KATEGORİLER

4 Şubat 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 23


Ağaç Ev Sohbetleri ilaç gibi geldi bu kez. Adeta dondum bu aralar. Yazmak ve okumak konusunda elim ayağım bağlandı. Nedeni yok, belki de vardır ama çözemedim. Ara verince yeniden yazıya dönmek her geçen gün zorlaşıyor benim için.

Yaşadığımız bu günler eskiyi aratacak mı? İlk bakışta karamsar bir tablo geliyor gözümün önüne.  Bu hafta Ağaç Ev Sohbetlerinin konusunu sevgili Konumuz Kitap / İrem Can belirlemiş.  

Yaşadığımız özellikle de son yıllardaki dünyanın halini nasıl buluyorsunuz? Avustralya'daki yangınlar, dünyanın dört tarafındaki depremler. Çin'deki virüs ve daha fazlası... Sizce BİZ nereye gidiyoruz?

Tek kelimeyle "korkunç" buluyorum. Ne yazık ki iyi şeyler göremiyorum yazılacak, söylenecek. Depremler, afetlerden bahsetmiyorum. Onlar zaten vardılar ve olmaya devam edecekler. Biraz insan sevgisi olsa karar sahiplerinin içinde, depremlerden, afetlerden de korkmayız aslında. Para hırsı gözlerini bürümüş insanların. Paraya hükmetmek için savaşlar, iç savaşlar çıkartılıyor. Dünyada gelir dağılımındaki makas her geçen gün daha çok açılıyor. Ülkeler süper güçlerin kontrolünde, adeta birer sömürge durumunda. Medya iktidarların elinde, cahil halkı kolaylıkla manipüle edip yerini sağlamlaştırıyor. Bugünkü iktidarlardan bahsetmiyorum, yarın muhalefet iktidara gelse aynısını yapacak. Liyakat diye bir kavram kalmamış. Devlet kadroları işinin ehli olmayan idarecilerle dolduruluyor. İşi iyi bilmek, yönetmek değil önemli olan. Beynini rafa kaldırıp yukarıdan gelen talimata göre hareket eden, maaşlarını vatandaşlarının vergilerinden alan yalaka idareciler bunlar. Talimatın nereden geldiği belli. Küresel sermayeden bahsediyorum. İnanılmaz derecede zalim ve hırslı.

Çevre kirliliği artarken su kaynakları, tarım arazileri azalıyor. Denizlerimiz kirleniyor, doğanın dengesini bozuyoruz. Bu gidişin nereye olduğu belli değil mi? Kendi sonumuzu hazırlıyoruz. GDO'lu ürünler, ilaçlarla insanların sağlığı hiçe sayılıyor. Son yüz yılda bilim ve teknolojide olağanüstü gelişmeler yaşandığı bir gerçek. Fakat her yenilik insanın zararına kullanılmaya devam ediyor. Dünya kaynakları hoyratça tüketiliyor. Fırsat eşitsizliği, dini ve ırksal ayrımcılık savaşları körüklüyor. Bütün bu kara tablonun özünde para hırsı var. Bu yüzden insanlar birbirine kırdırılıyor. Zengin daha zengin fakir daha fakir oluyor. Sömüren ülkelerde refah yükselirken az gelişmiş ülkeler sömürülmeye ve süper güçlerin taşeronluğuna devam ediyor. Hiçbir kuruma güven kalmadı. Bütün kurumlar paraya hizmet ediyor. Savaş çıkartılıyor, insanlar canından oluyor, birileri silahtan köşe oluyor. Derken bir virüs çıkıyor ortaya. Dünya Sağlık Örgütü tavsiyelerde bulunuyor. Gazozdan bir aşı buluyorlar, ilaç firmaları köşe. Evet, dünyanın hali berbat ve gittiğimiz yerin dibi.

Neyse ki ülkemizin hamdolsun bugünü de yarını da iyi. Eskiden kötüydük tabii, yirmi yıl kadar önce falan. Ancak şükürler olsun ki iyiyiz şimdi. Daha iyi de olacağız inşallah. Bilindiği gibi ülkemiz önemli fay hatları üzerinde. Allah muhafaza her zaman deprem olabilir yani. Elbette depreme karşı gelecek değiliz, Allah'ın takdiri. Maşallah Afad güzel çalıştı son depremde, kırk beş kişiyi enkaz altından çıkardı. Gelişmişliğin göstergesi. Söyleyin bakalım dünyada kaç ülkede Afad var? Yok tabii, varsa bile onları biz gönderiyoruz. Çevre konusunda da gelişmiş ülkelerle yarışıyoruz, hatta son atakla hepsinin önüne geçtik. Hükümetimiz bütün yurdu millet bahçeleri ile donattı, her yer yemyeşil maşallah. Bu bahçeler o kadar konforlu ki, al mangalını pişir etini. Var mı böyle gelişmiş ülke? Hamdolsun ekonomi bakanımız, milli damadımız, ekonomimizin çok iyi gittiğini söylüyor. Ben onun yalancısıyım. E, koca bakan yani, yalan söyleyecek hali yok ya. 2023 yılında en büyük ekonomiye sahip ilk beş devlet arasında yerimizi alacağız inşallah.

