Marmara Depremi korkutmuştu herkesin gözünü. Genel Müdürlükten gelen üst düzey yetkililere büyük toplantı salonunda verdiği brifinglere katılım artmıştı. Sadece ilgililer değil, civar köylerin muhtar ve azaları, oda başkanları ve gazeteciler. Herkesin merak ettiği inşaatın ne zaman biteceği değil, barajın kaç şiddetinde depreme dayanabileceğiydi. İngilizler, bölgenin depremsellik özelliklerini dikkate alarak titiz bir çalışma yapmış, farklı senaryolara göre baraj gövdesinin dinamik analizlerini en gelişmiş bilgisayar yazılımları ile çözmüş, buna göre kullanılacak betonun taşıması gereken özellikleri belirlemişti. Görünürde hiçbir sorun yoktu yani.
Korku büyüktü! Müteahhitlerin büyük bir kısmı için güzel bir fırsattı aynı zamanda bu. Baraj gövdelerinin ön ve arka yüz eğimleri yatırılmaya, böylece dolgu hacimleri arttırılmaya başlandı. İş adamları, hangi müteahhidin deprem korkusu ile iş miktarını ne kadar ve nasıl arttırdığı konusunda kulak kabartıyorlar, birbirlerinden öğrendiklerini sanki kendi fikirleriymiş gibi teknik elemanlarına aktarıyorlardı. Garip bir zevk alıyorlardı bu işten üstelik, bak sizin aklınızın ucundan geçmeyenleri ben düşündüm havalarında bir nevi üstünlük sağladıklarını zannediyorlar, tatmin ediyorlardı kendilerini. Büyük bir yarış başlamıştı müteahhitler arasında. Her biri yüklendiği işlerde diğerlerinin yaptıkları keşif artışlarını kıskanır oldular.
Zor işti mühendislik bu ülkede, ister devlette çalış, istersen özel sektörde. İyi mühendisin tanımı, en iyi projeyi, hesabı yapan değil, patronuna en çok para kazandıran kişiydi. Orhan da bu çarkın bir dişlisiydi. Fakat ana dişli Rauf Beydi. Akıl almaz taleplerle hedefi ortaya koyuyor, işin teknik kılıfına sokulmasında Orhan'a çok güveniyordu. Rauf Bey, kendini satmayı iyi bilirdi. Patronun hakkı olmadan cebine giren her kuruştan payını alma konusunda üstüne yoktu. Bu amacına her seferinde değişik yollardan ulaşırdı. Kâh patronlarla kavga dövüşle, kâh şirketin ona iş harcamalarında kullanmak üzere verdiği kredi kartından kişisel harcama yaparak. Öyle ki, şantiyelere gittiğinde üç kuruşluk berber parasını bile şantiye şefine ödetmekten çekinmezdi.
Orhan'ın durumu farklıydı. Baba bildiği devletle ekmeğini yediği patron arasında sıkışıp kalmıştı. Ekmeğini devletten yiyen memurların aslında devleti yediğini çok iyi biliyordu. Hatta bir keresinde bir şube müdürünün "Devlet beni düşünmüyor ki, ben devleti düşüneyim." deyişi aklından çıkmıyordu. "Madem şirketinin çıkarını düşünmüyorsun, o zaman sen git de bana patronun gelsin" demişti müdür, en namuslu bildiği devlet memurlarından biriydi o Orhan'ın. Hangisi daha namuslu bir davranıştı? Topladığı vergileri yandaşlarına ya da menfaati uğruna peşkeş çeken devletin yanında yer almak mı, yoksa emeğinin karşılığında geçimini sağlayan patronun çıkarlarına hizmet etmek mi?
Ne yaman duygudur şu aşk! Çöl Çiçeği'nin sayesinde yeni bir aşk türünün farkına varıyorum. Hava soğuk, ne keder. Anlatacaklarımız, dinleyeceklerimiz sadece yağmurdan etkileniyor. Çöl Çiçeği'nin içinde bulunduğu ruh hali de havanın durumu gibi. Yağmurlu günlerde ağlıyor, güneşli günlerde gülüyor, bulutlu günlerde kararsız. Meşhur kişilik analiz testini bilirsiniz. Seneler önce bir dostumuz yapmıştı bize. Eğer Çöl Çiçeği bunu duymadıysa bu testi ona yapmak istiyorum. İnsan aklının iki yöne birden baktığını, bunlardan birinin çevreye dönük olduğunu, dış dünya, insanlar hakkında bilgi topladığını, diğerinin ise iç dönük olduğunu, içimizdeki gizli dünyaya baktığını söyleyen Japon bilim insanı Profesör Isamu Saito'nun geliştirdiği kokoloji testinin basitleştirilmiş bir şekli aslında bu test. Popüler olduktan sonra birçok versiyonu çıkmış, bazıları büyük oranda doğru sonuçlar veriyor. Evet, bundan haberi yok Çöl Çiçeğinin. O halde başlayabiliriz.
