KATEGORİLER

19 Ocak 2016 Salı

19/01/2016 Salı, Tire

Sabah erkenden vardık Tire'ye. Gelir gelmez eve girmeden evvel merkezdeki fırından gevrek almaya gittik sırf değişiklik olsun diye. O kadar erkendi ki gevrek yoktu henüz. Onun yerine ilk olarak çıkarttıkları Ödemiş simidi aldık birer tane. Kahvaltımızı yaptıktan sonra kitap okudum. Geçen Salı pazarından epey şeyler aldığımdan bir ihtiyaç da yokmuş zaten.

Havanın yağışa dönme ihtimali, park yeri sorunu yüzünden bu hafta pazarı gezmek gelmedi içimden. Güme köyünden Ali aradı. Yukarı yayladan motoruyla biraz kışlık odun almak istediğini söyledi kaynanası için. Ganime hanım bizden daha önce rica etmiş biz de tamam demiştik zaten.

Atilla bey dostumuz aradı, yaylaya kablo çukuru açmak için Tekke köyünden işçiler bulmuş.. Sevindim buna. Bunun üzerine Elektrikçi Ali'yi aradım. O da hesapları yapmış, bir iki güne kadar enerji müsaadesini alıp daha sonra proje hazırlatacakmış. İnşallah dedim. Yarın ve yarından sonra yine yağmur görünüyor.

Yağmurdan dolayı ana giriş kapısının altının betonla doldurulması, bahçe taş duvarı ve taş döşeme işleri aksıyor.

Biraz güneş açsa aşağı yaylada dal budak temizliğine devam ettireceğim hayırlısıyla.

İLK YILIM (2) GÖZLERİM, SIĞ KALIR HAYALLERİM

İşi bırakmaya karar verdikten bir müddet sonra ne yaparım diye sordum kendime. Bundan sonra ne istersem onu yapacağım cevabı geçti aklımdan. Biraz düşününce anlıyor insan her istediğini yapabilmenin imkansızlığını. Eğer, gerçekten her istediğimi yaparım dersem, ne sığ kalır hayallerim.

Her şey bir anda gelişti. Gözlerimden ameliyat olmam da. Laf olsun diye derler ya, işte aynı o hesap buldum kendimi Kudret Göz Hastanesinde. Tamam, kabul ediyorum, özellikle gece araba kullanırken önümdeki aracın plakasını bile göremiyorum diyen bendim. Ama şimdi eski gözlerimi arar oldum. O lanet olası operasyondan sonra adeta dengemi kaybettim. Hani insanın basireti bağlanır bazen. Beş dakika sürmedi doktorların bizi ikna etmesi: Efendim, yakın ve de uzak gözlüklerinden kurtulacakmışım, on dakikalık bir operasyonmuş, ertesi gün normal hayatıma dönecekmişim. Bunlar da pazarlama tekniği mi, yoksa yapılan operasyon mu başarısız oldu, anlamış değilim. Madem ki, doktorumuz bir gün sonra normal hayatıma döneceğimi söylüyor, ertesi gün işim gereği Balıkesir'e doğru çıktım yola, hem de yanıma şoför almadan. Sonuç çok kötü oldu, gece boyu acıyla yandı gözlerim. O gecenin sabahı, ışığa bakmam mümkün olmadı. Dönüş yolunda havanın kapalı olması sayesinde sağ salim varabildim Ankara'ya.

Gözlerimin ayarı kaçmıştı bir kere. Uzunca bir süre güneş gözlüğü kullandım. İşim gereği gece gündüz vaktimin çoğunu bilgisayar başında geçirmek durumundaydım.  Bilgisayarımın ekranından vuran ışık dahi rahat görmemi engelliyordu. Bakmam gereken, onay vermem gereken işler yığıldı. İşime bağlı biri olarak çalışmalarımı istediğim gibi sonuçlandıramadığımdan, iç dünyamda kendimi eksik hissetmeye başladım. Şimdiye kadar kimseyle paylaşmasam da işten ayrılma kararımda az ya da çok etkisi olmuştur bunun.

Biraz daha gözümden bahsedeyim. Her iki gözümden katarakt ameliyatı olalı bir yıldan fazla zaman geçti. Görüyorum görmesine ama bir gariplik var, bunu anlatamıyorum kimseye. Hadi, dedim hanıma, İzmir'de meşhur Kaşkaloğlu Göz Hastanesi'ne gidelim de şu gözleri bir gösterelim bakalım. Belki de vardır bir çaresi. Meşhur doktor Kaşkaloğlu patron olmuş şimdi tabi. Çömez doktorların eline düştük. Bir doktor düşünün ki, aldığı ücretin karşılığında size tedavi uygulayıp moral vereceği yerde, tam tersini yapıyor. Bu yaştan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz, siz bundan sonra bu gözlerle idare etmeye bakın, buna bir şey yapamayız kabilinden bir sürü zırva. Kabullensem de durumu, moralim bozuluyor.