Arada iş kazalarında, maden göçüklerinde, trafikte bazı can kayıpları olsa da bunları hükümetimize mal etmek doğru değil. Günaha gireriz maazallah. Kader diye bir şey var. Azrail Aleyhisselam vadesi gelenin yanında zuhur edince ona kim engel olabilir ki? Her şey Allah'tan. Bazıları daha şerefli bir şekilde ruhunu teslim ediyor vatandaşlarımızın, hamdolsun hükümetimiz sayesinde şehadet mertebesine ulaşıyorlar. Ne kutlu mertebedir o. Gelişmişlik göstergesinde şehitlik önemli. Andolsun ki bu konuda lider ülkeyiz. Devletimiz üremeyi teşvik ederek daha çok şehit vermemiz için gerekli önlemleri tam zamanında almıştır. Gurur duyuyoruz.

Konuyu ülkemiz açısından ele aldığımızda geleceğe ümitle bakıyoruz elhamdülillah. Eğitimin kaldırılmasını bekliyoruz asrımızın liderinden. Gerçekten de boş yere beyinleri yıkanıyor okulda çocuklarımızın, gençlerimizin. Onun yerine mahalle mektepleri, kıraathane ve tekke sayılarının artacağını ümit ediyorum. Allah'ın izniyle nefesi kuvvetli hocalarımız ecnebi devletlerle girişeceğimiz her savaştan muzaffer çıkmamız için tesirli dualarını esirgemeyecekler. Tarihimizin altın sayfalarını yeniden yaşayacağız. Padişahlık geri gelecek. İnancımızın gereklerini özgürce yerine getirebileceğiz. Halkımız istedikleri yerlerini örtüp istedikleri yerlerini açabilecekler. Erkekler dört eş alabilecek. Artık kimse harama uçkur çözemeyecek. Rüya gibi değil mi? Sizi bilmem ama ben dünya bataklığa sürüklenirken ülkemin geleceğini hamdolsun çok iyi görüyorum.   

1 Şubat 2020 Cumartesi

ZAMAN

İnsanın algılayabildiği dördüncü boyutmuş zaman! Bilim adamları, filozoflar evrende on farklı boyutun varlığını dile getiriyorlar. Paralel evrenler, kara delikler, beyaz delikler, solucanlar... Kâinatın sırları, var oluşun bilinmezliği içinde kaybolmuş zavallı insanlarız biz. Bana göre bilimi en gerçekçi kılan değişime bıraktığı açık kapı. Yıllar boyunca nice fikirler, teoriler bir tarafa atılmış, yenileri türetilmiş. Bazen yoğun düşüncelere, derin hesaplara kendini kaptırmış insanların yanı başında duran basit gerçekleri gözlerinden kaçırdığını düşünürüm.

Bir yorumdan çıktım yola. Belki de geçen zaman değil, zamanın içinden geçiyoruz. Uzun, çok uzun bir çizgi bu zaman. Yürüyen bant üzerinde ilerliyoruz sanki. Bir durakta binip diğerinde iniyoruz. Hayat diyoruz bu kısa yolculuğun adına. Kimimiz düşe kalka, kimimiz keyifle ilerliyoruz. Aklımız geride kalıyor çoğu zaman, nadiren önümüze geçiyor.

Çok gerilere gidelim bantın üzerinde. Dünya öküzün boynuzunda. Bu aralar kafasını çok sallıyor bizim öküz Mercan. Yok olmadı, gelelim şu tek tanrılı dinlerin peygamberlerinin yaşadığı zamanlara. Dünya suyla kaplı dümdüz bir alan, kara parçaları suyun üzerinde yüzüyor. "Dünya düzdür, çünkü İncil'de öyle yazıyor." ya da "Dünya dönmüyor, çünkü Kuran'da öyle" Oysa M.Ö 310 yılında Samos'lu Aristarkos, dünyanın güneşin etrafında döndüğünü söyleyince kimse inanmamış.

1 Kasım 1710 tarihinde koyu katolik bir şehir olan Lizbon'da, kutsal Azizeler Günü sebebiyle halk kiliseleri doldurur.  Saat 09.40'ta meydana gelen deprem, onun arkasından çıkan yangınlar ve limanı vuran tsunami dalgaları 100.000'e yakın insanın ölümüne sebep olur. Kilise, başta olmak üzere halk şaşkındır. Tanrıya olan bütün vazifelerini ziyadesiyle yerine getirdikleri halde koca şehri haritadan silen böyle büyük bir afet nasıl başlarına gelebilir? Kısa bir süre sonra ülkenin tek hakimi Kilise Tanrı'nın öfkesinin sebebini bulur. Bu aralarındaki ahlâksız ve günâhkâr insanlardan dolayı kendilerine verilen bir cezadır. Tanrı'ya karşı gelen, ayinlere katılmayan, ahlâksızların ve günâhkârların teker teker toplatılıp öldürülmesini ister.

