KATEGORİLER

11 Ocak 2021 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 73

Ağaç Ev Sohbetlerinin 73. Haftasındayız. Sevgili DeepTone tarafından organize edilen etkinliğimizde bu haftanın konusu eğitim. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Sevgili Uçun Kuşlar / Makbule Abalı bu haftanın konusunu belirledi. Bizlerden cevaplandırmamızı / tartışmamızı istediği sorular ise şöyle: 

Sizin okullu olduğunuz zamanlarla günümüzdeki eğitim öğretimi kıyaslandığınızda neler düşünüyorsunuz? Nelerin değişmesini ya da yeniden gelmesini isterdiniz? İlkokul öğretmeninizi hatırlıyor musunuz? Unutulmayan yönleri nelerdi? Okul yaşamınızda sizi olumlu etkileyen kaç öğretmeniniz oldu, neler yaptılar?

Okullu olduğum dönem, değerli hocamız Makbule Hanımla aynı yıllara rastlıyor muhtemelen. Bu nedenle, blogunda son derece güzel tanımladığı o zamanların koşullarını bir kez daha tekrarlamayı gereksiz buluyorum. Eğitim, teknoloji ve bilimsel gelişmelere paralel olarak, sürekli yenilenmesi, ıslah edilmesi gereken bir husus. Eskiden beri eğitimin niteliği, eğitim personeli ve eğitim araçlarındaki yetersizlikler konuşula gelmiş, yapılan reformlar, yeni düzenlemelerle çağı yakalamanın peşine düşülmüştür. Fakat ne yazıktır ki, yapılan her reform, her düzenleme eğitimin kalitesini yükseltmek şöyle dursun, insanları eskiyi aratır hale getirmiştir.  İlkokula başladığımız o yıllarda günümüzde sahip olduğumuz pek çok şeyden yoksunduk. Buzdolabı bile sadece zengin ailelerin mutfağını süslerdi. Televizyonumuz, bilgisayarımız, internetimiz yoktu. Elimizdeki yegâne bilgi kaynağımız, öğretmenlerimiz ve ders kitaplarımızdı. Günümüz çocuklarının sahip olduğu bilgiye ulaşma imkânı ile o gün bizim sahip olduklarımız arasında müthiş bir uçurum vardı. Buna rağmen aldığımız eğitim bugünküne kıyasla çok daha iyiydi. Eskiye dönüp baktığımda, çocukluk yıllarımdaki lise mezunu bir gencin ahlâk, bilgi, sanat ve kültür donanımının günümüzdeki pek çok profesöre taş çıkarttığını üzülerek görüyorum. 

Tamamen yerli ve yurdumuza özgü bir eğitim projesi olup ülkemizde ilkokul öğretmeni yetiştirmek üzere 1940-1946 yılları arasında hizmet veren ve daha sonra 1954 yılına kadar Köy Öğretmen Okulları adıyla eğitime devam eden Köy Enstitülerine yetişemedim ama bu okullardan mezun büyüklerimle tanışma fırsatına eriştiğim için kendimi şanslı buluyorum. Konuştuğum bu değerli insanlardan, okuduğum kitaplardan, katıldığım anma günlerinden söz konusu eğitim yuvalarında, eğitime, bilime, kültüre ve sanata verilen değeri, aşılanan vatan sevgisini, memlekete faydalı bir insan olma yolundaki mücadelelerini çok iyi biliyorum. Fazla söze hacet yok, bu ve benzeri kurumların yeniden gelmesini, eğitimin siyasetten uzak, bilimin ışığında sürdürülmesini isterdim.  

İlkokul öğretmenimi tabii ki hatırlıyorum. otuz beş kırk yaşlarındaydı. Kumral, dalgalı saçlı, orta boylu, maviş gözlü, her zaman çevreye mutluluk saçan bir melekti Yaşar Öğretmen'im. Tüm canlılığıyla gözlerimin önünde hâlâ bana gülümsüyor, kürsünün başında, pötikareli önlüğüyle. "Eti senin, kemiği benim." derdi veliler, dizlerinin dibinden ayırmadıkları bebelerini teslim ederlerken ilk öğretmenlerine. Bu sözden çok korkardım. Öğretmenimiz etimizi mi yiyecekti bizim? Neyse ki, yufkaydı annemin yüreği, o sözü söyleyemedi. İlk günlerin korkusunu çabuk aşmıştım. Sadece benim değil, hiçbir arkadaşımın minik yüreğini incitecek en ufak bir söz çıkmadı ağzından Yaşar Öğretmen'imin. Beraber geçirdiğimiz bir yılın ardından Adana'ya tayini çıktığını öğrendiğimizde, hepimizin gözü yaşlıydı. Şimdi yaşıyorsa eğer, doksan yaşlarında olmalı, kulakları çınlasın. Öldüyse, nurlar içinde yatsın.

