KATEGORİLER

24 Ocak 2020 Cuma

TASHİH-İ TEFEKKÜR

Siyaseti sevmem, çünkü işlevinden uzaklaşmış bir organdır bu memlekette siyaset. Fakat bazen tutamıyorum kendimi, içimdekileri boşaltmak istiyorum. Bugün yine öyle bir gün. Dün gece tartışma programlarından birinin tekrarını izledim. Fetö'nün siyasi ayağı hakkında yapılan bir horoz dövüşüydü. O hengame içinde, gündemden kopmamak adına faydalı bilgileri olabildiğince toplamaya çalıştım yine de. Konu hakkında bazı düşüncelerim değişti diyebilirim. Ülkenin geleceği biraz daha karanlık göründü gözüme.

Fetö'nün devletin bütün kurumlarına sızdığı halde devleti yöneten siyasi otoriteye nasıl bulaşmamış olabilir? Ordu, emniyet, yargı, eğitim üst düzey atamaları iktidar tarafından yapılmıyor mu? Dış güçlerin maşası bir örgüte devletin en gizli kapılarını sonuna kadar açan iktidar partisinin lideri, halen milletin cumhurbaşkanlığı makamını teslim ettiği şahıs, "Aldatıldım ey halkım, kusura bakmayın, affınıza sığınıyorum" dediğinde cezai müeyyidelerden kendini nasıl kurtarabiliyor, bu bataklıktan kendini kurtardığı yetmezmiş gibi durumu lehine çevirip hem sözde darbe teşebbüsü olayından önce hem de sonrasında bağımsızlığımızın ve lâik cumhuriyetimizin teminatı olan ordumuzdaki Atatürkçü kadrolar başta olmak üzere kendisine rakip gördüğü değerli insanlara önce darbeci, sonra fetöcü yaftasını yapıştırıp nasıl etkisiz hale getirebiliyor? Kendisi ile birlikte partisinin diğer mensupları örgüte her istediğini verdiği için darbe teşebbüsünün araştırılması amacıyla açılan meclis araştırma komisyonlarını, soruşturmaya gerek görülmeksizin örtbas ediyor. Devlete ihanet bütün bunlar değilse hangi eylemin karşılığıdır bu suç?

Adını ister demokrasi meydan muharebesi koyun, ister kontrollü darbe, başından beri şahsen yazarım, söylerim; benim zaviyemden 15 Temmuz, kanlı bir tiyatro oyunundan başka bir şey değil. Kanaatim odur ki, darbe teşebbüsünün baş sorumlusu gördüğüm ve ülkeyi yaklaşık yirmi yıldır yöneten iktidar partisinin içinde bilerek ya da bilmeyerek örgüte yardım ve yataklık yapmayan kişi sayısı yok denecek kadar az. 

Neyse, esas anlatmak istediğim ve düşüncemin değişmesine neden olan bu değil. Enver ALTAYLI: Eski BBP milletvekili Orhan Kavuncu'nun kayınbiraderi, 1963 yılında Tâlât Aydemir'in darbe teşebbüsüne karıştığı için ordudan ihraç edilen, eski MİT mensubu. Darbe teşebbüsünden bir yıl sonra, 27 Ağustos 2017 tarihinde fetöcü suçlamasıyla tutuklanıyor. Geçmişi biraz araştırılınca CIA başta olmak üzere Alman ve diğer gizli istihbarat örgütleriyle yakın ilişkisi saptanıyor bu zatın. Sadece birine değil bir çok istihbarat örgütü adına ajanlık yaptığı iddia ediliyor. Rasim BÖLÜCEK: Tıp doktoru, uzun yıllar MHP danışmanlığı yapmış, partilerin seçim kampanyalarının mimarı, RTÜK başkanlık müşavirliğinden istifa ettikten sonra Kılıçdaroğlu'nun davetiyle kendisinin siyasal iletişim danışmanı yapılan ve ikametgah adresi Newyork olarak gösterilen bir şahıs. CHP Genel merkezinde vekillerin ve bazı yetkililerin dahi giremediği 14. kat kendisine tahsis edildiği. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun CHP cumhurbaşkanı adayı olması için Kılıçdaroğlu'nu ikna ettiği, partiyi sağa yaklaştırdığı iddia ediliyor. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ABD'ye gidip orada yaşamaya devam ediyor. Bölücek bir Tıp doktoru olmasına rağmen Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş tarafından belediyenin alt yapı, üst yapı, konut, yol ve köprü yapan Metropol A.Ş isimli şirketin yönetim kurulu üyeliğine getiriliyor.  

Bu iki kişi, yani ALTAYLI ve BÖLÜCEK arasında tam 1.159 telefon görüşme kaydı varmış! Ne konuştukları henüz meçhul, belki de bunu detaylı bir şekilde hiç öğrenemeyeceğiz. Bir partinin başkanı, ana muhalefet partisinin, yani CHP'nin başındaki adam, danışacak onca liyakatli adam dururken, böyle bir adamı sormadan, araştırmadan, kendine nasıl olur da danışman seçer? De ki seçti, öyleyse böyle bir başkan CHP gibi bir partinin başında nasıl durur hala?