Aydınlanma çağının başlarında Voltaire, dindarların başına böyle büyük bir felâketin geldiği saatte günâhkâr Paris'te millet eğlence içinde sefasını sürüyordu der. Bu, Tanrı'nın öfkesi, insanlara verdiği bir ders olamaz. Kilise'nin dedikleri doğru olsa deprem Lizbon'da değil, Paris'te olurdu. Bunun dinle, Tanrıyla bir ilişkisi olamaz, jeolojik bir olaydır sadece der. Jean Jacques Rousseau, Sayın Voltair'e katılmadığını söyler. Bu deprem afetinin jeolojik yapıyla bir alâkası yok. Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım. Eğer deprem jeolojik nedenlerden dolayı olmuş olsaydı, ölenler sadece fakir halktan olmazdı.

Pekçok deprem oldu yurdumuzda. Eski Katolik Kilisesinin fikri uzantıları, yobaz takımı her depremin ardından "daha yetmedi mi anlamanız için?" diyerek bu doğal afeti Tanrı'nın bir ikazı, bir cezası olarak getirdiler önümüze. Ne yazık ki hâlâ bunlara inanan insanlarımız var. Profesör ünvanlı bir zat, Elâzığ depreminden sonra çocuk yaşta kızların evlendirilmesine yasak konulduğu için Allah'ın verdiği bir ceza olduğunu söylemiş depremin.

Yıl 2020. Zaman çizgisinde Samos'lu Aristarkos'la aramızda tam 2.330 yıl geçmiş. Kilisenin Lizbon depremini insanların günâhkârlığına, ahlâksızlığına bağladığı tarihten bu yana 310 yıl ileride yürüyoruz. Aslında yürüyen bedenlerimiz. Aramızda bazıları var ki o zaman tünelinde bedenleri ilerlerken akılları hep geriye gidiyor.

29 Ocak 2020 Çarşamba

ÇÖL ÇİÇEĞİ


İnsan ne kadar garip bir varlık! Bu cümleyle başladı Çöl Çiçeği ile sabah sohbetimiz. Aklımda deli sorular. Onun aklı başında değil. Kötülüğün en dibindeyiz diyor, o zaman bitsin bu oyun, insin perdeler. Ben ise zamana takmışım kafayı. Zaman diyorum, zaman her şeyin ilacı. 

Hemen karşımda denize nazır bir evde avarelikten dem vuran yazarın usta kaleminden çıkan yazıları okuyorum Çöl Çiçeğine. Yeşil gözleri buğulanıyor. İşte diyor, işte tam benim bu, beni anlatmış. Aşk diyorum. Tam iki ay oldu diyor, düşünüyor. Dik dur, güçlü ol, kendini zayıf gösterme diyorum. Kendini suçluyor, hatalıydım, ben hep hatalıydım diyor. Artık dayanacak gücüm kalmadı diyor, kopacaksa kopsun kıyamet. İnsan diyor, hep kendi egosunu tatmin etmek peşinde. Onsuz yapamam diyor. Peki ya o diyorum. O sensiz yapabilir mi? Belki diyor, emin değil. Peki, bırak kendi haline, belki sensizliktir onu mutlu eden. Hayır diyor. yapamam. O zaman diyorum, bu aşk değil. 

Zaman diyorum, zaman her şeyin ilacı. Bu günlerin hepsi unutulacak, hepimizin unutulacağı gibi. Komşunun kedisi günlerdir kıvrılıp yattığı köşeden fırlayıp geliyor ayaklarımızın dibine. Bugün pek hareketli, tüyleri pırıl pırıl. Çöl çiçeği dayanamayıp alıyor kucağına. Kediye bakıyorum, gözleri ışık saçıyor. Zaman iyi gelmiş ona. Mutlu ediyor bir anlığına bizi.

Çöl Çiçeği suya hasret, suyun haberi yok. Hiç söylememiş ki suya özlemini. Su bilse bunu durur mu yerinde? İşte diyorum, zaman. Çöl Çiçeği bir damla suyun peşinde. Su kendine bir yol bulur ona akarsa ne alâ. Yoksa durum kötü. Kuruyacak. Zaman geçiyor, tik tak, tik tak.

28 Ocak 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 22

Blog dünyasının en güzel, en seviyeli tartışmalarının yapıldığı Ağaç Ev Sohbetlerinin 22. haftasına girmiş bulunuyoruz. Deep Tone'un moderatörlüğünde devam eden etkinliğin bu haftaki konusunu Barış Doğan belirlemiş. En kolayından en zoruna farklı sorularla birbirimizi tanıyıp anlamamıza vesile olan Ağaç Ev Sohbetlerinde bu hafta cevabı fazla yormayan, nispeten basit bir konuda görüşlerimizi yazma fırsatı bulacağız. İşte haftanın sorusu:

Blogger ve Youtube hakkında ne düşünüyorsun? İkisi de ayrı sosyal platformlar olmasına rağmen Youtube'da daha fazla bir büyüme söz konusu.


