordu Norman. Nemli gözlerinde belli belirsiz bir ümit ışığı belirdi. Acaba olabilir miydi böyle bir mucize. Ya karşılamaya gelen olmazsa Niki'yi? Onu o halde bırakıp gidecek miydi? Uzaktan genç kızı takip etmeye karar verdi. Yüreğine taş basıp genç kızın evleneceği adamı görene kadar işin peşini bırakmayacaktı. Cebinden çıkardığı mendille gözünün nemini aldı ve çıkışa doğru yürümeye başladı.

Rıhtımı dolduran yüzlerce genç kız, kendilerini karşılamaya gelen damat adaylarına neşeyle ellerini sallayıp karşılık verirken bağrışmalar, anonslar, çığlıklar karışmıştı birbirine, kulakları sağır eden bir gürültü sarmıştı her yanı. Ön tarafı tel örgüyle kapatılmış platformda toplanan erkekler, ellerinde çiçekler ve en şık kıyafetleriyle, kalabalığın arasında  müstakbel eşlerini seçmeye çalışıyorlardı.

Terzi Prothromos, erkek kardeşleriyle beraber gelmişti Niki'yi karşılamaya. Elli yaşını aşkın olmasına rağmen olduğundan daha genç gösteriyordu. Saçlarını siyaha boyatmış, bıyıklarına özenle şekil vermişti. Açık renk şık takım elbisesi giymişti, kahverengi kravatıyla aynı parlak kumaştan bir cep mendili kıyafetini tamamlıyordu.

"Keşke bir resmi olsaydı elimizde be birader!" dedi, kardeşlerden genç olanı. Yüzlerce genç kadını bir anda karşısında görünce yüzünü asmış, karamsarlığa kapılmıştı. Diğer kardeş elindeki gonca güllerden oluşan buketi uzattı ağabeyine. "Ağabey, tut şu çiçekleri, damadın kim olduğunu anlayabilsin!" Üç kardeş birbirine bakıp gülümserken küçük olan lâfının devamını getirdi. "Hepimiz de bıyıklıyız, bir karışıklığa meydan vermeyelim... Bu kadar insan arasında seni tanıması onun için epey zor olacak." Büyük kardeş, küçüğüne hak verdi. "Hatırlarsanız, kız kardeşi geldiğinde, onunla buluşana kadar ne sıkıntılar çekmiştik..."

Uzun yıllar mesleğini başarıyla icra ettiği Şikago'da şan şöhret sahibi olup varlıklı bir yaşam süren Prothromos, annesi Sofia'yı kırmamak için zoraki kabul etmişti bu evliliği. Niki de ailesinin şerefini kurtarmak, Eleni'nin ayıbını örtmek için, öz teyzesi ve aynı zamanda vaftiz annesi olan Sofia'nın talebini geri çevirmezdi. Birbirlerini ilk kez göreceklerdi. Buluşmalarını sağlayabilecek tek şey Niki'nin yanından ayırmadığı Prothromos'un portre fotoğrafıydı.  

Son derece gergindi Prothromos, Eleni'den sonra ya Niki de olmazsa? O da yapamayıp memleketine dönmek isterse? Amerika'ya ilk geldiğinde o da büyük sıkıntılar çekmiş, aç kalmış, yatacak yer dahi bulamamıştı kendine. Yıllarca çalışmış, para biriktirmiş ve sonunda istediği her şeyi satın alabilecek, en güzel konutlarda oturabilecek konuma gelmişti. Artık tek isteği kendi milletinden, kendi kültüründen biriyle huzur içinde bir yuva kurmaktı. Eleni'ye elinden geldiği kadar yardım etmiş, onu hoşnut edebilmek için büyük çaba göstermişti fakat genç kız ailesinin, memleketinin özlemiyle yanıp tutuşurken yeni hayatına bir türlü uyum sağlayamamıştı. Prothromos, sil baştan bir kez daha tecrübe edecekti aynı şeyi şimdi. 

Çiçeği kardeşinden alırken elleri titriyordu Prothromos'un. İçini çekti. "Tanrı aşkına... peki, ikinci defa nasıl olacak bu iş?... hem de kız kardeşiyle... " Küçük birader araya girdi. "Sıkma canını be ağabey... içini ferah tut... göreceksin bak, her şey güzel olacak... "

Gemiden çıkarken Olga'yı arıyordu Niki'nin gözleri. Siyah bir baş örtüsü geçirmişti başına fakat ön taraftan alnına dökülen beyazlaşmış saçları görünüyordu. Niki onu uzaktan gördüğünde, küçük kız, panik halinde sanki bir yere yetişmeye çalışıyor gibiydi. Kendisine seslenildiğini duyan Olga, ürkekçe başını çevirdi. Niki'yi görünce rahatladı ve yanına gelmesini bekledi. Yüzü bir suç işlemiş gibi kızarmıştı. Niki, çantasından çıkardığı bohçayı uzattı küçük kıza. "Al bunu," dedi. "İçinde Haro'nun gelinliği var, bu artık senin." Sesi titriyordu genç kızın.

Olga, utanarak öne indirdiği bakışlarını yavaşça yukarı kaldırırken masumca gülümsedi ve bohçayı Niki'nin elinden aldı. "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim." dedi. İki genç kız birbirlerine sımsıkı sarıldı. 

Olga'yla vedalaşan Niki'nin gözleri dolmuştu. Eşyalarını koyduğu heybeyi sırtlayıp kalabalığın arasına karıştı. Norman'ın kendisini takip ettiğinden emindi. Yüksek platformun korkuluğundan sarkarak ellerindeki rengarenk çiçekleri, beyaz fötr şapkalarını sallayan yüzlerce adamın arasından Prothromos'u bulmak hiç de kolay olmayacaktı. Sadece adını bilen Prothromos'un Niki'yi görüp tanıması zaten mümkün değildi. Eğer bu buluşma gerçekleşmeyecek olursa ne yapacaktı Niki? Prothromos'a nasıl ulaşacağına dair hiçbir fikri yoktu genç kızın. Yukarıdan aşağıdaki kalabalığa doğru bağırarak sabırsızca sipariş gelinlerin adlarını çağırıyordu bazıları. "Bayan Thoraaaa... Thora Koutsoukos!" diye seslendi, elinde sarı çiçeklerden oluşan bir buket taşıyan genç adam. Kolunda sepetiyle genç kızlardan biri kalabalığın arasından sıyrılarak sesin geldiği yere koştu. Ortalık ana baba gününe dönmüştü. "Angela Pouixeos!" diye bağırdı başka biri. Yine, genç kızlardan biri, heyecanla başını çevirdi, korkuluktan uzatılan kollara doğru koştu. Kaderleri yüzlerine gülen genç kızlar birer ikişer sevdiklerine kavuşup yeni hayatlarına doğru yelken açıyorlardı. Umutsuzluğa düşen bazı gençler yanlarında getirdikleri, bekledikleri gelin adaylarının ad ve soyadları yazılı pankartları ellerinde sallayıp duruyorlardı ama kızlardan çoğu okuma yazma bilmediğinden pek işe yaramıyordu bu çabaları. "Sakız Adasından küçük Katinakiii" sesine doğru kollarını havaya kaldırıp koşmaya başladı, yanakları al al olmuş, başı yeşil tülbentle bağlı, şalvarlı küçük bir kız. Bayram yeriydi sanki, Amerikan bayraklarının yanı sıra değişik ülkelerin bayrakları sallanıyordu ellerde. Geldikleri ülkenin bayrağını gören gelin adayları o yöne doğru yaklaşıyordu. "Paraskevoula Petimertzis!"  diye seslendi kalabalığın arasında dolaşan kadın bir görevli. Eşlerini bulan damat adaylarının sevinçleri görülmeye değerdi. Bazıları genç kızları kucaklayıp neşeyle dans ediyor, kimisi dualarını kabul ettiği için ellerini açıp Tanrı'ya dua ediyor bazıları ise sevinç göz yaşı döküyordu.

Dışarıda curcuna devam ederken gemiyi rıhtıma bağlayan halatlardan birine sarılan genç bir denizci, usta hareketlerle kendini gemiden dışarı sarkıtmayı başarmıştı. Arkasında sırt çantası başında Norman'ın hediye ettiği fötr şapkasıyla Nikolas'tan başkası değildi bu delikanlı. Önceden anlaştıkları üzere aşağıda bekliyordu Olga kendisini. Genç adam elinden sıkıca kavradığı genç kızla birlikte bir kaç adım attıktan sonra dönüp arkasına baktı. Yakayı ele vermeden kaçmayı başarmıştı. El ele verip neşeyle hayallerinin peşine koşarken izlerini kaybettirdiler. 

Bulutsuz gökyüzünde güneş, tepe noktasından batıya doğru hızla ilerliyordu. Saatler geçmesine rağmen rıhtımdaki hareketlilik hız kesmemişti. Eşlerine kavuşan müstakbel damatlar, sipariş ettikleri genç kızları önce karantina ofislerine götürüp, orada doktor muayenesinden geçirdikten sonra sağlık raporlarını ve geçici kimliklerini almak üzere göçmen kabul bürolarına yönlendirildiler. Aralarında Niki'nin de bulunduğu bir grup genç kız, platform boyunca bir aşağı bir yukarı gidip geliyor, ellerindeki fotoğraflara dikkatlice baktıktan sonra platformda bekleyen adamların yüzlerini inceleyerek kendilerini karşılamayı umdukları adamları bulmaya çalışıyorlardı.

Niki, yürümekten yorulmuştu artık. Tam pes etmek üzereyken hemen karşısında kalabalığa boş gözlerle bakan üç adamın önünde durduğunda onu uzaktan izleyen Norman'ın kalbi sıkışmaya başladı. Niki, dikkatle elindeki Prothromos'un fotoğrafı inceledi emin olmak için. Sonra başını kaldırıp elinde çiçek tutan adama baktı. Yüzü, gözleri, burnu, bıyığı fotoğraftakinin aynıydı. Şüphesiz bu Prothromos olmalıydı. Fotoğraftaki adam biraz gülümsüyordu sanki. Fakat karşısındaki adamın suratı asıktı. 

