KATEGORİLER

ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖYKÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Temmuz 2020 Perşembe

ŞİNASİ BEY 4

Öğleden sonra Rauf Bey telefon edip beni yanına çağırmıştı. Kapısını tıklatıp içeri girdim. Şinasi Bey, masanın önündeki koltuklardan pencere tarafında oturmuş, hararetle Genel Müdür'e bir şeyler söylüyordu.

Bana işle ilgili bir şeyler soracağını sanmıştım. "Gel, otur bak Şinasi Bey neler anlatıyor" deyince durumu hemen anlamıştım. 

Şinasi Beyin kendi odası olmadığı için, onu şirkette çalışan herhangi birinin odasında bulabilirdiniz. Fakat en çok Rauf Bey'in odasına takılırdı. Rauf Bey de onu konuşturmaktan büyük zevk alır, bu yetmezmiş gibi zevkine beni de ortak ederdi.

Sohbete kaldıkları yerden devam ettiler. Şinasi Bey'in ağzı kulaklarındaydı. Rauf Bey sohbeti daha fazla tatlandırmak için Şinasi Bey'e ve bana bir şey içmek isteyip istemediğimizi sordu. Şinasi Bey açık bir çay istedi. Çay içmediğimi bildiği için sana kola söylüyorum dedi ve sekreteri aramak için yanındaki telefona uzandı. Aklıma son anda geldi,

"Zero olsun" dedim. Rauf Bey hemen iki çay ve bir tane kola zero getirmelerini söyleyip ahizeyi yerine bıraktı. 

"Anlat bakalım Şinasi Bey, sonra ne oldu?"

"Ya, Rauf Bey'ciğim, bildiğin gibi değil. Kadın bir afet. Sarışın, yeşil gözlü, mihrap yerinde. Benim gibi pörsümüş, çirkin bir adamı ne yapsın? Buna rağmen resmen asılıyor, bu işe şaştım doğrusu."

"Ne ballı adammışsın sen Şinasi Bey, bize düşmez ki öyleleri. Hem sen kendine haksızlık etme, müsteşarlık yapmış adamsın, senin konuşmana, kültürüne vurulmuştur. Gerisini merak etme, gerekirse o yeni çıkan haplardan birini alır çalarsın kapısını. Sahi ya, neydi o hapın adı?"

Şinasi Bey, mahcup bir şekilde bıyık altından gülümseyerek,

"Viagra" dedi.

"Ha yaşa, bak nasıl da bildin."

"Feriha Hanım, duysa bunları, beni kör testere ile keser. Hem ben o konuları düşünmüyorum. Fakat ne yalan söyleyeyim, Şazende hanımla sohbet etmek beni rahatlatıyor. Feriha Hanımla artık uzun uzadıya sohbet edemiyoruz. Benim konuşmamdan çabuk sıkılıyor. Oysa Şazende Hanım'la sabaha kadar konuşabiliriz."

Rauf Bey, sohbetin istediği güzergâhtan sapmasına asla razı olmazdı. Garson içecekleri servis edip odadan çıktı.

"Yapma şimdi, Şinasi Bey, Feriha Hanım nereden duyacak neler karıştırdığını. Sen istediğin kadar onunla sohbetten hoşlandığını söyle, kadın sana kafayı takmış bir kere. Biliyorsun, kadınlar için iki şey önemli, birincisi para, ikincisi makam. E, bunların ikisi de sende fazlasıyla var."


Bir gün Şinasi Bey'i mühendislerin bulunduğu geniş bir salonda, panik içinde ordan oraya koştururken buldular. O gün izinli genç bir mühendisin masasına oturmuştu. Yardım, yardım edin diye ortalığı birbirine katıyordu. Birkaç kişi yanına koştu. Salonda çalışan tekniker bir genç kız da meraklanıp masasından kalktı. Şinasi Bey heyecanla ona doğru hamle yaptı kollarını duvara yaslarmış gibi havaya kaldırmıştı.

"Hayır, hayır sen gelme!" diyordu.

Yanına gelen mühendislerden mahcubiyetini gizleyemedi. Masa üstü bilgisayarın ekranında birbiri ardına açılmış bir sürü pencerede porno resim kaynıyordu. 

"Vallahi, bilmiyorum nereden çıktı bunlar, bir tuşa bastım böyle oldu, ben kapattıkça yenileri çıkıyor. Biri görse rezil olacağım, ne olur ortadan kaldırın şunları." dedi.

Zıpır gençlerden biri Şinasi Bey'e baktı, muzipçe gülümseyerek,

"Şinasi Bey, kendiliğinden çıkmaz bunlar, siz ne arıyorsanız bana söyleyin ben size onların en alâsını bulurum." dedi. Şinasi Bey utancından diyecek bir şey bulamamıştı.

Bir 29 Ekim sabahı, nasıl olduysa erkenden ofise gelmiş odamda ayak üstü çayını yudumlarken pencereden dışarı seyrediyordu. Kapıdaki görevli binanın önündeki direklerden birine Türk bayrağı çekiyordu. Şinasi Bey, büyülenmiş gibi bayrağın göndere çekilişini izlerken içini hüzün kaplamıştı.

"Şinasi Bey, derinlere daldınız, hayırdır?" dedim.

"Bayrağa bakınca aklıma düştü." dedi ve anlatmaya başladı.

"Yıllar önce görev icabı Feriha Hanım'la birlikte Ankara'ya gelmiştik. Güzel günlerimiz oldu. Feriha Hanım, Ulus'taki Çıkrıkçılar yokuşunu çok severdi. Hem o sokağın dokusundan hem de esnafın bozulmamış halinden hoşlanırdı. Her gittiğinde incik boncuk bir şeyler almadan rahat etmezdi. Yaş gününde ben de ona oradan bir şeyler alır, sevindiririm diye düşünmüştüm. Hediye almak ne zor şeymiş, o dükkân senin bu dükkân benim dolaşırken hava kararmaya başlamış ama ben hâlâ bir şey almaya karar verememiştim. Dükkânlar teker teker kapanmaya başlamıştı. Tam o sırada bir bayrakçı, dışarıdaki malzemelerini içeri alıyordu. Düşündüm, olur mu olur dedim kendi kendime. Eli boş dönmektense. Dükkân sahibinden kalteli yün bir bayrak istedim. Kırmızısı tam bayrak rengi dediklerinden, ay yıldızı süt beyazıydı. Hemen güzel bir hediye paketi yapmasını istedim satıcıdan. Adam özene bezene bayrağı katlayıp güzel bir karton kutuya yerleştirdi. Sonra üzerini fiyakalı parlak bir kağıtla kapladı. Beyaz kadife bir şeritle bağlayıp, üstüne bir de güzel fiyonk yaptı. Paket çok güzel olmuştu ama içindekini görünce Feriha Hanım'ın vereceği tepkiyi merak ediyordum. Eve vardığımda yaş gününü kutlayıp paketi kendisine takdim ettim. Hemen açtı, bayrağı görür görmez gözleri buğulandı. Bana sarıldı ve "Şimdiye kadar aldığım en anlamlı hediye bu" dedi. Şaşırmıştım. O gün bu gündür, o bayrak kutusunun içinde en kıymetli mücevher gibi komodinin çekmesinde saklanır. Dini ve milli bayramlarda özenle balkona asılır ve işi bitince tekrar itinayla yerine konulur."

Anlatırken gözleri dolmuştu. Şinasi Bey'i hiç böyle görmemiştim.

Çok iyi Fransızca bilirdi Şinasi Bey.  Özellikle Fransızca konuşulan Kuzey Afrika ülkelerindeki ihale dokümanlarının incelenmesi ve teklif dosyalarının düzenlenmesinde bize epey yardımcı olurdu. Bazen işin yapılacağı yurt dışı yer görme ziyaretlerine tercüman olarak yanımızda onu da alırdık. Onun olduğu yerde neşemiz hiç eksik olmazdı.


8 Temmuz 2020 Çarşamba

ŞİNASİ BEY 3

Parka girdiğinde duraksadı. Artık on beş dakikalık yürüyüş bile yoruyordu onu. Oscar'ın ipini iyice gevşetir gevşetmez hayvan çimenleri koklayarak hacetini giderecek kendine uygun bir yer aramaya başladı. Şinasi Bey, bunu fırsat bilip etrafına bakındı ama kimseyi göremedi. 

Ağaçların arasında turlamaya başladı. Gözüne kestirdiği yeşil boyalı bir banka oturup köpeğin kemendini çözdü. On dakika boyunca başını bir o yana bir bu yana çevirip etrafı gözledi. Can sıkıntısı ve merak içinde zaman geçmek bilmiyordu. Feriha Hanım onun bu halini görse ona neler söylemezdi. 

Köpeğini dolaştırmaya gelen genç bir kız Şinasi Bey'in yanından geçerken gülümseyerek ona selâm verdi. Oscar, kızın köpeğine doğru koştu. Genç kız, köpeklerin koklaşıp oynaşmasına bir süre izin verdikten sonra Şinasi Bey'e 'İyi günler' dedi ve arkasını dönüp uzaklaştı. 

Tam kalkmaya hazırlanırken kırkbeş yaşlarında, sarışın bir kadının kendisine doğru yaklaştığını fark etti. Dikkatlice o yöne baktı, evet, oydu. Heyecandan kalp atışları hızlandı, etrafına bakındı, Oscar'ı göremeyince panikledi. Telâş içinde yerinden fırladı.

"Günaydın Şinasi Bey, nedir bu telâşınız?" 

"Oscar, hay Allah, az önce şu ağacın dibindeydi."

Sarışın kadının gezdirdiği aynı cins köpeği fark eden Oscar, saklandığı yerden şimşek gibi fırlayıp yanlarına koşunca Şinasi Bey derin bir nefes aldı. Kadın muzip bir gülümsemeyle,

"O sevgilisini bırakıp gider mi hiç?" dedi.

Şinasi Bey gözlerini yere indirirken kadının cesur ve imalı sözlerinden dolayı mahcubiyetini gizleyemedi. Tanışalı henüz bir hafta bile olmamıştı. Önceleri ortak sohbet konuları sadece köpekleriydi. Sonraki günlerde sohbet etmek için konu sıkıntısı çekmediler. Aralarında sözleşmedikleri halde her ikisi de aynı saatte ve aynı yerde bulunmaya özen gösteriyorlardı. O gün ilk kez gecikince Şinasi Bey'in canı sıkılmıştı. Bir şeyler söylemek istiyordu ama kelimeler boğazında düğümleniyor, bir yandan Feriha Hanım'ı düşünürken sohbetinden büyük zevk aldığı bu kadını kaybetmekten korkuyordu. Sonunda cesaretini topladı.

"Bugün geç kaldınız Şazende Hanım, sizi merak ettim."

"Sormayın Şinasi Bey'ciğim. Bildiğiniz gibi yalnız başına yaşamak çok zor. Elektrik faturasının son ödeme günüymüş bugün, gidip onu yatırıverdim."

"Aman iyi, iyi. Acaba başınıza bir şey mi geldi diye endişe ettim. Zaten kalkmak üzereydim ben de. Feriha Hanım geç kalırsam düşüp kaldım mı diye merak eder şimdi."

"Aşkolsun Şinasi Bey, durun bakalım, daha düşüp kalkacak yaşa gelmediniz. Ama madem kıymetli eşiniz Feriha Hanımefendi merak buyururlar, o zaman müsaade sizin."

Şinasi Bey Oscar'ın tasmasını taktıktan sonra Şazende Hanım'a veda edip evinin yolunu tuttu.

Bunları nerden mi biliyorum? Çünkü öğle üzeri şirkete gelir gelmez her şeyi ballandıra ballandıra anlatırdı bize Şinasi Bey. Yoksa Şazende Hanımı nereden bilecektik? Emekli öğretmenmiş Şazende Hanım, iki yıl kadar önce eşini kaybetmiş. Onların da tıpkı Şinasi Beyler gibi çocukları olmamış, evlât sevgisini köpekleriyle gideriyorlarmış.

(Devam edecek)

ŞİNASİ BEY 2

Yemekhanede patronların ve üst düzey yöneticilerin oturduğu birbirine bitişik üç masa vardı. Diğer personel metal tepsilerine aşçının servis ettikleri yemekleri alıp diğer masalara oturuyorlardı. Şinasi Bey de onlar gibi tepsiyi eline alıp yemek kuyruğuna girdiğini gördüğümüzde hemen çağırır, masamıza davet ederdik. Yaşı yetmişi geçmiş koca müsteşarın bu davranışı bizi her zaman utandırırdı.

Değişik karakter yapısının dışında dış görünüşü de müsteşarlık yapmış birini çağrıştırmıyordu. Şinasi Beyi ilk kez gören biri, onun Hintli bir profesör olduğu konusunda rahatlıkla bahse girebilirdi. En az üç yabancı dil bilirdi ama siyasi tartışmalarda hiçbir zaman rengini belli etmezdi.