Türkçe ve Edebiyat öğretmenlerimden nefret ettim, ediyorum. Bana ne Türkçeyi ne de edebiyatı sevdirmişlerdi. Kaybolan yıllarıma hâlâ acırım. Matematik derslerini, matematik öğretmenlerimi ise hep sevdim. Ortaokulda matematik öğretmenim, Ayşe Balık, Lisede matematik öğretmenin Mualla Şengonca ve Hamiyet Ersoy'u son nefesime kadar hatırlayacağım. Ne mi yaptılar? Dersi bana sevdirdiler. Görevlerini kusursuz yaptılar. Konuya hakimdiler. Mesleklerini severek yapıyorlardı. Daha ne olsun. Haklarını ödeyemem. Sağlıklı bir yaşam sürsünler. Allah onlardan razı olsun.

28 yorum:

  1. Ortaokulda resim öğretmenim annemdi..sınıfta bir havam vardıki sormayın gitsin..Bi gün derste anne diye hitap edince evde uyarmıştı beni:):)

    YanıtlaSil
  2. Eğitim öğretimle alakalı çok güzel bir yazı olmuş ağaçev sohbetlerini düzenleyen tüm arkadaşlarıma çok teşekkür ederim.

    YanıtlaSil
  3. Ben ilköğretime siyah önlükle başladım, maviyle devam ettim. :) Bu benim için çok önemli bir olaydı. Çünkü siyah önlüğü ben küçük bir ilçede yaşarken giymiştim. Şehre tahinimiz çıktığında mavi önlükle tanıştım ve birden sınıfsal ayrımı buram buram hissettiğim zamanlardı. İnsanlara ben siyah önlük giyiyordum dediğimde bana inanmıyor, okul mavi önlük oğlum şeklinde geri dönüş yapıyorlardı... :D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kusura bakmayın, bir düzeltme yapmak isterim. Siyah önlük, mavi önlük konusunda çok ciddi bir hataya düşüyorsunuz. Sınıfsal ayırım demişsiniz, oysa ki mavi önlük uygulaması başlangıçta pilot bölgelerde hayata geçirildi. Yani bir şehir mavi önlüklüyken, diğer bir şehir hala siyah önlük giyiyordu. Bunun sınıf ayrımı ile bir alakası yoktu. Takdir edersiniz ki, tüm Türkiye aynı anda mavi önlüğe geçse ve uygulamada sorun yaşanıp, tekrar siyah önlüğe geri dönülse ciddi bir maliyeti olurdu. Her tür yeni uygulama, öncelikle pilot bölgelerde başlar. Sanırım küçük yaşınızda olayı sınıf ayırımı şeklinde algılamışsınız. Anlayacağınız üzere öyle bir şey yoktu. Ben siyah önlükle başlayıp, gene siyah önlükle mezun oldum. Tam üç okul gezdim, kimi şehirde, kimi kırsaldaydı 🤷‍♀️ Umarım açıklayıcı olmuştur, selamlar, saygılar.