Prothromos ve kardeşleri Niki'nin onları izlediğinin farkında bile değildi. Arkalarındaki bir adam terzinin kulağına bir şeyler fısıldadı. Niki'nin uzun bir süre onu incelediğini söylemiş olmalıydı. Prothromos, karşısındaki genç kıza baktı. Şimdi ikisi de birbirlerine bakıyordu. Niki, karşısındaki, babası yaşındaki adamdan bir türlü emin olamıyor, gözleri fotoğrafla Prothromos arasında mekik dokuyordu. Sonunda kararını verdi. Başındaki siyah örtüyü sırtına doğru kaydırdı. Güneşin ışınları bembeyaz saçları aydınlatıyordu. Gözlerini yere indirip öne doğru birkaç adım ilerledikten sonra durdu. Başını kaldırdı, Prothromos'la uzunca bir süre bakıştılar. Norman'ın umutlarının tükendiği andı bu. Daha fazla dayanamazdı artık. Genç adam, başını çevirdi, sessizce limanın çıkış kapısına doğru yürümeye başladı.

"Ben, Niki Douka'yım." dedi, sakin görünmeye çalışarak. İçinde kopan fırtınayı gizlemek ne derece mümkün olabilirdi. Prothromos için de şaşırtıcıydı bu tablo. Eleni'den sadece beş yaş büyüktü Niki. Beklediği genç kız olamazdı bu gördüğü, kendisini Niki olarak tanıtan kişi ak saçlı bir kadın olarak çıkmıştı karşısına. Ne var ki, kabullenmek zorundaydı. Ailenin şerefi söz konusuydu. Annesi Sofia, Niki'yi görmüş, beğenmiş ve oğluna lâyık görmüştü. Acılı gözlerle baktı Niki'ye. Yapacak bir şey yoktu.

Bir hafta sonra, Prothromos'un malikânesi, seçkin davetlilerin katıldığı bir düğüne ev sahipliği yapıyordu. Niki, üzerindeki süsleri ve taşları sökülmüş sade gelinliğini giymişti. Şen şakrak memleket müziklerinin ezgileri eşliğinde dans eden neşeli gençler arasında yüzü gülmeyen tek kişiydi Niki. Bedeni salonda Prothromos'la dans ederken, ruhu başka yerlerdeydi. Prothromos, elinden gelen her şeyi yapmış, bir türlü hoşnut edememişti genç kızı. Uzun gemi yolculuğu, tedavisi mümkün olmayan derin yaralar açmıştı yüreğinde. Karabulat'ın tuzağına düşürdüğü zavallı kızlar, Haro'nun yürek parçalayan hikâyesi, Norman, Norman, Norman... Genç kızın tek tesellisi, küçük Olga'nın kurtulmasıydı. Bir de Haro'ya karşı son görevini yerine getirmeliydi.

Haro'nun küçük bez bohçasını çantasına koyup sabah erkenden postanenin yolunu tuttu. İçerisi fazla kalabalık değildi. Ortadaki uzun masalardan birine oturdu. çantasından çıkardığı kenarları dantelli bez bohçayı açtı önüne. Genç kızın Norman tarafından çekilen gelinlik fotoğrafına baktı uzun bir süre. Fotoğrafın altında bir başka fotoğrafı aldı eline. Antonis'in fotoğrafıydı bu. Ve en altta bir deste mektup. Hepsini Antonis göndermişti Haro'ya. Her satırı özlem ve aşk kokuyordu. Teker teker okumasını istemişti ondan. Birlikte üzülmüşler, birbirlerini teselli etmişlerdi. Genç kıza gençsin, unutursun, yeni bir hayata başlayabilirsin demişti. Haro da ona bırakma sevdiğini, benim için çok geç ama senin şansın var hâlâ demişti. Haro, sözünü dinlememişti onun. O da kulak asmamıştı Haro'ya. İki ölü ruh, bir ruhunu kaybetmiş beden kalmıştı geriye. İki damla göz yaşı düştü mektupların üzerine. Büyükçe bir zarfın içine koydu resimleri, mektupları. Zarfın üzerini yazdı. "Asker Antonis Memas, Samothraki Adası, Yunanistan" Küçücük bir adaydı Semadirek, elbette eline geçerdi Antonis'in. Haro'ya ne olduğunu, eli varmadı yazmaya. Kapattı zarfın ağzını.     

Günler, aylar birbirini kovalıyordu. Niki her şeyi unutmak için kendini çalışmaya vermişti. Gece gündüz dikişi bırakmıyordu elinden. Prothromos iyi davranıyordu ona. Pek karışmıyordu, kendi haline bırakmıştı bir süre. Alışmasını beklemişti yeni hayatına.

"Geç oldu, Niki... Hadi toparlan artık..." Genç kız hiç oralı olmadı. Prothromos, gazeteyi elinden bırakıp ayağa kalktı. "Çorba yaptım, soğuyacak!" 

"Siz evlenmek için dırdır etmeyen bir kadın aramıyor muydunuz?... İşte, tam istediğiniz gibi birini buldunuz... Ayrıca çok çalışmaktan şikayetçi değilim." dedi Niki. Prothromos buruk bir gülümsemeyle karşılık verdi.

"İzmir'de dırdırcı tipleri iyileştiren Meryem Ana diye bir yer var... Müslümanlar ve Hıristiyanlar... kilisenin dışındaki bir ağacın dallarına...  çaput bağlayarak çare arar."

"Bunu duymuştum daha önce..." dedi Niki. Duygularından arınmış adeta bir robota dönmüştü yüzü. Prothromos, başını sallayıp sessizce yanından ayrılarak yatmaya gitti. Bir süre sonra dikiş makinesinin başından kalkan Niki, çalışma odasına geçti. Işığı açıp komodinin üst çekmecesinde, Norman'ın kendisine verdiği kutuyu çıkardı, masanın üstüne koydu. Kapağı kaldırdı, mukavva kutunun içinde Norman'ın çektiği sipariş gelinlerin fotoğrafları vardı. Teker teker elinden geçirirken hüzün kapladı içini. Fotoğrafların altındaki beyaz bir zarfın üzerinde büyük harflerle adı, soyadı yazılıydı. "NIKI DOUKA"  Heyecanla ağzı kapalı zarfı aldı eline, dikkatli bir şekilde içindeki mektubu çıkardı. Norman'ın kendi el yazısıydı.

"Sevgili Niki,

Bundan böyle hiç aşk mektubu almadım dememen için yazıyorum bunları sana... 

Ben senin dikiş iğneleriyle delik deşik olmuş ellerine aşık oldum...

Sonra kestane rengi gözlerine... Matia kastana...(*)  Her şeyine...

Sen ve ben, farklı dünyalardanız, Niki... Esi ki ego...(**) 

Şans eseri yollarımız kesişti... Artık asla bir araya gelemeyeceğiz... Çünkü bahtsız dünyaların insanıyız biz...

Şunu bil ki Niki, sonsuza kadar özleyeceğim seni...

Norman Harris"

Niki, parmağını mektubun üzerindeki Norman'ın adı üzerinde gezdirirken yaşlar akıyordu gözünden. Norman, diye fısıldadı, mektubu göğsüne bastırırken, sevgilim... 

Savaş, arkasında telâfisi olmayan acılar bırakıp sona ermişti. Niki, kendisinden beklenen dırdırcı olmayan eş rolünü sürdürürken ruhu dışında kendisinden istenen her şeyi vermişti Prothromos ve ailesine. Kederini unutmak için deliler gibi çalışıyordu. Kısa sürede semeresini vermişti bu çalışmalar, erkek terzisi Prothromos kadın kıyafetleri üzerinde de söz sahibi olmuştu Niki sayesinde. Şikago'nun cemiyet hayatına girmişti Niki, modayı yakından takip eden, toplum tarafından sevilip saygı gören bir kişi olmuştu. Yardımsever, iyi yürekli, alçak gönüllüydü. Kendisine soru sorulmadan konuşmamasına, yüzünün gülmemesine de alışılmıştı herkes. Her ay, ailesine yüklüce para gönderiyor, üzerine düşen görevi fazlasıyla yerine getiriyordu. Prothromos, Niki'nin kalbine girebilmek için her yolu denemiş, defalarca sıkıntısının sebebini sormuş, onu hediyelere boğmuş, her istediğini yapmıştı ama yüzünü güldürmeyi başaramamıştı genç kızın. Hiçbir zaman Norman'dan bahsetmedi Prothromos'a. Memleket özlemine vurup sonunda kabullenmişlerdi genç kızın durumunu.

Yaklaşık bir yıl sonra bir ziyaretçisi olduğu söylendi Niki'ye. Kimmiş, diye sordu hizmetçiye. Aldığı cevap küllenmeye yüz tutan ateşi yeniden harlatmıştı yüreğinde. "Antonis Memas adında kılıksız bir adam!" dedi kadın. Hemen üstünü değiştirip kapıya koştu. Saçı başı dağılmış, üzerinde hırpani kıyafetleri olan avurtları çökmüş genç bir adam, elinde bir zarfla birlikte merdivenlerin başında bekliyordu.

"Antonis!" dedi, heyecanla. Adamın boynuna sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. "Gel içeri, "dedi kolundan çekerek. Hizmetçi, gözlerinin fal taşı gibi açmış, Niki'yi izliyordu. 

Salona geçip antika koltuklardan birine oturdular yan yana. "Haro'nun arkadaşıyım, geçen yıl gemide tanışmıştık onunla," dedi.

"Hareklia," dedi cılız bir sesle Antonis. "Nerede şimdi, niye mektuplarımı geri gönderdi?"

"Çok sevmişti seni," dedi Niki, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. "Ayrılığın acısına dayanamadı...." Dili varmıyordu her şeyi açık açık söylemeye.

Anlamıştı Antonis, gözleri karardı. Oturduğu koltuğa bir çuval gibi yığıldı. 