Dün yola çıkmak üzere arabaya bindim. Ekseriyetle olduğu üzere hanımı beklerken, yanıma aldığım kitabı okumaya başladım. Uzun zamandır hem yakını hem uzağı görmekte  bir gariplik seziyorum. Nereden aklıma geldiyse, sol gözümü elimle kapattım ve sağ gözümle kitabı okumaya çalıştım. Sonuç, mükemmel. Harfler net olarak okunuyor. Aynı şekilde sağ gözümü kapatıp sol gözümle okumak istedim. Aman Allah'ım, o kadar bulanık ki, okumak mümkün değil. Aynı denemeleri uzaktaki nesneler için yaptım sonuç değişmedi. Yani sağ gözüm iyi sol gözüm berbat. Bu o ana kadarki dengesiz görmemdeki sebepmiş meğer. İzmir'de bu tür operasyonları yapan tanınmış bir özel hastanenin doktorundan randevu almak istedik. Aslında İzmir'e gitme nedenlerimizden biri de bu olacaktı ama aksilik bu ya doktor uzun bir izne çıkıyormuş, istediğimiz randevuyu alamadık. Artık bir süre daha beklemekten başka çare yok. En azından durumu teşhis etmiş oldum bu kez.

Ne yaparım derken, hayallerimden bir tanesi de bol bol kitap okumak ve yazmak fikriydi. Kitapta içerik ve tür olarak bir tutuculuğum yok. Yani zırvaların dışında her tür ve görüşü yansıtan kitapları okuyabilirim. Ancak yazıdaki ifade gücü çok önemli benim için. Bu çerçevede konuyu ele alış, düşüncelerin sıralanış ve birbiriyle ilişkilerini çok önemsiyorum. Aynı bir müzik aletini icra etmek gibi yazmanın da biraz kabiliyet gerektirdiğini düşünenlerdenim. Nasıl bir müzik ezgisi bestecisinin notalarıyla onun duygularını özgürce dillendirirse, yazmak da benzer şekilde kelimeleri kullanarak düşündüklerini kağıda döker. Kitap ve beste, her ikisi de eser sahipleri (yazar ve bestekar) tarafından oynanan kuralları belli birer oyundur bir anlamda. Hangi oyun daha zordur derseniz, ben aralarında büyük bir fark göremiyorum. Diğer taraftan yazmak, düşündüklerini tam olarak aktarmak, bunu yapabilmek için doğru yerde doğru kelimeleri bulabilmenin yanı sıra, müziği besleyen duygu ve coşkuları da içine alır çoğu zaman.

En büyük edebiyat ustalarının eserlerinde bile, düşüncelerin dört dörtlük yazıya dökülebildiği inancında değilim. Ustalık arttıkça ifade güçlenir ama yine de geride aktarılamayan bir şeyler kalır mutlaka. Bazen kelimeler kifayetsiz kalır, bazen kelime yerini beğenmez ve okuyucunun kulağını tırmalar. Kimi zaman yazının içeriğindeki duygu ve coşkular artar. Artık yazı form değiştirmiştir, şiir olarak dökülür insanın gönül pınarından. Böyle durumlarda zemberekten boşalmışçasına akar gider artık süslü kelimeler.

Yazı ile müziği yakın gördüm birbirine. İkisinden de iyi yapılanları severim. Değişik bir açıdan bakarsanız  müzik, yazıya göre daha soyuttur. Bu bakımdan bestecinin duygularını tam olarak anlayabilmek için, onun başından geçen olayları, besteyi yaparken içinde bulunduğu ruh halini ve çevre şartlarını çok iyi anlamak gerekir. Yazar, besteciye göre bu bakımdan biraz daha şanslıdır. Ama yine de duygu ve düşüncelerinin tamamının kağıda dökülmesinin güçlüğünü yaşarken yazar, okuyucu da yazılanların ancak bir kısmını algılayabilir. Bu bakımdan yazarın ortaya koyduğu eser, ya yanlış ya da eksik anlaşılmış olur.

Yazı yazmak zor bir iş ama zor olduğu kadar eğlenceli de. Beni yazma fikrine iş hayatımın farklı dönemlerinde resmi yazışmaların daima üzerime bırakılması yüreklendirdi. Mahkemelere, Sayıştay'a, teftiş kurullarına savunmalar ve raporlar hazırladım. Bunlardan hiçbiri kendi adıma açılan soruşturmalar ya da davalarla ilgili değildi ama başkalarının adına bu savunmaları hazırlamak bana düşüyordu. Yazdıklarım üzerinde çalışırken çok değişiklik yapar istediğimi tam olarak aktarabilmek için yoğun çaba harcardım. Yazı bittiği zaman sırtımdan büyük bir yük kalkmış olurdu fakat o kadar enerji harcamış olurdum ki, sonunda baştan aşağı okumak büyük külfet gelirdi bana artık. İşin doğrusu yazı bittikten sonra bir değil en az iki kez baştan sona okunmak gerektiğini biliyorum. Ama bunu ben de yeni yeni yapmaya başladım. İlk okuduğumda yazıdaki basit ama önemli hataları ayıklıyordum. Onları düzeltirken yeni hatalar çıkıyordu ortaya. Şimdi bu konuda daha da titiz davranmaya çalışıyor ve  henüz yolun çok  başında olduğunu da biliyorum.