Neşeliydi, keyfi yerindeydi o gün yine. Gözlerinin içi gülüyordu. Masadakilere bir fikra anlatmaya başladı. Herkes pür dikkat onu izliyordu. Fıkranın sonunda herkes kahkahaya boğuldu. Aradan epey bir süre geçmiş etrafındakiler sakinleşmişti ama onun kahkahaları artarak devam ediyordu. Bu halini görünce biz de gülmeye başladık. Bu kez o sustu ve "Nasıl, fıkrayı beğendiniz mi?" diye sordu. Evet, dedik hep beraber, çok güldürdün bizi, Allah da sizi güldürsün. Şinasi Bey yine gülmeye başladı. Buna bir anlam verememiştik. "Şinasi Bey, siz hâlâ  anlattığınız fıkraya mı gülüyorsunuz?" diye sordu birisi. "Yok, yok ona değil, fıkraya gülmüyorum, sizin halinize gülüyorum." dedi. Meraklanmamız onu iyice neşelendirmişti. "Yahu size anlattığım fıkra falan değildi." dedi. "Ya neydi, gerçek mi?" diye sordum. Bir yandan gülerken "Onu şimdi kafamdan uydurdum." dedi. İşte böyle matrak bir adamdı bizim Şinasi Bey.

Yapacak fazla bir işi olmadığından olsa gerek, düzenli olarak işe gelmezdi. Belki de bu yüzden ona özel bir oda verilmediğini düşünüyordum. Muhtemelen şirkete gelişleri iki nedenden ötürüydü. Ya yeni bir maden sahasına ruhsat çıkarılması ya da bir taş ocağının işletme süresinin uzatılması için patron tarafından göreve çağrılır ya da eşi Feriha Hanımefendinin başını şişirmesinden dolayı eşi tarafından kibarca evden kovulurdu!

Teknik Üniversitenin eski mezunlarından Şinasi Bey, iş dışında vaktinin çoğunu yaşıtlarıyla birlikte kurdukları musiki cemiyetinde geçirirdi. Herhangi bir müzik aleti çalmasını bilmezdi fakat bütün sanat müziği makamlarını hem teorik hem de icra yönleriyle çok iyi bilirdi. Her ay en az bir kez, üç beş arkadaş eşleri ile birlikte evlerde toplanır, çalınan sazların eşliğinde repertuvarındaki yüzlerce şarķıdan birini yorumlarken, hanımların hazırladığı muhteşem mezelerden atıştırıp arada rakısını yudumlardı. Feriha Hanım'ın keyfi yerinde olduğu akşamlarda ise Şinasi Bey, eşinin udundan çıkan nağmelere sözleriyle eşlik ederdi.

Müziğin dışında Şinasi Bey'in diğer bir meşgalesi de evde besledikleri Kaniş cinsi köpekleri Oscar'dı. Feriha Hanım da severdi ama onun mamasını, suyunu vermek, bakımıyla ilgilenmek sadece Şinasi Bey'in göreviydi. Her gün sabah serinliğinde, bazen öğleden sonraları Oscar'ın tasmasını takıp on beş dakikalık yürüyüş mesafesindeki parkın yolunu tutardı. Parka yaklaştıkça ihtiyar kalbi bir başka çarpmaya başlardı Şinasi Bey'in.

(Devam edecek)

7 Temmuz 2020 Salı

ŞİNASİ BEY 1

Size Şinasi Bey'den hiç bahsettim mi? Sanmıyorum. Şimdi nereden aklına geldi diyeceksiniz. Elbette eşi Feriha Hanımefendi'den. Geçenlerde bir iş için İstanbul'a gittiğimde onu parkta kedileri beslerken görmüştüm. Az kalsın tanıyamayacaktım, insan yaşlandıkça tanınmaz hale geliyor. Fakat o yine de giyimi kuşamı ve hayvanlara gösterdiği şefkatiyle kendini belli ediyordu. Açık renk bir döpiyes giymiş, kolunda zarif bir çantayla ulu çınar ağaçlarının gölgelediği bir banka oturmuş dinleniyordu. Beni tanıyacağını hiç sanmıyordum. Yine de yaklaşıp bir selâm verdim. Yüzünü kapatan maskeyi ağır hareketlerle aşağı sıyırırken gülümseyen  gözleri parladı.

"İyi günler evlâdım, sizi çıkartamadım, kusuruma bakmayın, yaşlılık işte."

Onu sadece bir kez görmüştüm ama unutmam mümkün değildi. Öyle düzgün bir İstanbul şivesiyle konuşan, hal ve tavırlarından zerafet akan Osmanlı hanımefendilerinden günümüzde kaç tanesi kalmıştı ki. 

"Efendim, ben Eşref, rahatsız ettiğim için affınıza sığınıyorum, yıllar önce Şinasi Bey'in rahatsızlığı sebebiyle Ankara'daki evinizde size geçmiş olsun ziyaretinde bulunmuştum."

Feriha Hanım dikkatle sözlerimi bitirmemi bekledi. Gözleri dolmuştu. 

"Rahatsızlık ne kelime Eşref Bey oğlum, bilâkis çok mutlu ettiniz beni. Rahmetli Şinasi Bey, bana sizden çok bahsederdi." 

Onu anılarıyla başbaşa bırakıp elini öpemememin huzursuzluğu içinde yanından ayrıldım.

Şinasi Bey, elli yıl aynı yastığa baş koyduğu eşi Feriha Hanım gibi asil, namuslu, herkes tarafından sevilen bir beyefendiydi. Her zaman koyu renk takım elbisesine uygun renk ve desenlerde kravatlar uydurur, pırıl pırıl parlayan ayakkabılarını giyip dışarı öyle çıkardı. İstanbul'da Bölge Müdürlüğü yaptığı sırada yardımcılarından genç bir mesai arkadaşı Sanayi Bakanı olunca Şinasi Bey hemen telefon açıp onu tebrik etmiş, ayrıca makamına gösterişli bir çiçek göndermeyi de ihmal etmemişti. Aralarındaki dostluk bu kadarla kalmamış, Bakan Bey, eski müdürünü arayıp ona müsteşarlık teklif etmiş, böylece ister istemez canları kadar sevdikleri İstanbul'dan ayrılmak zorunda kalmışlardı.

Şinasi Bey pek çok İstanbullunun aksine Ankara'yı da sevmişti. Kısa zamanda geniş bir çevresi olmuş, kendine değişik uğraşılar edinmişti. Sık sık sanat sever dostlarıyla buluşur, sanat müziği icra ederek ruhunu dinlendirirdi. 

Onu çok sonraları tanımak şerefine nail oldum. Emekli olmuş, saçları beyazlaşmıştı. Eski fotoğraflarından gördüğüm o heybetli halinden eser kalmamıştı, kocaman burnu dışında esmer yüzü iyice küçülmüş, gözlerinin feri kaybolmuştu. Müsteşarlık döneminde çok iyiliğini gören şirketimizin yönetim kurulu başkanı, vefalı bir davranış göstererek Şinasi Bey'i şirkete danışman olarak almıştı. 

Emekli bir müsteşarın şirketimizde göreve başlaması hem şirketin hem de çalışanların nezdinde onur duyulacak bir mevzuydu. Zaman içinde onu daha iyi tanıdım. En önemli özelliği mütevazılığıydı. Onun gibi bir adamın Bakan'nın sağ kolu bir müsteşar olabileceğine ihtimal vermezdim. Şirkete ilk geldiğinde en geniş odayı hemen ona tahsis edeceklerini düşünüyordum. Oysa onca boş oda varken ona bir odayı dahi çok görmüşlerdi. Boş odalar, kimi eğitimini tamamlamakla meşgul, kimi askerden dönüşü beklenen patron çocuklarına ayrılmıştı çünkü. Şinasi Bey, bu durumu bile kendine dert etmemiş, zerre kadar umursamamıştı.

(Devam edecek)

3 Temmuz 2020 Cuma

ÇÖL ÇİÇEĞİ 8

Sahra çalısı dayanamadı, hemen paylaşmak istedi. Aşk acısının şiddetiyle terk-i diyar eylemiş Çöl Çiçeği'nden ayrı düşmüştü. Sadece o değil, Afrika dahil, bütün sevenleri ondan gelecek haberi bekliyorlardı. 2 Temmuz çok önemli bir gündü. Sahra Sulh Hukuk'ta ilk duruşma günü. 


Geç kalkacağını düşünüp öğle saatlerinde aradı Çöl Çiçeğini. Telefon uzun uzun çaldı, cevap veren olmadı. Hiç şaşırtmamıştı bu cevap vermeyişler Sahra Çalısını. Demek ki, daha çekeceği kederli günler vardı. Aklına mesaj atmak geldi. Mesaj kutusunun üzerinde son görünme saati 05.50 yazıyordu. Tamam dedi, kendi kendine. Belli ki geceyi gündüz etmiş yine.


Merak ediyordu bir yandan. Bir mesaj yazdı. "2 Temmuz ne oldu? DBE de merak ediyor." DBE'yi ayrı sever, yazılarında hep kendini bulurdu. Sahra Çalısı ümitlendi birden. Kendisine cevap vermese bile DBE'yi cevapsız bırakamazdı.


Yarım saat sonra mesaja cevap geldi.

"İçimdeki kangreni attım, beni zehirleyen suyumdan kurtuldum."

Mesajın sonuna bir de gülen surat emojisi eklemeyi unutmamıştı.

"Sevindim, rahatlamış görünüyorsun. Hayırlısı olsun, bunu kutlamak gerek" diye bir cevap verdi Sahra Çalısı.

Çöl Çiçeği, "Her şeyi anlatcağım, Çöl Çiçeği artık tamamen özgür." diye gönderdiği mesajın arkasından bir tane daha yolladı. 

"En kısa zamanda kutlayalım, bana bu zor günümde destek olanlar sayesinde huzura kavuştum." 


Sahra Çalısı habere çok sevinmişti ama yaraların sarılması zaman isterdi. Çöl Çiçeği henüz genç nasıl olsa, kısa zamanda toplar kendini, yeni bir aşka açar yelkenlerini, ona su mu yok diye düşündü. Önemli olan belirsizliğin ortadan kalkmasıydı. Şimdi önünde upuzun bir yol onu bekliyordu. Yaşadıklarını önemsiyor, değerli buluyordu Çöl Çiçeği. Oysa Sahra Çalısı, onun yaşadıklarından ders alacağını boş yere bekliyordu.   

29 Haziran 2020 Pazartesi

AYSEL

Yan komşumuz Züleyha Teyzenin evinde büyük bir telaş vardı. Evin büyük kızının nişan merasimine beni de yanında götürmüştü ablam.  Benden on iki yaş büyük olduğu için ona annemden daha yakındım. İlkokula yeni başlayan yaramaz bir kız çocuğuydum o zamanlar. Başım belaya girdiğinde hızır gibi yetişir, beni üzen her kimse ona mutlaka haddini bildirirdi. 

Bembeyaz örtü serilmiş geniş bir masanın üzerinde türlü börekler, kurabiyeler, pastalardaydı gözüm. Züleyha Teyzenin küçük kızı misafirlere çay servisi yaparken aile büyükleri, birbirlerinin hallerini, hatırlarını soruyorlardı. Ablamın kucağına ilişmiştim. Az sonra nişan yüzükleri takılacak genç çifti hayranlıkla seyrederken evin tekir kedisinin aniden ciyaklamasıyla sıçradım yerimden. Fark etmeden kuyruğuna basmışım hayvanın. O esnada salonun bir köşesinde arkadaşlarıyla birlikte sohbet etmekte olan gençlerden biri kalkıp geldi yanımıza. Mahcup bir gülümseme yayılırken yüzünde, ablama doğru seğirtti. Eliyle başımı okşadı hafifçe. "Bir şey olmadı ya kardeşinize" dedi. Ablam, "Ne bu samimiyet, tanışıyor muyuz?" diye tersledi genç adamı. Delikanlı, özür dileyip arkadaşlarının yanına döndü çaresiz. Ablama dik dik bakıp "Niye yaptın bunu?" diye sorduğumda "Sen karışma" deyip paylamıştı beni.

Nişan yüzükleri takıldı, pastalar börekler büyük bir iştahla yendi. Yanımıza gelen Züleyha Teyze bir yandan yanaklarımı okşarken, "O kocaman kız olmuşsun, hadi kalk lokumları sen dağıt misafirlere." dedi. Elime verilen gül kokulu lokumları salondaki kalabalığın içinde dolaştırırken bütün dikkatim ablamın terslediği genç adamın üzerindeydi Bir an olsun gözünü ablamdan ayırmıyordu. Ablamın kalkıp ona haddini bildirmesinden korkuyordum. Lokumları dağıtıp yerime döndüğümde, ablamı, yanındaki iskemlede oturan bir kadınla fısır fısır bir şeyler konuşurken yakaladım. Biraz kulak kabartınca onun az önce yanımıza gelen gencin kim olduğunu sorduğunu fark ettim. Züleyha Teyzenin kocası Ahmet Amca'nın iş yerinde çalışıyormuş, adı da Eymen'miş. Çok çalışkan ve terbiyeliymiş. Nişan hazırlıkları sırasında çok koşturmuş. Züleyha Teyzeler manevi oğulları olarak gördükleri Eymen'i, çok seviyorlarmış. Devamlı ablama bakması sinirimi bozmuş olsa da işin doğrusu ben de sevmiştim Eymen Abiyi. Hatta ablamın ona kaba davranmasına epey üzülmüştüm. Ne vardı sanki, kedi ciyaklayınca, yerinden fırlamış, bir tarafımı tırmaladı mı diye merak etmiş, insanlık yapmıştı. Ablamı ne kadar çok sevsem de onun bu milleti bozma huyundan hiç hoşlanmıyordum. Hiç kimseye eyvallah etmeyen biriydi. Doğduğum günden beri yıllarca aynı yatağı paylaşmıştık. Çok seviyordum ablamı, benim koruyucu meleğimdi o.