En çok sevdiğin hayvan hangisi, söyle bana diyorum. Düşünüyor, kendini dinliyor. Uzun bir süre sonra cevabını veriyor. "Köpek" Neden peki, niçin bu hayvanı çok seviyorsun? Hangi özellikleri seni ona bağlayan. Anlatıyor, "Çok sevimli, dokunmak sevmek istiyorum, masum, güzel." Peki, diyorum köpeğin en sevdiğin hayvan olduğunu söyledin, hoşuna gitmeyen özellikleri ne bu hayvanın? Biraz düşündükten sonra cevap veriyor. "Hiç," diyor "Hiçbir şeyi yok, hoşuma gitmediği." Hiç mi yok? diye ısrar edince. "Havlamasını sevmiyorum." diyor, devam ediyor. "Ama o bir hayvan, ne yapsın ki, elinde değil havlamamak." Analiz, insanın en sevdiği hayvanın kendini nasıl gördüğünü açıklıyor. Kendini sevimli, masum ve güzel buluyor yani. Kendisiyle ilgilenilmesi hoşuna gidiyor. Tek kusuru çenesini tutmaması, karşısındakinin rahatsız olduğunu bildiği halde. Bu da benim yapım diyor, değiştiremem ki!
İkinci sevdiği hayvana kedi demesini bekliyorum. Oysa o oğlak diyor. Bu eşini nasıl gördüğünü ortaya döken bir metafor. İlk aklıma gelen keçi inadı. Hafifçe gülümserken renk vermemeye çalışıyorum. Neden diye soruyorum? Güzel gözleri var, paytak paytak kaçmalarını, geri dönüp gelmelerini seviyorum diyor. Olumsuz bir özelliğini söyleyemiyor. Gerçekten de bu ilişkiyi iki inatçı keçinin köprü üstünde karşılaşmalarına benzetiyorum. Biri geri dönüp diğerinin geçmesine izin verse diğeri ondan sonra karşıya geçebilecek. Hayır, sonuna kadar inatlaşıyorlar. İkisi birlikte dereye uçacak, haberleri yok.
Çöl Çiçeği kıskançlığın zirvesinde. Sevdiğinin elinde tuttuğu gonca gülden bile kıskanıyor onu. Vefalı, cefakar. Karakterini bile değiştirmeye razı. Ama bu ne kadar mümkün? Fuat, boşlukta, çaresiz, yılgın, kararsız. Ne Çöl Çiçeği'yle ne de onsuz yapabiliyor. Denedik olmuyor diyor. Arayış içinde belki. Fakat emin değil kendisinden. Çöl Çiçeği sağlam duruyor, ya da öyle gösteriyor kendini. Serbestsin şimdi, diyor. Gez, dolaş, yap istediğini. Madem ayrıldı yollarımız, ikimiz de çizelim kendi kaderimizi. Sözler başka kalpler başka şeyler söylüyor aslında.
Çöl Çiçeği bu sabah neşeli, hiç olmadığı kadar. Tamam diyor, attım artık kafamdan. Gözleri teyit etmiyor sözlerini. Bir haber uçmuş gelmiş uzaklardan. Başka biriyle görmüşler Fuat'ı. İşte o, aralarını bozan kara kedi. Rahatlatır mı bu Çöl Çiçeğini. Kopartıp atmaya yetmez mi zincirlerini? Kararsızlığı aydınlanırken umudu kararıyor birden. Sözleri şen şakrak, gözleri buğulu.
Kapat gözlerini diyorum bir kaç sorudan sonra. Kapatıyor. Bir orman düşün yemyeşil ağaçlarla kaplı. Kuşlar cıvıl cıvıl, yanında akan bir derenin şırıltısına kulak ver. Börtü böcek, kelebekler etrafında uçuşuyor, nefis bir hava. Ormanda ağaçların arasında ilerlerken karşına boydan boya bir cam çıkıyor. Kalın bir cam. Camın arkasında belki başka güzellikler var. Belki de yok, ama camın arkasına geçmeden göremezsin. Bunun tek yolu kırıp geçmen camı. Öyle kolay değil elbette. Camı kırarken sana zarar verebilir. Ne yaparsın diye soruyorum Çöl Çiçeğine? Uzun uzun düşünüyor. "Şu an bir şey yapamam." diyor. "Yani, camı kırmaya cesaretim yok. Yaralanmak, zarar görmek istemiyorum." Sonra birden havası değişiyor, neşe kaplıyor içini. "Ama iki ay sonra ne yapar yapar kırar o camı geçerim arka tarafa. Ne çıkarsa bahtıma." İki ay mı diyorsun? "Evet, tam iki ay." Bak diyorum iki ay sonra benim yaş günüm. Yani unutmam o günü, senin bu sözünü hatırlatacağım. Cam karşı cinsi simgeleyen bir sembol. Yani mealen diyor ki şu anda hazır değilim ama iki ay sonra yeniden yelkenlerimi açacağım aşka. Bunu ona açıklayınca gülüşüyoruz.