Niki'nin mektubunu aldığında yeni çıkmıştı hastaneden Antonis. Koltuk değnekleriyle zar zor yürüyebiliyordu. Ayağa kalkar kalmaz ilk işi Haro'nun peşine düşmek olmuştu. Gümülcine'nin Karlıdere köyüne varıp sevdiği kızı alacaktı yanına. Babası çıkmıştı karşısına. Unut Haro'yu artık, demişti. Amerika'da zengin biriyle evlenmek üzere İstanbul'da bir gemiye bindirdiğini söylemişti genç kızı. O günden beri merak içindeydi, aylarca bir haber alamamıştı kendisinden. Karalar bağlamıştı Antonis. Adaya dönmüştü. Nasıl izini bulacaktı sevdiğinin? Tam o sırada Semadirek muhtarı yanına çağırmış, eline bir zarf vermişti. Şikago'dan geliyordu. Zarfın içinde kendi mektuplarını görünce şok olmuştu. Haro, nasıl vazgeçerdi ondan? Ne bir not ne de bir çift söz çıkmıştı zarftan. Sadece gelinlik içinde Haro'nun bir fotoğrafı ve ona yazmış olduğu tüm mektuplar... Bu işin içinde bir iş olmalıydı. O an kararını vermişti. Zarfın üzerinde gönderenin adı ve adresi yazılıydı. İlk fırsatta bir gemi bulup Şikago'ya mektubu gönderen kişiye ulaşacaktı. Kolay değildi bu iş tabii. Yolculuğa yetecek para biriktirmesi, bunun için yıllarca çalışması gerekiyordu. O kadar bekleyemezdi. Semadirek adasından ayrıldı. Pire limanında Amerika'ya gidecek gemilerde çalışmak üzere iş kollamaya başladı. Hamallık yaparak yarı aç yarı tok günlerini geçiriyordu. Aradan bir yıl geçtikten sonra beklediği fırsatı yakalayabilmişti ancak.

Niki, Haro'yu, gemi yolculuğunu, genç kızın udunu alıp yanık sesiyle ayrılık şarkıları söylediğini, uzun uzun dertleştiklerini, sevdiği insana ihanet etmemek için çaresizce nasıl çırpındığını, bunalıma girdiğini, geceler boyunca Antonis'in ismini sayıkladığını ve sonunda canına kıydığını anlattı. Genç adamın gözündeki yaşlar kurumuştu. Boş gözlerle bakıyordu Niki'ye.

"Uzun yoldan geldin, şimdi bir duş alıp bir şeyler atıştır ve dinlen biraz. Prothromos'la konuşurum, sana burada bir iş ayarlar." dedi Niki. Hizmetçiyi çağırıp onunla ilgilenmesini, Prothromos'un kıyafetlerinden birkaçını genç adama vermesini söyledi. Kadın ne yapacağını bilmez halde Niki'ye baktı bir süre. Yaklaşık bir yıldan beri ilk kez kendisinden bir şey istiyordu. Kekeleyerek, "Pe, peki efendim." dedi.

Gazeteci Norman geçmişin anılarıyla tutunmaya çalışıyordu hayata. Niki'yi unutamamıştı. Memleketi Detroit'te, yerel gazetelerin birinde kendine bir iş bulmuş, ayakta durmaya çalışıyordu. İş çıkışı semt pazarına uğrayıp yiyecek bir şeyler almak istedi bir gün. Gazeteci çırağı, kasketli, ufak bir çocuk "Son baskı!" diye bağırarak elindeki gazeteleri satmaya çalışıyordu. Biraz ötede manavın biri "Yeşil elmalar, kırmızı elmalar, sulu elmalar..." diye inletiyordu ortalığı. Gazete bayisinde çalışan bir genç elindeki dergiyi Norman'a uzattı. "Cemiyet hayatında olup bitenlere bir göz atmak istemez misiniz, beyim?" diyerek önünü kesti. Norman, magazin dergisinin kapağına bakınca az daha küçük dilini yutacaktı. Bayinin tezgâhını süsleyen meşhur Society dergisi, kapağında kendisinin çektiği Niki'nin portre fotoğrafına yer vermişti. Saçları simsiyah, gözleri kestaneydi. Bakışları, vakur ve kararlıydı. Kapak yüzünün sağ alt köşesinde büyük harflerle "sipariş gelinler" yazıyordu. Dergiyi eline aldı, uzun uzun baktı resme. Niki'nin hatıra olsun diye kendisine verdiği, kravatının üzerine iğneyle tutturduğu yeşil küpeyi okşadı. Satın adlığı derginin sayfaları arasında Niki'yle yapılmış bir röportaj vardı. İstese Şikago'ya gidip kendisine ulaşabilirdi. Fakat huzurunu kaçıramazdı genç kızın. Yüreğine taş basıp kabuk bağlayan yaraları deşmeyecekti yeniden. Nietzsche'nin dediği gibi iki insanın birbirini sahiplenme duygusundan çok daha öte bir şeydi aşk...  

 (*) Matia kastana: Yunanca, kestane gözler

(**) Esi ki ego: Yunanca, sen ve ben 

**** SON ***




4 Ekim 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 163

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusu, Sessiz ve Derin / DeepTone'dan geliyor: 

"Günümüzün genç insanları önceki genç kuşaklardan daha çok güç, bilgi ve etki sahibi. Bunun nedeni ne olabilir? Bu durum gençlerle büyüklerin iletişimini, ilişkisini etkiler mi?"

Günümüz genç insanları önceki genç kuşaklardan daha güç, bilgi ve etki sahibi, öyle mi gerçekten? Gezi eylemleri sırasında ortaya koydukları performans biraz ümitlendirmişti beni ancak devamı gelmedi. Eski kuşaklar yenilerini korkuyla dize getirdi. Oysa ellerinde eskilerin sahip olduğu imkanlardan çok daha fazlasına sahiplerdi! Güç kimde? Eski gençler güçlerini göstermek için en azından seslerini duyurmaya çalışırlar, eylem yaparlar ve bazı kazanımlar elde ederlerdi. Söyler misiniz, bugünün genç kuşaklarının elinde hangi güç var, seslerini ne ölçüde duyurabiliyorlar, kazanımlarından bir örnek olsun geliyor mu aklınıza? Bilgi desen, durum daha kötü. Okullarda verilen bilgilerin çoğu çağdışı, eksik ve ezbere dayanıyor. Eskiden üniversitelerimizden birkaçı dünya ölçeğinde kendilerine yer bulabiliyorlardı. Bugün bırakın üniversite mezunlarını, profesörler bile aldıkları yetersiz eğitimden dolayı saygıyı hak etmiyor. Günümüz ve gelecek nesil gençleri arasından sayıca daha fazla mezun, daha fazla profesör çıkabilir fakat, her türlü teknolojik imkâna sahip olmalarına karşın onlar nitelik bakımından eski kuşakların bilgi seviyesine erişemeyecek gibi görünüyor. 

Sorular, bir hüküm cümlesi üzerine bina edilmiş! Bu düşünce, kendisinden önceki genç kuşakları yeterince tanımayan genç kuşakların, sahip oldukları takdire şayan özgüvenlerinin ötesinde, hayali bir üstünlük hissine kapıldıklarını da gösteriyor bir bakıma. Kuşaklar arası çatışma tarih boyunca toplumların değer yargılarının değişmesi sonucunda ortaya çıkan bir olgu. Sözgelimi dönemin modasına uygun olarak kulak memelerinin üç santim altına kadar uzayan favori bırakırdık gençlik yıllarımızda. Erkeklerde uzun saç modaydı. İspanyol paça pantolon giyerdik. O zaman büyüklerimiz bize müdahale eder, favorilerin kulak memesi hizasını geçmesin, kes şu saçlarını karılara benzedin, ne o pantolonunun paçaları deyip kızarlardı. Bugün gençler saçlarını yeşile, pembeye boyatıyor, oğlanlar küpe takıyor, dövme, piercing yaptırıyor. Günümüz ebeveynlerinin gençlerin tercihlerine daha fazla tolerans gösteriyor olması, onların kendi gençlik dönemlerinde daha az etkili olduklarını göstermez. Zira gençliğimizde daha fazla direnişle karşılaşmamıza rağmen, erkekler saçlarını, favorilerini uzatır, hatta daha o zamanlarda bile kolye takarlardı boyunlarına. Gençlerin modayı takip etmiş olmaları ya da yaşam tarzlarında meydana gelen değişimler daha güçlü, etkili ve bilgili olduklarını göstermez.

Kesin olan şudur ki, yeni nesil, eskisine göre çok daha fazla imkâna sahip. Genel anlamda, günümüz genç kuşaklarının, önlerinde hazır bulduğu teknolojik yenilikleri, bilgiye ulaşım ve iletişim konusundaki avantajlı durumları yeterince değerlendiremediklerini, tüketime dönük bir takım faaliyetlerin etkisine kapılıp enerjilerini boşa harcadıklarını düşünüyorum. 