Ablam aylarca Eymen Abiyi her gördüğünde terslemiş, işi yokuşa sürmüştü. Oysa o da içten içe vurulmuştu ona ama hiç belli etmiyordu. Sonunda yelkenleri  suya indirmişti. Pek de uzun sürmeyen nişanlılık döneminde gidecekleri her yere beni de götürmelerini istiyordum. Çocuk aklı işte! Bıraksana aşıkları kendi hallerine...

Yıllar yılları kovaladı. Geçenlerde bir bahar günü ablamın kızı Aysel uğradı dükkâna. Kocaman, güzel bir kız olmuştu. Züleyha Teyzelerin evinde, eniştemin ablama asıldığı o akşam üstünü hatırladım. O zamanlar ancak Aysel yaşlarında bir çocuktum ben de. Az sonra nişanlım gelecekti beni almaya, yaş günüm için bir sürpriz hazırlamıştı. Yemek yiyip bir şeyler içecektik. Bana ne hediye aldığını merak ediyor, içim içime sığmıyordu. Ah, Aysel, tam da bana gelecek günü buldun!

           

14 Mart 2020 Cumartesi

ÇÖL ÇİÇEĞİ 6

Sahra Çalısı uzun süredir Çöl Çiçeği'ni dinliyor, onun içinde bulunduğu durumdan bir an önce çıkıp eski neşeli günlerine dönmesi için büyük çaba sarf ediyordu. O, ayrılığın nasıl bir şey olduğunu en iyi bilenlerden biriydi. Çölün acımasız kum fırtınalarına kendini bırakmış, yuvarlanarak savrulduğu uzak diyarlarda yağmurunu beklemişti. Önce Çöl Çiçeği'ne dönüp seninki aşk olamaz demişti. Kabul etmemişti bunu Çöl Çiçeği. Hayır demişti, ben suyuma, suyum bana aşık. 

Sahra Çalısının aşk tarifine uymuyordu bu ilişki...
1. Çünkü onun bildiği aşk karşılıklı bir tutku değildi. Aşk sadece bir tarafın yakasına yapışır, onu şekilden şekle sokardı.
Suyun kendisine yaptığı güzel şeyleri anlattı Çöl Çiçeği, anlatırken gözleri buğulandı. Peşinde çok koşmuştu Çöl Çiçeği'nin. Çöl Çiçeği kaçarken o kovalıyordu mütemadiyen. Tuhaf bir şekilde Çöl Çiçeği kıpır kıpır yerinde duramazken, su sakin, için için akıyordu yatağında. Aklı karışmıştı Sahra Çalısının, hemen inanmazdı söylenene, söyleyene inansa bile. Çelişkiler aradı sözlerinde Çöl Çiçeği'nin. Ne olmuştu da, birden çekmişti kollarını su, sevdiğinden. Geçmiş ne söylerse söylesin, gelinen bu duruma bakılırsa, Çöl Çiçeği inanmak istemese de suyun aşkının sona erdiğini anlamak zor değildi. Aşk, platonik olanlar dışında sonsuza kadar sürecek bir duygu değildi. 

2. Çünkü onun bildiği aşk karşılıksız sevgiydi. Karşısındakini olduğu gibi kabul edip, sonsuz bir tutkuyla bağlanmaktı. Onun her şey, kendisinin hiç olmasıydı. Kendisi ne kadar acı çekerse çeksin, onun mutlu olmasının ona yetmesiydi.  
Sahra Çalısı çölün suyunu tanımıyor, onun dengesiz tavırlarını anlayamıyordu. Fakat Çöl Çiçeği'ni gayet iyi çözümlemişti. Çöl Çiçeği suyuna aşık görünüyordu, çünkü onu seviyordu, onsuzluk canını acıtıyordu, onun her haline tutkundu. Buraya kadar tamamdı. Fakat bir konuya yatmıyordu aklı. Evet, sahiplenmişti suyunu Çöl Çiçeği, kıskanıyordu başkalarından. Onun başkasıyla mutlu olma olasılığı aklını kaçırmasına yetebilirdi. Sahra Çalısının aşk kriterlerine uymayan bir durumdu bu. Belki de o aşklarında hep terk eden olmuş, terk edilmişliğin acılarını öğrenememişti. Bu muydu sorun? Suyun özgürce akmasına izin vermemesi miydi bu ayrılığın sebebi. Peşinden çok koşması mıydı? Neydi bunun tedavisi, çaresiz kalmıştı çölün bilge çalısı.

Çöl sıcakları iyice kendini hissettirmeye başlamıştı. Sahra Çalısını dinlememiş, burnunun dikine gitmiş, kendini zapt edememiş yine aramıştı suyunu Çöl Çiçeği. Suyun ona dönmesini beklemişti sonra sabaha kadar, uyumamıştı. Gözleri şişmiş, umudunu kaybetmiş bir haldeydi. Kendisini defalarca ikaz etmişti Sahra Çalısı: "Arama, bırak o arasın seni. Küçültme kendini. Unutma ki kaçan kovalanır, bir kere olsun kovalanan ol." 

Dinlememişti yine, bir kez daha tutamamıştı kendini. Sahra Çalısı kızamamıştı ona. Kolay değildi elbette. Tam da suyun yatağını değiştirdiğine, arkasını döndüğüne kendisini inandırmaya başladığı anda, dönüp geri geliyordu su. Yeni bir sayfanın açılmasına karar verip birlikte yol almaya niyetlendikleri anda ise uzaklaşıyordu Çöl Çiçeği'nden. Umut ışığı deniz feneri gibi defalarca yanıp sönüyor, Çöl Çiçeği bir umutlanıp coşuyor, dans ediyor, bir umutsuzluğa kapılıp kedere gömülüyordu. Bu zorluğa ne kadar dayanabilirdi ruhu, bedeni. O yüzden arayan o olmuştu, kararsız bulutları bir nebze olsun dağıtmak için. Aradığıyla kalmıştı. Su yine "Sana bir iki gün içinde dönerim." demiş, aramamıştı bir daha. Dönse bir türlü dönmese bir türlüydü. Sahra Çölü, "Bırak bu sudan hayır gelmez sana artık." derken, suyun defalarca Çöl Çiçeği'ne neden geri döndüğünü ve sonra yeniden neden bir kez daha onu terk ettiğini anlayamıyordu.                        

13 Mart 2020 Cuma

ÇÖL ÇİÇEĞİ 5

Sahra Çalı'sıydı onu en iyi anlayan. Çölün en dayanıklısı, en ilham vereni. Suda hayat bulanı, sudan medet ummayanı. Senede sadece iki kez yağacak yağmur yeterdi sonsuz hayatına. Ne fırtınalar, ne kuraklıklar görmüştü yaşamı boyunca. Bir gün, tesadüfen yolları kesişmişti Çöl Çiçeği'yle. Bu güzel çiçeğe kanı ısınmıştı birden. Konuşmasını da dinlemesini de biliyordu. Üstelik boş konuşmuyordu, zekiydi, öğrenmeye açtı. İçi dışı birdi Çöl Çiçeği'nin. Doğru bildiğini söyler, gözünü daldan budaktan esirgemezdi. Sahra Çalı'sı ise anlatırken buluyordu kendini, çözmeye çalışırken çözülüyordu. Uzattı ona ellerini. Ne var ki kolay değildi Çöl Çiçeği'ni yeniden yaşama döndürmek.

Can suyunun Çöl Çiçeği'ni terk ettiğinde yanı başındaydı Sahra Çalı'sı. Onu coşturan umut zerrelerinde çılgınca dans edişine de tanık olmuştu, çaresizlik tünelinin zifiri karanlığında perişan hallerine de. Bütün çöl sakinleri alışmıştı Çöl Çiçeği'nin bu gelgitlerine. En zor anlarında Sahra Çalısı ile birlikte aradılar çıkış yolunu. Yıllarca o çölden bu çöle savrulan Sahra Çalısı'nın hayat tecrübesi yetmiyordu suyu anlamaya, Çöl Çiçeği'nin yoluna ışık tutmaya.

En büyük sırdaşıydı artık birbirlerinin. "Susuz hayat olur mu?" diye sormuştu bir keresinde. Çöl Çalı'sı kadar suyun önemini bilen var mıydı acaba? Her zaman olduğu gibi düşünmüştü uzun uzun Çöl Çalısı, tane tane cevap vermişti ona, "Yaşatan da su, öldüren de..."

Bir ay kadar önce sürüklendiği güzel diyarlarda Çöl Çiçeği'ni yalnız bırakmamış, yuvarlanıp peşinden gitmişti. Onun yeniden hayat bulduğunu görüp sevinmişti bir an Çöl Çalısı. Sevinmişti sevinmesine, çölün yavan suyunu unuttuğuna... Yine de bilgeliğiyle "Dikkat et, her suya güven olmaz, gördüklerin aldatmasın seni." demişti.

Çok geçmeden anlamıştı Çöl Çiçeği sırdaşının sözlerini. Yaşamadan öğrenilemezdi bazı şeyler. Özgürlük vazgeçilmezi iken, yavan bir suyun esiri olmuştu farkında bile olmadan. Her şeyini paylaşabilecek kadar cömertti ama suyunu asla paylaşamazdı. Çok geçmeden yine bir fırtınanın kollarında atmışlardı kendilerini çölün çorak topraklarına, çöl suyunun olduğu yere.

Çöl suyu da bekliyordu dönmesini, çağırmıştı onu. Çağırmıştı çağırmasına ama nasıl giderdi ki onun yanına Çölün çiçeği. Ancak su bulabilirdi kavuşmanın yolunu. "Ahh, keşke onun gibi olsam!" diye hayıflanmıştı, gözleri dolarak. Bir an olsun beklemezdim, koşardım kollarına. Sonra utandı söylediklerinden, kızdı kendine, ne demeye gidecekmişim ki, ben mi istedim bu ayrılığı. Hiç mi gurur yok bende. Gittikçe kendi kendine kızıyor, kızarıyor, yüzüne ateş basıyordu.

Derinlere uzattığı kökleri nemlendi yavaş yavaş. Evet, geliyordu. Uzattı köklerini heyecanla. "Gurur yaşamaya engel olmamalı." demişti Çöl Çiçeği, mahcubiyetini saklayarak içinde. Yanılmamıştı Çöl Çalı'sı, işin buraya geleceğini tahmin etmişti. "Gurur, susmayı ve yalnızlığı sever, sende ikisi de yok." demişti ona, gülümseyerek.

İçi içine sığmıyordu Çöl Çiçeği'nin. Uzunca bir aradan sonra kana kana içti suyunu. "Artık kurusa da dallarım, toprağa karışsa da bu narin bedenim, gam yemem." diyordu. "Değil mi ki ben anladım suyumun da bensiz yapamadığını, etrafında onca çiçek dururken gelip yine beni seçtiğini, ölsem de gam yemem artık."

Çölün suyunu Çöl Çiçeğine çeken ne ola ki? Kim bilir, belki o da alışmıştı Çöl Çiçeğine. Çöl Çalısı, bu sorunun cevabını arıyordu ama onun esas kafasını meşgul eden suyun çiçekten neden korkup kaçtığıydı. Başladığı anda bitişin, küllerinden yeniden doğuşun sadece kendine has özellikler olduğunu sanıyordu Çöl Çalısı. Yaşam mücadelesinde onca bilgeliğine rağmen, daha öğreneceği çok şey olduğunu düşünüyordu.

Yaz gelirken çölün sıcağı bütün acımasızlığıyla başlamıştı canları yakmaya... Umutla suyunu bekliyordu Çöl Çiçeği. Zaman daralıyordu... 

6 Mart 2020 Cuma

ÇÖL ÇİÇEĞİ 4,5 (*)

Kaplan Diary (Kaystros Tyrha) "gerçek bir yaşam"dan uyarladığı Çöl Çiçeği'nin Hikâyesi'ni bir bölümcük yazmama izin verdi, teşekkür ediyorum. Başka bir yazanın kaleminden çıkan ara bölüm olduğu için ben de bu öyküye "4,5" dedim. Umarım hoşunuza gider. Bu arada şaşırdım, hiç bu şarkıyla başlamamış kendisi! Halbuki bu hikâyenin bendeki müziği tam bu! Sting ve tabii asıl: Cheb Mami..! 