      Sil
    2. Sokaktaki Asosyal,
      İlkokulda hep siyah önlük ve beyaz yakalıydık. Doğal olarak o yaşlarımızda bugünden farklı şeyler hissediyorduk. Sınıf ayrımının tam olarak ne anlama geldiğinden habersizdik bence. Hepimizin önlükleri siyah renkli, yakalarımız beyaz olmasına rağmen ekonomik bakımdan daha iyi durumda olan ailelerin çocukları siyah saten kumaştan, pırıl pırıl önlükler giyerken diğerleri sıradan, en ucuz kumaşlardan yapılan, güneşi görünce solan önlüklerdi. Yani o zaman da Türk bayrağının geometrisi gibi kesin bir standart yoktu. Bazılarının yakaları daracık bazılarınınki omuzların üzerine geniş bir şekilde yayılırdı. Sınıfsal ayrım ne yazık ki insan var olduğu sürece devam edecektir. Teşekkür ederim:)

      Sil
    3. Sevda Hanım,
      Sokaktaki Asosyal'in o yaşlarda hissettiği bir duygu olabilir bu. İlkokullarda önlük renginin değişim sürecini gayet güzel açıklamış ve bunun sınıfsal bir ayrımla ilgisinin bulunmadığını belirtmişsiniz. Size katılıyorum, sınıf ayrımının renge göre ortaya çıktığı tek örnek bildiğim kadarıyla tenlerle ilgili. Şükürler olsun ki ülkemizde böyle bir ayrım söz konusu değil.

      Sil
    4. Sınıf ayrımı değil ama benimde zihnimde kalan, mavi önlük giyenlerin ayrı bir havası olduğuydu :) Tabii ki bunda bazı pilot okulların seçilmiş ve onların mavi önlük yani yeni bir şey giymeleri, diğer okulların siyah önlüğe devam etmeleriydi. Sonradan bir de gri önlükler çıkmıştı.

      Sil
    5. Yanılmıyorsam bir dönem de kıyafet tamamen serbest bırakılmıştı. Deneme yanılmayı seviyor yöneticilerimiz:)

      Sil
    6. Kesinlikle, hele ki son dönemlerde hızlarına yetişemiyoruz:)

      Sil
  4. Deeptone’a da yazdım bay Kaplan, Köy Enstitüleri yeniden açılmadıkça bu iş böyle gider. Ama enstitülerinin açılması da pek çoklarının işine gelmez. Bir halk ne kadar eğitimsizse o kadar kolay yönetilir. Bir siyasetçi demişti; “ eğitimli kesim bize oy vermiyor” diye. Sizin dediğiniz gibi, bu ülkede esnafla akademisyen sohbet edemiyor, bu ülkenin bölünmüşlüğünün en bariz kanıtlarından biri. Ben lisedeyken iki sesli yazılmış bir eseri, iki arkadaş, iki ayrı notadan fülütle çalardık, müzik dersinden başka türlü geçilmezdi. Benim çocuklarım okulda nota bile öğrenmedi. Ben devlet okulunda okudum, onlar lisede özel bir kolejde eğitim aldılar 🤷‍♀️ Benim okuduğum lisenin spor takımları vardı, korosu vardı, yani hem yoğun eğitim alırdık, hem spor yapardık, hem müzik yapardık. Üniversiteye de hazırlanırdık, hayata da hazırlanırdık. Şimdilerde okullar arası spor ya da müzik müsabakaları neredeyse yok. Sonra, her ile bir üniversite açmak, herkesi üniversite mezunu yapmak, her üniversite mezununu hoca yapmak eğitime vurulmuş en büyük darbe. Toplumda oluşturulan, üniversite mezunu olmayan adam değildir algısının yanında, üniversite mezununa da potansiyel düşman muamelesi yapan, onu işsiz bırakan zihniyetle ancak bu kadar oluyoruz işte. Oysa ki toplumun işinin erbabı her türden çalışana ihtiyacı var. Üniversite mezunları çok akıllı, üniversiteye gidemeyenler aptal mı yani? Oysa alakası yok, zeka düzeylerimiz üç aşağı beş yukarı aynı, ilgi alanlarımız farklı sadece. Birçok ülke bunu çözmeye yaklaşmış, üniversite okumak isteyen devam ediyor, meslek sahibi olmak isteyen ona yönelik okul okuyor. Bizde ise, okulda başarısız görülen çocuklar meslek liselerine yönlendiriliyor. Yani başarısız öğrenci= Meslek Lisesi, ne acı!! Hele okulda başarısız olan bir çocuğa verilen en ağır ceza, bir yere çırak verilme cezasıyken bu ülkede kalkınma nasıl beklenir. Belki çok seveceği bir mesleği, daha çocuk yaşta ceza olarak görmeye başlayan bir bireyden, nasıl başarı beklenir? Her şey dönüp dolaşıp politikada düğümleniyor. Kendi çıkarını değil, ülke çıkarlarını gözeten bir politikacının elinde bu ülke bir yıldız gibi parlamıştı neredeyse yüz yıl önce ve o zamanın şartlarıyla başarılmıştı bu. Şimdiki zamanda neden olmasın? Benim hala umudum var. Muhtaç olduğunuz kudret, damarlarınızdaki asil kanda mevcuttur diyen bir liderin evlatlarıyız biz. Neden olmasın? Selamlar, saygılar bay Kaplan.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Yazdıklarınızın tamamına, harfi harfine katılıyorum Sevda Hanım. Köy Enstitülerinin ya da amacı, hedefi, eğitim stratejisi bakımından benzer kurumların açılması, dediğiniz gibi, pek çoklarının işine gelmez. Evet, Kurtuluş Savaşı'ndan çıkıp Osmanlı'nın bütün borçlarını ödemeye çalışırken imkansızlıklar içinde kıvranan bir millet, Atatürk'ün önderliğinde bunu başardı. Hasan Ali Yücel gibi liyakati yüksek bir zatı Milli Eğitim Bakanlığına getirdi, o da İsmail Hakkı Tonguç gibi bir dehayı İlköğretim Genel Müdürü yaptı.