Yazılarımın okunup eleştirilmesi beni çok mutlu edecektir. Okunmasa da yazmaya devam edeceğim. Bu sayede kendimi geliştirme şansım olacağına inanıyorum.                     

18/01/2016 Pazartesi, İzmir, Alaçatı, Çeşme

Gece boyunca sağanak şeklinde devam eden yağmur, gün aydınlandığında hızını kaybetmiş olsa da, ara sıra atıştırmaya devam ediyordu. Dün akşam saatlerinde, fırtınanın çıkardığı ürkütücü sesler epey endişelendirmişti beni. Kaplan Yaylasının en hakim yerinden Tire'yi gözetleyen Taş Ev, sahip olduğu bu eşsiz konumunun bedelini kuvvetli lodos rüzgarlarına karşı direnerek ödüyor. Kapı girişlerini korumak ve rüzgarın etkisiyle binaya yandan vuranyağmur sularının içeri girmesine mani olmak maksadıyla yapmayı düşündüğümüz sundurma tamamlanana kadar aklım yaylada olacak. Sırf bu yüzden, yola çıkmadan önce yaylaya uğramak istedim. 

Eşimle birlikte evden çıktığımızda, Tire'de güneş bulutların arasından yüzünü göstermeye başlamıştı ama Güme Dağının yamaçları yoğun bulutlarla kaplıydı. Kaplan yoluna vurmadan önce zor da olsa görmeye alıştığım taş ev, havadaki pus sebebiyle tamamen görünmez olmuştu. Kaplan Köyünü geçtikten sonra yayla yolunda şimdiye kadar burada görmediğim yoğunlukta bir sis karşıladı bizi. O dar ve virajlı yolda bir de burnunun ucunu göremeyecek derecede sisin olması, durumu epey zorlaştırıyordu. Neyse ki yolumuz kısaydı ki, az sonra bahçemizin önüne vardık. Hafiften yağmur atıştırmaya başlamıştı yine. Yeni takılan demir kapıyı açıp içeri girdik ve Taş Ev'e doğru ilerledik. Sis o kadar yoğundu ki, kapıdan binayı görmek dahi olanaksızdı. Verandadan manzaraya bakıldığında beyaz bir sis perdesinden başka bir şey görünmüyordu. Mutfak servis kapısından içeri girdik. Kapının kenarından içeriye epey yağmur almıştı yine. Yukarı çıktık. Manzara tarafındaki cam balkondan bir damla dahi yağmur girmediğini görmek beni yeniden sevindirdi. Terasa açılan kapıya yöneldim. Geçen sefer gideri tıkayan dal ve yapraklar aşırı göllenmeye sebep olmuştu. Neyse ki bu sefer korktuğum olmamıştı ancak teras kapısından yağmur serpintilerinin içeri girmesine canım sıkıldı. Yine de terasa çıkıp gider ızgarasının üzerinde biriken çöpleri dışarı attım.

Kapıları kapatıp yola koyulduğumuzda saat on buçuğu bulmuştu. Sabah'tan Metin Dayı ile telefonda konuşmuş, Birol Beyin öğleden sonra bizi bekleyeceğini öğrenmiştik. Daha fazla gecikmemek için Torbalı'dan çevre yoluna girdim. Yağışın durması bana biraz sürat yapma imkanı vermiş oldu. Vakit kaybetmeden Hatay'daki kayınvalidemin evinde bizi bekleyen dayımızı alıp Çeşme oto yoluna girdik. İlk zamanlar dayım, birlikte Çeşme'ye yolunda süratli araba kullanmamdan rahatsız oluyor ve bunu açıkça söylüyordu. Oto yol boyunca devamlı radar kontrolü yapılıyor yazan ışıklı ikaz levhalarını görünce, 160 km'nin üzerine çıkmak istemedim. Neyse ki,  Metin Dayı hızımdan dolayı ağzını açmadı bu sefer.  Gerçi onun söylendiği zamanlarda süratim 180 km'nin altına düşmüyordu ama neyse.