Burada anlattıklarım bir kuşak çatışması değil, sadece bir tespit. Eski zaman gençleri büyüklerine daha saygılıydı, aza kanaat eder, olanla yetinirlerdi gibi saçma sapan fikirlerle geçmiş dönemi överek kendi kuşağımıza üstünlük taslamak niyetinde değilim. Fakat, bugünün gençlerinin internet başta olmak üzere iletişim ve diğer teknolojik yeniliklerden faydalanma avantajına rağmen önceki genç kuşaklardan daha çok güç, bilgi ve etki sahibi olduklarına inanmıyorum. Şimdi internet var, her türlü bilgiye süratle ulaşıyor gençler. İletişim çok önemli, kısa zamanda bilgi paylaşılabiliyor, işler daha verimli bir şekilde yürütülebiliyor. Ülkemizde internet ve sosyal medya kullanımı, günde 7 saat 57 dakika ile dünya ortalamasının üzerinde. Oysa Unesco verilerine göre Türkiye, kitap okuma oranında 86'ıncı sırada, yani yoksul Afrika ülkeleriyle aynı kategoride. TUİK'e göre, ülkemizde kitap, ihtiyaç listesinin 235. sırasında yer alıyor. Dünya ortalamasının üzerinde internet kullanımımız var fakat bunu bilgiye ulaşmak için pek kullanmamışız. Ne yapmışız, bebek doğar doğmaz akıllı telefonumuzu eline verip çocuğumuzu hipnotize olmuş bir şekilde oyalanmasını sağlarken, biz işimize bakmışız. Sosyal medyada birbirimize bol bol gösteriş yapmışız. İnternet üzerinden alışveriş konusunda da oldukça iyiyiz. Çeşit çeşit oyunlar oynamışız. Bir de ticari kullanımımız var. Etkin tüketim kanallarını sonuna kadar açmışız. Kim yapıyor bütün bunları? Ağırlıklı olarak internet kuşağı! Var mı itirazı olan? Peki, bütün  bu faaliyetler hangi gencimizi güçlü kılmış? Gençlerimiz eski gençlere göre daha fazla bilgi sahibi olabilir, kabul ediyorum fakat bu bilgiyi kullanarak insanlık ve toplum adına eski kuşak gençlerinin yapamadığı hangi yenilikleri yapmışlar? Hangi konularda sesini duyurabilmiş, etkili olmuşlar? Hangi otokrat yönetimi devirip sosyal adaleti getirmiş, en azından bir diktatörü devirebilmişler? İnternet icat edilmeden çok önce 68 Kuşağı, bütün dünyada fırtına gibi esiyordu. Che'ler, Denizler, bütün imkansızlıklara rağmen vatana hizmet aşkıyla ülkenin makus talihini değiştirmek için didinen Köy Enstitülerinden mezun gençler çok daha güçlü, bilgili ve etkiliydi. Bugünün Z kuşağı, analitik ve hızlı düşünen, ancak takım çalışmalarına yatkın olmayan, özgüveni yüksek bir nesil. Özgürlük, bağımsızlık önemli, mümkün olmayan herhangi bir şey yoktur onlar için. Peki, internet çağında yetişen genç filozof, bilim insanı, sanatçı sayısı, geçmiş dönemlerde yaşayan gençlerden daha mı fazla?   

Başta internet ve iletişim olmak üzere teknolojik gelişmeler yeni nesil gençlerin enerjisini almış, tembelliğe ve rahata alıştırmıştır. Bilgiye ulaşımı kolaylaştırırken bilgiden faydalanmak adına gençler üzerinde pek etkisi olmamıştır. Ülkemize ilk TV geldiği zamanlar bazıları ona "aptal kutusu" adını takmıştı.  Bugün aynı tanımı ve daha fazlasını, teknolojinin sağladığı zaman tasarrufunu muhtelif şekillerde yine teknolojiye harcayarak zayi edenler için kullanabilirim. 

Nesilden nesile insan ırkı evrimleşerek bugünkü zeka düzeyine gelmiş ve bu gelişme süreci durmaksızın devam etmekte. Bununla birlikte geleceğin gençlik kuşaklarına daha güçlü, daha bilgili, daha etkili diyebilmek için en az birkaç on bin yıllık zaman dilimi gerekli. Bu yüzden interneti ileri sürüp üstünlük taslamak doğru değil. Özünde yok farkımız birbirimizden gençler, fazla havaya girmeyin.           

1 Ekim 2022 Cumartesi

BLOGGER KİTAP KULÜBÜ (BKK) - EYLÜL (1. AY)

 FRANZ KAFKA - ŞATO


Çeviren: Regaip Minareci

Yayınevi: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları

Sayfa Sayısı: 351

Blogger Kitap Kulübünün saygıdeğer üyeleri, değerli okurlar. Sevgili "she is the man" arkadaşımızın kurduğu Blogger Kitap Kulübünün eylül ayı ev sahibi olarak önerdiğim Franz Kafka'nın Şato romanı üzerinde değerlendirmelerde bulunmak üzere ilk oturumu açıyorum. Ekim ayının BKK ev sahibi, sevgili "Okuma Günlüğüm", arkadaşımızın seçtiği kitap ise, Ruth Ware'nin "Bayan Westaway'in Ölümü". Kulüp üyelerine ve bütün kitapseverlere iyi okumalar dilerim.  

Franz Kafka (1883-1924), nev'ine münhasır üslubu ve kurgusuyla dünya edebiyatında özel konuma sahip bir yazar. Baskıcı bir ailede geçirdiği çocukluk dönemi, ileriki yıllarda karşılaştığı adaletsiz iş ortamı ile toplumdaki ahlaki çöküşün bir sonucu olarak ezik, çaresiz ve yalnızlığa itilmiş karakter yapısını bütün eserlerinde görmek mümkün. Şato romanının protagonisti (ana kahramanı) K.'da bir ölçüde yazarla bütünleşiyor. Kafka'nın eserlerinde kullandığı tasvirler, anlatım tarzı, hayatın genel akışında yarattığı tehditkâr, korkutucu karakterler, mizahı da içine alan öğelerle okurda gerçeküstü bir algı yaratıyor zaman zaman.

İtiraf etmem gerekir ki, seçtiğin roman pek çok okur için zorlayıcı ve sıkıcı gelebilir. Bu bakımdan BKK'nın ilk kitabı olarak zorlu bir başlangıç yaptığımı kabul ediyorum. Belki ilk ay için doğru bir seçim değildi. Bu bakımdan kitaptan sıkılıp yarım bırakanlar olabilir. Genellikle okurun merak duygusunu gölgeleyeceğinden ötürü spoiler vermekten kaçınır insanlar. Bense tam aksine spoiler metinlerden yararlanmayı okumaya bir ön hazırlık olarak değerlendirirken kitabı daha iyi anlamak hususunda katkı sağladığını düşünürüm. Fakat Şato romanını okumadan önce kitap hakkında yapılan yorumlara ve eleştirilere bakmadım. Okumam bittikten sonra yazılanları okudum ve bir kısım görüşlere katılırken yapılan yorumların bazılarından farklı düşündüğümü gördüm. Yazarın daha önce okuduğum Dönüşüm, Milena'ya Mektuplar ve Dava romanlarında kendini gösteren Kafkaesk anlatım tarzını sevmeme rağmen okumakta en zorlandığım Kafka eseri oldu Şato. Anlaması oldukça zor böyle bir romanı Almanca aslından çeviren Regaip Minareci gerçekten büyük iş başarmış. Yazarın kullandığı uzun cümlelerin daha sonuna gelmeden başını unutuyor insan ve tek bir cümleyi tekrar tekrar okumak zorunda kalıyor. Bu durum benim gibi sıradan bir okur için zaman alıcı, bazen sıkıcı bir süreç oldu. Normalde bir haftada bitirebileceğim kitabın okumasını iki haftada tamamlayabildim bu yüzden. Ancak cümlelerin hepsi sağlam, sözcükler yerli yerinde. İşte bunu yakaladığında ve yazarın vermek istediğini anladığında mutlu oluyor insan. Romanı basit bir masal gibi okumak mümkün ancak o zaman eseri hak ettiği değerden yoksun kılmış oluruz. Yazarın kullandığı metaforlarla hayatın gerçeklerini bir alt metin olarak satır aralarına gizlediğini fark eden okur, çok katmanlı anlatım özelliklerine sahip bu romandan büyük haz alacaktır. İşin bu yönü zevkli olduğu kadar yorucudur da. Fakat her okumada yeni şeyler keşfettiğini ve her cümlesinden yeni anlamlar çıkardığını gören okuru içine çeken tatlı bir yorgunluktur bu.

Şato'nun konusu ilk bakışta son derece basit görünmesine rağmen sayfalar dolusu anlatacak detay bulmuş yazar. Öte yandan bugüne kadar roman üzerinde muhtelif tartışmalar, değerlendirmeler yapılmış ve daha uzun yıllar yapılmaya devam edilecek. Kitabın konusu ve verdiği mesajlara ilişkin ne kadar detaylı yazarsam yazayım farklı görüşlerin yanı sıra geride anlatılmayan pek çok husus kalacağından eminim.

Şizofren hastası olan Kafka, yazmış olduğu pek çok kitabı yarım bırakmış ya da yaktırmış. Ölümünden iki yıl sonra ilk kez 1926 yılında yayınlanan Şato, yazarın sıkılıp yarım bıraktığı onlarca kitabından sadece bir tanesi.

"K. köye ulaştığında akşamın geç saatleriydi." cümlesiyle başlıyor roman. Öncelikle böylesine etkileyici bir başlangıç cümlesi romanın başında okuru çekiyor içine. K. kimdir? Ona gelmeden önce kitaba adını veren "Şato" dan bahsetmek istiyorum biraz. Ben bahsetmek istiyorum istemesine fakat enteresan bir şekilde şatonun ne içinden, ne de dışından bahsedilmiş romanda!  Şato'nun sahibi Kont Westwest'in adı sadece bir kez geçiyor kitapta. Her şey esrarengiz bir sır perdesinin arkasına gizlenmiş! Romanın satır aralarında Şato hakkında bildiklerimiz sadece şunlar: Yukarılarda bir yer, herkesin korktuğu, cezalandırıcı, saygı uyandıran, kapısından içeri sadece ayrıcalıklı kişilerin girebildiği söylenen (sadece söylenen! bu yüzden, bundan bile emin olamadığımız), büyük saygı ve korku uyandıran memurları ve ulaklarıyla sade vatandaşların yaşadığı köye haberler ileten, sözde düzeni sağlayan, eleştirilemez, sorgulanamaz bir yer bu Şato. Kont Westwest'le birlikte Şato, onca saygınlığına ve terör estirmesine rağmen köydeki hayatın akışına pek de müdahale etmeyen, adaletin işlemediği, sınırsız güce sahip olduğuna inanılan fakat hangi dolapların çevrildiğine dair kimsenin fikir sahibi olmadığı kapalı bir kutu. En büyük otorite! Şato böyle bir yer ve böyle bir otoritenin sahibi Kont hakkında ise zerre kadar bir bilgi yok! 