      Onun yaptığı da bir eğitim politikasıydı fakat "politika" sözcüğü günümüzde diğerleri gibi anlamını yitirdi. Politika, eş anlamıyla Siyaset denilince eskiden vatana hizmet etme sanatı olarak anlaşılırdı. Günümüzde aynı sözcük köşe dönmece, suiistimal, halkı sapkın ideolojilerle tefriş, hırsızlık, yolsuzluk, yalancılık, sahtekarlık, laf ebeliği anlaşılıyor.

      Umut iyi bir şey. Mustafa Kemal Atatürk "muhtaç olduğunuz kudret damarlardaki asil kanda mevcuttur." diyerek halkına güvendi, halkı da ona güvendi. En olumsuz koşullarda ve kısacık bir süre içinde, topluma eşit vatandaş bilincini aşılayan büyük devrimlere imza atabilecek öylesine kocaman bir yüreğe sahip, tek arzusu bilim ışığında vatana hizmet olan ondan başka birini tanımıyorum. Çok üzülerek ifade etmek isterim ki, sizin kadar umutlu değilim. Atatürk'ün içinde bulunduğu şartlar dahilinde halkı gaza getirmek amacıyla bazı sözler söylemiş olabilir. Örneğin "bir Türk dünyaya bedeldir." sözü de ona ait. Dünya ülkeleri arasında yerimizi hepimiz biliyoruz. Bu bakımdan söz konusu işlerin kanla bir ilişkisi olduğunu hiç sanmıyorum. İngiltere Başbakanı, David Lloyd George'un dediği gibi "Yüzyıllar nadir olarak dâhi yetiştirir. Şu talihsizliğimize bakın ki 20. yüzyılın dâhisi Türklere nasip oldu ve kader onu bizim karşımıza çıkardı." Evet, şanslıydık ama şansımızı millet olarak iyi kullanamadık. Bilmiyorum, onun gibi birini bulmak için daha kaç yüzyıl geçecek? Saygılar

      Sil
  5. Konuya bayıldım. Uzuuuuun Uzuuuuun yorum yazacağım ama sonra tekrar gelip yazmam lazım :)

    Eti sizin kemiği bizim hatta eti de kemiği de sizin mantığını geri istiyorum bir öğretmen olarak şimdilik bunu yazıp geri gelmek üzere kaçayım :))

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Eğitim söz konusu olunca sizlere daha çok lâf düşer elbette. Ben eş durumundan faydalanıyorum:))

      Sil
  6. eti senin kemiği benim, pirzola gibi yaniiii :) köy enstitüleri, tarihini okuduydum, tonguç diye ünlü biri varmıştı :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Evet, aynen öyle:))) Yok artık öyle liyakatli kişiler. Yani var da, işlerine gelmiyor vatana hizmet edecek kişileri başa getirmek. Bildikleri tek şey ceplerini doldurmak...