Cevabından emin olduğum son bir soru Çöl Çiçeği'ne. Bu analizin parçası değil. Her şeye rağmen, bir kez daha dünyaya gelsen kiminle olmak istersin diye soruyorum. Son derece kendinden emin bir şekilde, tereddütsüz "Onunla" diyor. Benim aşkı tanımladığım "karşılıksız sevgi" dolaşıyor kafamda. Hayır bu tam uymuyor Çöl Çiçeğine. Daha fazlası, ya da azı. Sahiplenme var, kıskançlık var. Kılına zarar gelse canı yanıyor hala. Hani anneler çocuğuna her türlü lafı eder de, bir başkası ona laf ettiğinde yüreğine işler. Benzer şekilde, onu öldüreni kıskanır, ölümü bile kendi elinden olsun ister Çöl Çiçeği. Oysa gerçek aşk Ümit Besen'in "Nikah Masası" şarkısında yerini bulur. "Nikah masasına beni çağır sevgilim, istersen şahidin olurum senin."
Ağaç Ev Sohbetleri ilaç gibi geldi bu kez. Adeta dondum bu aralar. Yazmak ve okumak konusunda elim ayağım bağlandı. Nedeni yok, belki de vardır ama çözemedim. Ara verince yeniden yazıya dönmek her geçen gün zorlaşıyor benim için.
Yaşadığımız bu günler eskiyi aratacak mı? İlk bakışta karamsar bir tablo geliyor gözümün önüne. Bu hafta Ağaç Ev Sohbetlerinin konusunu sevgili Konumuz Kitap / İrem Can belirlemiş.
Yaşadığımız özellikle de son yıllardaki dünyanın halini nasıl buluyorsunuz? Avustralya'daki yangınlar, dünyanın dört tarafındaki depremler. Çin'deki virüs ve daha fazlası... Sizce BİZ nereye gidiyoruz?
Tek kelimeyle "korkunç" buluyorum. Ne yazık ki iyi şeyler göremiyorum yazılacak, söylenecek. Depremler, afetlerden bahsetmiyorum. Onlar zaten vardılar ve olmaya devam edecekler. Biraz insan sevgisi olsa karar sahiplerinin içinde, depremlerden, afetlerden de korkmayız aslında. Para hırsı gözlerini bürümüş insanların. Paraya hükmetmek için savaşlar, iç savaşlar çıkartılıyor. Dünyada gelir dağılımındaki makas her geçen gün daha çok açılıyor. Ülkeler süper güçlerin kontrolünde, adeta birer sömürge durumunda. Medya iktidarların elinde, cahil halkı kolaylıkla manipüle edip yerini sağlamlaştırıyor. Bugünkü iktidarlardan bahsetmiyorum, yarın muhalefet iktidara gelse aynısını yapacak. Liyakat diye bir kavram kalmamış. Devlet kadroları işinin ehli olmayan idarecilerle dolduruluyor. İşi iyi bilmek, yönetmek değil önemli olan. Beynini rafa kaldırıp yukarıdan gelen talimata göre hareket eden, maaşlarını vatandaşlarının vergilerinden alan yalaka idareciler bunlar. Talimatın nereden geldiği belli. Küresel sermayeden bahsediyorum. İnanılmaz derecede zalim ve hırslı.
Çevre kirliliği artarken su kaynakları, tarım arazileri azalıyor. Denizlerimiz kirleniyor, doğanın dengesini bozuyoruz. Bu gidişin nereye olduğu belli değil mi? Kendi sonumuzu hazırlıyoruz. GDO'lu ürünler, ilaçlarla insanların sağlığı hiçe sayılıyor. Son yüz yılda bilim ve teknolojide olağanüstü gelişmeler yaşandığı bir gerçek. Fakat her yenilik insanın zararına kullanılmaya devam ediyor. Dünya kaynakları hoyratça tüketiliyor. Fırsat eşitsizliği, dini ve ırksal ayrımcılık savaşları körüklüyor. Bütün bu kara tablonun özünde para hırsı var. Bu yüzden insanlar birbirine kırdırılıyor. Zengin daha zengin fakir daha fakir oluyor. Sömüren ülkelerde refah yükselirken az gelişmiş ülkeler sömürülmeye ve süper güçlerin taşeronluğuna devam ediyor. Hiçbir kuruma güven kalmadı. Bütün kurumlar paraya hizmet ediyor. Savaş çıkartılıyor, insanlar canından oluyor, birileri silahtan köşe oluyor. Derken bir virüs çıkıyor ortaya. Dünya Sağlık Örgütü tavsiyelerde bulunuyor. Gazozdan bir aşı buluyorlar, ilaç firmaları köşe. Evet, dünyanın hali berbat ve gittiğimiz yerin dibi.