Denize Bakan Ev (Mrs. DBE)'den,


Kış kurak geçmişti. Çöl Çiçeği rüzgârlara, kum fırtınalarına rağmen kuma bağlı kalmıştı kalmasına ama kış boyunca umutla beklediği halde tek bir damla yağmayan yağmurların yokluğunda da iyice güçsüzleşmişti. Cılızlaşmış kökleriyle, derinlerde saklandığını, yeterince inanır ve sabırla beklerse bir gün mutlaka ulaşacağını sandığı o ilk can suyuna bir türlü ulaşamamaktan da yorgundu. Gün boyunca griden sarıya dönüp duran gökyüzüne bakar, mevsimin dönmesini, önce leyleklerin sonra da sıra sıra deniz kırlangıçlarının, sığırcıkların, turnaların ve yelkovan kuşlarının çölü yeniden aşarak yeniden Kuzey'e göçmesini beklerdi. Mart ile birlikte, gökyüzü önce açık, sonra günden güne koyu bir maviye dönmeye başlar, kuş kümeleri gökleri şenlendirirdi. Tüm bunları yıllar içinde, yanında akarken bir yandan da kulağına hikâyeler fısıldayan can suyundan öğrenmişti, Çöl Çiçeği. Ve şimdi çok korkuyordu, tüm kuşların da can suyu gibi göçüp gittiğinden ve bir daha dönmeyeceğinden korkuyordu. Sanki kuşlar geri gelirse, can suyunun da geri döneceğine dair bir işaret alacağına inanıyordu içten içe ama kimselere söyleyemiyordu..

Bir gün, kuma gömülü, kumu sıkı sıkı tutan köklerine ılık ılık bir şeylerin dokunduğunu hissetti Çöl Çiçeği. Kıpırdayamadı. Nefes bile almadı. Olabilir miydi bu? Bu tatlı koku, bu serinlik, bu sanki tüm evrenden ona doğru akan yaşam sevinci? Çöl Çiçeği'nin ufacık kalbi, hiç çarpmadığı kadar hızlı çarpıyordu. Sanki köklerine dokunan o serinliği ötelemek ister gibi, hiç kıpırdamadan duruyordu. Sanki köklerini biraz kıpırdatsa, biraz uzatmaya, ne olduğunu anlamaya kalksa... Bir düşten uyanacaktı. Hayır, kıpırdayamazdı. Dönmüş olabilir miydi can suyu?

Can suyu köklerine dokunuyordu; serindi kumlar, yumuşak gevşeklik yerini serin ve güçlü bir kuşatılmışlık hissine bırakıyordu. Bu hissi biliyordu. Bu hisse doğmuştu zaten, bu histen başkasını aramamıştı bunca zaman.. Dönmüştü işte. Kuşlardan bile önce. Baharlardan bile önce.. Köklerini gevşetip kana kana içmek aklından bile geçmedi. Usulca, korkuyla, ancak dokunabildiği kadarını emdi kumlardan. Suyun kaynağına ulaşmak aklına bile gelmediği gibi, çekindi de. Ya kökleri suyun akışına zarar verirse, ya önüne istemeden bir set çekerse? Hayır hayır bu sefer yapmayacaktı aynı hatayı. Suyun kuralıyla oynayacaktı bu sefer. O ne derse öyle olacaktı. İster gelsin köklerini usulca okşasın, ister yanından aksın gitsin, onu kurumaya bıraksın. Onsuz olmuyordu, ölecekse de bu sefer onun yüzünden ölmeye kararlıydı. Tamamen teslim olmuştu suyun kaderine, akışındaki asiliğe. Kabullenmişti.

Yalancı baharlar gibi.. Geldi geçti su. Yanından dolaştı, şakalaşır gibi köklerine hafifçe dokundu. "Çok güller gördüm geçtiğim yollarda" diye fısıldadı kulağına, "sen sadece biriydin" bile dedi. Öldürmeyecek kadar verdi kendinden ama tek bir damla fazlasını değil. Kendini bir lütuf olarak gören su, oynadı Çöl Gülü'nün zarif ve cılız kökleriyle, biraz umut verdi ve sonra... Aktı, gitti....

Çöl Gülü kendine geldiğinde, anlayamadı ilk başta ne olduğunu. Canlanmıştı, yüzüne renk gelmişti, kökleri güçlenmiş, kuma yapışmıştı. Sanki önündeki kızgın yaza hazırlamıştı su onu. "Daha bitmedi sana biçtiğim hikâye" demişti sanki. "Daha zamanı var, daha öğreneceklerin var, daha yaşayacakların var.... Bir dahaki görüşmemize dek, seni hayatta tutacak gücü verdim işte, daha ne bekliyorsun? Daha can katacağım çok çiçek var, geçeceğim vadiler, ulaşacağım denizler var, seninle uğraşamam küçük kız" demişti sanki. Abi'lenmişti, dayı'lanmıştı.

Çöl Çiçeği ilkin "o da benden vaz geçemiyor da ondan.." diye düşünüp umutlandı. "Bana dönmesinin nedeni, özlemesi!" dedi. Masmavi gökyüzüne bakıp gülümsedi. Fakat zaman geçtikçe, içinde durduramadığı bir ses "benimle oynuyor.. Tok bir kedinin kilerde bulduğu cılız bir fareyle oynaması gibi oynuyor" diye fısıldamaya başladı. Öfkeyle, "ne öldürüyor, ne yaşatıyor!" dedi. "Önüme sadaka atar gibi, damla damla su akıtıyor köklerime, "haydi mutlu ol, gülümse de, benden bilmesinler mutsuzluğunu" diyor. O beni sevmiyor, sadece vicdanını temizlemeye çalışıyor!". Kalbi yine çarpmaya başladı ama bu sefer aşkla değil, başka bir duyguydu bu, bilmediği, yabancısı olduğu bir duygu... Acıtan, kanatan ama sevgi kadar güçlü bir duyguydu..

Ve sonra......

:) Bakalım ne yapacak bizim çöl çiçeği, değişimin gücünü içinde bulabilecek mi? Yoksa yerinde kalmaya ve göklerden medet ummaya devam mı edecek? Bakalım Kaystros nasıl çizecek hikayenin kaderini? Heyecanla bekliyoruz..

(*) Çöl Çiçeği hayatının baharında, içinde fırtınalar kopan, ne istediğini bilen, içi dışı bir, duygusal bir karakter. Yaşadıklarını, duygularını, ümitlerini, hayâl kırıklıklarını içtenlikle anlatıyor bana. Ben de ona hoşuna giden öyküleri okuyorum blog sayfalarından. Hemen her sabah DBE yazmış mı bugün diye soruyor heyecan içinde. Evet, yazmış deyince gözleri başka ışıldıyor. Kahvelerimizi yapıyorum, oku bana hemen diyor. Sen güzel okuyorsun diyor, sen okuyunca ben daha çok duygulanıyorum. Her satır onu sırtlayıp başka bir aleme götürüyor sanki. Gözleri doluyor. Sevgili DBE hoş bir sürpriz yaptı. Çöl Çiçeği'nin bir sonraki bölümünü yazmak istediğini söyledi. Bu bir onurdu benim için. Çöl Çiçeği de heyecanlandı, sevindi bu habere. Hadi bak dedi maillerine, belki yollamıştır. Yok, henüz yazmamış deyince astı suratını. Beş dakika geçti. Hadi bak yine dedi. Baktım, gülümsememden anladı. Oku, hadi okusana dedi sabırsızla. DBE bir not yazmıştı yazısının başına, benim için. Çöl Çiçeğini üzecekse yazdıklarım, sil, at görmesin diye. Buna fırsatım olmadan yanımda bitti. Okumaktan başka şansım yoktu. Yazının her satırında kendini aradı. Buldu da. Yine bir hüzün kapladı içini. Can suyu köklerine değmiş, içini ferahlatmıştı, doğru. Ama yeter miydi bu kadarı hayata dönmeye, çiçek vermeye? DBE suya güven olmaz diyordu. Hem hayat verir, hem can alır. Bir anda gel gitlerin içinde kayboldu. Kedi uzaktan el salladı. Biliyorum dedi, bu gel gitler en zoru. Ben dedim ki, bekle, sabırlı ol, o su sana dönecek. Yeter ki onsuz yapamayacağını hissettirme! 28 Nisan 2020, bak bu tarih çok önemli!

4 Mart 2020 Çarşamba

ÇÖL ÇİÇEĞİ 4


Şaşırtıyor beni Çöl Çiçeği, çok şaşırtıyor. Tam kurumaya yüz tuttu, iflâh olmaz  artık derken, çiçekleniyor birden. Bütün bildiklerim, söylediklerim boşa çıkıyor. Anlayamıyor, çare üretemiyorum. 

Alışmak sevmekten daha zor geliyor, diyor. Bir şarkı sözü o diyorum. Şarkılar, şiirler diyor, hepsi bir yaşanmışın hikâyesi. Düşünüyorum, evet haklı gibi. Sevmek kadar kolay bir şey yok gerçekten. Nefret de öyle! Bir anda sevebiliyor insan, insanı. Kanlar çabuk ısınıyor birbirine. Ya da bir kibritin alevi yetiyor bazen, sevginin nefrete dönüşmesi için. Alışmak öyle değil, zaman istiyor. Zamanla alışıyor insan, kolay vazgeçemiyor. 

O, çölün kızıl kumlarında hayat bulmuş nadide bir çiçekti bir zamanlar. Alışmıştı o sıcak kumlara, fırtınalara. Suyunu bulmak için köklerini indirmişti derinlere. Çölün suyu bu, durmaz yerinde. Uzattıkça Çöl Çiçeği köklerini derinlere, su kaçıyordu ondan. Tâkatsız kalmıştı, benden bu kadar demişti. Suyum olmadan tutunamam ki hayata. Çölün yavan suyu terkedince onu küstü bizimki hayata. Göz yaşlarıyla beslendi bir süre. Sonra bir gün, hiç beklemediği bir anda haylaz bir fırtınanın esiri olmuş, savrulmuştu uzak diyarlara. 

Bu değişiklik başta iyi gelmişti Çöl Çiçeğine. Çölün yavan suyunun esiri olmaktansa binbir türlü berrak pınar sularından beslenmek ruhunu okşamıştı. O sularda can bulurken kendine güveni gelmişti. Arada bir maziyi hatırlasa da memnun görünüyordu hayatından. Gerçekten memnun muydu, yoksa kendini mi avutuyordu?

Etrafındaki rengârenk çiçeğe, börtü böceğe çölün yavan suyunu anlatıyordu durmaksızın. Türlü oyunlarla ayağına gelip ona tatlı sularını vermeye can atan derelere yüz çeviriyordu. O alıştığı fırtınaları, kızgın kumları, bir damlası için kendini parçaladığı çölün yavan suyunu, kendini ait hissettiği, alıştığı yeri özlüyordu. Ne zaman ki bir ters rüzgâr esse yaprakları kanatlanıyor, rüzgârın sırtına binip geldiği çorak topraklara geri dönmek istiyordu.

Kuşlara soruyordu yavan suyun halini, Çöl Çiçeği. Kuşlar da az fettan değildi hani. Ser verip sır vermiyorlardı. Söylemiyorlardı çölün yavan suyunun geri döndüğünü. O da pişmandı belli ki. Hiçbir çiçek tutmazdı Çöl Çiçeğinin yerini. Birlikteyken olmamıştı. Ayrıyken hiç olmuyordu. Hasret  içlerinde kor bir ateş olmuş, yakıyordu bedenlerini.

Çölün suyu uzatamazdı kollarını yetersizliğinden mi gururundan mı bilinmez. Çöl Çiçeği alıştığı çöle vurgun, suyuna razı fakat bir o kadar mağrur. Değişmem, değişemem diyordu, buyum işte ben. Bir yağmur damlası düşüyor Çöl Çiçeğinin yeşillenmiş yaprağına. Neşe kaplıyor içini. Bu o diyor, can suyum, hayat pınarım, yavan olsa da vaz geçemediğim. Bütün dereler, pınarlar sizin olsun, ben çölümü özledim.

2 Mart 2020 Pazartesi

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 4


Sessizliğini muhafaza etti Orhan. Bu durum Rauf Beyi iyice çileden çıkarmıştı. Her zaman olduğu gibi tutunacağı tek dal ellerinin arasından kayıp gitmişti. Orhan işyerinde Rauf Bey'in geçmişte, altında çalışan sevmediği kişilere ne kadar zalimce davrandığını, onlara mobbing uyguladığını biliyordu fakat kendi halinde bir sekretere sarkıntılık edebilecek cesareti bulabileceği aklına gelmezdi. Ancak, Mehmet Bey başka bir şantiyedeki sekretere Rauf Bey'in nasıl asıldığını tüm detaylarıyla anlatmıştı Orhan'a. Ankara'dan her gün iş bahanesiyle sekreteri arayıp saatlerce konuştuklarını, şantiye ziyaretlerinde kaldığı otele onu davet edip geceyi birlikte geçirdiklerini, her şeyi. Hatta o zamanlar "Bir de p.kliğini yapıyordum adamın" deyip bir de küfür sallamıştı arkasından. Bazı sekreterler fettan olur. Onlardan biriydi şüphesiz. Zira Rauf Bey'den hiç şikâyetçi değildi. Karşılıklı bir alışverişti bu. Rauf Bey, Mehmet Beye her sene başında kızın maaşını diğer çalışanların üzerinde arttırmasını söylerdi. Yeri gelir şirket kasasından hediyelere boğardı onu. Karşılık görmese işsiz kalacağını da bilirdi kızcağız, o ayrı. Esin bu kız gibi değildi. Evet, korkuyordu Rauf Bey'den fakat yine de cesaretini toplayıp ifşa etmişti onu.