      Sil
  7. ay bu konuda ne yazmam gerektiğine karar veremedim ama aklıma gelen anılardan bahsederim ben de belki :) eti senin kemiği benim ne ürkütücü bir şey ama eskiden öyleymiş tabi :) öğretmenler belki de bu kadar farkında değillerdir hayatlarımızdaki izlerinin ne güzel anlatmışsın :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sizin ilköğretim çağınızda yaşadıklarınızdan, eğitim konusunda doğru ve yanlış bulduğunuz konulardan bahsedebilirsiniz mesela. Sanıyorum aramızda kuşak farkı var. Biz de bizden sonraki kuşakların neler hissettiğini bu vesileyle öğrenebiliriz. Muhtemelen siz de durumun gittikçe kötüye gittiğini söyleyeceksiniz.

      Evet, biz öğretmenlerimizden korkmasak bile çekinirdik en azından. Öğretmenden dayak yemeyen hiç bir arkadaşımız yoktu o zamanlar. Bazen sınıfça sıra dayağı da yerdik. O zaman disiplini sağlamanın tek yolu buydu demek:) Üstelik hiçbir veli, gidip öğretmene "hocam nasıl döversin benim çocuğumu?" diye sormaz, anneler, babalar durumu öğrenirlerse (ki çoğu zaman söylemezdik) "o hocanın elleri dert görmesin" derlerdi. Elbette bunun iyi bir yöntem olduğunu savunmuyorum ama o günlerin kısıtlı imkânlarıyla verilen eğitim, bugünkünden fersah fersah daha ileriydi.

      Sil
    2. Öğretmen kızsa hayatta gidip de evde anlatmazdım çünkü alacağım cevap belliydi: "Kimbilir ne kabahat işledin! Ne yaptın da kızdırdın öğretmeni? Öğretmenin haklıdır. Yarın git özür dile!"

      Şimdi n'oluyor biliyor musunuz? Sınıfta öğrenciye ödevini neden yapmadın diye sorsa öğretmen ertesi gün veli okula geliyor: "Çocuğumun psikolojisi bozuldu, sınıfta rencide etmişsiniz" diyor. Çocuk sınavdan düşük not alınca veli arıyor: "Hocam neden düşük not verdiniz?" diye hesap soruyor.

      Her veli toplantısında söylüyorum: "Bir mevzu olunca önce evladınıza sorun, ne yapmış da öğretmen kızmış acaba? Ya da sınavdan neden düşük not almış?".

      Gerçekten bu devirde öğretmenlik zor. Sınıfta kalma yok, ceza vermek yok... Düşük sözlü notu yüzünden soruşturma geçiren öğretmenler var.

      Diğer yandan müfredat sanki çocuklara işe yarar bir şeyler öğretmeyelim diye özel çaba harcanarak hazırlanıyor gibi. Kitaplar yetersiz, ihtiyacı karşılamaktan uzak. Bizzat devletin ortaya koyduğu nitelikli okul / niteliksiz okul ayrımına değinmek bile istemiyorum.

      Bu konuda çok dertliyim, blogunuzu işgal ettim Mr. Kaplan. Kusuruma bakmayın lütfen.

      Sil
    3. Ne demek, yorumlarınızla blogumu zenginleştiriyorsunuz Mrs. Kedi. Bütün anlattıklarınızı biliyorum. Ortaokul son sınıfa gelmiş, doğru dürüst okuma, yazmasını bilmiyor öğrenci. Veliler desen, dediğiniz gibi hesap soruyorlar. Deveye sormuşlar, neren eğri diye. Neremiz doğru ki? Eğitim bu hale geldiyse, adalet yerlerde sürünüyorsa, liyakatsiz kişiler sırf iktidara yakın oldukları için kritik makamlara atanıyorsa geleceğe umutla bakanları kıskanıyorum:)

      Sil
  8. "Fakat ne yazıktır ki, yapılan her reform, her düzenleme eğitimin kalitesini yükseltmek şöyle dursun, insanları eskiyi aratır hale getirmiştir. İlkokula başladığımız o yıllarda günümüzde sahip olduğumuz pek çok şeyden yoksunduk. Buzdolabı bile sadece zengin ailelerin mutfağını süslerdi. Televizyonumuz, bilgisayarımız, internetimiz yoktu. Elimizdeki yegâne bilgi kaynağımız, öğretmenlerimiz ve ders kitaplarımızdı. Günümüz çocuklarının sahip olduğu bilgiye ulaşma imkânı ile o gün bizim sahip olduklarımız arasında müthiş bir uçurum vardı. Buna rağmen aldığımız eğitim bugünküne kıyasla çok daha iyiydi. Eskiye dönüp baktığımda, çocukluk yıllarımdaki lise mezunu bir gencin ahlâk, bilgi, sanat ve kültür donanımının günümüzdeki pek çok profesöre taş çıkarttığını üzülerek görüyorum."