Yol boyu sohbet ettiğimizden göz açıp kapayana kadar Alaçatı kavşağına gelmiştik bile. Birol Beyle Alaçatı'daki yazıhanesinde buluşacakmışız. İlk karşılaşmamızda iyi intiba edindim. Arsanın konumundan ve yapmayı düşündüğü projeden bahsetti. İmar durumuna gelince, sevindirici bir gelişmeyi bizimle paylaştı. Daha sonra nereden başlamamız gerektiğine karar verdik. Kendisinden sözleşme ve vekaletname örnekleri aldıktan sonra bizlere yapmış olduğu projeleri göstermek istedi. Alaçatı'yı gezdikten sonra sırasıyla Çeşme'yi daha sonra Çiftlikköy'ü gezdik. Bütün bu yerleri daha güzel bir havada gezmek isterdim ama yağmurun olmamasına şükrettik yine de. Tamamladığı villa ve site projelerinde iyi iş çıkarmış, devam eden inşaatlarını gördük. Alaçatı taşı ile ördüğü duvar işçiliğine hayran kaldım. Bütün projelerinde akıllı ev teknolojilerini kullanıyormuş. Çeşme'nin sezonu kısa olsa da özellikle fazla tanımadığım, ancak bir sürü lüks villa ile olabildiğince doldurulmuş Çiftlikköy'de yaşayanların yüzde kırkı kışları da orada geçiriyorlarmış. Açık söylemek gerekirse ben bunu hiç düşünmemiştim. Çeşme'nin kış aylarında rüzgarı ve fırtınası ünlüdür. Belki fırtınalı denizi seyrederek arada bir rakı balık ilginç gelebilir ama bütün kışı böyle bir yerde geçiremem doğrusu. Evlerin satış fiyatları çok yüksek. Hiç biri milyonun altında değil. Alın teri karşılığında kazanılan para ile alınabilecek mülkler değil bunlar.

Çiftlikköy'de güzel bir balık lokantası varmış. Birol Bey burada bize taze balık yedirme konusunda ısrarcı olduysa da İzmir'de kızımızın da bize balık hazırladığını bildiğimizden dolayı maalesef bu güzel teklifi kabul edemedik. Alaçatı'ya döndüğümüzde hava da kararmaya başlamıştı. Birol Beye teşekkür edip dönüş yolculuğuna başladık.

Akşam kızımın yaptığı fırında levrek harikaydı. Balığın yanında çok sevdiğimi bildiği deniz ürünlü tagliatelle'yi de menüye eklemiş. Tagliatelle'nin kepeklisini ilk kez orada yedim. Meğerse böylesi de nefis oluyormuş. Balığın üstüne dolu bir tabak anında mideye indirsem de aklım tencerede kalandaydı ne yalan söyleyeyim. Ellerine sağlık kızçemin.

Yemekten sonra kızımla birlikte film izlemeye kalktıysak da yine hava şartlarının azizliğine uğradık. İnternet bağlantısı düzgün olmadığından dolayı bu zevkimiz işkenceye dönüştü.              

18 Ocak 2016 Pazartesi

İLK YILIM (1) Sigara Bırakırken Nasıl Kilo Verdim?

Radikal bir kararla Ankara'yı bırakıp Tire'ye yerleştiğimizden bu yana tam bir yıl geçti... İş hayatım, çalışma arkadaşlarım, genel müdürle kapışmalarım, patronla didişmelerim, şantiye ziyaretleri, iş görüşmeleri, toplantılar hepsi geride bir anı olarak kaldı. Yepyeni bir hayata merhaba dedim. Önemli sebepleri olsa da kesin kararı eşimle birlikte verdik. Böyle olmasaydı Ankara'daki hayatımız halen devam edecekti. Acaba?

Belki de kader bambaşka yollar çıkarırdı karşıma kim bilir? Bir iki yılımızı yurt dışında geçirebilirdik mesela. Ya da şehir merkezindeki patlamanın kurbanları arasında sayılabilirdi adım. Biliyor musunuz işi bırakmamda büyük rol oynayan kişilerden bir tanesi artık yok. Yani, ben şirketten ayrıldıktan beş ay sonra duran bir kamyona arkadan hızla çarparak feci şekilde yaşamını yitirdi. Hiç kimsenin aklına gelmeyen bir ölümdü bu. Yaşamımda ilk kez yakından tanıdığım birinin ani ölümüne tepki veremedim. Çünkü o benim kaderimi değiştiren kişiydi. Hayır sevinmedim. Ama üzüldüğümü de söyleyemem. Belki birkaç yıl sonra "İyi ki gelmişim buralara" diyeceğim. O zaman minnetle anacağım onu. Ya da mutlu etmedi beni buraları, "Keşke işimden ayrılmasaydım" diyerek Ankara'yı terk etmeme sebep olan o kişiye rahmet okuyacağım.

Tire'de ilk yılım alışma ve öğrenmeyle geçti. Tarıma toprağa hayli uzak olan ben, bu işlerin nasıl yapıldığını ilk kez yakından gördüm. Daha gelir gelmez havasına alışamadığımdan dolayı iki aydan fazla süren soğuk algınlığı ve öksürük nöbetleriyle mücadele ettim. Ankara'nın sağlam havasını çok aramıştım o zaman.