Ülkenin durumu iyice kötüye gidiyordu. Yeni seçim sonuçlarının açıklandığı gece bazı evlerde sevinç çığlıkları atılırken bazı evler sessizlik ve şaşkınlık içindeydi. Orhan'ın eşi, sonuçlar tv den ekrana yansırken büyük bir karamsarlığa kapılmış, ağlıyordu. Orhan'ın tepkisi ise tuhaf bir şekilde tamamen farklıydı. Neredeyse seviniyordu sonuçlara. Kuruluşundan kısa bir süre sonra iktidara gelen partinin görüşlerine taban tabana zıt olmasına rağmen sadece sıfatı, hak etmediği halde sosyal demokrat olan partilerin iyi bir dersi hak ettiklerini düşünüyordu.

Seçimin hemen ertesinden başlayarak bütün devlet kadroları el değiştirmeye başladı. Perşembenin gelişini çarşambadan gören eski bakanların bütün firma sahiplerine hiç çekinmeden, gider ayak yaptıkları çağrı dehşet vericiydi. "Ne kadar keşif artışı talebiniz varsa getirin imzalayayım" diyorlardı. Piyasada devlete iş yapan isim yapmış bütün müteahhitler, mal bulmuş Mağribi gibi gelişi güzel ve gerçek dışı bildirimlerle hazırlattıkları keşif artışı dosyalarını bakanlıklara taşımaya başlamışlardı bile. Zamana karşı büyük bir yarışın içine girilmişti. 2886 sayılı Devlet İhale Kanunun açıklarından faydalanmak suretiyle yüzde üç yüzü geçen keşif artışlarının bakanlık onayını almak için şirketler gece gündüz çalışmaya başlamışlardı. Orhan'ı rahatsız eden konulardı bunlar. Yasaları doğru anlayıp uygulamak yerine onların kendince açıklarını yakalayıp devleti dolandırmak adet haline gelmiş, vergi kaçırmak övünülecek bir iş olmuştu. Herkesin ağzından eksilmeyen yolsuzluk söylemlerinden geçilmezken yapılanların karşısında ne bir tepki ne de rahatsızlık duyuluyordu. Karadenizli bir müteahhit, işin henüz yüzde dördünü tamamlamadan yüzde üç yüzün üzerinde bir keşif artışı talebinde bulunmuş, hazırladıkları dosyayı bakanın masasına koymuştu. Onay alınmadan, projesi çizilmeden hayali iş kalemleriyle doluydu yeni keşif özetleri. Orhan'ın aklı almıyordu bütün bu olanlara. İhaleye çıkılan ilk keşifte bir hata varsa bunun hesabı sorulmalıydı. Yok, eğer keşifte hata yoksa, devletin kaynaklarını hoyratça dağıtan bu insanlara kim dur diyecekti?

En çok suistimal edilen konu ise deprem korkusuydu. Marmara Depreminin üzerinden çok fazla zaman geçmemişti. Depremin acıları soğumadan, korkusu unutulmadan türlü yolsuzlukları kılıfına uydurmak daha da kolaylaşmıştı. Barajlar önemli yapılardı. Allah muhafaza bir barajın yıkılması, köyleri, kasabaları hatta şehirleri anında azgın suların altında bırakabilirdi.  Kimse böyle bir riskin sorumluluğunu üzerine almak istemiyordu. Bütün projeler gözden geçiriliyor, emniyet katsayıları arttırılıyor, böylikle artan iş kalemleri ve iş miktarlarıyla keşif artışlarına bahane yaratılıyordu.

Orhan'ın durumu diğerlerinden farklıydı biraz. Evet, o da milletin bu deprem korkusundan faydalanmış, bir özel sektör yöneticisi olarak yapılması gerekeni yapmış, şirketinin çıkarlarını azami ölçüde korumuştu. İlk keşifte çok önemli bir bölümün atlanması sebebiyle zaten ciddi bir keşif artışı yapılması zorunlu hale gelmişti. Farklı olan husus; onun keşif artışlarını onaylı proje değişikliklerine, yeniden yaptırdığı metrajlara ve onaylı yeni fiyatlara, teknik şartnamelere dayandırmasıydı. Yani başkalarının yaptığı gibi hayâli sebeplere gerçek dışı iş miktarlarına göre gelişi güzel  hazırlanan bir keşif artışı değildi onunkisi.

Hazırlanan bütün keşif artışları sorgusuz sualsiz jet hızıyla geçti. Orhan'ın içi rahattı fakat yine de bu durum hayli şaşırtmıştı onu. En azından üstün körü bile olsa bir kontrol yapılmasını istiyordu doğrusu. Hatta bir ara madem hiç doğruluğuna bakılmayacaktı, neden biraz abartmadım diye kendi kendine hayıflanacak, doğrucu Davut olmasından dolayı kızacaktı kendine. Bakanların cesaretine hayret etmişti. Bu cesaretlerinin karşılıksız olmadığını, önlerine gelen çoğu uydurma keşif artışını babalarının hayrına imzalamayacaklarını biliyor, devletin içine düştüğü duruma üzülüyordu bir yandan da. Son keşif artışlarını imzalayan bakanlar yeni hükümetin kurulmasıyla birlikte yerlerini yeni gelenlere bıraktılar.

Kısa süre içinde devlet dairelerinde büyük bir hareketlilik gözlenmeye başladı. Sıradan mühendislerin dışında makam sahibi pek çok kişi kendilerine uzatılacak sarı zarfı bekler oldu. İleriyi gören bazı daire başkanları zarfı beklemeden istifalarını verdiler. Derenin kuruduğunu görmüşlerdi. Zarfı alanların çoğu doğunun ücra bir yerine, ya da merkezde daha pasif görevlere atandılar. Bölge Müdürlerinin hemen hemen hepsi değiştirildi. Zaman hızla akıyor, devlet dairelerinin atmosferi değişiyordu. Orhan'ın o güne kadar hiç görmediği, ya da muhatap dahi olmadığı kişiler bir anda daire başkanı, başkan yardımcısı sıfatıyla vekâleten makamlarına oturmuşlardı bile. Hoca Efendinin ağırlığı çökmüştü daire koridorlarına. İçlerindeki kini saklamak konusunda iyi eğitim almış görünüyordu hepsi. Büyük bir dayanışma içinde birbirleriyle inanılmaz bir ekip çalışması yürütüyorlardı. Garip bir tesadüf, hemen hepsinin adı da peygamber isimlerinden seçilmişti. Öncelikle zayıf karakterli bazı mühendis ve şube müdürlerine türlü vaatlerde bulunup onları daha önce yaptıkları usulsüzlükleri ortaya çıkarmaları için teşvik ediyorlardı. Akla kara su yüzüne çıkıyordu yavaş yavaş. Kim dürüst, yaptığının arkasında duran, kim sahtekâr, iki yüzlü ortaya dökülüyordu birer birer. Orhan, yeni göreve gelen bu insanların yüzüne pis pis sırıtmalarından fena halde rahatsız olmuş, tek tük de olsa geride kalan bazı dürüst mühendislere yapılan baskıları öğrenince içini sıkıntı kaplamıştı.

Rauf Bey, bu dönüşümden en fazla rahatsız olanların başında geliyordu. İdarelerdeki tüm bağlantılarının aniden kopmasıyla  kendisinin hiçbir işe yaramaz hale geleceğini gayet iyi biliyordu. Diğer taraftan bütün olumsuzluklara rağmen kendine güveniyordu.  Yıllar boyunca ne badireler atlatmış, en kötü durumlardan kurtarmayı başarmıştı kendini. Uzun yıllar önce devlette daire başkanlığı yapmış olduğundan memurların hassasiyetlerini!, zayıf noktalarını gayet iyi bilirdi. Erbakan zamanında tarikat toplantılarına katılmış, şeyhin elini bile öpmüştü. Orhan'a defalarca anlatmıştı o sahneyi tüm detayıyla. Ne zaman ki şeyh yanındakilere beni göstererek, "Bu delikanlıyı alın yanımdan, içini temizleyin, güzel bir tedrisata ihtiyacı var" dedi, o zaman şeyhin ne mübarek bir adam olduğunu anladım demişti Orhan'a. "Şeyh Hazretleri içimin fenalığını, itikatımın sahte olduğunu bir görüşte anlamıştı." demişti. Bu kadar da dürüst! bir adamdı işte Rauf Bey.



27 Şubat 2020 Perşembe

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 3

Yok hayır, film bitmemişti henüz, yaşayacak günleri vardı Orhan'ın. Araba defalarca dönüp savrulduktan sonra yolun orta refüjünün üzerinde nihai yerini almıştı. Şoför donup kalmış, suçunu kabullenmiş bir şekilde gözlerini sabit bir noktaya dikmiş bakıyordu. Neyse ki, kimsenin burnu bile kanamamıştı. Karşı şeritten üzerlerine doğru ilerlemekte olan otomobilin sürücüsü aracını sağa çekip geldi yanlarına. Rauf Bey kazayı çoktan unutmuş, kaçırmak üzere oldukları uçağı düşünüyordu. Yanlarına, yardıma gelen adamdan kendilerini hava alanına bırakmasını rica ettiler. Sağanak şiddetini iyice arttırmıştı. Şoföre şantiyeyi arayıp yardım istemesini söyledikten sonra eşyalarını alıp yolun karşı tarafındaki adamın arabasına bindiler. Böyle şans olamazdı. Son sürat vardılar hava alanına. Uçuşun sadece on dakika rötar yapması sayesinde yetişebildiler uçağa. 

Hayatı biraz olsun düzene girmişti Orhan'ın. Akşamları erken saatte evine dönebiliyor, cumartesileri yarım gün çalışırken pazar günleri şirkete gitmiyordu. Her ne kadar şantiyelerden gelen telefonlar susmak bilmese de, akşamları eve döndükten sonra bilgisayarın başından ayrılmayıp İdarelere yazılacak yazıları hazırlamak ya da kontrol etmekten, maillerine bakıp onlara cevap yetiştirmekten bitap düşüyor olsa da şantiyeye göre kendine ayıracak daha fazla zaman bulabiliyordu. Bazı akşamlar ailesini alıp dışarıda yemeğe çıkabiliyorlar, tiyatroya ya da konsere gidebiliyorlardı en azından.

Özellikle Ramazan ayında şirketin iftar yemekleri eksik olmuyordu. Genellikle lüks otellerin restoranlarında, idarelerin muhtelif daire başkanları ve çalışanları için verilen iftar yemeklerinde oruç tutanların sayısı üçü beşi geçmiyordu. İftar bahane bol çeşitli sofralar şahaneydi.

Memleketin ekonomik durumu hayli bozulmuş, ekonominin başına Dünya Bankasında çalışan Kemal Derviş adında bir uzman getirilmişti. Pek çok şantiye ödeneksizlikten dolayı kapanırken baraj şantiyesinde çalışmalar son sürat devam ediyor, şirketin devletten alacakları inanılmaz miktarlara ulaşıyordu. "Devlette alacağın kalmaz." diyordu Rauf Bey, "Eninde sonunda öder hakkını."

Bir gün Genel Müdür Rauf Bey'in dahili telefonuyla irkildi Orhan, önündeki işlere dalmış uğraşırken. "Hemen gel buraya" diyordu. İşinin bölünmesi hiç hoşuna gitmezdi. Yine ne duydu kim bilir, çağırıp dedikodusunu yapacak birilerinin diye söylendi. Üst kattaki odasına girdiğinde Rauf Bey heyecan içinde, televizyondan gözlerini ayırmadan, "Gel, gel, otur şuraya" dedi. Orhan, masanın karşısındaki koltuklardan birine ilişip televizyonda Amerikan kanallarından birinin canlı yayınına kilitlendi. Tarih 11 Eylül 2001'i gösteriyordu. İkiz kulelerden birine isabet eden uçağı ve binanın orta katlarında çıkan yangını yansıtıyordu ekran. İkinci kuleye çarpmamıştı uçak henüz, ancak spiker heyecanla üç uçağın daha gökyüzünde farklı hedeflere yöneldiğini anlatıyordu. Çok geçmeden bir uçağın daha ikinci kuleye çakıldığını canlı yayında izlediler. Dünyanın düzeni yeniden kuruluyordu.