Kitap hakkında yapılan yorum ve değerlendirmeler, romanda, genel olarak, yabancılaşma, bürokrasinin vurdumduymazlığı, şeffaflıktan yoksun, keyfi uygulamalarla işlerin yokuşa sürülmesi ve otoriter bir devletle birey arasındaki iletişimsizlik temalarını işlendiği yönünde. Bütün bunları kabul etmekle birlikte şimdiye kadar hiç rastlamadığım, radikal bir yorumda bulunacağım burada. Bilindiği üzere Yahudi bir aileye mensup yazar, bir süre sonra ateist olmuştur. Buradan yola çıkarak Şato'nun gökyüzünde bir Tanrı katı, Kont Westwest'in Tanrı, Şato'ya girip çıkan beylerin Tanrı'nın emirlerini insanlara aktaran peygamberler, Şato'da görevli memurların ise günah ve sevapları kaydeden melekleri, havarileri, ermişleri çağrıştırdığını düşündüm. Gerçekten de romanın tamamında bu yönde yakıştırmalar hiç de anlamsız değil bence. Bütün insanlar ne olduğunu bilmedikleri, ayrıca kendisinden asla fayda görmedikleri bir güce kayıtsız şartsız teslim olmuşlar. Duaları çağrıştıran dilekçelerin cevapsız kalmasından, kaybolmasından bahsedilirken hak, adalet, hiçbir zaman yerini bulmuyor. İşler öylesine birbirinin içine giriyor ki, günlerden bir gün, Barnabas adlı bir ulak, Şato'nun yüksek dereceli bir memuru ya da beyi olan Klamn'dan K.ya bir mektup getiriyor. Kadastrocu olarak atandığı köyde muhatap bulamadığı için henüz işe başlamadığı ve yardımcılarının ise haylazlık dışında bir iş yapmadığı halde mektupta şunlar yazıyor:

"Brückenhof Hanı'ndaki Sayın Kadastrocu'ya! Şimdiye kadar gerçekleştirmiş olduğunuz kadastro işlerini takdirle karşılıyorum. Yardımcıların çalışmaları da övgüyü hak ediyor. Onları çalıştırmayı çok iyi biliyorsunuz. Bu gayreti elden bırakmayın! İşleri iyi bir şekilde sonuçlandırın. Olası bir yarıda bırakman beni çok kızdırır. Ayrıca tasalanmayın, ücret konusu en kısa zamanda karara bağlanacak. Gözüm üzerinizde."

Bildiğiniz üzere Kadastrocu Bey, henüz işe başlamamış! Yardımcıları deseniz, haylazlıktan başka bir şey yaptıkları yok. Fakat yukarıdaki makam tarafından takdir, övgü alıyorlar. Tam bir ilahi adalet! 

Gelelim K.'ya. Kendisine köylülerin Kadastrocu Bey, diye hitap ettikleri bir adamcağız bu K. Muhtemelen yüzünde şeytan tüyü olan yakışıklı bir beyefendi. Bunu hem romanın önemli karakterlerinden biri olan Klamn'ın metresi Freida hem de ulak Barnabas'ın kız kardeşi Olga'nın K.'yı görür görmez aşık olmalarından anlıyoruz. Roman hakkında yukarıda belirttiğim üzere birbirinin benzeri binlerce yorum bulabilirsiniz. Ben burada Şato metaforunda yapmış olduğum alternatif bir bakış açısıyla ilerlemeye devam edeceğim. K.'nın yani Kadastrocu Bey'in köye gelmesini doğum, köyü dünya olarak düşündüm. Adamcağız ne iş yapacağını bilmediği gibi, köyün muhtarından kadastro işine de gerek olmadığını öğreniyor. Varoluş sancılarına bir atıf yapılıyor sanki. Neden geldik dünyaya, bize gerçekten ihtiyaç var mıydı? Romanda Şato'ya kayıtsız şartsız biat edenlerin aksine hareket eden iki farklı karakterden biri K. ise, diğeri de Barnabas ve Olga'nın küçük kız kardeşi Amalia'yı görüyoruz. Amalia'dan daha sonra bahsedeceğim. K. köye gelen bir yabancıdır. Köylüler tarafından kendisine şüpheyle yaklaşılır. Kimse ona yol göstermez, yapılacak ve yapılmaması gereken her işe Şato karar verir çünkü. Şato'ya ulaşmak ise imkânsızdır. Şato'nun sahibi ile köylü arasında irtibatı sağlayan Klamn'ı görebilen nadir kişiler dahi onu hep farklı şekilde anlatırlar. K. köyde kendisine görev verilmesini istediğinde aracılar adres olarak Şato'yu gösterirler fakat beylere dahi ulaşamaz bir türlü. Kaderine razı olan ve çabuk vazgeçen biri değildir K. Israrla Şato'ya ulaşmanın ve oradan işinin ne olduğunu öğrenmenin peşindedir. Köylülerin ve Şato ile bağlantısı olan sekreterlerin aksine meraklı bir kişiliğe sahip K., aklına yatmayan her konuyu cesaretle ve ısrarla sormaya, sorgulamaya devam eder. Şato'ya çıkmak için her yolu denemiş, bu konuda kendisine yardımcı olabilecek her kapıyı çalmıştır. Şato'nun tepkisini alıp toplumun dışına itilen bir ailenin evine gitmeye cüret edebilen bir yapıya sahiptir. Roman yarım bırakıldığı için sonunda hedefine ulaşıp ulaşamayacağı meçhul olmakla birlikte yakın dostu ve aynı zamanda biyografisini yazan Max Brod, yazardan aldığı bilgiye dayanarak, eğer roman tamamlanabilseydi; K.'nın ölümüne kadar köyde kalmaya devam edeceğini, ayrıca Şato'nun ölüm döşeğindeki K.'ya, köyde yaşamak hususunda yasal iddiasının geçerli olmadığını, ancak bazı faktörleri dikkate alarak orada yaşamasına ve çalışmasına izin verildiği hususunu ileteceğini iddia etmiş. 

Diğer bir karakter Frieda, Beyler Han'ında garson olarak çalışmakta aynı zamanda Şato'nun üst düzey beylerinden biri olan Klamn'ın metresi olduğunu söylemektedir. Klamn'a ulaşmaya çalışan K. ile karşılaşır karşılaşmaz ona aşık olur ve birlikte Beyler Han'ını terk ederler. Frieda, kaçalım bu köyden başka yere gidelim dese de, Klamn'a ulaşmayı kafasına koyan K.yı ikna edemez. K. esas hedefinin peşine düşüp Barnabas'ın evine vardığında Olga ve Amalia ile konuşur. Bunu öğrenen Frieda Olga'yı kıskandığı gerekçesiyle K.yı terk ederek Beyler Han'ına geri döner. Beyler Hanı'na Şato görevlileri dışında kimse alınmamaktadır. Bunun dışındakiler kurallar gereği ancak bar kısmına kabul edilir. Frieda bence burada şeytan rolünü üstlenmektedir. Esas niyeti K.yı ayartmak ve onu Klamn'a ulaşmak arayışından vazgeçirmek. Amacına ulaşamayınca Olga'yı bahane ederek K. yı terk ediyor ve Beyler Hanı'na geri dönüyor. 

Klamn'ın adı geçse de kendisinden fazla bahsetmedim. Aslında Kont Westwest gibi o da ulaşılmaz, esrarengiz bir karakter. Şato'nun otoritesini temsil eden anlaşılması güç bir Şato görevlisi. Diğer görevliler gibi onun da gerçek bir uzmanlık alanından bahsedilmiyor romanda. Bir süre sonra K.'yı sorgulayacak olan Erlanger ve Momus adında iki sekreteri var. Çekçe "klam" sözcüğü illüzyon manasına geliyor. Burada Klamn, Kont Westwest'in temsilcisi ve onun emirlerini köy halkına ileten yüksek düzey bir memur. Benim yorumuma göre, alt metinde, kendisi gibi ulaşılamaz, saygın, kutsallık atfedilmiş peygamberi temsil eden bir karakter. Frieda olan ilişkisi söylenti olabilir. Ya da gerçekten ilişkiye girmiştir. Bu durumda peygamber şeytana uymuş denebilir, ki neden olmasın? Fakat anlaşılıyor ki, Frieda'nın K.'ya gitmesi Klamn'ın hiç umurunda değil, bunu kıskançlık vesilesi yapmıyor. Oysa Frieda ile birlikte olması K.'nın Şato tarafından sorgulanmasına sebep oluşturuyor.

Amalia'dan bahsetmeden önce iki şirin karakterimiz daha var. Bunlar Şato tarafından K.'ya gönderilen Arthur ve Jeremiah adındaki yardımcılar. Kuklaya benzeyen fantastik gerçeküstü karakterler. K. nın gözünün önünde nişanlısı Frieda'ya sarkıntılık edecek kadar cüretkârlar. Bence yazar bu ikiliyi İsa'ya karşı şeytanın yanında savaşan ve Yeni Ahitte adı geçen Gog ile Magog'a (Kur'anda Ye'cüc ile Me'cüc) benzetmiş olabilir. Gerçekten de son derece komik bir ikili bunlar. K.'nın nişanlısı Frida'yı gözetliyorlar durmaksızın, K. bunları kapı dışarı ediyor, kapıyı yumrukluyorlar, K. dövüyor, kovuyor. Fakat Frieda tuhaf bir şekilde büyük şefkatle kucaklıyor onları. Klamn'ın görevlendirdiği sekreter Erlanger tarafından K.'nın sorgulanmak istenmesinin arkasında hangi sebep yatıyor? Yardımcılarına kötü muamele edip işten atması mı, Klamn'a rağmen Frieda'yı ayartıp, Beyler Hanı'ndan alıp götürmesi mi, yoksa K.'nın Frieda'nın oyununa mı gelmesi?