Doktorun işgüzarlığı sonucunda fazladan istenen bir test sonucunda şeker hastalığına yatkın bir durumum çıktı su yüzüne. Daha detaylı tetkikler için İzmir'e gittik. "İlaç tedavisine henüz gerek yok ama yediklerine dikkat edeceksin" dedi doktorlar. Hain bir diyetisyen, yenecek ne kadar güzel şey varsa, hepsini kara listeye aldı. Sınırsız yiyebileceğim sadece salça ve turşu imiş! İnsan istediği şeyi yemeli bu dünyada. Bir şeye yasak koyunca insanın canı daha çok istiyor. Ailemde şeker hastası olmaması, genlerimin ta Girit topraklarından gelmesi, bende şeker olasılığını iyice düşürmüş olmalıydı. Bu yüzden bu sonuca hiç de inanmak gelmedi içimden.

Evet sevgili dostlar, kötü durumlardan iyi sonuçlar çıkarmak değil midir önemli olan? Her ne kadar şeker hastası olduğumu kabul etmesem de dikkat ettim kendime. İlk iş olarak sigarayı kestim. İçen bilir bu işin bıçakla kesilemediğini. Hastalık nedeniyle de bırakacağımı hiç zannetmiyordum. Bunu özellikle söylüyorum ki  sigarayı şeker korkusundan bıraktığımı düşünmeyesiniz. İlginçtir, tam dokuz ay önce annesinin ısrarı üzerine sigarayı bırakmak zorunda kalan oğlumun kullandığı ilacı denemekle başladı bu serüvenim. Şunu bilin ki ilaca başladığımda, sigarayı bırakmak gibi bir niyetim yoktu. Gel gelelim öyle bir ilaçmış ki, bir haftaya kalmadan sigarayı ağzıma süremez oldum. Oysa, daha önce denediğim bir sürü ilaç, nikotin bandı vs. beni zerre kadar etkilememişti. Bakın, b"u ilacı da denedim ama bana tesir etmiyor" diyebilmekti amacım eşime ve kızıma.

Bu sefer gafil avlanmıştım. İyi de oldu aslında. Oğlumu sorarsanız o yeniden başladı içmeye. Ama benim şimdi ona "Sigarayı bırak" deme hakkım var. Önceden "Baba sen neden içiyorsun bana içme derken" in cevabı yoktu. Diğer bir güzellik kızımın bana karşı yıllardır sürdürdüğü sigara karşıtı mücadele kendiliğinden sonlanmış oldu. Sağlığınız için de iyi oldu der gibisiniz. Ondan emin değilim. Eğer öyle bir durum varsa o da bonus olarak yazılsın diyelim. Kanaatim odur ki, sigaranın sağlığa verdiği zararların kat be kat fazlasını diğer yollardan alıyoruz. Daha önce belli sürelerde sigarayı bırakmış ama yeniden başlamıştım. Tam bırakmışken neden yeniden başladığımı soracak olursanız, sağlık üzerinde majör etkisi bulunmadığına inanıyorum da ondan derim size. Söylendiği kadar zararı olsa doktorların % 70'i içer mi bu mereti. Sırf bu yüzden onu kafamdan atamıyordum zaten. yedi ay süren sonuncu sigara bırakma teşebbüsüm bana bir şey öğretmişti: Ne yaparsan yap, bıraktıktan sonra bir tane de olsa içmeye kalkma. O kadar zaman geçmesine rağmen, bir kez içsem yeniden başlarım korkusu var hala içimde.  

Sigarayı bırakanlar genel olarak kilo almaktan şikayet eder. Nitekim önceki sefer sigara içmediğim yedi aylık dönemde tam yedi kilo almıştım. Ancak bu sefer hiç öyle olmadı. Yayla çalışmaları tam olarak başlamadığı için her gün en az altı kilometre yürüyüş yaptım. Günlük öğün sayısını ikiye indirdim. Sevgili Canan Hocamızın dediklerini yapmaya çalıştım. Her sabah tereyağında pişirilmiş iki yumurta, peynir, salatalık, domates, zeytinden ve bir kase evde tutulmuş yoğurttan oluşan kahvaltı menüsüyle güne başladım. Akşam saatlerine kadar tok tuttu beni bu yediklerim. Sigaraya ilaç sayesinde duyduğum tiksinti uzun süre devam etse de el alışkanlığı ile aranmaya devam ediyordum. Buna çare olarak gündüz saatlerinde çok yararlı bir çerez olan kabak çekirdeği yedim. Akşam saat beş-altı arasında her zaman bir kase ev yoğurduyla birlikte bir tabak ot veya sebze yemeği, ya da et veya balık çeşidiyle günümü tamamladım. Bu dönemde aşırıya kaçmadan ve pek nadir olarak, eşimin misafirlere hazırladığı nefis ikramlıklardan birini götürmem dışında, asla ekmek ve unlu mamuller, şeker ve şekerli gıdalar yemedim, meyve yediğim ve alkol aldığım gün sayısı çok az oldu. Aynı anda sigarayı bırakmama rağmen altı ayda tam on iki kilo verdim. Bütün giydiklerim, kemerlerim bol gelmeye başladı. Her sabah rutin olarak aç karnına tartılıyor ve sonucu not ediyordum. Artık kilo vermenin sihirli formülünü keşfettiğimi düşünüyorum.