Neyse ki ülkemizin hamdolsun bugünü de yarını da iyi. Eskiden kötüydük tabii, yirmi yıl kadar önce falan. Ancak şükürler olsun ki iyiyiz şimdi. Daha iyi de olacağız inşallah. Bilindiği gibi ülkemiz önemli fay hatları üzerinde. Allah muhafaza her zaman deprem olabilir yani. Elbette depreme karşı gelecek değiliz, Allah'ın takdiri. Maşallah Afad güzel çalıştı son depremde, kırk beş kişiyi enkaz altından çıkardı. Gelişmişliğin göstergesi. Söyleyin bakalım dünyada kaç ülkede Afad var? Yok tabii, varsa bile onları biz gönderiyoruz. Çevre konusunda da gelişmiş ülkelerle yarışıyoruz, hatta son atakla hepsinin önüne geçtik. Hükümetimiz bütün yurdu millet bahçeleri ile donattı, her yer yemyeşil maşallah. Bu bahçeler o kadar konforlu ki, al mangalını pişir etini. Var mı böyle gelişmiş ülke? Hamdolsun ekonomi bakanımız, milli damadımız, ekonomimizin çok iyi gittiğini söylüyor. Ben onun yalancısıyım. E, koca bakan yani, yalan söyleyecek hali yok ya. 2023 yılında en büyük ekonomiye sahip ilk beş devlet arasında yerimizi alacağız inşallah.
Arada iş kazalarında, maden göçüklerinde, trafikte bazı can kayıpları olsa da bunları hükümetimize mal etmek doğru değil. Günaha gireriz maazallah. Kader diye bir şey var. Azrail Aleyhisselam vadesi gelenin yanında zuhur edince ona kim engel olabilir ki? Her şey Allah'tan. Bazıları daha şerefli bir şekilde ruhunu teslim ediyor vatandaşlarımızın, hamdolsun hükümetimiz sayesinde şehadet mertebesine ulaşıyorlar. Ne kutlu mertebedir o. Gelişmişlik göstergesinde şehitlik önemli. Andolsun ki bu konuda lider ülkeyiz. Devletimiz üremeyi teşvik ederek daha çok şehit vermemiz için gerekli önlemleri tam zamanında almıştır. Gurur duyuyoruz.
Konuyu ülkemiz açısından ele aldığımızda geleceğe ümitle bakıyoruz elhamdülillah. Eğitimin kaldırılmasını bekliyoruz asrımızın liderinden. Gerçekten de boş yere beyinleri yıkanıyor okulda çocuklarımızın, gençlerimizin. Onun yerine mahalle mektepleri, kıraathane ve tekke sayılarının artacağını ümit ediyorum. Allah'ın izniyle nefesi kuvvetli hocalarımız ecnebi devletlerle girişeceğimiz her savaştan muzaffer çıkmamız için tesirli dualarını esirgemeyecekler. Tarihimizin altın sayfalarını yeniden yaşayacağız. Padişahlık geri gelecek. İnancımızın gereklerini özgürce yerine getirebileceğiz. Halkımız istedikleri yerlerini örtüp istedikleri yerlerini açabilecekler. Erkekler dört eş alabilecek. Artık kimse harama uçkur çözemeyecek. Rüya gibi değil mi? Sizi bilmem ama ben dünya bataklığa sürüklenirken ülkemin geleceğini hamdolsun çok iyi görüyorum.
İnsanın algılayabildiği dördüncü boyutmuş zaman! Bilim adamları, filozoflar evrende on farklı boyutun varlığını dile getiriyorlar. Paralel evrenler, kara delikler, beyaz delikler, solucanlar... Kâinatın sırları, var oluşun bilinmezliği içinde kaybolmuş zavallı insanlarız biz. Bana göre bilimi en gerçekçi kılan değişime bıraktığı açık kapı. Yıllar boyunca nice fikirler, teoriler bir tarafa atılmış, yenileri türetilmiş. Bazen yoğun düşüncelere, derin hesaplara kendini kaptırmış insanların yanı başında duran basit gerçekleri gözlerinden kaçırdığını düşünürüm.
Bir yorumdan çıktım yola. Belki de geçen zaman değil, zamanın içinden geçiyoruz. Uzun, çok uzun bir çizgi bu zaman. Yürüyen bant üzerinde ilerliyoruz sanki. Bir durakta binip diğerinde iniyoruz. Hayat diyoruz bu kısa yolculuğun adına. Kimimiz düşe kalka, kimimiz keyifle ilerliyoruz. Aklımız geride kalıyor çoğu zaman, nadiren önümüze geçiyor.