Sonuçta siyaset kurumu ve dolayısıyla bütün devlet kurumları, muhalefet partileri dahil bütünüyle CIA'in eline geçmiş. At izi it izine karışmış. Düne kadar CHP ile dinci bir örgüt arasında bir ilişki olabileceğini aklıma dahi getirmiyor, iktidar partisinin hedef saptırması olarak görüyordum yapılanları. Şimdi anlıyorum ki CHP içinde de paralel bir yapılanma varmış. Şimdi siyasal bağımsızlığımızı kazanmak çok daha zor olacak. En iyi ihtimalle birkaç nesil süreceğini düşünüyorum bu mücadelenin. Fetö'ye bulaşmış kişilerin ağzında dolaşan ortak bir laf var. Hepsi sözleşmiş gibi "Ben Allah'tan korkan, dinine, devletine bağlı, ülkesini, milletini seven bir Türk Milliyetçisiyim." diyor. Ülkeyi yıllardır ABD'ye ve süper güçlere satan bu kişiler diyorum, Allah muhafaza, bu güruh, ya Allah'tan korkmayıp dinine bağlı olmasa, ülkesini, milletini sevmeseydi halimiz nice olurdu acaba? 

21 Ocak 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 21

Ağaç Ev Sohbetlerinin 21. Haftasına Sade ve Derin / Deep Tone ev sahipliği yapıyor. İrem Can ve Taha Akkurt tarafından başlatılan bu güzel etkinlikte pek çok konuyu tartıştık. Gururla ifade etmek isterim ki bu sohbetler başlayalı beri atladığım hafta olmadı. Her hafta heyecan içinde yeni konu başlığını bekliyorum. Umarım bu sohbetler çok uzun süre devam eder. Deep bu hafta sevdiği ve üzerinde çok düşündüğü bir konu seçmiş. İşte Ağaç Ev Sohbetlerinin 21. Hafta konusu ve üzerinde tartışmamız istenen sorular...

"Yeni mi, eski mi? Yeniyi mi seversiniz, eskiyi mi? Eski düşünceler, müzikler, filmler, kitaplar, eşyalar, duygular mı yoksa yeniler mi? Dün mü, bugün mü? Geçmişi mi özlersiniz, bugünü mü yaşarsınız? Nostaljik misiniz, güncel mi? Yeniliklerden yana mısınız, eskiyi mi korursunuz?"

Konuya ilişkin her şeyi kapsayan bir cevap vermek zor benim açımdan. Yeni mi, eski mi diye sorulursa ilk olarak kullanım süresi dolmuş, işlevini yitirmiş eşyalar gelir aklıma. Şimdi hala var mı bilmiyorum, çocukluğumda büyük beyaz bir kumaş torbayı sırtlanmış, sokakta "Eskiciii" diye bağıran kasketli adamları hatırlıyorum. Ev hanımları onun sesini duyar duymaz kapıya çıkar, eskimiş, kullanılmayan eşyaları üç beş kuruş karşılığında onlara verirlerdi. Bazen eşinin yıpranmış bir takım elbisesi, bazen kap kacak, bazen çocukların giysisi olurdu bu eşyalar. Bir taraftan evden yayıntının kalkmasına diğer taraftan da eskiciden alınan küçük paralara sevinilirdi. Güzel bir adetti, bu manada eskiyi tercih etmem söz konusu değil elbette. Fakat bildim bileli modayı da sıkı sıkıya takip ettiğim söylenemez. Gençlik zamanımızda uzun saçlar, kulak memesinden iki parmak aşağı sarkan favoriler, İspanyol paça pantolonlar giyilirdi. Şimdi bana ne komik geliyor bunlar. Şimdi sorsanız, uzun saç bir yana başımda kalan üç beş tel saç bile fazla geliyor bana. Bu konuda da eskiyi aradığım söylenemez. Gençlerin piercing, dövme yapması, genç kızların saçlarını kısmen pembe, mavi gibi renklere boyaması kendini ifade etme şeklinde yorumlansa da eskiden olduğu gibi gelip geçici bir akım olarak görüyorum bütün bunları. Karşı değilim, gençlerin bu zevklerine. Gençliğimde dede diye bildiğimiz bir ahbabımızın beni her gördüğünde "Hiç olmazsa şu favorini kulak memesi hizasında kes." diye adeta yalvarması aklıma geliyor ve bu tür aşırılıklara daha toleranslı oluyorum.

Eski örf ve adetlerden pek çoğundan hoşlanmam. Mesela el öpmek, ya da el öptürmek. Bugüne kadar kimseye elimi öptürmedim, bundan sonra da öptürmeyi düşünmem. Sadece bu mu, saymaya kalksam geriye pek azı kalır. Yani bu konuda da yeniciyim diyebilirim.  