Sabahları uyandığınızda, gözleriniz kapalı sırt üstü yatarken, üzerinde elinizi gezdirdiğiniz göbeğiniz yerinde bir boşluk olduğunu fark etmek ne güzel bir duygu anlatamam size. Çoğumuz uyanır uyanmaz tuvalete gideriz. Eğer idrar miktarınız çok fazlaysa biliniz ki o sabah iyi kilo verdiniz. Protein ağırlıklı beslendiğinizde sanki vücut yağları eriyip idrarla vücuttan atılıyor. Karbonhidrat ağırlıklı gıdaları tükettiğinizde ise, o zaman vücudunuz yağı toplamış gibi oluyor. Sabah tuvalete bıraktığınız idrar miktarı iyice azalıyor bu durumda. Sonuç olarak o gün kilo aldığınızı görüyorsunuz. Kilo almak her zaman en kolayı elbette. Şeker, unlu mamuller, meyve, tatlıydı pastaydı derken ipin ucunu kaçırdığınız oluyor bazen. Bir de sabah baktığınızda bir günde bir kilodan fazla almışsınız. Bu tecrübem bana bir de şunu not düşmemi söylüyor: Sabah kahvaltısı şeker ve karbonhidrat dışında sınırsız olsa da akşam öğününde karbonhidratlı ve proteinli gıdaları birlikte tüketebilirsiniz. Canınız çok çekerse bu bir dilim pasta ya da meyve dahi olabilir. Burada işin sihri yediğiniz miktarla ilgili. Eğer yediklerinizi abartıya kaçmadan bir porsiyonla sınırlı tutarsanız, kilo veriyorsunuz. Yok, ben hızımı alamadım deyip ikinci porsiyona yeltenirseniz, yerinizde sayıyorsunuz. Üçüncü porsiyona geçmeniz ya da imamın yaptığını yapıp arada fazladan yarım kokoreç kaptırmanız halinde, kilo almanız kaçınılmaz oluyor doğal olarak.              

17 Ocak 2016 Pazar

17/01/2016 Pazar, Tire

Beklenen yağmur bugün geldi. Akşama kadar gök gürültüsü eşliğinde dağlarımız ve bahçelerimiz bir güzel sulandı. Bu mevsimde yağan yağmurların kaynaklarımızı besleyeceğini düşündükçe hoşuma gidiyor. 

Bazen yağmurlu bir günü evde geçirmek güzel oluyor. Artık alıştığım üzere erkenden uyandım ama yatakta biraz keyif yaptım. Geç kahvaltı sonrası film seyretmeye kalktıysak da, hava şartları internet bağlantılarını ve TV yayınlarını olumsuz etkilediği için sonunu getiremedik.

Evde bol bol sohbet ettik, kitap okuduk. Biliyorum çok uzun zaman oldu ama Goethe'nin İtalya Seyahati adlı kitabını hala bitiremedim. Maalesef üzerinde büyük emek olsa da çeviri kitaplar orijinalinin yerini tutmuyor. Çok sayıda anlamsız ve kopuk cümleler var kitapta. Bu nedenle yazarın neden bahsettiğini anlayabilmek için büyük enerji harcıyorum. Ayrıca Goethe'nin seyahati boyunca tuttuğu günlüklerde yazdıkları, kısmen ilgimi çekiyor ama genelinde bana hitap etmediğini söyleyebilirim. Belki bir resim ve heykel sanatçısının ya da sanat tarihçisinin ilgisini daha fazla çekerdi. Onlar da bu çeviriyi değil kendi dilinde yazılmış olanı okurlardı eminim.

Üç ay Roma'da ve dört ay da Napoli'de kaldıktan sonra Sicilya'nın yolunu tutuk yazarla beraber. Güneye indikçe Roma'da hayran olduğu sanatsal ağırlık yerini eğlenceye bırakıyor. Güneyin insanları kuzeye göre daha sıcak kanlı ve eğlenceye düşkündür zaten. Napoli'de Vezüv yanardağına kafayı takmışken, çok sevdiği Palermo'yu gezdikten sonra şimdi de Sicilya'nın Etna yanardağını merak etmeye başladık. Her takıldığı yerde kiliseleri, müzeleri gezip, gördüklerini detaylı olarak tasvir ediyor. Bulunduğu yerdeki prensler, rahipler, şairlerle konuştuktan sonra yöre hakkında detaylı bilgi ediniyor. Hadi bunlar neyse de geçtiği her yolun jeolojik haritasını çıkarmasa olmaz. İlginç bulduğu ne kadar taş varsa  dönüşünde Almanya'ya götürmek üzere yanına alıyor. Kitabın ifade ediş tarzını sıkıcı buldum. Çevirisindeki hatalardan dolayı kitap okuma zevkimin içine etse de bu kitabı bitirmeye ant içtim. Bugüne kadar sadece Milan Kundera'nın "Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği" isimli kitabını bitirememiştim. Şimdi yeniden okumaya kalksam belki de sonuna kadar gelirim. Goethe'nin "İtalya Seyahati" şerbetledi beni nasıl olsa.