Konuya girmeden önce "olmasına rağmen" ifadesinin kafamı biraz karıştırdığını söylemek isterim. Yani, rağmen karşıtlık çağrıştıran bir sözcük. Blogger ve Youtube, iki ayrı sosyal platform olmasaydı Youtube'da daha fazla bir büyüme olmayacaktı gibi garip bir durum çıkıyor ortaya. Bunun deep'in gözünden kaçmaması gerektiğini düşünüyordum. Sanırım, iki sosyal platform arasında Youtube'a olan ilginin blogger'dan daha fazla olmasının nedenleri sorulmak istenen.

Gerek blogger, gerekse youtube diğer sosyal medya organlarının aksine değer verdiğim, faydasına inandığım iki güzide sosyal platform. Her ikisinden de olabildiğince yararlanıyorum. Bunlar arasında önceliğim elbette blogger. Çünkü kendimi konuşarak değil, yazarak daha iyi ifade ettiğimi düşünüyorum. Benzer şekilde bir konuşmayı ya da filmi izlemektense okumayı tercih ederim. Yazarken vermek istediğiniz fikri okura tam olarak veremediğinizi düşündüğünüzde, gerekli düzeltmeleri yapmak daha kolay. Bazen bunu başaramadığınız hallerde yazamıyor, hatta yazdığınızı silip bir köşeye atabiliyorsunuz. Düşünceler, hayaller, duygular sözcüklere gizleniyor. Oysa konuşurken, dinleyici fikre tam olarak odaklanamıyor. Karşısındakinin saçı, gözü, kıyafeti, konuşmasının şekli, heyecanı konsantrasyonumuzu bozabiliyor. Aslına bakılırsa her iki iletişim şekli de birer yetenek. Hatipliği olmayan bir kişiyi dinlemek, kötü bir yazıyı okumak gibidir. İyi bir hatip boş bir düşünceyi hoş bir şekilde anlatıp yanlış fikirlere sevk edebilir insanı. Diğer taraftan mahir bir yazar boş bir düşünceyi edebi sanatların en üst seviyesinde süsleyerek yazsa bile iyi bir hatip kadar ikna edici olamaz. 

Yazmayı ve okumayı daha gerçekçi bulurum bu yüzden. Blogger'ı vazgeçilmez kılan, insanların samimi düşünceleri ve hayal dünyasına açılan bir kapı olmasıdır. Elbette bütün bu anlattıklarım ticari amaca yönelik kullanımların dışındadır. Ticaret söz konusu olduğunda, ürünün allanıp pullanarak pazarlanmasıdır esas olan. Bu bakımdan blogger, youtube'a yetişemez. Çünkü görsellik youtube'da daha ön plândadır. 

Youtube, her ne kadar içinde sulu, zevzek şeyler barındırsa da, haber, sosyal deney, sokak röportajları, belgesel, müzik ve muhtelif konularda kolayca erişilebilen önemli bir bilgi kaynağıdır benim için. Özetle, her iki platformu da severek kullanıyorum. Blogger'da hem etken, hem edilgen konumdayken, youtube'ta öyle görünüyor ki, hep edilgen kalacağım. Belki de bu yüzdendir blogger önceliğim.

26 Ocak 2020 Pazar

YEN, BİR HAYAT BÖLÜM 50

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 50 ***

Ankara'da ortam farklı. Kalabalık bir kadro yok, odaların bir kısmı gelecek patron çocuklarına rezerve edilmiş. Rauf Bey'in altındaki oda senin, aradaki camdan bir bölmeyle teknik ofis olarak kullanılan geniş salona açılıyor. Proje, yeni fiyat ya da hakediş takibi için hemen her gün DSİ Genel Müdürlüğü'ne gidip geleceksin. Çok ciddi görünen devlet memurları hakkında çıkarılan dedikodular şaşırtacak seni. Bunların sadece dedikodu olmadığını anlayınca daha da çok şaşıracaksın. Mesela kelli felli daire başkanlarından birinin memur kızlardan biriyle yaşadığı yasak aşk. Bu tür şeyler senin pek ilgi alanın olmadığı halde bütün günün Rauf Beyle geçtiği için olan bitenden haberin olacak. Çünkü dedikodu deyince Rauf Bey ilk akla gelen kişi. Kim kiminle kırıştırıyor, aileden kimin evine mobilya alınmış, sekreterin eşiyle ilişkisi neden bozulmuş, sormadan anlatacak sana. Günlerden bir gün o bahsettiğim daire başkanının talimatıyla sevgilisi ve onun bir kadın arkadaşını şantiyede ağırlayacaksınız. Başkan benimle nasıl ilgileniyorsanız onları da aynı şekilde ağırlayacaksınız diye buyurmuş. İki sekretere şoförlü bir Mercedes Vito tahsis edip Bodrum'un en güzel otellerinden birinde bir hafta süreyle kalmalarını sağlayacak, her türlü isteklerini yerine getireceksiniz. İsterseniz yapmayın, bu bir emir. Aynı ismi taşıyan iki kadın mühendis. Biri evli, onun dobralığını seveceksin. Diğeri eşinden boşanmış sessiz, güzel, ufak tefek, biraz da mahcup. Aklının ucundan geçmeyecek ki, kısa boylu yusyuvarlak, üstelik evli bir şube müdürüyle yasak ilişki yaşadıkları. Dallas'tan farkı kalmamış buraların diyeceksin.