Eski düşünceler, müzikler, kitaplar, filmler, duygular derseniz, işte orada biraz durmam gerekir. Düşünce deyince eskiyi şiddetle ararım. Hem de çok eskileri. Sokrates, Platon, Aristoteles gibi filozofları ve nice düşünürleri. Onlar aradan 2.500 yıl geçtikten sonra bugün yeniden hayata gelseler, "Hiçbir şey değişmemiş, hatta pek çok şey kötüye gitmiş" deyip tabutlarına geri döneceklerine inanıyorum. Gelecekte de bir şeyin değişeceğini düşünmüyorum. Çünkü insanların sorgulaması, düşünmesi iktidarların pek hoşuna gitmiyor. Bilmemizi değil inanmamızı istiyorlar, düşünmeden, sorgulamadan. Bu bakımdan düşüncenin, sorgulamanın dini hükümranlığa ve baskıcı rejimlere baş kaldırdığı Rönesans, 68 kuşağı dönemini, her ne kadar sancılı olsa da, yokluklar içinde bağımsızlığımızın kazanıldığı, üretimin önemsendiği Cumhuriyetin ilk yıllarını, Köy Enstitülerinin bir güneş gibi ülkeyi aydınlattığı dönemleri özlüyorum. Müzik, kitap derseniz, yine aynı. Klasik müzik dehalarını, dünya edebiyat klasiklerini göz ardı etmem mümkün mü? Bugünün gelir geçer hip hop müzik kültürüyle, bir caz orkestrasında çalan saksafonun keyiften uçuran nağmelerini mukayese dahi etmem, edemem.

Dün mü, bugün mü? sorusunda kokteyl bir seçim yapamayacaksam zorlanırım sanırım. İnsan, varoluşundan bu yana pek çok aşamalardan geçti. Bugün daha refah bir yaşam için elimizde eskiye nazaran çok daha fazla imkanlarımız var. Ne var ki refahımızı borçlu olduğumuz bilimsel ve teknolojik gelişmeler insan ırkının egoist tabiatı yüzünden daha adaletsiz, daha sömürgen ve daha acımasız bir toplum yarattı. Bana öyle geliyor ki insanlar bugün eskiye oranla daha az mutlu. Evet, bugünün refahından vazgeçemiyorum ama dünün daha özgür, üretken, mutlu insanları arasında bulunmak isterdim.    

Melankolik bir ruh haliyle nostaljiye takılmam aslında. Fakat iyi bir sanat eserini beğeniyorsam ne kadar eski olduğuna aldırmam. Eski bir film, bir edebiyat klasiği ya da harika bir müzik eseri olabilir bu. Konu edilen ev dekorasyonu, mobilya tasarımı ise yeniden, modernlikten yanayım, yeter ki fazla absürtlüğe kaçılmasın. Eskiyi korumak gibi bir çaba içinde değilim. Değerli şeyler kendini korumasını bilir zaten.          

17 Ocak 2020 Cuma

YENİ BİR HAYAT BÖLÜM 49

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 49 ***

Olağan üstü bir çalışma temposu içinde bulacaksın kendini. Her şeyi en iyi bilen, işlerine tamamen hakim biri olmaya çalışacaksın bütün gayretinle. İşlerin önündeki engelleri birer birer kaldırıp ödeneğin çok üzerinde ilerleme kaydedeceksin. Gündüz saatlerinde arazide devam eden inşaatları denetleyecek, geceleri geç vakitlere kadar ofiste projeleri inceleyip şartnameleri okuyacak, resmi yazışmalara bakacak, e-mail'lerle uğraşacak, satın almanın yaptığı harcamaları kontrol edeceksin. Uykusuzluğa alışacak bünyen. Bu kadar hırs niye? Neden başkaları gibi kendine zaman ayırmıyorsun? Hırs değil bu dostum, senin kaldıramadığın lâf yemek, hatta ters bir bakış bile yeterli alt üst olmana. Bunun için cevaplayamayacağın bir soru kalmamalı. Gece yarılarında bazen büyük patron gelecek yanına. "Hadi git artık, yeter bu vakte kadar çalıştığın." diyecek. Onun seninle yaptığı yarım saatlik sohbet bile lüks gelecek sana. Gözünün içine bakacaksın kalkıp gitsin de işine devam edesin diye. 

Bu tempo seni takatsiz bırakmak bir yana daha da güçlendirecek. Sahip olduğun enerjiye inanamayacaksın. İşçilerin kar maskesiyle çalıştığı günlerde üzerinde ince bir gömlekle dolaşacaksın aralarında. Üşümeyeceksin, hasta olmayacaksın. Büyük bir aşkla sarıldığın işin hedeflerine ulaştıkça daha çok içine çekecek seni. Ya insanlar... 