Çok gerilere gidelim bantın üzerinde. Dünya öküzün boynuzunda. Bu aralar kafasını çok sallıyor bizim öküz Mercan. Yok olmadı, gelelim şu tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin yaşadığı zamanlara. Dünya suyla kaplı dümdüz bir alan, kara parçaları suyun üzerinde yüzüyor. "Dünya düzdür, çünkü İncil'de öyle yazıyor." ya da "Dünya dönmüyor, çünkü Kuran'da öyle" Oysa M.Ö 310 yılında Samos'lu Aristarkos, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyince kimse inanmamış.
1 Kasım 1710 tarihinde koyu katolik bir şehir olan Lizbon'da, kutsal Azizeler Günü sebebiyle halk kiliseleri doldurur. Saat 09.40'ta meydana gelen deprem, onun arkasından çıkan yangınlar ve limanı vuran tsunami dalgaları 100.000'e yakın insanın ölümüne sebep olur. Kilise, başta olmak üzere halk şaşkındır. Tanrıya olan bütün vazifelerini ziyadesiyle yerine getirdikleri halde koca şehri haritadan silen böyle büyük bir afet nasıl başlarına gelebilir? Kısa bir süre sonra ülkenin tek hakimi Kilise Tanrı'nın öfkesinin sebebini bulur. Bu aralarındaki ahlâksız ve günâhkâr insanlardan dolayı kendilerine verilen bir cezadır. Tanrı'ya karşı gelen, ayinlere katılmayan, ahlâksızların ve günâhkârların teker teker toplatılıp öldürülmesini ister.
Aydınlanma çağının başlarında Voltaire, dindarların başına böyle büyük bir felâketin geldiği saatte günâhkâr Paris'te millet eğlence içinde sefasını sürüyordu der. Bu, Tanrı'nın öfkesi, insanlara verdiği bir ders olamaz. Kilise'nin dedikleri doğru olsa deprem Lizbon'da değil, Paris'te olurdu. Bunun dinle, Tanrıyla bir ilişkisi olamaz, jeolojik bir olaydır sadece der. Jean Jacques Rousseau, Sayın Voltair'e katılmadığını söyler. Bu deprem afetinin jeolojik yapıyla bir alâkası yok. Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım. Eğer deprem jeolojik nedenlerden dolayı olmuş olsaydı, ölenler sadece fakir halktan olmazdı.
Pekçok deprem oldu yurdumuzda. Eski Katolik Kilisesinin fikri uzantıları, yobaz takımı her depremin ardından "daha yetmedi mi anlamanız için?" diyerek bu doğal afeti Tanrı'nın bir ikazı, bir cezası olarak getirdiler önümüze. Ne yazık ki hâlâ bunlara inanan insanlarımız var. Profesör ünvanlı bir zat, Elâzığ depreminden sonra çocuk yaşta kızların evlendirilmesine yasak konulduğu için Allah'ın verdiği bir ceza olduğunu söylemiş depremin.
Yıl 2020. Zaman çizgisinde Samos'lu Aristarkos'la aramızda tam 2.330 yıl geçmiş. Kilisenin Lizbon depremini insanların günâhkârlığına, ahlâksızlığına bağladığı tarihten bu yana 310 yıl ileride yürüyoruz. Aslında yürüyen bedenlerimiz. Aramızda bazıları var ki o zaman tünelinde bedenleri ilerlerken akılları hep geriye gidiyor.
İnsan ne kadar garip bir varlık! Bu cümleyle başladı Çöl Çiçeği ile sabah sohbetimiz. Aklımda deli sorular. Onun aklı başında değil. Kötülüğün en dibindeyiz diyor, o zaman bitsin bu oyun, insin perdeler. Ben ise zamana takmışım kafayı. Zaman diyorum, zaman her şeyin ilacı.
Hemen karşımda denize nazır bir evde avarelikten dem vuran yazarın usta kaleminden çıkan yazıları okuyorum Çöl Çiçeğine. Yeşil gözleri buğulanıyor. İşte diyor, işte tam benim bu, beni anlatmış. Aşk diyorum. Tam iki ay oldu diyor, düşünüyor. Dik dur, güçlü ol, kendini zayıf gösterme diyorum. Kendini suçluyor, hatalıydım, ben hep hatalıydım diyor. Artık dayanacak gücüm kalmadı diyor, kopacaksa kopsun kıyamet. İnsan diyor, hep kendi egosunu tatmin etmek peşinde. Onsuz yapamam diyor. Peki ya o diyorum. O sensiz yapabilir mi? Belki diyor, emin değil. Peki, bırak kendi haline, belki sensizliktir onu mutlu eden. Hayır diyor. yapamam. O zaman diyorum, bu aşk değil.