Şirketin diğer şantiyelerini Rauf Bey'le birlikte sık sık ziyaret edeceksiniz.  Bir yandan barajın teknik şartname ve proje hazırlıkları hızla devam edecek. Ekseriya yabancılar gelecek yanına, yaptıkları çalışmalar hakkında bilgi verecekler. Yeri geldiğinde imalatı kolaylaştırıcı, daha kârlı çözümler üretecek, yabancı mühendislerden bu yönde çalışmalarını talep edeceksin. Temel ıslahı, gövde dizaynı, şartnameler ve bunun gibi her türlü detay çalışmaları yapılırken ilgili yabancı mühendis ile senin dışında karışan görüşen olmayacak. Bu senin için büyük bir nimet. Hem mesleğinle ilgili çalışmalarında son zerresine kadar tatmin olacaksın, hem de zaman alıcı kısır tartışmalar önünde engel çıkarmayacak. İnanılmaz derecede keyifli bir ortam bu dostum. Yeni proje müdürü Mehmet Bey başta olmak üzere şantiyedeki bütün kısım şefleri ile son derece uyumlu bir şekilde çalışacaksınız. Seni şaşırtan tek şey ne kontrol teşkilâtı, ne bölge müdürlüğü, ne de genel müdürlükten bir Allah'ın kulunun proje çalışmalarına katılmak için herhangi bir taleplerinin olmaması. Bir anda koca barajı yapan, kontrol eden ve hatta onun tek sahibi olacaksın. Senin yerini dolduracak ikinci bir kişi yok. Rauf Beye teknik detaylara fazla girmeksizin bilgi vereceksin. İdare elemanlarının sorularını cevaplandıracak, şantiye ziyaretlerinde onlara sayısız brifing vereceksin. Herkes ağzının içine bakacak. Elbette yabancı dil bilgin bu konuda sana büyük avantaj sağlayacak. Bazen DSİ Genel Müdürlüğünün konferans salonlarında yabancı mühendislerin slayt gösterileriyle destekledikleri brifinglerde tercümanlık yapacaksın.

Zemin müşavir firması sizi merkezlerinin bulunduğu Avusturya'ya davet edecek. Bu hem iş, hem de turistik bir gezi aslında. Johannes inanılmaz eğlenceli biri. Onunla yaptığınız sohbetler, Türkçeyi öğrenme gayretleri, yaşça senden büyük olmasına rağmen sana abi diye seslenişi neşeli zaman geçirmenizi sağlayacak. Akşam yemeği için sizi harika bir restaurant'a götürecekler. Yöresel kumaş başlıklı tombul kadın garsonların fırfırlı otantik köylü kıyafetleri içinde sundukları geyik etinin tadını unutmayacaksın. Konuklar arasında Rauf Beyin dışında İngilizler, Andrew ve Quentin de olacak. Aralarında yaptıkları fısıltı halindeki konuşma gözünden kaçmayacak. Çünkü bir sonraki ev sahibi onlar. Avusturya'nın kendine özgü yöresel mutfağını gördükten sonra hiçbir özelliği olmayan İngiliz mutfağı bizimkileri telâşlandırmış olmalı. Gelecek sefer Londra'da bizi  nerede ağırlayacaklarını kara kara düşünmeye başlayacaklar. Ertesi gün şehrin tarih kokan cadde ve sokaklarında dolaşıp yılların yorgunluğunu çıkarmaya çalışacaksın.

Çok geçmeden aynı ekiple Londra'da buluşacaksınız. Program gereği önce İnşaat Mühendisleri Odasında Andrew'un vereceği brifinge katılacaksınız. Brifingin konusu, yüklenicisi olduğunuz baraj. Andrew sırası geldiğinde slayt eşliğinde senin de çok iyi bildiğin konuları anlatıp konuşmasını bitirecek. Tertemiz cadde ve sokakları, geniş görkemli parkları dışında çok sevmeyeceksin bu şehri. Avusturya'nın o canlı sokaklarından sonra şehrin meşhur sisli havası içini karartacak. Akşam yemeği için bir İngiliz restaurant'ına götürmelerini boşuna bekleyeceksin. Sizi yemeğe götürecek en iyi yer olarak seçtikleri güzel bir İtalyan restaurant'ı olacak. Bu senin açından iyi bir tercih, biliyorum ki İtalyan mutfağı senin için vazgeçilmez. Fakat bir İngiliz için ne kadar utanç verici.

Ankara'daki evden kiracıyı çıkarttıktan sonra büyük çapta bir tamirat ve tadilât işine gireceksin. Kolon ve kirişlerin dışında sıvalar, kapılar, pencereler sökülecek, evin bütün tesisatı yenilenecek. Ev yeni baştan eşinin zevkine ve modaya uygun bir şekilde düzenlenecek. Daha sonra eşyaları bulunduğunuz şehirden evden eve taşımacılık yapan bir şirket vasıtasıyla yükletip ailenle birlikte özel aracınızla bir kez daha Ankara'nın yolunu tutacaksınız. Afyon'a girerken yakıt almak üzere girdiğiniz istasyonda görevli çocuğun gözlerini odasındaki tv den ayırmadığını fark edeceksin. Merakla başın o yöne dönecek. "Abi, İstanbul'da büyük deprem oldu, duymadınız mı?" diye soracak sana. Sarsıntının oradan bile hissedildiğini anlatacak. Tarih: 17 Ağustos 1999.