Çok sevdiğin mesleğinden soğutacak bazı insanlar seni. Kontrol baş mühendisi Selâhattin Bey'den bahsediyorum. Hatırlarsan bir dönüm noktası belirlemiştim senin için. Ne işin var özel sektörde. Git bir memur ol hayatını yaşa insanca. Meselâ Selâhattin Bey gibi ol. Onun gibi olabilir miydin acaba? Sen benim izimi sürmeyi tercih ettin madem, o zaman yaşayacaksın yaşadıklarımı. Selâhattin Bey, patronun cipine kurulup seni denetlerken, sana olur olmaz yerde talimatlar yağdırırken çek bunları şimdi sinene. Onlar iki yakın dost, sen yabancı. Selâhattin ne dilerse emri olur, sen ağzınla kuş tutsan yaranamazsın. Kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak ister seninle. Devletin gücü elinde, devlet zengin. Patron da öyle. Patron bir eser için para harcıyor, Selâhattin kendi çıkarı için hem devleti hem seni harcıyor. Devlet birçoklarına harcatsa da kendini, bilirim sen kendini harcatmazsın. 

Enerji tüneli beton kaplaması devam ederken beton santralinin otomatik kimyasal katkı ünitesi arızalanacak bir gün. Bu ilk değil. Daha önce defalarca arızalanmış, işe engel değil. Başına bir işçi koyar cihaz tamir oluncaya kadar manüel olarak karışıma ilave edersin katkıyı. O güne kadar hep bu şekilde aksamadan devam etmiş bu iş. Öğleden sonra kontrol  başmühendisi imzalı bir yazı getirecekler masana. "... nedeniyle şantiyede bütün beton döküm işleri durdurulmuştur." Kuyruğuna da basmadın ki bu adamın. İşin gereksiz bir nedenden ötürü durdurulması sana yapılacak en büyük zulüm. Hani çağırırsa gider konuşur, ikna etme yollarını ararsın. Yok öyle bir şey. Bu yazı ölüm fermanı gibi gelecek sana. Çevrendekilere aldırmadan küplere bineceksin. İlk aklına gelen veciz sözü sarf etmekten kendini alamayacaksın. "Maması az geldi bunun anlaşılan" 

Ertesi günü Rauf Bey gelecek yanına. "Ya sen nasıl yaptın bunu. Senin insan ilişkilerin çok iyiydi. Ereğli'de kontrollerle çok güzel anlaşırdın." diye söylenecek. Merak edeceksin ne yaptım diye. "Selâhattin Bey bana bir şeyler anlattı. Doğru mu bunlar?" diye soracak sana. Ne anlattı? diye sen de ona soracaksın merakla. "Maması az gelmiş falan demişsin"
"İyi de bu lafı kim taşıdı ki ona, ben odamdaydım sinirle bunu söylerken. Hem yalan mı? Resmi yazıyla betonu durdurmuş, hiçbir ünitede beton dökemiyoruz." diyeceksin. O buna hiç aldırmadan gidip hemen kendisinden özür dilemeni isteyecek. Bir yandan lâfı taşıyan kişinin kim olabileceğini düşünürken içine düştüğün durumdan kendini nasıl kurtarabileceğinin hesabını yapmaya başlayacaksın. Özür dilemek çok ağır gelecek. Özür dilemek bir hata yaptığında affını istemek. Fakat ortada yaptığın bir hatan olmadığına inanıyorsun. "Hayır, özür dilemem gereken bir durum yok, doğrusu onun benden gelip özür dilemesi." diyeceksin ısrarla. Rauf Bey, "Fakat sen şirketi zor durumda bırakıyorsun bu davranışınla. Unutma ki o kontrol, kalem onun elinde" diyecek. Yanında suratını asan büyük patron da Rauf Bey'le aynı fikirde olduğunu belirtecek. İşte dostum, şimdi kaldın mı yalnız başına. Artık yolun sonu göründü. Kontrol istediğinde seni işten uzaklaştırabilir, bunu biliyorsun. 

Rauf Bey'i takmasan da büyük patronun ısrarını kıramayıp gideceksin Selâhattin paşanın yanına. Özür dilemeye hazırlanırken alacak sazı eline. Yok efendim, ne görmüşsün de, ne biliyormuşsun da bu çirkin lâfı söylemişsin. Aslında biliyorsun ona yapılan her şeyi. Çünkü büyük patron ne yaptıysa anlatıyor sana. Koca devlet vermiş yetkiyi bu adama. Senin değil sadece, istese şirketin başına ne çoraplar örer. Susmalısın, susacaksın. 