Ve benim en çok takdir ettiğim karakter Amalia. Barnabas'ın ve Olga'nın küçük kız kardeşi. Babaları hali vakti yerinde bir ayakkabıcı ve aynı zamanda itfaiyede üst düzey görev üstlenen köyün önemli şahsiyetlerden biri. İtfaiyeciler için düzenlenen bir şenlikte Şato'ya çalışan Sortini adındaki bir bey güzel Amalia'ya aşık olur ve hemen bir ulak vasıtasıyla mesaj gönderip genç kızı Beyler Hanı'nda beklediğini iletir. Mesaj son derece kaba ve saygısızdır. Bunun üzerine Amalia, mesajı yırtıp ulağın yüzüne fırlatır. Bu olay Beyler Han'ında garson olarak çalışmakta olan Freida tarafından öğrenilir öğrenilmez hızla bütün köyde yayılır. Şato'ya karşı yapılan büyük bir hakarettir Amalia'nın bu tavrı. Bütün köy aileyle olan ilişkisini keser ve onları yalnızlığa iterler. Baba itfaiyedeki görevini ve ayakkabıcılık işini kaybetmiştir. Barnabas'ın babası, Şato yolunda günlerce Sortini'nin yolunu gözler af dilemek için. Nafile bir çabadır bu. Aile cüzzamlı gibi toplumdan dışlanır, köyün dışında başka bir yere taşınır. K. bu hikayeyi Amalia'dan değil, Olga'nın ağzından uzun uzadıya dinler. Amalia Şato'ya, orada görevli bir beyin isteğini geri çevirmek suretiyle büyük bir günâh işlemiştir ve bunun cezasını çekecektir. Aslında ortada resmi bir suçlama yok! Cezayı kesen Şato'ya taparcasına bağlı olan köy halkından başkası değil. Günümüz inanç dünyasına ne kadar benziyor değil mi? Tanrı katından resmi bir bildirim olmamasına rağmen yöneticiler ve peşinde sürükledikleri halk kafalarına uymayan vatandaşları Tanrı adına cezalandırabiliyor.  

Evet, kıymetli Blogger Kitap Kulübü üyelerimiz ve saygıdeğer blog dostları. Eğer siz de Franz Kafka'nın Şato adlı romanını okuduysanız, yorumlarınızda görüşlerinizi belirtebilirsiniz. Bu benim katıldığım ilk kitap kulübü. Eksik ya da hatalı bir şeyler yaptıysam affedin lütfen. Bildiğiniz üzere her türlü eleştiriye açığım. Güzel ve verimli bir tartışma olmasını dilerim. Saygılarımla,     

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 14)

Sevenleri için zalimdi deniz, geri vermemişti genç kızı. Oysa Haro, huzura kavuşmak için güle oynaya kollarına koştuğu denizi dost bilmişti kendine. Genç kızın yanından bir an olsun ayırmadığı dert ortağı, yürek burkan hüzünlü şarkılarına dokunaklı ezgilerle yarenlik eden udu, hırçın dalgaların elinden kurtarılan yegâne hatıraydı. Antonis'e verdiği sözü canı pahasına tutmuştu Haro, başkasına yâr olmayarak aşkını kanıtlamış, sevdiği insanın karşısına bir başka alemde, başı dik, onurlu bir şekilde çıkmayı tercih etmişti. 

Tüm umutların tükenmesi üzerine kaptanın işaretiyle birlikte haberleşme odasında telgrafın tıkırtı sesleri meş'ûm kazayı güvenlik mercilerine duyurdu. 

"... mürettebat... genç kızı... kurtarmak için... her türlü... çabayı... sarf etmiş... fakat... ne yazık ki... tüm girişimler... boşa... çıkmıştır..."    

Denize boş gözlerle bakan Niki, bitkin bir halde korkuluklara yaslanmış, derin düşüncelere dalmıştı. Kaptan hayli üzgün bir yüz ifadesiyle genç kıza yanaştı. Kolunu kaldırıp yıldız kümelerinin parlatmaya çalıştığı karanlık gökyüzünü işaret etti.

"İlk önce Venüs çıkar karşına..." dedi. Genç kızın yüzüne bakmıyordu, sesinde belirgin bir keder vardı. "Sonra Akyıldız, Sirius...  Onun arkasından Avcı Takım Yıldızı, Orion... Hava iyice kararmaya başlayınca daha küçük yıldızları da görebilirsin... Hepsinin yönü batıya doğrudur.... Doğudan yola başlar hepsi..."

Uzun bir sessizlik oldu. Niki, dikkatle dinliyordu kaptanın sözlerini. Kendi kendine mırıldandı. "Doğudan batıya.... aynı bizler gibi..."

Kaptan, yavaşça başını çevirip genç kıza baktı. Önemsemez görünerek omzunu silkti fakat ona hak verdi. "Evet," dedi. "Aynı sizin gibi..." Duygu yüklü bir bekleyişten sonra aklına aniden bir şey gelmiş gibi hareketlendi.

"Eğer udu istersen..." Kaptanın cümlesini tamamlamasına izin vermedi Niki.   

"Kaptan,... " dedi. "Bir söz vermenizi istiyorum sizden sadece. Gemi buradan, yani Haro'yu kaybettiğimiz bu noktadan her geçtiğinde... aşçıya biraz buğday kaynatıp koliva(*) yapmasını ve birazını da denize atmasını söyler misiniz?"   

Kaptan saygıyla ağır ağır salladı başını. "Pekâlâ,.." dedi sakin bir şekilde. Genç kız, minnetini göstermek için kaptanın kolunu hafifçe sıktı. Kaptan, buruk bir gülümsemeyle Niki'nin yanından ayrıldı.

Gemi yeniden yola koyulmuştu. Niki gibi Norman da güverteden ayrılamıyordu. Gözleri kan çanağına dönen genç adamın üzüntüsü ikiye katlanmıştı. Biraz ötede, yıldızların gölgesinde, ufuk çizgisine bakmakta olan Niki'ye doğru yaklaştı. Niki başını çevirip kederli bir yüz ifadesiyle bakıyordu Niki'ye. Gazeteci hiçbir şey söylemeden genç kızın yakasındaki iğneyi çıkarıp kendi yakasına iliştirdi. Gözlerinin içine bakarken önünü alamayacak, içten gelen bir yakarışla seslendi genç kıza.

"S'agapo... Seni seviyorum."

Niki şaşırmış göründü. "Hayır," dedi, başını iki yana sallayarak. 

"Kendime sözüm geçmiyor." dedi Norman. 

"Beni sevmemelisin," dedi genç kız. Yalvarırcasına çıkmıştı sesi.

"Fakat seviyorum işte,"

"Çünkü ben Yunanım." 

"Ne fark eder ki?"

"Lütfen daha fazla gelme üstüme..." dedi, Niki. Arkasını dönüp genç adamdan uzaklaşmaya çalıştı. 

"Birkaç saat sonra Amerika'ya varmış olacağız..." dedi Norman, arkasından yetişerek. "Senin terzi, orada bekliyor olacak!" Kesik kesik soluk alıp veriyordu. "Hiç tanımadığın biri..." 

Niki'nin sinirleri iyice gerilmişti. Sesini yükselterek "Prothromos, çok dürüst bir adam!" diye karşılık verdi. Kendini tutamıyordu, dokunsan ağlayacaktı sanki. Ellerini sallayarak "Ailem bunu ona bir kez daha yapamaz!"

"Anlamıyorum,..." dedi Norman, hırslanarak. 

"Amerika'da yapamayıp geri dönen... kız kardeşim Eleni'nin yerine gönderildim... Ben bir ikame gelinim!" dedi, Niki.

Norman'ın aklı almıyordu Niki'nin söylediklerine. Kontrolü kaybetti, gözlerini açıp genç kıza yüklenmeye başladı. "Tanrı aşkına! Senin bu anlattıkların insanlık dışı!"

Konuşmaları ağız dalaşına dönmüştü sanki. Ağır sözlerle birbirlerine yükleniyorlardı. 

"Anlamıyorsun beni... Bizim durumumuzu nereden bilebilirsin?" diye çaresizlik içinde bağırdı, Niki.

"An-lı-yo-rum,..." dedi Norman, sesini yükseltip kelimeyi heceleyerek.  

"O halde sevme beni!" dedi, genç kız. Gazeteci, derin bir iç geçirdi. Çıkmaz bir sokakta kendine çıkar yol aradığını anlamış, çözümsüzlüğün acı gerçeğiyle yüzleşmişti. 

"Sensiz ne yaparım ben, Niki?" Kollarından tuttuğu genç kıza nemli gözlerle yalvarıyordu adeta. "Seni nasıl unutabilirim? Artık bu mümkün değil..." 

Çaresizce başını salladı Niki, "Yapamam..." dedi. "Beni anlıyor musun?" 

"O zaman bana yardımcı ol,.." dedi Norman. 

Dayanacak gücü kalmamıştı genç kızın. "Prothromos'a ikinci kez yapamayız bunu." Gazetecinin kolları arasından kendini kurtarıp ayrılırken hıçkırıklara boğuldu. "Ailemizin şerefi söz konusu!" Eliyle başını tuttu genç kız, ne yapacağını bilmez halde feryat ediyordu. "Eğer, seninle gelirsem,..." dedi. İçini çekip bir süre sustu. Kelimeler boğazında düğümleniyordu. "Eğer seninle gelirsem... bütün ailemin adına leke çalınacak... Kız kardeşlerim, kuzenlerim bir daha asla evlenemeyecekler... Dayım, kuzenim Alexandra... bütün ailem... hepsi lanet okuyacaklar birbirlerine..." Niki, içini boşalttıktan sonra biraz rahatlamıştı sanki, kararlı bir ifadeyle son noktayı koydu. 

"Ne olursa olsun, Şikago'ya gitmeliyim. Prothromos'la evlenmek... evet, onunla evlenmek zorundayım." Gözlerini delicesine açmış, ara vermeden Norman'a dil dökmeye, ona durumunu anlatmaya devam ediyordu. "Ailemin kadınları için... Arkamda kalan altı genç kadın için yapmalıyım bunu..." Kollarını kaldırarak heyecanla bağırmaya başladı genç kız. Öfkesi kızgınlıktan değil çaresizlikten ötürüydü. "Bir sürü genç kadın... Hepsi bana güvendi... Bir sürü  genç kadın... Anlıyor musun beni?" 