Devlet dairesinde çalışan bazı üst düzey memurlar işlerini diğerlerinden daha fazla biliyordu. Önemli daire başkanlıklarından birinin başındaki beyefendi de bunlardan biriydi. Eşi ressamlığa başlar başlamaz sergi üstüne sergiler açıyor ve ne kadar müteahhit varsa hepsine birer davetiye gönderiyordu. Özellikle ona işi düşen ya da düşme ihtimali bulunan sanatsever! müteahhit camiası ve şirketler büyük paralar ödeyerek tabloları satın alıyorlardı. Daire Başkanının eşi, tablolarına gösterilen bu aşırı ilgiye anlam vermese de canhıraş yeni tablolar üretmeye devam ediyordu.  Elbette herkes onun kadar zeki olamazdı. Diğer bir dairenin kadın daire başkan yardımcısı ise altına son model bir jeep çekince dikkatleri üzerinde toplamıştı. Onu çekemeyen birileri şikâyet etmiş olmalı ki çok geçmeden kadına bir soruşturma başlattılar. Soru şuydu: Devlet memuru maaşıyla bu aracı nasıl aldın? Yani, nereden buldun parayı? Soruşturanlar mal bildirim beyanında gösterilmeyen aracın yeni alındığını tespit etmiş, kaynağını öğrenmek istiyorlardı. Daire Başkan yardımcısının içi rahattı. "Kocamın hediyesi sağ olsun" deyiverdi. Bu kez müteahhitlik yapan kocasının hesapları didik didik edildi. Bir de ne görülsün, meğerse adamcağız son üç yıldır zarar ediyormuş! Gel sen şimdi ayıkla pirincin taşını. Yine çarklar döndü, taşlar bir şekilde yerine oturdu. Nasıl olsa gemisini yürüten kaptandı bu ülkede.

İşle ilgili kritik kararlar verilmeden önce Rauf Beyle birlikte ilgili daire başkanı ya da başkan yardımcısını ziyaret ediyordu Orhan. İşin müşavirliğini üstlenen yabancı mühendislerden öğrendiği yeni bilgilerden faydalanarak şirketin çıkarları doğrultusunda istediği hemen hemen her şeyi kabul ettirecek konuma gelmişti. Normal şartlarda bir daire başkanı ile tartışmak onunla bilgi yarışına girmek asla mümkün değildi. Fakat bu ortamı hazırlamak Rauf Beyin işiydi. Bu çerçevede hakkın sınırını belirleyecek olan, Daire Başkanının cesareti ve Orhan'ın insafı arasında bir çizgiydi. Daha çok da Orhan'ın insafının yanındaydı çizgi. Bazı durumlarda tartışmaların içine daire başkanına bağlı şube müdürleri, diğer mühendisler, bazen de Orhan'ın ekibinden mühendisler dahil ediliyordu. Birbirleri arasında yaptıkları telefon görüşmeleri, tartışmalar ve pazarlıklar sınır tanımıyordu. İster hafta sonu olsun isterse gecenin üçü fark etmezdi. Hem devlet görevlileri hem de Orhan ardı arkası kesilmeyen bu tartışmanın içinde kaybediyorlardı kendilerini. Devletin memurları, kendilerine sağladıkları menfaatin karşılığında takındıkları yapıcı tavırlarını sürdürürken, zihinlerinde "bu kadar kendimden vermeye değer mi?" sorusu canlanıncaya kadar sükûnetlerini korumaya çalışıyor, Orhan bunu fırsat bilip son kılıç darbesini hasımlarının böğrüne saplamaya hazırlanıyordu. Ne var ki, hedefine ulaştıktan sonra aynı soruyu kendine soruyordu Orhan. Evet, o da "bu kadar kendimden vermeye değer mi" sorusunu soruyordu kendisine.

Orhan işin içine gömülmüşken Rauf Bey sefasını sürüyordu. Bu arada şirkette yeni bir dedikodu almış başını gitmişti. Kendi halinde halim selim, biraz da safça olan sekreterlerden biriydi Esin. Babası yaşındaki genel müdürün baş-başa yemeğe çıkma teklifi karşısında ne yapacağını bilememiş, sessiz kalmıştı. Nihayetinde Rauf Bey'di bu. Onun dediklerini yapmadığı takdirde başına gelecekleri biliyordu. Diğer taraftan kendisine yapılan çirkin teklifi de içine bir türlü sindiremiyordu. En iyisi rahatsız olduğu bu konuyu yönetici asistanına iletmekti. Öyle de yaptı. Yönetici asistanı Tuğba, kendini Rauf Bey'den uzak tutmasını bilmiş, Rauf Bey de ona fazla yaklaşma cesaretini gösterememişti. Bunun nedeni Tuğba'nın aynı zamanda yönetim kurulu başkanına bağlı çalışmasıydı. Patron asistanına uygun olmayan davranışlarda bulunabilecek genel müdürü asla görmezden gelemezdi. Buna rağmen Rauf Bey ilk olarak şansını Tuğba da denemiş, yüz bulamayınca Esin'e dönmüştü. Ne de olsa kolay lokmaydı o kendisi için. Plânı ortaya çıksa bile "Ben bu şirketin genel müdürüyüm, bana mı inanıyorsunuz yoksa bir sekreter parçasına mı?" diyecek kadar gemi azıya alması şaşırtmazdı kimseyi. 

Birkaç gün sonra patron Orhan'ı odasına çağırdı. "Senin bu Rauf Bey ne işler karıştırıyor?"  deyip yüklendi. Sanki Rauf Bey'in hamisiymiş gibi haksız yere Orhan'a haddini bildirmeye başlamıştı. Bu sözlerin adresi belli olmasına rağmen içine düştüğü bu durumdan son derece rahatsız olmuştu Orhan. Niye Rauf Bey'i çağırıp yaptıklarının hesabını ona sormuyordu ki? Patron avazı çıktığı kadar "Kapının önüne koyacağım bu adamı, artık yaptıkları canıma yetti" derken Rauf Bey bu esnada aynı kattaki odasından bu konuşmaları dinliyordu. "Vay anasını" dedi Orhan, "Nasıl yapar bunu, hangi cesaretle!" Patron'un siniri geçip sakinleşinceye kadar başka bir söz çıkmadı ağzından Orhan'ın, sessizliğini korudu yüzüne asık bir maske takıp. Aslında bunun basit bir iftira olmadığını adı gibi biliyordu. Sadece bu değil, Rauf Bey'in böyle bir şeyi kabullenmeyeceğini de biliyordu. Sessizce patronun makamından ayrılıp Rauf Beyin odasına yöneldi. Kapı özellikle aralık bırakılmıştı. Rauf Bey'in esmer teni kızıla kaçmış oldukça gergin görünüyordu. Her zamanki neşeli tavrından eser yoktu. Otur bile demedi Orhan'a. Ama Orhan yine de oturdu karşısına. Patron'un söylediklerini bir bir anlattı ona. Gerçekten de Esin'e çıkma teklifinde bulunup bulunmadığını sormaya gerek bile duymadı. Fakat Rauf Bey "Sen bari inanma bu söylenenlere" dedi. Orhan rengini belli etmedi. İstediği cevabı alamayan Rauf bey sözlerine devam etti. "Bak kaç yıllık dostluğumuz var, sen de inanmıyor musun bana?" 

20 Şubat 2020 Perşembe

ÇÖL ÇİÇEĞİ 3


Susuz kalmıştı Çöl Çiçeği. Ne işi vardı çölün ortasında. Kader işte! Yıllar önce henüz tomurcuklanmaya başladığı zaman bir deli rüzgâra kapılmış, kendini sıcak kumların arasında bulmuştu. Her şeye rağmen geldiği yere tutunmuş, susuzluğa razı olmuştu. Bir damla su bulurum ümidiyle köklerini derinlere indirmişti çaresiz. 

Bir seraptı gördüğü oysa. Solan yapraklarına inat hayâlleriyle avunur olmuştu. Dönüşü olmayan bu yolda günlerini geçirirken kum fırtınalarına direniyor, can suyunun kendisine döneceğini bekliyordu. Oysa nafile bir bekleyişti bu. Su yönünü çevirmiş terk etmişti Çöl Çiçeğini.

Çölün yavan suyu da neydi ki. Yavan, tatsız tuzsuz bir su işte. Ama ona da razıydı Çöl Çiçeği. Dünyanın tüm güzelliklerine arkasını dönmüş, o yavan suyun gelip gitmelerinin esiri olmuştu. Adeta gözleri körelmiş, onu bir başka iklime taşıyabilecek rüzgârlara kapılarını kapatmıştı. Çöl suyu sıkılmış, kendine başka mecralar ararken Çöl Çiçeği susuzluktan kavrulmuştu. Bir saplantıydı bu Çöl Çiçeğinin tutkusu. Kökleri derinlere inse de damarlarına çektiği bu su ona hiç çiçek açtırmamıştı.

Günler geçti, sudan ümidi kesti Çöl Çiçeği. Artık en ufak bir esintiye direnecek gücü kalmamış, kökleri iyice gevşemişti. Derken yeni bir rüzgâr esti, Çöl Çiçeğini kaptığı gibi rengârenk çiçeklerin, cıvıl cıvıl kuşların öttüğü, yeşillerin arasında gürül gürül ırmakların aktığı, cennet gibi bir diyara sürükledi. Yapraklarını tazelemek için havanın rutubeti yetmişti ona. Bu kez kararını vermişti, kendini rüzgâra teslim etmeyecekti Çöl Çiçeği. Türlü sular arasında seçtiğinden alacaktı suyunu. Dereler bir başka çağlamaya başladılar. Daha önce hiç görmedikleri güzeller güzeli Çöl Çiçeğinin peşine düşüp ona sularını sunmak için yarıştılar.

Hiç olmadığı kadar mutluydu Çöl Çiçeği. Ne işim varmış benim çöllerde diye söyleniyordu. Gördüğü her derenin şırıltısı ruhunu okşarken. Ne var ki çölün ortasında kendisini terk eden yavan suyun tadını yine bir türlü aklından atamıyordu.

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 2

Orhan kararını vermişti. Bütün bilgisini, tecrübesini şirketin çıkarlarına hizmet etmek için kullanacaktı. Sadece hakkı olana değil, hakkı olmayana da uzanacaktı kolları. Öyle bir çarktı ki bu, eğer dönüşüne ayak uyduramazsan parçalardı insanı. Yine de dikkat etmek gerekliydi. Sistem zayıf olanı, tedbirsiz davrananı gözünün yaşına bakmadan cezalandırıyor, sanki koca memlekette tek ahlâksız oymuş gibi afişe ediyordu. Böyle durumlarda sistemden nemalanan diğerleri, sütten çıkmış ak kaşık misali bir tavır sergiliyorlar, bütün pislik, şanssızlığının kurbanı olan bir kişiye yamanıyordu. Aynı Ergun Göknel'e örneğinde olduğu gibi!

İşte bu yüzden Rauf Beyle çalışmak başlı başına bir dertti. Taleplerinin ardı arkası kesilmiyordu. Orhan bu taleplerden uygun gördüklerine sesini çıkartmıyor, izah edilmesi mümkün olmayanlara ise karşı çıkıyor yapmamakta direniyordu. Uygun gördükleri de aslında haksız, devleti dolandıran taleplerdi ama bunlara kılıf hazırlamak Orhan için çocuk oyuncağıydı.

Rauf Beyin Orhan'a diş geçiremediği durumlarda esmer teni daha da kararıyor, farklı yollardan akıl veriyor, sonunda dediğini yaptırması için yalvarıyordu adeta. Orhan inattı, kafasının yatmadığı bir şeyi tövbe yapmazdı. Bu yüzden Orhan engelini aşmak için çareler aramaya başladı Rauf Bey. Buldu da. Yeni proje müdürü Mehmet Bey, yapı itibarıyla daha sakin ve rahat bir insandı. Orhan'ın aksine hakedişleri hazırlayan mühendis önüne ne getirirse basıyordu imzayı. Bunu fırsat bilmişti Rauf Bey. Hakediş mühendisi ile kafaları gayet iyi uyuşurdu zaten. İkisi de namazında niyazında dinine bağlı insanlardı ne de olsa!

Bir gün suç üstü yakalamıştı Orhan, hakediş mühendisini. Yapılan bir işi ikinci kez hakedişe koymuş, olur alınmayan bir imalâtı da yapılan işlerin arasına sıkıştırmıştı. Hakediş mühendisinin biraz üzerine gidince, Rauf Beyin, bunları sakın Orhan Beye söyleme diye tembih ettiğini çıkarttı ortaya. Rauf Beyle başa çıkmak hakikaten zordu. Kafaya koyduğu işi allem eder kallem eder bir yolunu bulur, hallederdi. Orhan, Mehmet Beyi yanına çekmeyi denedi. Ona imza, yani sorumluluk sahibi olduğunu hatırlattıysa da Mehmet Bey umursamadı. Yalnız kalmıştı Orhan.

Bölgede Ekrem adındaki kontrol mühendisi ile yakınlaşmıştı. Bu yakınlaşmanın nedeni birbirlerine duydukları güvenden başka bir şey değildi. Hakedişlere imza koyan bölge müdürlüğü elemanlarından biriydi Ekrem. Sen imzala dersen ben gözüm kapalı imzalarım hakedişi demişti bir keresinde. Orhan bu sözün üstüne iyice huzursuz hissetmişti kendini. Güvenilir olmak bir insanda bulunması gereken en önemli özellikti onun için. İki arada bir derede kalmıştı. Sonunda bildiklerini söylemese de "Bu hakediş raporunu iyi incele" deyip bir nebze olsun rahatlatmıştı kendini.