Ofisine geri döndüğünde bir sürprizle karşılaşacaksın. Ereğli'de bir başka projede proje müdürü olarak çalışan sevdiğin bir arkadaşın Mehmet Bey, odanda Rauf Bey'le sohbet ediyorlar. Hem şaşıracak, hem de uzun zaman sonra onu gördüğüne sevineceksin. Birlikte yemek yedikten sonra üçünüz birlikte odana geçeceksiniz. Rauf Bey, sana dönüp "Patronlarla görüştük, görevini Mehmet Bey'e devredeceksin, yardımcım olarak merkeze alacağız seni. Hem maaşın da artacak" Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz. Fakat sevinemeyeceksin sonuç ne kadar iyi görünse de. Bu karara birlikte varmak gerekirken bir oldu bittiye getirilmen sıkacak canını. Gerçi Rauf Bey'in seni çok önceden gözden çıkardığını tahmin etmen zor değil. Fakat patronların karşısında buna gücünün yetmeyeceğinin de farkında. Yerine geçecek olan kişinin samimi bir arkadaşın olması bir şans. Lâkin ne kadar samimi olursan ol, şahsi çıkarlar her şeyin önüne geçiyor bu dünyada. Meselâ onun da kararını vermeden önce seni aramasını beklemen daha şık olmaz mıydı. 

Mehmet Bey'e ne maaş verildiğini soracaksın. Seninle aynı maaşı alacak derken yine kandıracak seni Rauf Bey. Yıllar sonra öyle olmadığını tesadüfen  öğrendiğinde kıyameti kopartacaksın Ankara'da. Hemen Ankara'ya gitmeni isteyecek senden bir an önce kurtulmak istercesine, sen ağırdan alacaksın. Ne acelesi var, bildiklerini Mehmet Bey'e aktarmadan nereye gidiyorsun? Hem büyük patron hem de Mehmet Bey senin bu kararını destekleyecekler. Yeniden Ankara'ya taşın, eşinin tayini, çocukların okullarının nakli... Okullar tatil olana kadar altı ay otelde kalmak zorunda kalacaksın. Aslında bu sürenin yarısı yine şantiyede ve ailenle birlikte geçecek. Kontrol başmühendisi Selâhattin Beyi her gördüğünde birbiriniz hakkında düşündüklerinizi çözmeye çalışacaksınız. O seni uçurumdan aşağı yuvarlamaya çalışırken sen zirveye çıktın, elinde tuttuğu iplerini kopartıp attın. Artık istese de bir zarar veremez sana. Bu maçın galibi sensin, ezik bakışlarında bu halini görmek hiç de zor değil senin için. Rauf Bey'i de sayabilirsin mağluplar arasında. Senin yerine getirdiği Mehmet Bey'le tamamen farklı karakterlere sahip olmanıza karşın muazzam bir işbirliği içinde çalışacak, çoğu zaman Rauf Beye karşı birlikte mücadele edeceksiniz. İlk kez o vuracak yüzüne sende gri rengin olmadığını. Ya siyahın var senin ya beyazın diyecek. Düşününce hak vereceksin arkadaşına. Sen ise grinin bütün tonlarını göreceksin onda.

(Devam edecek)

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 1 ***                 

16 Ocak 2020 Perşembe

MASALIN MASALI - ORTAK ÖYKÜMÜZ

Ortak öykümüz heyecanlı bir şekilde sürüyor. Masal maceradan maceraya koşuyor. Ailesi onun peşine düşmüş, kasabadan gençlerle birlikte endişe içinde her yerde onu arıyorlar. Daha önce masalımızın "Cadının Öfkesi" adındaki 7. Bölümün yazmıştım. 18. bölümde sevgili Ebrar arkadaşımızın kaldığı yerden devam ettim. Öykünün bütün bölümleri Sessiz Gemi arkadaşımızın blogunda. Bu güzel öyküye yeni katılmak isteyenler ya da daha önce katılan arkadaşlardan yine yazarım diyenler sevgili Sade ve Derin / Deeptone veya Sessiz Gemi / Kavanozdaki Beyin arkadaşımıza bildirsinler. Kim bilir bu sayede ortak bir masal kitabımız olur belki ileride. İşte benim Masal'a yaptırdıklarım: 

MASALIN YALANI

Endişeyle Ermiş Dede'ye dönerek "Geldiler işte!" diyerek fısıldadı Masal. Ermiş Dede işaret parmağını dudağına götürüp sesini çıkartmamasını işaret etti. "Sen benim dediklerimi yap ve sakın heyecanlanma." dedi sessizce.
Tok sesiyle kapıya doğru seslendi. "Kim o kapımı vuran?"

Masal'ın büyük ağabeyi cevap verdi. "Küçük kardeşimi arıyoruz, bize yardımınız dokunabilir belki." 

Ermiş Dede kapıyı açtığında karşısında Masal'ın annesini, ağabeylerini, simyacıyı ve kasabadan bir kaç köylüyü gördü, hepsi merak içinde kendisine bakıyorlardı. "Buyurun içeri girin." dedi. Kasabadan yardıma gelen köylüler Ermiş Dede'nin Masal'ı kaçırmış olabileceği ihtimalini düşünüp evin çevresini araştırmak için dışarıda kalmak istediler.    