"Yanlış düşünüyorsun." dedi Norman, sakince. 

"Hayır," dedi Niki. Başını salladı iki yana. "Doğru düşünüyorum." 

"Kadınlar,..." dedi Norman. "Sana güveniyorsa yanlış yapıyorlar... Senden hiçbir farkları yok onların..."

"Haklısın," dedi sessizce Niki. "Evet, hepimiz kadınız, sadece kadın..." Arkasını dönüp sessizce merdivenlere yöneldi. Alt kata indiğinde üst güvertede onu izleyen bir çift göz vardı.

"Ne güzel bir gece..." diye seslendi Karabulat. Üzerindeki beyaz takım elbisesi ve siyah papyon kravatıyla her zamanki gibi oldukça şık görünüyordu. Bir elini demir korkuluğun ahşap küpeştesine dayamış, diğer eliyle yüzüne destek verirken kendi kendine konuşur gibiydi. "Gökyüzündeki şu yıldızlara bak,..." dedi. Gözleri dalmış, uzak bir hayalin peşine düşmüştü sanki. "Ne kadar güzeller, ne kadar büyüleyiciler..." Niki, merdiven sahanlığında duraksayıp Karabulat'ın sözlerine kulak verdi.

"Uykum kaçtığında,..." dedi Karabulat. "Güverte boyunca bir aşağı bir yukarı gezinmek hoşuma gidiyor... Bazen, içimden gelirse Gürcü türküleri mırıldanırım..." Niki'nin kendisini dinlediğini görünce, hareketlendi. merdivenden ağır ağır inmeye başladı konuşurken. Aklına gelen bir şarkının nakaratını  söylüyordu bir yandan. Niki, elini şakağına dayamış, yanına gelen Karabulat'ı izliyordu.

"Dinle beni, küçük hanım," dedi acente müdürü. "Onu asla unutamayacaksın!" Gözlerini açarak, başını aşağı yukarı salladı ağır ağır. "Bu cezayı hak ettin..."  

"Sevdiğini hatırlamak ceza değil." dedi Niki. Sakin bir şekilde başını kaldırıp Karabulat'a baktı. "Onu tamamen hafızandan silmektir ceza."

Karabulat'ın yüzü düştü bir anda. Sesi titreyerek, "Bu demek oluyor ki," dedi. "Cezayı hak eden benim!" 

***

Uzun yolculuğun acılarla dolu son gecesi oldukça hareketli geçmişti. Sevgili arkadaşı Haro'nun kaybı, dayanılmaz ayrılık acısıyla sonlanacak umutsuz aşkı, Niki'yi sonsuz kedere boğuyordu. Kaderini uzaklarda arayan yaşam mahkumları, olan bitenden habersiz, sabahın ilk ışıklarında, kendilerini rıhtımda karşılayacak damat adaylarının özlemiyle, zengin ve mutlu bir hayatın düşlerini kurarak uykusuz geçirmişlerdi geceyi. Nikolas, gemileri yakmaya karar vermişti çoktan. Olga'yı elinden tutup ambarın denize açılan güvertesindeki gizli aşk yuvalarına götürmüştü. Birbirlerinin dilini anlamasalar da yürekleri aynı heyecanla çarpıyordu. Aralarında tek söz geçmeden vurulduğu yakışıklı prensine teslim etmişti kendini Olga. Çıplak bedenlerini kirli bir battaniye örtüyordu. Yüzü kızaran genç kızın altın sarısı saçları dağılmıştı, Nikolas'a bakıp masumca gülümsedi. Yakışıklı denizcinin kaslı vücudunu hayranlıkla inceliyordu. Nikolas, genç kızın saçlarını yumuşak hareketlerle okşadıktan sonra bir an duraksadı. Verdiği kararın muhasebesini yapıyor gibiydi. Genç kızın güvenini pekiştirircesine sevgiyle baktı yüzüne. Ona olan bağlılığının bir nişanı olarak,  ucunda haç sembolü bulunan zinciri boynundan çıkarıp genç kızın başından geçirirken "Vaftiz babamın canı cehenneme!" dedi. Olga, sevdiği adamın sözlerini anlamasa da onu seçmekte ne kadar doğru bir karar verdiğini kalbinin en derin yerinde hissetmişti. Usulca, delikanlının çıplak göğsüne yasladı başını. 

Yatakhanedeki ranzalar boşalmış, sipariş gelinler, topladıkları eşyalarını yanlarına alıp salonda orta yerinde kümelenmişlerdi. Niki, merdiven başında Haro'dan geriye kalan mektupları bez bohçasına sarıp ıssız ranzaların arasında ilerledi. Kendi ranzasının bulunduğu yere geldiğinde kederli gözlerle arkadaşının boş yatağına baktı. Önündeki boş yatağa attı kendini. Haro'yu düşünüyordu. Huzura kavuşmanın tek yolu muydu cana kıymak? Şimdi onun eksikliğini bütün şiddetiyle duyumsuyordu. Yanında olsaydı, "git sevdiğinin yanında ol", derdi yine. "Ben şansımı kaybettim ama senin hâlâ şansın var", derdi. Norman'ın yanında sergilediği vakar duruşundan eser kalmamıştı genç kızın. Kendini yalnız ve çaresiz hissediyordu. İçine düşen kor ateş ayrılık anı yaklaştıkça daha çok yakıyordu yüreğini. Nemli gözlerle kararsızlığın ve çaresizliğin durmak bilmeyen girdabı içinde savruluyordu. Norman'ın yanında mutlu olacağından emindi. Bir an, her şeyi unutup onun peşine takılmayı hayal ediyor, sonra ailesine karşı sorumluluk duygusu yakasına yapışıyordu hemen. Görünmeyen bir el boğazını sıkıyor, nefes almasını zorlaştırıyordu. Aklının ve duygularının amansız mücadelesiydi bu. Her zaman olduğu gibi sonunda duygularına gem vurup aklına uyacağını biliyordu. İlk kez karşılaştığı böylesine güçlü bir duygunun altından kalkmak ölümden de beterdi. Aşk böyle bir şeydi demek. "Norman..." diyerek adını sayıklamaya başladı. Ne yapabilirim? "Keşke hiç tanımasaydım seni," diye geçiyordu içinden. "Norman..." diye mırıldandı. Gazetecinin de kendisine büyük bir aşkla bağlandığını biliyordu. Nezaketini, sabrını ve sipariş gelinlere verdiği desteği nasıl unutabilirdi? Olga'yı Karabulat'ın tuzağına düşmekten kurtaran, çevirdiği dolaplarla genç kızların hayatını karartan düzenbaza haddini bildiren o değil miydi? Yolculuk boyunca dev bir çınar gibi gölgesine sığınmıştı genç adamın. Düşündükçe işin içinden çıkamıyor, sıkıntıdan yüzüne ateş basıyordu. Ailesinin şerefi, yüklendiği sorumluluk olmasa Haro'nun yaptığı gibi canına kıymak tek çareymiş gibi göründü gözüne. Eleni düştü aklına, diğer kız kardeşleri, kuzenleri... Limni adasının bütün genç kızları ondan gelecek hayırlı haberleri bekliyordu. Ondan gelecek haberlerle ya günleri aydınlanacak, ya da yaşamları kararacaktı. Bütün vücudunu ter basmıştı, sinirleri gerilmiş, elleri titriyordu. Sabaha kadar kâh Norman'ı düşündü, kâh ailesini. Seçmek zorunda olduğu yolların ikisi de cehennemi işaret ediyordu. Üçüncü bir yol aradı kendine. Ölüm bile çözüm değildi. Diğerleri gibi yaşamak zorundaydı, kendisi için değil, ailesi için yaşamak... Ya Norman? Onun için ölmeyi göze alabilirdi ama neye yarayacaktı. Ailesi arkasından neler demezdi. Tarifsiz acılar içinde kendini yedi, bitirdi sabaha kadar. 

Takati kalmamıştı artık Niki'nin. Yüzünü yıkamak, biraz kendine gelebilmek için bitkin bir halde duş kabinlerine doğru ilerledi. Lavabonun önünde buğulanmış aynaya baktı. Norman'ın siluetini gördü. "Norman!" dedi, sessizce. Eliyle camın buğusunu silince gördüğünün bir hayal olduğunu fark etti. Yüzüne baktı dakikalarca. Kirece dönmüş yüzü, çökük avurtlarıyla tanımakta zorluk çekti kendini. İki damla yaş süzüldü yanaklarından. 

Norman da sabaha kadar gözünü kırpmamıştı. Kamarasına çekilmiş, Niki'yi ikna etmek için çözüm aramakla meşgul ediyordu kendini. Gözleri ağlamaktan kan çanağına dönmüştü. Her yolu denemiş, Niki'nin inadını kıramamıştı. Bir türlü anlamıyordu genç adam, Ege'nin yıllardır süregelen geleneksel bağlarını. Genç kızı razı edemeyeceğini biliyordu fakat yine de ondan vazgeçmeyi göze alamıyordu. Ateşler içinde kıvranıyordu yatağında. Bir hal çaresi olmalıydı, ne yapıp yapıp genç kızı ikna etmek zorundaydı. Onsuz bir yaşamın anlamı yoktu artık. Yeni başlayacağı hayatının bir parçası olmasını istiyordu Niki'nin.  Son bir kez daha şansını deneme imkânı bulabilecek miydi?. Kalbi duracak gibiydi. Çalışma masasının başına geçti, bir kâğıt alıp bir şeyler karalamaya başladı. Yeşil çalışma lambasının altından süzülen ışık odayı aydınlatmaktan uzaktı.  

"Niki, sevgilim..." diye başladı yazmaya. "Sabaha kadar hep seni düşündüm..." O an hissettiklerini kaleme alıp son noktayı koydu. Özenle katladığı mektubu, beyaz bir zarfın içine yerleştirip üzerine büyük harflerle "NIKI DOUKA" yazdı. Yolculuk boyunca çektiği sipariş gelin fotoğraflarını muhafaza ettiği mukavva bir kutunun içine bıraktı zarfı.   