Orhan'ın amacı işin doğrusunu yapmak değildi. Çünkü biliyordu ki doğru yapmaya kalkan devletin memuru bile olsa en basitinden görevinden alınır, kızağa çekilirdi. Özel sektörde ise durum farklıydı. Kızağa çekme olmazdı özelde, çünkü özel sektör kenarda oturan mühendise devletin yaptığı gibi para ödemezdi. Müteahhide para kazandırmaktı esastı çalışan mühendis için. Para kazanmanın yolu ise devleti dolandırmaktan geçiyordu. Bir yandan bütün işler yüksek kırımlarla alınıyor, diğer yandan inşaatlar keşif bedelinin en az bir kaç kat fazlasına tamamlanabiliyordu. Sistem dürüst çalışan müteahhide çalışma imkanı vermiyordu. Devlet bu işleyişi gayet iyi biliyor, fakat sesini çıkartmıyordu.

Sık sık Rauf Beyle birlikte şantiyeleri ziyaret ediyordu Orhan. Her ziyaretin sonunda kenarda köşede kalmış ne kadar imalât varsa yeni birim fiyatlar yapıp patronları ihya ediyor, kontrolü elinde tuttuğu düşüncesiyle bu işlerden zerre kadar rahatsızlık hissetmiyordu. Yine o şantiye ziyaretlerinden birini yapıp kendine biçilmiş görevi yerine getirmenin huzuru içinde hava alanına doğru yola çıkmışlardı Rauf Beyle birlikte. Hava yağışlıydı. Yol boyunca konuşmuşlar, yolun sonuna doğru bir suskunluk çökmüştü üzerlerine. Uçuş saati yaklaştığı için şoför süratini iyice arttırmasına rağmen Rauf Bey ilk kez onu uyarmıyordu. Yer yer refüj kenarlarında biriken sular göllenip virajlı yolların ortasına doğru genişlemişti. Tam iki kez kontrolsüz bir şekilde bu su birikintilerine dalan şoför arabayı su jetine maruz bırakmış, şans eseri bir iki yalpalamadan sonra toparlamayı başarmıştı. Benzer durumlarda dikkatli olması için şoföre bağırıp çağıran Rauf Beyin nutku tutulmuş her nasılsa ağzını bile açmamıştı bu kez. Orhan'ın durumu da farklı değildi. Tehlikenin geliyorum demesine rağmen sessizliğini korumuştu o da. Hava alanına birkaç km kala beklenen oldu. Kavşağı geçer geçmez yolun solundaki su birikintisini geç fark edip hızını düşürmeyen şoför, arabayı kontrol edememiş, büyük bir süratle yoldan çıkan araç bir sağa bir sola savrularak dönmeye başlamıştı. Devrilip bir kaç takla mı atacağız yolun karşı şeridine geçip karşıdan gelen bir araçla mı çarpışacağız düşünceleri içinde sonucu bekleyen Orhan'ın bitmek bilmez o birkaç saniye içinde dudaklarından "Bu film burada biter" sözcükleri döküldü.    

8 Şubat 2020 Cumartesi

HAYATIN İÇİNDEN BÖLÜM 1

Marmara Depremi korkutmuştu herkesin gözünü. Genel Müdürlükten gelen üst düzey yetkililere büyük toplantı salonunda verdiği brifinglere katılım artmıştı. Sadece ilgililer değil, civar köylerin muhtar ve azaları, oda başkanları ve gazeteciler. Herkesin merak ettiği inşaatın ne zaman biteceği değil, barajın kaç şiddetinde depreme dayanabileceğiydi. İngilizler, bölgenin depremsellik özelliklerini dikkate alarak titiz bir çalışma yapmış, farklı senaryolara göre baraj gövdesinin dinamik analizlerini en gelişmiş bilgisayar yazılımları ile çözmüş, buna göre kullanılacak betonun taşıması gereken özellikleri belirlemişti. Görünürde hiçbir sorun yoktu yani. 

Korku büyüktü! Müteahhitlerin büyük bir kısmı için güzel bir fırsattı aynı zamanda bu. Baraj gövdelerinin ön ve arka yüz eğimleri yatırılmaya, böylece dolgu hacimleri arttırılmaya başlandı. İş adamları, hangi müteahhidin deprem korkusu ile iş miktarını ne kadar ve nasıl arttırdığı konusunda kulak kabartıyorlar, birbirlerinden öğrendiklerini sanki kendi fikirleriymiş gibi teknik elemanlarına aktarıyorlardı. Garip bir zevk alıyorlardı bu işten üstelik, bak sizin aklınızın ucundan geçmeyenleri ben düşündüm havalarında bir nevi üstünlük sağladıklarını zannediyorlar, tatmin ediyorlardı kendilerini. Büyük bir yarış başlamıştı müteahhitler arasında. Her biri yüklendiği işlerde diğerlerinin yaptıkları keşif artışlarını kıskanır oldular.

Zor işti mühendislik bu ülkede, ister devlette çalış, istersen özel sektörde. İyi mühendisin tanımı, en iyi projeyi, hesabı yapan değil, patronuna en çok para kazandıran kişiydi. Orhan da bu çarkın bir dişlisiydi. Fakat ana dişli Rauf Beydi. Akıl almaz taleplerle hedefi ortaya koyuyor, işin teknik kılıfına sokulmasında Orhan'a çok güveniyordu. Rauf Bey, kendini satmayı iyi bilirdi. Patronun hakkı olmadan cebine giren her kuruştan payını alma konusunda üstüne yoktu. Bu amacına her seferinde değişik yollardan ulaşırdı. Kâh patronlarla kavga dövüşle, kâh şirketin ona iş harcamalarında kullanmak üzere verdiği kredi kartından kişisel harcama yaparak. Öyle ki, şantiyelere gittiğinde üç kuruşluk berber parasını bile şantiye şefine ödetmekten çekinmezdi. 

Orhan'ın durumu farklıydı. Baba bildiği devletle ekmeğini yediği patron arasında sıkışıp kalmıştı. Ekmeğini devletten yiyen memurların aslında devleti yediğini çok iyi biliyordu. Hatta bir keresinde bir şube müdürünün "Devlet beni düşünmüyor ki, ben devleti düşüneyim." deyişi aklından çıkmıyordu. "Madem şirketinin çıkarını düşünmüyorsun, o zaman sen git de bana patronun gelsin" demişti müdür, en namuslu bildiği devlet memurlarından biriydi o Orhan'ın. Hangisi daha namuslu bir davranıştı? Topladığı vergileri yandaşlarına ya da menfaati uğruna peşkeş çeken devletin yanında yer almak mı, yoksa emeğinin karşılığında geçimini sağlayan patronun çıkarlarına hizmet etmek mi?

(Devam edecek)

ÇÖL ÇİÇEĞİ 2

Ne yaman duygudur şu aşk! Çöl Çiçeği'nin sayesinde yeni bir aşk türünün farkına varıyorum. Hava soğuk, ne keder. Anlatacaklarımız, dinleyeceklerimiz sadece yağmurdan etkileniyor. Çöl Çiçeği'nin içinde bulunduğu ruh hali de havanın durumu gibi. Yağmurlu günlerde ağlıyor, güneşli günlerde gülüyor, bulutlu günlerde kararsız. Meşhur kişilik analiz testini bilirsiniz. Seneler önce bir dostumuz yapmıştı bize. Eğer Çöl Çiçeği bunu duymadıysa bu testi ona yapmak istiyorum. İnsan aklının iki yöne birden baktığını, bunlardan birinin çevreye dönük olduğunu, dış dünya, insanlar hakkında bilgi topladığını, diğerinin ise iç dönük olduğunu, içimizdeki gizli dünyaya baktığını söyleyen Japon bilim insanı Profesör Isamu Saito'nun geliştirdiği kokoloji testinin basitleştirilmiş bir şekli aslında bu test. Popüler olduktan sonra birçok versiyonu çıkmış, bazıları büyük oranda doğru sonuçlar veriyor. Evet, bundan haberi yok Çöl Çiçeğinin. O halde başlayabiliriz.

En çok sevdiğin hayvan hangisi, söyle bana diyorum. Düşünüyor, kendini dinliyor. Uzun bir süre sonra cevabını veriyor. "Köpek" Neden peki, niçin bu hayvanı çok seviyorsun? Hangi özellikleri seni ona bağlayan. Anlatıyor, "Çok sevimli, dokunmak sevmek istiyorum, masum, güzel." Peki, diyorum köpeğin en sevdiğin hayvan olduğunu söyledin, hoşuna gitmeyen özellikleri ne bu hayvanın? Biraz düşündükten sonra cevap veriyor. "Hiç," diyor "Hiçbir şeyi yok, hoşuma gitmediği." Hiç mi yok? diye ısrar edince. "Havlamasını sevmiyorum." diyor, devam ediyor. "Ama o bir hayvan, ne yapsın ki, elinde değil havlamamak." Analiz, insanın en sevdiği hayvanın kendini nasıl gördüğünü açıklıyor. Kendini sevimli, masum ve güzel buluyor yani. Kendisiyle ilgilenilmesi hoşuna gidiyor. Tek kusuru çenesini tutmaması, karşısındakinin rahatsız olduğunu bildiği halde. Bu da benim yapım diyor, değiştiremem ki! 

İkinci sevdiği hayvana kedi demesini bekliyorum. Oysa o oğlak diyor. Bu eşini nasıl gördüğünü ortaya döken bir metafor. İlk aklıma gelen keçi inadı. Hafifçe gülümserken renk vermemeye çalışıyorum. Neden diye soruyorum? Güzel gözleri var, paytak paytak kaçmalarını, geri dönüp gelmelerini seviyorum diyor. Olumsuz bir özelliğini söyleyemiyor. Gerçekten de bu ilişkiyi iki inatçı keçinin köprü üstünde karşılaşmalarına benzetiyorum. Biri geri dönüp diğerinin geçmesine izin verse diğeri ondan sonra karşıya geçebilecek. Hayır, sonuna kadar inatlaşıyorlar. İkisi birlikte dereye uçacak, haberleri yok. 

Çöl Çiçeği kıskançlığın zirvesinde. Sevdiğinin elinde tuttuğu gonca gülden bile kıskanıyor onu. Vefalı, cefakar. Karakterini bile değiştirmeye razı. Ama bu ne kadar mümkün? Fuat, boşlukta, çaresiz, yılgın, kararsız. Ne Çöl Çiçeği'yle ne de onsuz yapabiliyor. Denedik olmuyor diyor. Arayış içinde belki. Fakat emin değil kendisinden. Çöl Çiçeği sağlam duruyor, ya da öyle gösteriyor kendini. Serbestsin şimdi, diyor. Gez, dolaş, yap istediğini. Madem ayrıldı yollarımız, ikimiz de çizelim kendi kaderimizi. Sözler başka kalpler başka şeyler söylüyor aslında. 

Çöl Çiçeği bu sabah neşeli, hiç olmadığı kadar. Tamam diyor, attım artık kafamdan. Gözleri teyit etmiyor sözlerini. Bir haber uçmuş gelmiş uzaklardan. Başka biriyle görmüşler Fuat'ı. İşte o, aralarını bozan kara kedi. Rahatlatır mı bu Çöl Çiçeğini. Kopartıp atmaya yetmez mi zincirlerini? Kararsızlığı aydınlanırken umudu kararıyor birden. Sözleri şen şakrak, gözleri buğulu. 

Kapat gözlerini diyorum bir kaç sorudan sonra. Kapatıyor. Bir orman düşün yemyeşil ağaçlarla kaplı. Kuşlar cıvıl cıvıl, yanında akan bir derenin şırıltısına kulak ver. Börtü böcek, kelebekler etrafında uçuşuyor, nefis bir hava. Ormanda ağaçların arasında ilerlerken karşına boydan boya bir cam çıkıyor. Kalın bir cam. Camın arkasında belki başka güzellikler var. Belki de yok, ama camın arkasına geçmeden göremezsin. Bunun tek yolu kırıp geçmen camı. Öyle kolay değil elbette. Camı kırarken sana zarar verebilir. Ne yaparsın diye soruyorum Çöl Çiçeğine? Uzun uzun düşünüyor. "Şu an bir şey yapamam." diyor. "Yani, camı kırmaya cesaretim yok. Yaralanmak, zarar görmek istemiyorum." Sonra birden havası değişiyor, neşe kaplıyor içini. "Ama iki ay sonra ne yapar yapar kırar o camı geçerim arka tarafa. Ne çıkarsa bahtıma." İki ay mı diyorsun? "Evet, tam iki ay." Bak diyorum iki ay sonra benim yaş günüm. Yani unutmam o günü, senin bu sözünü hatırlatacağım. Cam karşı cinsi simgeleyen bir sembol. Yani mealen diyor ki şu anda hazır değilim ama iki ay sonra yeniden yelkenlerimi açacağım aşka. Bunu ona açıklayınca gülüşüyoruz. 