Masal, annesi ile ağabeylerinin kendisini aramaya çıkacaklarını tahmin etmişti. Köpük'ün bir an önce iyi haberlerle yanına dönmesini bekliyordu. Ondan haber almadan Orman Perisi İzu'nun yanına gidemezdi. Karşılarında kendisini bir oğlan çocuğu olarak gördükleri vakit başından geçenleri nasıl anlatabilirdi ailesine Masal. Kolay kolay kimseye inandıramazdı başından geçenleri. Anlatmasa ağabeyleri haksız yere Ermiş Dede'ye yüklenip onu incitebilirlerdi. Masal bunları düşünüp çaresizlik içinde ağlamaya başlayınca Ermiş Dede ona plânını açıklamıştı. "Aslında gerçek adının Ökkeş olduğunu, ormanda ailenle piknik yaparken kaybolduğunu, yolunu ararken sana benzeyen Masal isminde bir kız çocuğu ile karşılaştığını, ondan ayrıldıktan sonra önünü kesen kasaba korucularından korktuğun için gerçek adını değil, Masal'ın adını verdiğini ve daha sonra seni korucuların elinden alıp  evime getirdiğimi söyleyeceğiz." dedikten sonra emin olmak için bir de "Anlaşıldı mı?" diye sormuştu Masal'a. Masal yaşlı gözlerle başını sallamış, yalan söylemeyi sevmediği halde çaresiz kabul etmişti Ermiş Dede'nin önerisini.

Önce Masal'ın annesi, daha sonra ağabeyleri eve girdiler. Son olarak Simyacı kapıdan geçerken Köpük de sessizce içeri süzüldü. Salonun bir köşesine sinmiş Masal'ı gören annesi neşeyle onun yanına yaklaşırken önüne kedi fırlamış araba gibi durdu aniden. "Aman tanrım, bu bizim kızımız değil, bir oğlan çocuğu. Ne kadar da çok benziyor Masal'a" Ağabeyleri de şok olmuşlardı. Gerçeği Merhamet Cadısından öğrenen Simyacı, Masal'ın ailesinin karşılaştığı bu duruma vereceği tepkileri endişe içinde izliyordu. Ermiş Dede, "Kızınıza benzettiniz sanırım bizim ufaklığı." dedi Masal'ın annesine. Bu arada köpük Masal'ın yanına sokulup işlerin yolunda olduğunu müjdeledi.

Ermiş Dede, Masal'ı yanına çağırdı. "Gel buraya korkma Ökkeş oğlum, hadi anlat ormanın derinliklerinde gördüğün küçük kızı misafirlerimize." dedi. Ağabeyleri sabırsızlıkla sıkıştırmaya başladılar Masal'ı. "Hadi anlat bize nerede gördün kardeşimizi, neler konuştunuz onunla?" Masal, yaşlı gözlerle anlatmaya başladı. "Ona evin arka taraflarındaki ormanın derinliklerinde rastladım. İkimiz de kaybolmuş, ailemizi bulmaya çalışıyorduk. Adının Masal olduğunu söyledi. Bir süre birlikte yürüdükten sonra yol ayrımına geldik. Tamam, bu yolu hatırladığımı sanıyorum dedi ve vedalaşıp ayrıldı benden. Uzun bir süre yalnız başıma yürümeye devam ettim, hava iyice kararmıştı. Daha sonra kasabanın korucuları  ellerinde tüfekleri olduğu halde yanıma gelip ormanın içinde ne işin var senin diye kızdılar bana. Çok korkmuştum. İşte tam o sırada Ermiş Dede beni alıp evine getirdi, karnımı doyurdu." dedi.

Masal'ın ağabeylerini bilerek yanlış yere yönlendirdiğini anlamıştı Simyacı. Hemen ayağa kalktı, Masal'a çaktırmadan göz kırptıktan sonra ortaya konuştu. "O zaman niye vakit kaybediyoruz biz burada, çocuğun dediği yöne, evin arka tarafına doğru yola çıkıp bir an önce aramaya başlamak lâzım Masal'ı." dedi. Hepsi evden dışarı çıktılar, kapıda onları bekleyen korucularla birlikte evin arkasındaki sık ağaçların arasına dalarak gözden kayboldular. Masal'ın içini büyük bir huzursuzluk kaplamıştı annesi ve ağabeylerine hayatında ilk kez yalan söylemek zorunda kaldığı için.

Köpük, martının orman perisi tarafından verilen ökse otunu kokladığını, perinin böylelikle habercisine kavuştuğunu ve Cennet Gözü kasabasında bulunan mezarlıktaki iris çiçeklerinden istedikleri kadarını toplayıp Merhamet Perisine götürebilmek için önlerinde artık hiçbir engelin kalmadığını söyledi. Ermiş Dede, "Öyleyse bir an önce çıkın yola karanlık çökmeden." dedi Masal'a. Yanlarına birkaç parça çörek ve kurabiye verip uğurladı evinden. Köpük önde, Masal arkada, ölüm çiçeklerinin bulunduğu yere doğru yola koyuldular. Ağaçların arasında ilerlerken birden kuşların cıvıltısı kesildi,  yakınlardan gelen korkunç bir homurtu sesine ürkerek kulak kabarttılar.