16 Ocak 2016 Cumartesi

HAYDİ MUTLU ET KENDİNİ

Bir an istediğiniz her şeyi elde edecek kudretiniz olduğunu düşünün. Yani bir zamanların sevimli tatlı cadısı Samantha gibi burnunuzu oynatınca sevdiklerinizin yanına ışınlanmayı, şöyle bir el hareketinizle bütün mobilyalarınızın yenilenmiş olmasını. Çalışmak zorunda değilsiniz, en sevdiğiniz yemekleri anında önünüze sermek burnumuzun ucunda. Bulaşık mı? Hizmetçiye ne gerek var. Elinizi bir salladınız mı onca kap kacak pırıl pırıl olmuş, yerlerine istiflenmiş.

Hayali bile güzel değil mi? Aslında hiç de öyle değil bence. Neden derseniz yığınla sebep gösterebilirim. Bana göre emek verilmeden erişilen kazanımlar değersizdir, insanı mutsuz eder.

Yaşam dengemiz karşıtlıklar üzerine kurulmuş. Her şeyin bir karşıtı var. İyi olana anlam kazandıran kötü kavramı değil midir? Ya da başarımız bizi gururlandırdığı zaman marifetin bir kısmı da bizi birer adım öne çıkaran başarısızlıklar değil mi? Her yenen için bir yenilen gerek. Bazen kazanan bazen kaybeden tarafta olmamız en güzeli. İstediğimiz her şey varsın olmasın, bazılarını elde edemeyelim ama yine de hepsini hedef tahtamıza koyalım. Bir şeye çok çalışarak, canımızı dişimize katarak sahip olmanın mutluluğuna varmak daha güzel değil mi? Kolay elde edilen şeylerin farkına varamayız, sıradanlaşır, zevk vermez. 

Bana göre yaratıcının koyduğu yaşam kurallardan en adil olanıdır ölüm. Yaşamın karşılığı olan ölümden kaçmak bile sıkar adamı, mutsuz eder zamanla. Can tatlıdır derler ama gün gelir bir ömür bile çok gelir kimimize bazen. Ne kadar adil olsa da kendi içinde adaletsizdir bazı ölümler. Daha bebekken can verenler, yaşamının baharında bu dünyadan göçenler yani zamansız gitti dediklerimiz ilahi adaletten ne kadar almışlar nasiplerini?

Para, icat edildiği tarihten bu yana insanlara itibar kazandıran en önemli araç. Her şeye olmasa bile ölüme çare dışında diğer isteklerimizin çoğunu elde etmek mümkün parayla . "Parayla saadet olmaz" dökülse de şarkı sözlerinden, paranın bazı durumlarda insanı geçici olarak mutlu ettiğini düşünürüm. Sokakta gördüğünüz bir evsize vereceğiniz ufak bir para onun için karnını doyurmak anlamına gelir. Karnının doyması insanı mutlu eden şeylerin başında gelir. Çok parası olan mutlu mudur? Eğer paraları onları yönetmeye başlamışsa mutlu değildirler. Bu tür insanların hırs gözlerini bürümüştür. Kazandıkça daha fazlasını isterler. Hani ne yapacaksın bunca parayla diye sorsan hiçbir fikirleri yoktur. Sadece para kazandıkça mutlu olurlar kazandıkları parayı harcamak ise onların mutsuzluğudur. Paranın kölesi durumuna düştükleri halde bunun farkına varamazlar.

Para sayesinde istediğiniz yere gider, istediğinizi yersiniz. Hatta itibarınız olur, çevreniz genişler, işlerinizi diğer insanlardan çok daha kolay halledersiniz. Ama sakın ola parasız kalmayın. Bir anda kayar gider elinizden bunlar, ne olduğunu anlamadan.

Diyelim ki her şeye yetecek kadar paranız var. Bu durumda gittiğiniz yerlerden sıkılmaya başlarsınız, yediklerinizden de öyle. Hiç boşuna laf ederler mi büyüklerimiz, her gün baklava yesen bıkarsın diye. O riyakar çevrenizin de sizi mi yoksa paranızı mı sevdiklerini er geç anlarsınız. Elbette itibar paranızadır. Ye kürküm ye dünyasıdır burası. Durumun farkına vardığınız zaman, eğer çok geç kalmamışsanız hayat maratonunda, başka yollar aramaya başlarsınız mutlu olmak için. Dünya kadar servetiniz olsa bile bu sizi mutlu etmeye yetmez. İşte o vakit gerçeği görmeye başladınız demektir.

Bazı insanlar mutluluğu dünyevi işlerde aramazlar. Aslında tahmin edildiğinin aksine çok fazla değildir bu kesim. Ben de öyleyim diyenlerin çoğu muhtelif nedenlerle böyle görünmek ister veya samimi değillerdir bu tavırlarda. Böyleleri, mutsuzluklarını uhrevi işlerden kazandıkları paranın getirdiği sahte mutluluklarda saklamaya çalışırlar. Diğer taraftan Yunus Emre her iki cihanda mutluluğu yakalamış nadir örneklerden biri olarak hatırlanır. Onun gibiler çektiği çileyi bile kendilerine mutluluk addederler.