Sabah eşyalar boşaltılırken şirket merkezine uğrayacaksın. Rauf Bey'in eşi ve kızı panik halinde, telefonlar susmak bilmiyor. Ne olduğunu sorup öğrenmeye çalışacaksın sekreterden. Rauf Bey'in kayın validesi Gölcük'te yazlıktaymış, bir türlü haber alamıyorlarmış. Hemen şantiyede kalan Rauf beyi arayacaksın.  Sen endişeyle ona geçmiş olsun demeye çalışırken o, "Bizim domuz yedi canlıdır, bir şey olmaz ona" diyecek neşeyle. Yine de eşinin korkusuyla şantiyeden yüklediği kazıcı iş makinalarıyla deprem bölgesine doğru çıkacak yola.

Evet dostum, pek çok can kaybına sebep olan o Marmara depreminde Rauf Bey'in kaynanası ile birlikte bacanağının üniversite öğrencisi oğlu enkaz altından sağ çıkamayacak. Rauf Bey deprem bölgesindeki içler acısı durumları, trafikteki keşmekeşi, organizasyon bozuklarını  içi burkularak anlatacak dönüşünde. Sonra birden aydınlanacak yüzü. "Ama, şu depremin tek bir faydası oldu, bizim domuzun canını aldı." diyecek. "Gerçi delikanlıya çok üzüldüm ama elden ne gelir." Anlat diyeceksiniz, çevresini saran kişilerle birlikte, neler yaşadınız. Bu kez iyice keyiflenecek. O kendine has Lâz şivesiyle, "Operatör, enkazı hafifçe eşelemeye başladı. İlk olarak domuzun koca kolu göründü. Bir an altından sağ çıkacak diye endişelendim. Biraz kıpırdasa, operatöre kapat hemen üstünü diyeceğim. Neyse ki bu sefer, korktuğum başıma gelmedi. İlk kez sevindirdi beni,"

Bu olayı büyük bir zevkle, fıkra anlatır gibi çevresindeki herkese anlatacak Rauf Bey. Bir insan bu kadar acımasız olabilir mi?

(Devam edebilir)

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 1 ***                 

24 Ocak 2020 Cuma

TASHİH-İ TEFEKKÜR

Siyaseti sevmem, çünkü işlevinden uzaklaşmış bir organdır bu memlekette siyaset. Fakat bazen tutamıyorum kendimi, içimdekileri boşaltmak istiyorum. Bugün yine öyle bir gün. Dün gece tartışma programlarından birinin tekrarını izledim. Fetö'nün siyasi ayağı hakkında yapılan bir horoz dövüşüydü. O hengame içinde, gündemden kopmamak adına faydalı bilgileri olabildiğince toplamaya çalıştım yine de. Konu hakkında bazı düşüncelerim değişti diyebilirim. Ülkenin geleceği biraz daha karanlık göründü gözüme.

Fetö'nün devletin bütün kurumlarına sızdığı halde devleti yöneten siyasi otoriteye nasıl bulaşmamış olabilir? Ordu, emniyet, yargı, eğitim üst düzey atamaları iktidar tarafından yapılmıyor mu? Dış güçlerin maşası bir örgüte devletin en gizli kapılarını sonuna kadar açan iktidar partisinin lideri, halen milletin cumhurbaşkanlığı makamını teslim ettiği şahıs, "Aldatıldım ey halkım, kusura bakmayın, affınıza sığınıyorum" dediğinde cezai müeyyidelerden kendini nasıl kurtarabiliyor, bu bataklıktan kendini kurtardığı yetmezmiş gibi durumu lehine çevirip hem sözde darbe teşebbüsü olayından önce hem de sonrasında bağımsızlığımızın ve lâik cumhuriyetimizin teminatı olan ordumuzdaki Atatürkçü kadrolar başta olmak üzere kendisine rakip gördüğü değerli insanlara önce darbeci, sonra fetöcü yaftasını yapıştırıp nasıl etkisiz hale getirebiliyor? Kendisi ile birlikte partisinin diğer mensupları örgüte her istediğini verdiği için darbe teşebbüsünün araştırılması amacıyla açılan meclis araştırma komisyonlarını, soruşturmaya gerek görülmeksizin örtbas ediyor. Devlete ihanet bütün bunlar değilse hangi eylemin karşılığıdır bu suç?

Adını ister demokrasi meydan muharebesi koyun, ister kontrollü darbe, başından beri şahsen yazarım, söylerim; benim zaviyemden 15 Temmuz, kanlı bir tiyatro oyunundan başka bir şey değil. Kanaatim odur ki, darbe teşebbüsünün baş sorumlusu gördüğüm ve ülkeyi yaklaşık yirmi yıldır yöneten iktidar partisinin içinde bilerek ya da bilmeyerek örgüte yardım ve yataklık yapmayan kişi sayısı yok denecek kadar az. 