15 Ocak 2020 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 20

Ağaç Ev Sohbetleri oldukça zevk aldığım etkinliklerden biri oldu. Hele seçilen konular düşünmeye sevk edici, araştırmaya yönelik, tartışmaya açık olunca daha da çok hoşuma gidiyor. İnsanların aynı konu hakkında farklı düşüncelerini paylaşması ufkumu açıyor. Yirminci haftada sevgili Mavi Lale'nin seçtiği konu oldukça derin. İşte Ağaç Ev Sohbetleri # 20 'nin konu başlığı:

Ölüm kavramı sizin için ne anlam ifade ediyor? Genelde sevdiğiniz bir insanın vefatı, özellikle annenin vefatı ve hissettirdikleri üzerine.

Beklenen bir sondur bana göre ölüm. İstisnasız her canlının yaşam sahnesinden çekilmesidir. Madem ki dünyaya gelen tüm canlılar belli bir süre yaşayıp bu alemi terk ediyor, bunun doğum gibi doğal olduğunu kabullenip ölümden korkmamak gerekir. Sevdiğimiz bir insanın vefatı, özellikle annemizin vefatı çaresiz bir kabulleniştir. Onca anıyı paylaştığımız, üzerimizde sonsuz emeği olan bir kişinin kaybı elbette çok üzer bizi. Fakat kimsenin böyle bir sona itiraz etme lüksü yoktur. Belli bir dönem acı çekilir, zaman içinde içimize düşen ateş küllenir. Sonuçta vakti gelince bizim sonumuz da aynı adrese çıkacaktır. 

Ölüm kavramının üzerinde biraz durmak istiyorum. Bugüne kadar bilim, din, felsefe ve tasavvufun konusu olmuş ölüm. Üzerine şiirler, şarkılar yazılmış. Yaşarken ölüme çareler aramış bazıları, Ab-ı Hayat'ın peşine düşmüş nafile, kimileri Reenkarnasyon'la kendini avutmuş, kimileri de cennet hayaliyle yaşamış. Kendimi kandırmak istemiyorum, bana göre bir "hiç"liktir ölüm. Ahiret, kabir azabı, sırat köprüsü, cennet cehennem tartışmaları ve yorumlarına ilişmeden haddimi aşarak varoluşu sorguladığım bu hayatta iyi işler yapan insanlarla kötü işler yapanların aynı sonda buluşmalarını adaletsiz buluyorum aslında. Madem hiçliğe gideceğiz var olmamızın anlamı ne? Bu soruya cevap ararken sanki bir oyunun aktörleri ya da figüranlarıymışız gibi geliyor bana. Yaşam bir deney, dünya bir laboratuvar gibi sanki. Bilinmez bir yerden dünyaya birer tohum atılmış ve buradan türeyen canlı hayatın gidişatı izleniyor. İşin ilginç tarafı bu tohumu atan da olacak bitecekler hakkında fikir sahibi değil. Merak ediyor işte, zalimlik, adaletsizlik, sevinç, üzüntü, açlık, yoksulluk, zevk, şatafat gibi binlerce, hatta milyonlarca olguyu milyarlarca insan üzerinde test ediyor. Bu kendisine ne kazandıracak bilmiyorum. Bilinmeyenler o kadar çok ki. Ölüm bu kadar çok bilinmeyen arasında belki en çok bilineni. Beden ölür, ruh ölmez derler. Ruh dediğin nedir ki? Gaz gibi bir şey mi, beden ölünce göğe yükselsin, zamanı gelince hesap versin. Evet, kainat muazzam bir düzen, kusursuz bir işleyiş. İnsan hala gelişme yolunda. Gün gelecek, belki de çaresi bulunacak ölümün. Bunun iyi bir şey olduğunu sanmıyorum. Beş yüz yıl, bin yıl yaşansa bıkılmaz mı bu hayattan?          

13 Ocak 2020 Pazartesi

NOTRE DAME'IN KAMBURU MÜZİKALİ

Sıra dışı bir pazar oldu bugün benim için. Sabah iki gün önce kaybettiğimiz değerli bir yakınımızın Amerika'daki torununun gelmesi için ertelenmiş cenaze merasimine katılmak üzere Tire'ye gittik. Tire'nin en tanımış simalarından herkesin hoca dediği resim öğretmeni, ressam ve bir kültür abidesi Seha Gidel 92 yaşında yaşama veda etti. Açıkçası onun anısına adını verdikleri Kültür Merkezinde bir tören bekliyorduk ama olmadı. İlçe kültür müdürlüğünün bunu düşünmemesi şaşırttı ve üzdü bizi. 