Tam bu sırada Niki, aynanın karşısında tanınmaz hale gelen yüzünü seyrediyordu. Başındaki ince siyah örtüyü çekip aldı. Hayretler içinde kalmıştı. Birkaç saat içinde otuz yaş almış görünüyordu. Dağılmış saç telleri gümüşi beyaza dönmüştü. Elini saçları arasında dolaştırdı, bu hale nasıl gelmişti. Hayal değildi bu gördüğü. Gerçeğin ta kendisiydi. Saçlarını parmaklarının arasından geçirip şaşkın gözlerle baktı beyaz tellerine. İçini büyük bir acı kapladı. Gözlerini yumdu, yürek yakan kısık bir sesle kendi kendine sızlanmaya başladı. Sızlanmalar hıçkırıklara dönüştü. İki gözü iki çeşme ağlıyordu. 

Tan ağarırken dev yolcu gemisi RMS Mauretania, insanın içini kaldıran düdüğünü iki kez uzun uzun çalarak limanı selâmlıyordu. Üçüncü sınıf yolcuları büyük bir merak içinde, bağıra çağıra güverte korkuluklarına, lomboz başlarına üşüştüler. "İşte, hayaller ülkesi Amerika karşımızda!" diyerek heyecanla birbirlerine sarılıyor, zorlu yolculuğun kazasız belasız sona ermesini kutluyorlardı. Ürkek gözlerle şehrin gökdelenlerle dolu siluetini izleyen gelin adayları hayatlarında hiç görmedikleri manzara karşısında şaşkına dönmüştü. 

Rıhtıma yanaşan gemiden indirilen mallar motorlu araçlara yüklenirken yolcular tek sıra halinde merdivenlere doğru ilerlediler. Gemiyi gören yüksek bir platformda toplanan çoğu fötr şapkalı yüzlerce damat adayı ellerindeki bayrakları sallarken siparişlerine bir an önce kavuşacak olmanın heyecanını yaşıyorlardı. Üçüncü sınıf yolcularının gözü platformdaki kalabalığı tarıyordu. Sadece fotoğraflarını gördükleri damat adaylarıyla buluşacakları an gelmişti işte. 

Bütün gece gözlerine uyku girmeyen Norman, duşunu aldıktan sonra biraz olsun kendini toparlamayı başarmıştı. Beyaz takım elbisesiyle dikkatleri üzerinde topluyordu. Kamarasından çıkar çıkmaz koridorda falcı Emine'yle karşılaştı.

"Harika görünüyorsunuz," dedi süslü kadına Norman. 

"Ah, çok teşekkür ederim," dedi Emine. Gazetecinin güzel sözüne neşeli bir kahkahayla karşılık verirken kolunu tuttu. "Sizi karşılayacak biri var mı?"

"Hayır," Gazeteci, ne kadar saklamaya çaba harcasa da kederi yüzüne yansıyordu. 

"Norman, çocuğum..." dedi falcı kadın, şefkatle. " Cesaretini topla... Ve git, vedalaş onunla... Elveda de..." Dostça kucakladı genç adamı. 

"Hoşça kal, Emine..."

"Sana da bol şanslar..."

Rıhtım boyunca her yer ana baba gününe dönmüştü. Bando bağrışmaların arasında sesini duyurmaya çalışırken resmi kıyafetli güvenlik görevlileri bir yandan paniği yatıştırmaya uğraşıyor diğer yandan yolcuları gidecekleri yerlere yönlendiriyordu. 

Kaptanın keyfi yerindeydi. Uzun bir yolculuğun üstesinden gelmiş, yüzlerce yolcuyu sadece bir eksikle varış noktasına ulaştırmayı başarmıştı. Birinci sınıf yolcuları, hayranlık besledikleri kaptanla sıcak bir şekilde vedalaşıyor, teşekkürlerini iletiyorlardı. Dansçı kızların eğitmeni, Maria, sitemkar bir tavır içinde kaptanın yanına geldi. Yavru ağzı, tül kadar ince kumaştan bol dökümlü kıyafetini aynı kumaştan bir başlıkla tamamlamıştı. "Niçin bana bu kadar mesafeli davranıyorsunuz?"

İstifini bozmadan hafifçe gülümsedi, kaptan. Cevap vermeksizin elini asil bir şekilde öptü kadının. Maria için bu yeterliydi. Neşesi yerine gelmişti. Birkaç adım uzaklaşıp geri döndü. Kaptanı reveransla selâmlayıp yoluna devam etti.  

Kaptan, ortam biraz sakinleşince yanına gelen ikinci kaptana derdini dökmeye başladı. "Olan oldu..." dedi. "Gemi tamamen boşalınca, git kapısının kilidini aç. Söyle ona hemen temizliğe başlasın..."

"Peki, kaptan, nasıl isterseniz." dedi, ikinci kaptan.

Kaptan ayrılırken bir şey hatırlamış gibi ikinci kaptana çevirdi başını. Alaycı bir gülümseme vardı yüzünde. "Ona bir hediyesi olduğunu söyle." dedi. "Bir fötr şapka! Norman Harris'ten." İkinci kaptan saygıyla başını salladı.

Niki, alt güverteye çıktığında hemen hemen bütün yolcular terk etmişti gemiyi. Başını örttüğü siyah bez parçasının altında beyaza dönen saçları görünüyordu. Tanınmaz haldeydi. Beyaza boyalı demir korkuluğun önünde, açık renk bir elbise giyen, fötr şapkalı, son derece şık genç bir adam elinde bir çiçek buketiyle oturmuş bekliyordu. Beyaz tenli, ince bıyıklı yakışıklı biriydi fakat oldukça üzgün görünüyordu. Az sonra kaptan çıktı ortaya. Adamın yanına gelip elini sıktı, başsağlığı diledi. Denizcilerden birini yanına çağırıp kulağına bir şeyler fısıldadı. Genç denizci yıldırım hızıyla yerinden fırlayıp merdivenlere koştu. Birkaç dakika içinde elindeki utla geri döndü. Denizci udu talihsiz adama uzattı. Niki, genç adamın, Haro'yu fotoğrafından beğenip onu Kanada'ya götürmek üzere karşılamaya gelen damat adayı olduğunu anlamakta zorlanmadı. Acıyla gözlerini kapadı. Dizinin bağları çözülünce dayanamayıp olduğu yere yığıldı. Genç kızı köşe bucak arayan Norman, tam o esnada karşıdan göründü. Koşup genç kızın yanına geldi ve elindeki kutuyu uzattı.

"Bunu almanı istiyorum." dedi.

Gazeteci, genç kızın son halini görünce şoka uğradı bir anda. Eğilip yanına çöktü, ellerinden tuttu genç kızın ve yüzüne, saçlarına şaşkın gözlerle uzun uzun baktı. Niki'nin bir gece önceki halinden eser yoktu. Tutup kaldırdı genç kızı ayağa, uzak bir köşeye çekti. Ağır hareketlerle başındaki örtüyü açtı. 

"Saçların..." dedi genç adam, titrek bir sesle, gözlerine inanamıyordu. Elleriyle saçlarını okşayıp duruyordu, avuçlarına aldığı başını kendine doğru çekti. Alnının üstüne bir öpücük kondurdu. Genç kız, gözlerini kapatmış gazeteciye teslim etmişti kendini. Norman, sol kaşını öptü usulca. Sonra dudaklarına indi. Niki karşı koyamıyordu. Çılgınca öpüşmeye başladılar. Soluk sesleri birbirine karışmış, iki yarım bir bütün olmuştu sanki, zaman durmuştu. Hızlanan kalp atışları her şeyi unutturuyordu. Başka bir alemde bulmuşlardı kendilerini. Öpüşmeye doyamıyorlardı. Nihayet, yoruldular. Hiçbir şey demeden, tepki vermeksizin birbirlerinin gözünün içine baktılar bir süre. 

"Sen de beni seviyorsun," dedi Norman. "Biliyorum..." Mutlulukla gülümsedi genç adam. "Gözlerinde görebiliyorum bunu..."  İçinde kopan fırtınayı fısıltıya dönüştürdü. "Benimle kal..." dedi, yalvarırcasına. "Ah, Niki... Şikago'ya gitme onunla..."

"Yalnız kalabilirsin sen..." dedi Niki. Ellerini genç adamın göğsüne dayadı. "Her zaman yalnız seyahat ettin... Başka birine ihtiyacın yok..." 

"Bu doğru değil, Niki," Norman, titreyen elleriyle  başını okşuyordu genç kızın. "Niki," dedi. "Seni seviyorum." 

"Bi andan daha kısa bir süre içinde,.. buluşur gözler birbiriyle..." dedi Niki. Dudakları birbirinin üzerinde dolaşıyordu. "Bütün bir hayat geçer... ve hatırlanmamak üzere..."  Genç kız, ne dediğini bilmiyordu artık. "İngilizcem duygularımı anlatmaya yetmiyor..." dedi. "Onu gözlerimden anla..." 

Norman, kendini zor tutuyordu. "Anladın mı?" diye sordu Niki. "Filmin sonuna geldik." Niki'nin gözleri yaşla dolmuş konuşmakta güçlük çekiyordu. "Norman..." dedi. Başka bir şey çıkmadı ağzından. Norman, kızarmış gözlerinden akan yaşlara teslim olmuştu. Niki, sağ kulağına uzattı elini. Küpesini çıkarıp Norman'ın avucuna bıraktı. Elleriyle usulca avucunu kapattı genç adamın. Yaşlı gözlerle baktılar birbirlerine bir süre. Sonra, ayrıldı yanından Norman'ın. Yerde bıraktığı eşyalarını ve Norman'ın verdiği kutuyu kucaklayıp çıkışa doğru ilerlemeden önce geri dönüp son bir kez baktı genç adama. Norman, tam anlamıyla yıkılmıştı.  

(*) Ölünün arkasından yapılıp konuya komşuya dağıtılan geleneksel bir Rum tatlısı.