Neyse, esas anlatmak istediğim ve düşüncemin değişmesine neden olan bu değil. Enver ALTAYLI: Eski BBP milletvekili Orhan Kavuncu'nun kayınbiraderi, 1963 yılında Tâlât Aydemir'in darbe teşebbüsüne karıştığı için ordudan ihraç edilen, eski MİT mensubu. Darbe teşebbüsünden bir yıl sonra, 27 Ağustos 2017 tarihinde fetöcü suçlamasıyla tutuklanıyor. Geçmişi biraz araştırılınca CIA başta olmak üzere Alman ve diğer gizli istihbarat örgütleriyle yakın ilişkisi saptanıyor bu zatın. Sadece birine değil bir çok istihbarat örgütü adına ajanlık yaptığı iddia ediliyor. Rasim BÖLÜCEK: Tıp doktoru, uzun yıllar MHP danışmanlığı yapmış, partilerin seçim kampanyalarının mimarı, RTÜK başkanlık müşavirliğinden istifa ettikten sonra Kılıçdaroğlu'nun davetiyle kendisinin siyasal iletişim danışmanı yapılan ve ikametgah adresi Newyork olarak gösterilen bir şahıs. CHP Genel merkezinde vekillerin ve bazı yetkililerin dahi giremediği 14. kat kendisine tahsis edildiği. Ekmeleddin İhsanoğlu'nun CHP cumhurbaşkanı adayı olması için Kılıçdaroğlu'nu ikna ettiği, partiyi sağa yaklaştırdığı iddia ediliyor. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra ABD'ye gidip orada yaşamaya devam ediyor. Bölücek bir Tıp doktoru olmasına rağmen Ankara Büyük Şehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş tarafından belediyenin alt yapı, üst yapı, konut, yol ve köprü yapan Metropol A.Ş isimli şirketin yönetim kurulu üyeliğine getiriliyor.  

Bu iki kişi, yani ALTAYLI ve BÖLÜCEK arasında tam 1.159 telefon görüşme kaydı varmış! Ne konuştukları henüz meçhul, belki de bunu detaylı bir şekilde hiç öğrenemeyeceğiz. Bir partinin başkanı, ana muhalefet partisinin, yani CHP'nin başındaki adam, danışacak onca liyakatli adam dururken, böyle bir adamı sormadan, araştırmadan, kendine nasıl olur da danışman seçer? De ki seçti, öyleyse böyle bir başkan CHP gibi bir partinin başında nasıl durur hala?

Sonuçta siyaset kurumu ve dolayısıyla bütün devlet kurumları, muhalefet partileri dahil bütünüyle CIA'in eline geçmiş. At izi it izine karışmış. Düne kadar CHP ile dinci bir örgüt arasında bir ilişki olabileceğini aklıma dahi getirmiyor, iktidar partisinin hedef saptırması olarak görüyordum yapılanları. Şimdi anlıyorum ki CHP içinde de paralel bir yapılanma varmış. Şimdi siyasal bağımsızlığımızı kazanmak çok daha zor olacak. En iyi ihtimalle birkaç nesil süreceğini düşünüyorum bu mücadelenin. Fetö'ye bulaşmış kişilerin ağzında dolaşan ortak bir laf var. Hepsi sözleşmiş gibi "Ben Allah'tan korkan, dinine, devletine bağlı, ülkesini, milletini seven bir Türk Milliyetçisiyim." diyor. Ülkeyi yıllardır ABD'ye ve süper güçlere satan bu kişiler diyorum, Allah muhafaza, bu güruh, ya Allah'tan korkmayıp dinine bağlı olmasa, ülkesini, milletini sevmeseydi halimiz nice olurdu acaba? 

21 Ocak 2020 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ 21

Ağaç Ev Sohbetlerinin 21. Haftasına Sade ve Derin / Deep Tone ev sahipliği yapıyor. İrem Can ve Taha Akkurt tarafından başlatılan bu güzel etkinlikte pek çok konuyu tartıştık. Gururla ifade etmek isterim ki bu sohbetler başlayalı beri atladığım hafta olmadı. Her hafta heyecan içinde yeni konu başlığını bekliyorum. Umarım bu sohbetler çok uzun süre devam eder. Deep bu hafta sevdiği ve üzerinde çok düşündüğü bir konu seçmiş. İşte Ağaç Ev Sohbetlerinin 21. Hafta konusu ve üzerinde tartışmamız istenen sorular...

"Yeni mi, eski mi? Yeniyi mi seversiniz, eskiyi mi? Eski düşünceler, müzikler, filmler, kitaplar, eşyalar, duygular mı yoksa yeniler mi? Dün mü, bugün mü? Geçmişi mi özlersiniz, bugünü mü yaşarsınız? Nostaljik misiniz, güncel mi? Yeniliklerden yana mısınız, eskiyi mi korursunuz?"