Akşama, kızımın geçen hafta biletlerini aldığı "Notre Dame'ın Kamburu" isimli müzikale gidecektik. Tam zamanında Atatürk Kültür Merkezi Adnan Saygun Salonuna yetiştik. Güzel bir oyun seyredeceğimizi umarken sonuç hiç beklediğimiz gibi olmadı. Victor Hugo'nun ünlü romanından esinlenerek ortaya konulan oyun 1998 yılında Paris'te sergilenen "Notre Dame de Paris" müzikalinin kötü bir kopyasıydı. Emeğe saygı konusunda duyarsız biri değilim fakat kötüye iyi dersek seviyeyi düşürdüğümüz gibi iyilere de haksızlık olacağı kanaatindeyim. Oyuncuların resmen play-back olarak seslendirdikleri, oyun boyunca tek bir dekor ve tek tip kostümlerin sergilendiği, ses düzenindeki gariplik yüzünden hiçbir konuşmanın doğru dürüst anlaşılamadığı bir müzikal düşünün. Boşuna kaybettiğimiz zamana acıyarak eve geldiğimde ekşi sözlük ve diğer sosyal ağlarda yapılan yorumlara baktım. Tek olumlu bir eleştiri göremeyince hatamızı anladık. Oyunun tek güzel tarafı bizleri yanıltan afişi olmuştu. Müzikalin adı "Notre Dame'ın Kamburu" olunca balıklama dalmıştık. Afişte oyunu sergileyen kurumun küçük puntolarla sadece web adresi yazılıydı. Kumbara Görsel Sanatlar Merkezi kapsamında ortaya konulan oyun, yönetmeninden, ışıkçısına, dekorundan, ses sorumlusuna, sahnesine, oyuncularına kadar tam bir fiyasko. Hani ilk kez müzikal dinlemek için oyuna gelen biri müzikalden nefret eder. Bir ara üstü çıplak iki genç çıkıp dakikalarca break dance yaptı. Alaka kuramadık. Sonra bir ara müzik Urfa uzun havasına döner gibi oldu. Eşimle göz göze geldik, birazdan aney, aney diye ağıt yakmaları yakındır dedim içimden. Sanat adına bir emek verilecekse acemiliği seyircinin üzerinde pişirmek saygısızlıktır bence. Gidin, önce daha basit oyunlarda tecrübe edinin sonra kalkın bu işlere. 

Hızımı alamadım, youtube'tan müzikalin orijinal versiyonunu buldum ve hemen oturup bir kez daha burada izledim. Aradaki fark inanılmazdı. Ses, dekor, kostüm, ışık ve oyuncular muhteşem bir performans gördüm bu kez. Bir daha yorumlara bakmadan herhangi bir müzikale ya da tiyatro oyununa gidersem iki olsun.  

"Notre Dame'ın Kamburu" adlı romanın konusunu çoğu insan bilir . Kısaca değinmek gerekirse;
Victor Hugo bu dev eserinde çirkin ve kambur olan kilise zangocu Quasimodo, Yüzbaşı Phoebus ve Başrahip Frollo ile çingene kızı Esmeralda arasındaki aşk ilişkilerini ve bu kişilerin ruhlarında oluşan ikilemleri konu ediyor. Oldukça kapsamlı ve üzerinde kafa yorulabilecek güzel bir eser.

  

12 Ocak 2020 Pazar

SAÇMALA(MA)

Tekir kedi ile arkadaşı Minnoş sahildeki kayaların arasındaki mağara süthanelerinin birinde oturmuş iki lafın belini kırıyorlardı. Muhabbet kuşu Cilvenaz kırıtarak geldi yanlarına, pençesindeki tepsiden iki kase süt ve birkaç parça patates topu bıraktı önlerine. Hafiften bir rüzgar esti, ölü insan kemiklerinden yapılmış sandalyelerden birini devirdi, deniz ise rüzgara aldırmamış, olabildiğince sakindi. 

Sütünden bir fırt çeken Tekir, arkadaşını baştan aşağı süzdükten sonra "Saçlarını kime yaptırdın Minnoş'cuğum, pek güzel olmuş." dedi. Minnoş, "Bizim sokağa yeni bir kuaför gelmiş, adı Mia, işini biliyor." diyerek merakını giderdi arkadaşının. Bir tıslama sesi duydular. Minnoş'un tüyleri diken diken oldu. Tekir "Korkma," dedi, "Biliyorum, zehirsiz bunlar." Ayhan sürünerek geçti ayaklarının dibinden, kayanın çatlağı arasında kayboldu. Sakin deniz birden kabardı. Büyük bir uçak yalpalayarak karşı iskeleye yanaştı. Kefaller gökyüzünde çığlık çığlığa kanat çırpıyor, denizden kapacakları bir martı yavrusunu kolluyorlardı.

Geceleri soğuk olurdu, bir ihtimal sıcak yatağında yüzü koyun uykuya dalmıştı anlatıcı, bedeninin alt kesimini örten blanketin üzerinden kayıp gittiğinin farkında değildi.