Cevabından emin olduğum son bir soru Çöl Çiçeği'ne. Bu analizin parçası değil. Her şeye rağmen, bir kez daha dünyaya gelsen kiminle olmak istersin diye soruyorum. Son derece kendinden emin bir şekilde, tereddütsüz "Onunla" diyor. Benim aşkı tanımladığım "karşılıksız sevgi" dolaşıyor kafamda. Hayır bu tam uymuyor Çöl Çiçeğine. Daha fazlası, ya da azı. Sahiplenme var, kıskançlık var. Kılına zarar gelse canı yanıyor hala. Hani anneler çocuğuna her türlü lafı eder de, bir başkası ona laf ettiğinde yüreğine işler. Benzer şekilde, onu öldüreni kıskanır, ölümü bile kendi elinden olsun ister Çöl Çiçeği. Oysa gerçek aşk Ümit Besen'in "Nikah Masası" şarkısında yerini bulur. "Nikah masasına beni çağır sevgilim, istersen şahidin olurum senin."
   

29 Ocak 2020 Çarşamba

ÇÖL ÇİÇEĞİ


İnsan ne kadar garip bir varlık! Bu cümleyle başladı Çöl Çiçeği ile sabah sohbetimiz. Aklımda deli sorular. Onun aklı başında değil. Kötülüğün en dibindeyiz diyor, o zaman bitsin bu oyun, insin perdeler. Ben ise zamana takmışım kafayı. Zaman diyorum, zaman her şeyin ilacı. 

Hemen karşımda denize nazır bir evde avarelikten dem vuran yazarın usta kaleminden çıkan yazıları okuyorum Çöl Çiçeğine. Yeşil gözleri buğulanıyor. İşte diyor, işte tam benim bu, beni anlatmış. Aşk diyorum. Tam iki ay oldu diyor, düşünüyor. Dik dur, güçlü ol, kendini zayıf gösterme diyorum. Kendini suçluyor, hatalıydım, ben hep hatalıydım diyor. Artık dayanacak gücüm kalmadı diyor, kopacaksa kopsun kıyamet. İnsan diyor, hep kendi egosunu tatmin etmek peşinde. Onsuz yapamam diyor. Peki ya o diyorum. O sensiz yapabilir mi? Belki diyor, emin değil. Peki, bırak kendi haline, belki sensizliktir onu mutlu eden. Hayır diyor. yapamam. O zaman diyorum, bu aşk değil. 

Zaman diyorum, zaman her şeyin ilacı. Bu günlerin hepsi unutulacak, hepimizin unutulacağı gibi. Komşunun kedisi günlerdir kıvrılıp yattığı köşeden fırlayıp geliyor ayaklarımızın dibine. Bugün pek hareketli, tüyleri pırıl pırıl. Çöl çiçeği dayanamayıp alıyor kucağına. Kediye bakıyorum, gözleri ışık saçıyor. Zaman iyi gelmiş ona. Mutlu ediyor bir anlığına bizi.

Çöl Çiçeği suya hasret, suyun haberi yok. Hiç söylememiş ki suya özlemini. Su bilse bunu durur mu yerinde? İşte diyorum, zaman. Çöl Çiçeği bir damla suyun peşinde. Su kendine bir yol bulur ona akarsa ne alâ. Yoksa durum kötü. Kuruyacak. Zaman geçiyor, tik tak, tik tak.

26 Ocak 2020 Pazar

YEN, BİR HAYAT BÖLÜM 50

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 50 ***

Ankara'da ortam farklı. Kalabalık bir kadro yok, odaların bir kısmı gelecek patron çocuklarına rezerve edilmiş. Rauf Bey'in altındaki oda senin, aradaki camdan bir bölmeyle teknik ofis olarak kullanılan geniş salona açılıyor. Proje, yeni fiyat ya da hakediş takibi için hemen her gün DSİ Genel Müdürlüğü'ne gidip geleceksin. Çok ciddi görünen devlet memurları hakkında çıkarılan dedikodular şaşırtacak seni. Bunların sadece dedikodu olmadığını anlayınca daha da çok şaşıracaksın. Mesela kelli felli daire başkanlarından birinin memur kızlardan biriyle yaşadığı yasak aşk. Bu tür şeyler senin pek ilgi alanın olmadığı halde bütün günün Rauf Beyle geçtiği için olan bitenden haberin olacak. Çünkü dedikodu deyince Rauf Bey ilk akla gelen kişi. Kim kiminle kırıştırıyor, aileden kimin evine mobilya alınmış, sekreterin eşiyle ilişkisi neden bozulmuş, sormadan anlatacak sana. Günlerden bir gün o bahsettiğim daire başkanının talimatıyla sevgilisi ve onun bir kadın arkadaşını şantiyede ağırlayacaksınız. Başkan benimle nasıl ilgileniyorsanız onları da aynı şekilde ağırlayacaksınız diye buyurmuş. İki sekretere şoförlü bir Mercedes Vito tahsis edip Bodrum'un en güzel otellerinden birinde bir hafta süreyle kalmalarını sağlayacak, her türlü isteklerini yerine getireceksiniz. İsterseniz yapmayın, bu bir emir. Aynı ismi taşıyan iki kadın mühendis. Biri evli, onun dobralığını seveceksin. Diğeri eşinden boşanmış sessiz, güzel, ufak tefek, biraz da mahcup. Aklının ucundan geçmeyecek ki, kısa boylu yusyuvarlak, üstelik evli bir şube müdürüyle yasak ilişki yaşadıkları. Dallas'tan farkı kalmamış buraların diyeceksin.

Şirketin diğer şantiyelerini Rauf Bey'le birlikte sık sık ziyaret edeceksiniz.  Bir yandan barajın teknik şartname ve proje hazırlıkları hızla devam edecek. Ekseriya yabancılar gelecek yanına, yaptıkları çalışmalar hakkında bilgi verecekler. Yeri geldiğinde imalatı kolaylaştırıcı, daha kârlı çözümler üretecek, yabancı mühendislerden bu yönde çalışmalarını talep edeceksin. Temel ıslahı, gövde dizaynı, şartnameler ve bunun gibi her türlü detay çalışmaları yapılırken ilgili yabancı mühendis ile senin dışında karışan görüşen olmayacak. Bu senin için büyük bir nimet. Hem mesleğinle ilgili çalışmalarında son zerresine kadar tatmin olacaksın, hem de zaman alıcı kısır tartışmalar önünde engel çıkarmayacak. İnanılmaz derecede keyifli bir ortam bu dostum. Yeni proje müdürü Mehmet Bey başta olmak üzere şantiyedeki bütün kısım şefleri ile son derece uyumlu bir şekilde çalışacaksınız. Seni şaşırtan tek şey ne kontrol teşkilâtı, ne bölge müdürlüğü, ne de genel müdürlükten bir Allah'ın kulunun proje çalışmalarına katılmak için herhangi bir taleplerinin olmaması. Bir anda koca barajı yapan, kontrol eden ve hatta onun tek sahibi olacaksın. Senin yerini dolduracak ikinci bir kişi yok. Rauf Beye teknik detaylara fazla girmeksizin bilgi vereceksin. İdare elemanlarının sorularını cevaplandıracak, şantiye ziyaretlerinde onlara sayısız brifing vereceksin. Herkes ağzının içine bakacak. Elbette yabancı dil bilgin bu konuda sana büyük avantaj sağlayacak. Bazen DSİ Genel Müdürlüğünün konferans salonlarında yabancı mühendislerin slayt gösterileriyle destekledikleri brifinglerde tercümanlık yapacaksın.

Zemin müşavir firması sizi merkezlerinin bulunduğu Avusturya'ya davet edecek. Bu hem iş, hem de turistik bir gezi aslında. Johannes inanılmaz eğlenceli biri. Onunla yaptığınız sohbetler, Türkçeyi öğrenme gayretleri, yaşça senden büyük olmasına rağmen sana abi diye seslenişi neşeli zaman geçirmenizi sağlayacak. Akşam yemeği için sizi harika bir restaurant'a götürecekler. Yöresel kumaş başlıklı tombul kadın garsonların fırfırlı otantik köylü kıyafetleri içinde sundukları geyik etinin tadını unutmayacaksın. Konuklar arasında Rauf Beyin dışında İngilizler, Andrew ve Quentin de olacak. Aralarında yaptıkları fısıltı halindeki konuşma gözünden kaçmayacak. Çünkü bir sonraki ev sahibi onlar. Avusturya'nın kendine özgü yöresel mutfağını gördükten sonra hiçbir özelliği olmayan İngiliz mutfağı bizimkileri telâşlandırmış olmalı. Gelecek sefer Londra'da bizi  nerede ağırlayacaklarını kara kara düşünmeye başlayacaklar. Ertesi gün şehrin tarih kokan cadde ve sokaklarında dolaşıp yılların yorgunluğunu çıkarmaya çalışacaksın.

Çok geçmeden aynı ekiple Londra'da buluşacaksınız. Program gereği önce İnşaat Mühendisleri Odasında Andrew'un vereceği brifinge katılacaksınız. Brifingin konusu, yüklenicisi olduğunuz baraj. Andrew sırası geldiğinde slayt eşliğinde senin de çok iyi bildiğin konuları anlatıp konuşmasını bitirecek. Tertemiz cadde ve sokakları, geniş görkemli parkları dışında çok sevmeyeceksin bu şehri. Avusturya'nın o canlı sokaklarından sonra şehrin meşhur sisli havası içini karartacak. Akşam yemeği için bir İngiliz restaurant'ına götürmelerini boşuna bekleyeceksin. Sizi yemeğe götürecek en iyi yer olarak seçtikleri güzel bir İtalyan restaurant'ı olacak. Bu senin açından iyi bir tercih, biliyorum ki İtalyan mutfağı senin için vazgeçilmez. Fakat bir İngiliz için ne kadar utanç verici.

Ankara'daki evden kiracıyı çıkarttıktan sonra büyük çapta bir tamirat ve tadilât işine gireceksin. Kolon ve kirişlerin dışında sıvalar, kapılar, pencereler sökülecek, evin bütün tesisatı yenilenecek. Ev yeni baştan eşinin zevkine ve modaya uygun bir şekilde düzenlenecek. Daha sonra eşyaları bulunduğunuz şehirden evden eve taşımacılık yapan bir şirket vasıtasıyla yükletip ailenle birlikte özel aracınızla bir kez daha Ankara'nın yolunu tutacaksınız. Afyon'a girerken yakıt almak üzere girdiğiniz istasyonda görevli çocuğun gözlerini odasındaki tv den ayırmadığını fark edeceksin. Merakla başın o yöne dönecek. "Abi, İstanbul'da büyük deprem oldu, duymadınız mı?" diye soracak sana. Sarsıntının oradan bile hissedildiğini anlatacak. Tarih: 17 Ağustos 1999.

Sabah eşyalar boşaltılırken şirket merkezine uğrayacaksın. Rauf Bey'in eşi ve kızı panik halinde, telefonlar susmak bilmiyor. Ne olduğunu sorup öğrenmeye çalışacaksın sekreterden. Rauf Bey'in kayın validesi Gölcük'te yazlıktaymış, bir türlü haber alamıyorlarmış. Hemen şantiyede kalan Rauf beyi arayacaksın.  Sen endişeyle ona geçmiş olsun demeye çalışırken o, "Bizim domuz yedi canlıdır, bir şey olmaz ona" diyecek neşeyle. Yine de eşinin korkusuyla şantiyeden yüklediği kazıcı iş makinalarıyla deprem bölgesine doğru çıkacak yola.

Evet dostum, pek çok can kaybına sebep olan o Marmara depreminde Rauf Bey'in kaynanası ile birlikte bacanağının üniversite öğrencisi oğlu enkaz altından sağ çıkamayacak. Rauf Bey deprem bölgesindeki içler acısı durumları, trafikteki keşmekeşi, organizasyon bozuklarını  içi burkularak anlatacak dönüşünde. Sonra birden aydınlanacak yüzü. "Ama, şu depremin tek bir faydası oldu, bizim domuzun canını aldı." diyecek. "Gerçi delikanlıya çok üzüldüm ama elden ne gelir." Anlat diyeceksiniz, çevresini saran kişilerle birlikte, neler yaşadınız. Bu kez iyice keyiflenecek. O kendine has Lâz şivesiyle, "Operatör, enkazı hafifçe eşelemeye başladı. İlk olarak domuzun koca kolu göründü. Bir an altından sağ çıkacak diye endişelendim. Biraz kıpırdasa, operatöre kapat hemen üstünü diyeceğim. Neyse ki bu sefer, korktuğum başıma gelmedi. İlk kez sevindirdi beni,"

Bu olayı büyük bir zevkle, fıkra anlatır gibi çevresindeki herkese anlatacak Rauf Bey. Bir insan bu kadar acımasız olabilir mi?

(Devam edebilir)

YENİ BİR HAYAT *** BÖLÜM 1 ***