Konuya ilişkin her şeyi kapsayan bir cevap vermek zor benim açımdan. Yeni mi, eski mi diye sorulursa ilk olarak kullanım süresi dolmuş, işlevini yitirmiş eşyalar gelir aklıma. Şimdi hala var mı bilmiyorum, çocukluğumda büyük beyaz bir kumaş torbayı sırtlanmış, sokakta "Eskiciii" diye bağıran kasketli adamları hatırlıyorum. Ev hanımları onun sesini duyar duymaz kapıya çıkar, eskimiş, kullanılmayan eşyaları üç beş kuruş karşılığında onlara verirlerdi. Bazen eşinin yıpranmış bir takım elbisesi, bazen kap kacak, bazen çocukların giysisi olurdu bu eşyalar. Bir taraftan evden yayıntının kalkmasına diğer taraftan da eskiciden alınan küçük paralara sevinilirdi. Güzel bir adetti, bu manada eskiyi tercih etmem söz konusu değil elbette. Fakat bildim bileli modayı da sıkı sıkıya takip ettiğim söylenemez. Gençlik zamanımızda uzun saçlar, kulak memesinden iki parmak aşağı sarkan favoriler, İspanyol paça pantolonlar giyilirdi. Şimdi bana ne komik geliyor bunlar. Şimdi sorsanız, uzun saç bir yana başımda kalan üç beş tel saç bile fazla geliyor bana. Bu konuda da eskiyi aradığım söylenemez. Gençlerin piercing, dövme yapması, genç kızların saçlarını kısmen pembe, mavi gibi renklere boyaması kendini ifade etme şeklinde yorumlansa da eskiden olduğu gibi gelip geçici bir akım olarak görüyorum bütün bunları. Karşı değilim, gençlerin bu zevklerine. Gençliğimde dede diye bildiğimiz bir ahbabımızın beni her gördüğünde "Hiç olmazsa şu favorini kulak memesi hizasında kes." diye adeta yalvarması aklıma geliyor ve bu tür aşırılıklara daha toleranslı oluyorum.

Eski örf ve adetlerden pek çoğundan hoşlanmam. Mesela el öpmek, ya da el öptürmek. Bugüne kadar kimseye elimi öptürmedim, bundan sonra da öptürmeyi düşünmem. Sadece bu mu, saymaya kalksam geriye pek azı kalır. Yani bu konuda da yeniciyim diyebilirim.  

Eski düşünceler, müzikler, kitaplar, filmler, duygular derseniz, işte orada biraz durmam gerekir. Düşünce deyince eskiyi şiddetle ararım. Hem de çok eskileri. Sokrates, Platon, Aristoteles gibi filozofları ve nice düşünürleri. Onlar aradan 2.500 yıl geçtikten sonra bugün yeniden hayata gelseler, "Hiçbir şey değişmemiş, hatta pek çok şey kötüye gitmiş" deyip tabutlarına geri döneceklerine inanıyorum. Gelecekte de bir şeyin değişeceğini düşünmüyorum. Çünkü insanların sorgulaması, düşünmesi iktidarların pek hoşuna gitmiyor. Bilmemizi değil inanmamızı istiyorlar, düşünmeden, sorgulamadan. Bu bakımdan düşüncenin, sorgulamanın dini hükümranlığa ve baskıcı rejimlere baş kaldırdığı Rönesans, 68 kuşağı dönemini, her ne kadar sancılı olsa da, yokluklar içinde bağımsızlığımızın kazanıldığı, üretimin önemsendiği Cumhuriyetin ilk yıllarını, Köy Enstitülerinin bir güneş gibi ülkeyi aydınlattığı dönemleri özlüyorum. Müzik, kitap derseniz, yine aynı. Klasik müzik dehalarını, dünya edebiyat klasiklerini göz ardı etmem mümkün mü? Bugünün gelir geçer hip hop müzik kültürüyle, bir caz orkestrasında çalan saksafonun keyiften uçuran nağmelerini mukayese dahi etmem, edemem.

Dün mü, bugün mü? sorusunda kokteyl bir seçim yapamayacaksam zorlanırım sanırım. İnsan, varoluşundan bu yana pek çok aşamalardan geçti. Bugün daha refah bir yaşam için elimizde eskiye nazaran çok daha fazla imkanlarımız var. Ne var ki refahımızı borçlu olduğumuz bilimsel ve teknolojik gelişmeler insan ırkının egoist tabiatı yüzünden daha adaletsiz, daha sömürgen ve daha acımasız bir toplum yarattı. Bana öyle geliyor ki insanlar bugün eskiye oranla daha az mutlu. Evet, bugünün refahından vazgeçemiyorum ama dünün daha özgür, üretken, mutlu insanları arasında bulunmak isterdim.    

Melankolik bir ruh haliyle nostaljiye takılmam aslında. Fakat iyi bir sanat eserini beğeniyorsam ne kadar eski olduğuna aldırmam. Eski bir film, bir edebiyat klasiği ya da harika bir müzik eseri olabilir bu. Konu edilen ev dekorasyonu, mobilya tasarımı ise yeniden, modernlikten yanayım, yeter ki fazla absürtlüğe kaçılmasın. Eskiyi korumak gibi bir çaba içinde değilim. Değerli şeyler kendini korumasını bilir zaten.