Zaman diyorum, zaman her şeyin ilacı. Bu günlerin hepsi unutulacak, hepimizin unutulacağı gibi. Komşunun kedisi günlerdir kıvrılıp yattığı köşeden fırlayıp geliyor ayaklarımızın dibine. Bugün pek hareketli, tüyleri pırıl pırıl. Çöl çiçeği dayanamayıp alıyor kucağına. Kediye bakıyorum, gözleri ışık saçıyor. Zaman iyi gelmiş ona. Mutlu ediyor bir anlığına bizi.
Çöl Çiçeği suya hasret, suyun haberi yok. Hiç söylememiş ki suya özlemini. Su bilse bunu durur mu yerinde? İşte diyorum, zaman. Çöl Çiçeği bir damla suyun peşinde. Su kendine bir yol bulur ona akarsa ne alâ. Yoksa durum kötü. Kuruyacak. Zaman geçiyor, tik tak, tik tak.
Blog dünyasının en güzel, en seviyeli tartışmalarının yapıldığı Ağaç Ev Sohbetlerinin 22. haftasına girmiş bulunuyoruz. Deep Tone'unmoderatörlüğünde devam eden etkinliğin bu haftaki konusunu Barış Doğan belirlemiş. En kolayından en zoruna farklı sorularla birbirimizi tanıyıp anlamamıza vesile olan Ağaç Ev Sohbetlerinde bu hafta cevabı fazla yormayan, nispeten basit bir konuda görüşlerimizi yazma fırsatı bulacağız. İşte haftanın sorusu:
Blogger ve Youtube hakkında ne düşünüyorsun? İkisi de ayrı sosyal platformlar olmasına rağmen Youtube'da daha fazla bir büyüme söz konusu.
Konuya girmeden önce "olmasına rağmen" ifadesinin kafamı biraz karıştırdığını söylemek isterim. Yani, rağmen karşıtlık çağrıştıran bir sözcük. Blogger ve Youtube, iki ayrı sosyal platform olmasaydı Youtube'da daha fazla bir büyüme olmayacaktı gibi garip bir durum çıkıyor ortaya. Bunun deep'in gözünden kaçmaması gerektiğini düşünüyordum. Sanırım, iki sosyal platform arasında Youtube'a olan ilginin blogger'dan daha fazla olmasının nedenleri sorulmak istenen.
Gerek blogger, gerekse youtube diğer sosyal medya organlarının aksine değer verdiğim, faydasına inandığım iki güzide sosyal platform. Her ikisinden de olabildiğince yararlanıyorum. Bunlar arasında önceliğim elbette blogger. Çünkü kendimi konuşarak değil, yazarak daha iyi ifade ettiğimi düşünüyorum. Benzer şekilde bir konuşmayı ya da filmi izlemektense okumayı tercih ederim. Yazarken vermek istediğiniz fikri okura tam olarak veremediğinizi düşündüğünüzde, gerekli düzeltmeleri yapmak daha kolay. Bazen bunu başaramadığınız hallerde yazamıyor, hatta yazdığınızı silip bir köşeye atabiliyorsunuz. Düşünceler, hayaller, duygular sözcüklere gizleniyor. Oysa konuşurken, dinleyici fikre tam olarak odaklanamıyor. Karşısındakinin saçı, gözü, kıyafeti, konuşmasının şekli, heyecanı konsantrasyonumuzu bozabiliyor. Aslına bakılırsa her iki iletişim şekli de birer yetenek. Hatipliği olmayan bir kişiyi dinlemek, kötü bir yazıyı okumak gibidir. İyi bir hatip boş bir düşünceyi hoş bir şekilde anlatıp yanlış fikirlere sevk edebilir insanı. Diğer taraftan mahir bir yazar boş bir düşünceyi edebi sanatların en üst seviyesinde süsleyerek yazsa bile iyi bir hatip kadar ikna edici olamaz.
Yazmayı ve okumayı daha gerçekçi bulurum bu yüzden. Blogger'ı vazgeçilmez kılan, insanların samimi düşünceleri ve hayal dünyasına açılan bir kapı olmasıdır. Elbette bütün bu anlattıklarım ticari amaca yönelik kullanımların dışındadır. Ticaret söz konusu olduğunda, ürünün allanıp pullanarak pazarlanmasıdır esas olan. Bu bakımdan blogger, youtube'a yetişemez. Çünkü görsellik youtube'da daha ön plândadır.
Youtube, her ne kadar içinde sulu, zevzek şeyler barındırsa da, haber, sosyal deney, sokak röportajları, belgesel, müzik ve muhtelif konularda kolayca erişilebilen önemli bir bilgi kaynağıdır benim için. Özetle, her iki platformu da severek kullanıyorum. Blogger'da hem etken, hem edilgen konumdayken, youtube'ta öyle görünüyor ki, hep edilgen kalacağım. Belki de bu yüzdendir blogger önceliğim.