    Her kelimesine katılıyorum. Her geçen gün daha da kötüye gidiyor. Ben eskiye dönmek için her şeyi yapabilirim. Gelen gideni aratıyor maalesef. Yenilik diye yapılan her şey iyice kaosa sürüklüyor eğitim sistemimizi. Deneme-yanılma tahtası gibi olduk iyice.

    Ben sanırım çok şanslıydım, hep alanına hakim ve işini en iyi şekilde yapan öğretmenlere denk geldim ilkokul ve ortaokulda. Lisedeki öğretmenlerim de 1-2 istisna dışında çok iyiydi gerçekten. Üniversite yıllarıma kadar tüm İngilizce öğretmenlerim o kadar iyiydi ki asla onlar kadar iyi bir öğretmen olabileceğimi sanmıyorum. Üniversitedeki hocalarımıza gelince, kesinlikle birçoğundan çok çok daha iyi bir öğretmenim. Bu konuda gereksiz mütevazılık yapamayacağım.

    Tüm öğretmenlerimin üzerimde büyük etkisi var. Kimisi insan olmayı, kimisi nasıl iyi öğretmen olunacağını, kimisi nasıl bir öğretmen olunmaması gerektiğini öğretti; biri edebiyatı sevdirdi, diğeri doğayı, dağcılığı; kimi elimden tuttu, kimi hatalarımı görmezden gelerek destek oldu. Lise öğretmenlerimle ve üniversiteden bir hocamla hala sık sık görüşüyorum ve onlara minnettarım.

    Öğretmen olmayı asla istemiyorken otuza bir kala öğretmen oldu. İlk seneler çokça bocalayıp sık sık emekliliğe kadar onca sene nasıl geçecek diye düşünürken şimdilerde "Başka ne yapabilirim?", "Bu konuyu daha iyi nasıl anlatabilirim?", "Şu öğrenciye nasıl ulaşabilirim?", "Öğrenebileceklerini, isterlerse her şeyi başarabileceklerini nasıl anlatabilirim?" diye düşünürken buluyorum kendimi ve endişeyle karışık bir mutluluk hissediyorum :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gerçekten şanslıymışsınız Mrs. Kedi. İzmir'in göbeğinde lise birinci sınıfımda İngilizce dersimize girecek öğretmen yoktu. İlk sömestre dersler boş geçti. İkinci sömestre bir eczacı bulup getirdiler. Neyse ki iki ve üçüncü sınıfımıza gelen İngilizce hocalarım çok iyiydi ve açığı kapattılar.

      Öğretmenlik saygı duyulması gereken bir meslek. Eşim İzmir Özel Türk Kolejinde öğretmenlik yaparken bazı velilerin söyledikleri toplumun öğretmenlere bakış açısını gösteriyor. "Hocanım bizimkinin kafası fazla çalışmaz, çok bir şey istemiyoruz, sizin gibi bir öğretmen olsun yeter." demiş aklı evvel bir veli. Ben öğretmen olmayı hiç düşünmedim. Bunun bir nedeni bir erkek olarak ev geçindirecek maaşın olmaması kaygısı, daha ziyade kadınların tercih ettiği bir meslek olmasıydı. Ama daha önemlisi, öğretmenin bir sanat, doğuştan gelen bir özellik olduğunu fark ettim. Benim başarılı olabileceğim bir iş değildi. Eşimin öğretmen olması sebebiyle, onun da sizin gibi mesleğine olan aşkını, yaşadığı zorlukları bire bir yaşadım. Beş para etmez siyasetçi güdümlü müfettişlerin haksız eleştirilerine muhatap olmayayım diye yıl boyunca çektiği stresi unutamam. Bir de öğretmen özgür değil. Kendi metodunu seçemezsin. Uyduruk bir müfredata bağlanmışsın, dışına çıkıp yaratıcılığını geliştiremezsin. Tek tip robot gibi insan yetiştirmeye ayarlanmış ezberci bir sistem. Mutluluğunuzun endişelerinizi bastırmasını diliyorum. Fakat eşim emekli olunca sırtından büyük bir yük kalktığını hissetmiştim.