Ankara'da ortam farklı. Kalabalık bir kadro yok, odaların bir kısmı gelecek patron çocuklarına rezerve edilmiş. Rauf Bey'in altındaki oda senin, aradaki camdan bir bölmeyle teknik ofis olarak kullanılan geniş salona açılıyor. Proje, yeni fiyat ya da hakediş takibi için hemen her gün DSİ Genel Müdürlüğü'ne gidip geleceksin. Çok ciddi görünen devlet memurları hakkında çıkarılan dedikodular şaşırtacak seni. Bunların sadece dedikodu olmadığını anlayınca daha da çok şaşıracaksın. Mesela kelli felli daire başkanlarından birinin memur kızlardan biriyle yaşadığı yasak aşk. Bu tür şeyler senin pek ilgi alanın olmadığı halde bütün günün Rauf Beyle geçtiği için olan bitenden haberin olacak. Çünkü dedikodu deyince Rauf Bey ilk akla gelen kişi. Kim kiminle kırıştırıyor, aileden kimin evine mobilya alınmış, sekreterin eşiyle ilişkisi neden bozulmuş, sormadan anlatacak sana. Günlerden bir gün o bahsettiğim daire başkanının talimatıyla sevgilisi ve onun bir kadın arkadaşını şantiyede ağırlayacaksınız. Başkan benimle nasıl ilgileniyorsanız onları da aynı şekilde ağırlayacaksınız diye buyurmuş. İki sekretere şoförlü bir Mercedes Vito tahsis edip Bodrum'un en güzel otellerinden birinde bir hafta süreyle kalmalarını sağlayacak, her türlü isteklerini yerine getireceksiniz. İsterseniz yapmayın, bu bir emir. Aynı ismi taşıyan iki kadın mühendis. Biri evli, onun dobralığını seveceksin. Diğeri eşinden boşanmış sessiz, güzel, ufak tefek, biraz da mahcup. Aklının ucundan geçmeyecek ki, kısa boylu yusyuvarlak, üstelik evli bir şube müdürüyle yasak ilişki yaşadıkları. Dallas'tan farkı kalmamış buraların diyeceksin.
Şirketin diğer şantiyelerini Rauf Bey'le birlikte sık sık ziyaret edeceksiniz. Bir yandan barajın teknik şartname ve proje hazırlıkları hızla devam edecek. Ekseriya yabancılar gelecek yanına, yaptıkları çalışmalar hakkında bilgi verecekler. Yeri geldiğinde imalatı kolaylaştırıcı, daha kârlı çözümler üretecek, yabancı mühendislerden bu yönde çalışmalarını talep edeceksin. Temel ıslahı, gövde dizaynı, şartnameler ve bunun gibi her türlü detay çalışmaları yapılırken ilgili yabancı mühendis ile senin dışında karışan görüşen olmayacak. Bu senin için büyük bir nimet. Hem mesleğinle ilgili çalışmalarında son zerresine kadar tatmin olacaksın, hem de zaman alıcı kısır tartışmalar önünde engel çıkarmayacak. İnanılmaz derecede keyifli bir ortam bu dostum. Yeni proje müdürü Mehmet Bey başta olmak üzere şantiyedeki bütün kısım şefleri ile son derece uyumlu bir şekilde çalışacaksınız. Seni şaşırtan tek şey ne kontrol teşkilâtı, ne bölge müdürlüğü, ne de genel müdürlükten bir Allah'ın kulunun proje çalışmalarına katılmak için herhangi bir taleplerinin olmaması. Bir anda koca barajı yapan, kontrol eden ve hatta onun tek sahibi olacaksın. Senin yerini dolduracak ikinci bir kişi yok. Rauf Beye teknik detaylara fazla girmeksizin bilgi vereceksin. İdare elemanlarının sorularını cevaplandıracak, şantiye ziyaretlerinde onlara sayısız brifing vereceksin. Herkes ağzının içine bakacak. Elbette yabancı dil bilgin bu konuda sana büyük avantaj sağlayacak. Bazen DSİ Genel Müdürlüğünün konferans salonlarında yabancı mühendislerin slayt gösterileriyle destekledikleri brifinglerde tercümanlık yapacaksın.
Zemin müşavir firması sizi merkezlerinin bulunduğu Avusturya'ya davet edecek. Bu hem iş, hem de turistik bir gezi aslında. Johannes inanılmaz eğlenceli biri. Onunla yaptığınız sohbetler, Türkçeyi öğrenme gayretleri, yaşça senden büyük olmasına rağmen sana abi diye seslenişi neşeli zaman geçirmenizi sağlayacak. Akşam yemeği için sizi harika bir restaurant'a götürecekler. Yöresel kumaş başlıklı tombul kadın garsonların fırfırlı otantik köylü kıyafetleri içinde sundukları geyik etinin tadını unutmayacaksın. Konuklar arasında Rauf Beyin dışında İngilizler, Andrew ve Quentin de olacak. Aralarında yaptıkları fısıltı halindeki konuşma gözünden kaçmayacak. Çünkü bir sonraki ev sahibi onlar. Avusturya'nın kendine özgü yöresel mutfağını gördükten sonra hiçbir özelliği olmayan İngiliz mutfağı bizimkileri telâşlandırmış olmalı. Gelecek sefer Londra'da bizi nerede ağırlayacaklarını kara kara düşünmeye başlayacaklar. Ertesi gün şehrin tarih kokan cadde ve sokaklarında dolaşıp yılların yorgunluğunu çıkarmaya çalışacaksın.
Çok geçmeden aynı ekiple Londra'da buluşacaksınız. Program gereği önce İnşaat Mühendisleri Odasında Andrew'un vereceği brifinge katılacaksınız. Brifingin konusu, yüklenicisi olduğunuz baraj. Andrew sırası geldiğinde slayt eşliğinde senin de çok iyi bildiğin konuları anlatıp konuşmasını bitirecek. Tertemiz cadde ve sokakları, geniş görkemli parkları dışında çok sevmeyeceksin bu şehri. Avusturya'nın o canlı sokaklarından sonra şehrin meşhur sisli havası içini karartacak. Akşam yemeği için bir İngiliz restaurant'ına götürmelerini boşuna bekleyeceksin. Sizi yemeğe götürecek en iyi yer olarak seçtikleri güzel bir İtalyan restaurant'ı olacak. Bu senin açından iyi bir tercih, biliyorum ki İtalyan mutfağı senin için vazgeçilmez. Fakat bir İngiliz için ne kadar utanç verici.
Ankara'daki evden kiracıyı çıkarttıktan sonra büyük çapta bir tamirat ve tadilât işine gireceksin. Kolon ve kirişlerin dışında sıvalar, kapılar, pencereler sökülecek, evin bütün tesisatı yenilenecek. Ev yeni baştan eşinin zevkine ve modaya uygun bir şekilde düzenlenecek. Daha sonra eşyaları bulunduğunuz şehirden evden eve taşımacılık yapan bir şirket vasıtasıyla yükletip ailenle birlikte özel aracınızla bir kez daha Ankara'nın yolunu tutacaksınız. Afyon'a girerken yakıt almak üzere girdiğiniz istasyonda görevli çocuğun gözlerini odasındaki tv den ayırmadığını fark edeceksin. Merakla başın o yöne dönecek. "Abi, İstanbul'da büyük deprem oldu, duymadınız mı?" diye soracak sana. Sarsıntının oradan bile hissedildiğini anlatacak. Tarih: 17 Ağustos 1999.
Sabah eşyalar boşaltılırken şirket merkezine uğrayacaksın. Rauf Bey'in eşi ve kızı panik halinde, telefonlar susmak bilmiyor. Ne olduğunu sorup öğrenmeye çalışacaksın sekreterden. Rauf Bey'in kayın validesi Gölcük'te yazlıktaymış, bir türlü haber alamıyorlarmış. Hemen şantiyede kalan Rauf beyi arayacaksın. Sen endişeyle ona geçmiş olsun demeye çalışırken o, "Bizim domuz yedi canlıdır, bir şey olmaz ona" diyecek neşeyle. Yine de eşinin korkusuyla şantiyeden yüklediği kazıcı iş makinalarıyla deprem bölgesine doğru çıkacak yola.
Evet dostum, pek çok can kaybına sebep olan o Marmara depreminde Rauf Bey'in kaynanası ile birlikte bacanağının üniversite öğrencisi oğlu enkaz altından sağ çıkamayacak. Rauf Bey deprem bölgesindeki içler acısı durumları, trafikteki keşmekeşi, organizasyon bozuklarını içi burkularak anlatacak dönüşünde. Sonra birden aydınlanacak yüzü. "Ama, şu depremin tek bir faydası oldu, bizim domuzun canını aldı." diyecek. "Gerçi delikanlıya çok üzüldüm ama elden ne gelir." Anlat diyeceksiniz, çevresini saran kişilerle birlikte, neler yaşadınız. Bu kez iyice keyiflenecek. O kendine has Lâz şivesiyle, "Operatör, enkazı hafifçe eşelemeye başladı. İlk olarak domuzun koca kolu göründü. Bir an altından sağ çıkacak diye endişelendim. Biraz kıpırdasa, operatöre kapat hemen üstünü diyeceğim. Neyse ki bu sefer, korktuğum başıma gelmedi. İlk kez sevindirdi beni,"
Bu olayı büyük bir zevkle, fıkra anlatır gibi çevresindeki herkese anlatacak Rauf Bey. Bir insan bu kadar acımasız olabilir mi?