      Yazımı bitiremiyorum:) Gerçekten öğretmenlerin eline harfi harfine uymak zorunda olmaları istenen birer müfredat verdikten sonra niçin bu insanlara üniversite tahsili yaptırırlar? Lise mezunu da aynı şeyi pekala yapabilir bunu. Sadece öğretmenlikte değil, bütün devlet kurumlarında çalışan üniversite mezunu meslek sahipleri için de aynı şeyleri söyleyebilirim. Eski Köy Hizmetlerinde mühendislerin köprü projelerinde yaptığı gibi, açıklığa göre abağa (tablo) bak, demir çapını bul, ne hesap bilir ne farklı bir proje geliştirebilirlerdi. Eğitim büyük bir sorun ülkemizde. Her bakımdan geri kalmamızın baş nedeni...

      Sil
    2. Bay Kaplan, son paragrafa cevap niteliğinde kendi yaşadıklarımdan örnek vermek isterim. Üniversitede bilim adamı olarak yetişip, devamında devlet memuru olarak çalıştırıldığımız için bu haldeyiz zaten. Hekimlik hayatım boyunca öyle işler yaptırıldı ki bizlere, anlatsam uyduruyorum sanırsınız. En son örneklerinden biri şudur; İstanbul’da çalıştığım kurumda gelen resmî yazıda bizden istenen görev; kapı kapı gezip, o semtteki insanların ellerini sıvı sabunla mı yoksa katı sabunla mı yıkadıklarını sorup, bir forma kaydetmek. Düşünün, altı yıl tıp fakültesini bunun için okumuşuz biz, aramızda en yeni mezun on yıllıktı o kurumda. Poliklinik sırası bekleyen yüzlerce hasta, aşı için, pansuman için bekleyen bir dolu hasta ve üç hekim. Bu üç hekimden biri o görev için kurumu terk etmek zorunda... Ah daha neler neler, dediğiniz gibi; her üniversite mezunu meslek grubu için geçerli bu anlattıklarım, ne siyelim, coğrafya kaderdir. Oysa ki, yönetenleri seçmek kader değil ama tabii birazcık da olsa çalışan bir kafa lazım. Selamlar, saygılar.

      Sil
    3. O resmi yazıyı yazdırıp altına imzayı atanlar olduktan sonra bir adım ileriye gidemeyiz. Maalesef coğrafya kader oluyor. Eğitimsiz bırakılmış toplumlarda adil olmayan seçimin büyük bir yalan, millet iradesi diyerek ileri sürülen şeyin halkın ağzına çalınan bir parmak bal olduğunu daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Kafası çalışanların doğup büyüdüğü topraklardan vaz geçip kapağı medeni bir ülkeye atmak için her fırsatı kollayan insanların yaşadığı bir ülke burası. Açlık ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü bu topraklarda, Boğaziçi Üniversitesi gibi güzide bir eğitim kurumuna tuvalet bekçisi yapmaya bile değer atfedilmeyecek biri, sırf siyasi görüşleri nedeniyle atanıyorsa, anayasada tarafsızlık ilkesi kapı gibi dururken, alenen particilik ayrımı yapılırken "sözde" denilmesini dava konusu eden bir cumhurbaşkanına sahip isek, o ülkenin vatandaşı olmak kaderdir sevgili Sevda Hanım, saygılar.

      Sil
  9. Hem bu yazı hem de altına yazılan birçok yorum bana yeni bakış açıları kattı:) Konu üzerine konuşulacak çok şey var ve çok güzel anlatmışsınız:)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. O zaman maksat hasıl oldu:) Kesinlikle haklısınız, söylenecek çok söz var, bir de çaresizlik.
      Teşekkür ederim:)

      Sil