İnsanın her istediğini yapabilmesi, çok parası olması, hatta ölümsüzlük katına erişmesi bile mutlu edemiyorsa, ne mutlu eder ki onu? Çok basit aslında; 


Mutlu olmak için ne Samantha'nın burnuna, ne paraya,
ne de ölümsüzlüğe ihtiyacımız var.
Birine iyilik yapmak,
bir müzik enstrümanı çalmak,
onu  yapamıyorsanız çalanı dinlemek,
bazen küçük bir çikolata parçasını ağızda eritmek,
kimi zaman bir deniz kenarında rakı balık yapmak,
ya da ağaçların gölgesinde yaprakların hışırtısına kulak vermek
küçük mutluluk parçacıklarıdır çoğumuz için. 
Daha kocaman bir mutluluk isterseniz eğer;  

Sizi seven birinin güler yüzü, tutacağı eli, dayanacağı omzu, tatlı dili, dinleyen kulağı, size başkalarından daha fazla değer verdiğini hissettirmesi yeter  de artar bile.



Eternal Sunshine of the Spotless Mind (Sil Baştan) Filminden Bir Sahne
Bunlara sahip olmak biraz emek ister, e biraz da  şans meselesi. Hayat yolculuğunda kocaman mutluluğu hala yakalayamamışsanız size bol şans dilemekten başka bir şey gelse elimden, emin olun onu yapar mutlu ederdim kendimi.

16/01/2016 Cumartesi, Tire

Yaşamı boyunca her duyguyu tadıyor insan. Karamsar bir anında bazen, şans ibresi kendinden yana dönüverip işler yoluna giriyor. Ya da mutlu bir sabaha uyandığında, sevdiği birinden beklemediği bir davranış, onun dünyasını karartıyor. Bu gelgitler mi bizi geliştiren? Her zaman mutlu olsak, işlerimiz hep yolunda gitse, herkes bizi sevip beğense hayat çok mu güzel olurdu acaba?

Meteoroloji raporlarına göre,  bugün havanın sağanak yağışlı olması öngörülmüştü. Her ne kadar elektrik keşfini bugüne programlasak da  hava muhalefeti nedeniyle çalışma yapılamayacağından neredeyse emindim. Sabah uyanır uyanmaz pencereden dışarı bakmam bu yüzdendi. Gece yağmur yağmamış, görünüşe bakılırsa yağacak gibi de durmuyor. Alelacele kahvaltımı tamamlayıp kendimi kapıdan dışarı attım. Saat tam dokuzda köy meydanında buluşacaktık. Buralarda randevu saati nedir bilen kişi sayısı az olsa da benim ne yaparsam yapayım belirlenen yer ve saatte hazır olmam gerekiyor. Neden derseniz, kimseye "Ben saatinde geldim ama sen yoktun" dedirtmek istemem. Bir kere bile olsa bu davranışımın bedelini bana karşı devamlı kullanıp sonraki randevularda beni hep bekletir ya da hiç gelmeseler bile bugünü hatırlatırlar bana. Yayla yolunda süratle giderken yolu yarılamıştım. Buluşma yerinde zamanında olabileceğimi anlayıp rahatlamıştım ki, bir anda adeta başımdan aşağı kaynar sular döküldü.

Elimi cebime attığımda cep telefonumu evde bıraktığımı anladım. Bu durumda yapılacak iki şey vardı ve zaman geçirmeden karar vermek zorundaydım. Eğer dönüp evden telefonumu almaya kalksam randevu saati yarım saat kadar geçmiş olacaktı. Yok eğer yoluma devam etsem, zamanında randevu yerinde olacaktım ama Elektrikçi Ali ve Bekçi Ahmet'i orada bulamazsam kendilerine ulaşma imkanım olmayacaktı. Böyle durumlarda karşı tarafa güvenmekle hatamı  ediyorum? Yine yanlış karar verdim. Onları bekletmemek uğruna -ki bekleyeceklerini bile sanmıyorum, geri dönmekten vazgeçip köy meydanında yarım saat  boyunca  boşu boşuna onların gelmelerini bekledim. Telefon ne kadar lüzumlu bir aletmiş, böylesine durumlarda insan öyle arıyor ki. Hani köyden bir kafa dışarı uzansa soracağım, Ahmet'in evi hangisi diye. Ne o, ne de muhtar hangi evde oturur bilmiyorum. Hava da bozmaya yüz tuttu. Rüzgar sertleşerek yağmur bulutlarını toplamaya başladı. Bir yandan söylenmeye başladım kendi kendime. Ama bu sefer ben de telefonumu unutarak hata yapmıştım. Zaten dedim, bu işin olacağı da yoktu. Bak hava da bozuyor. Birazdan yağmur başlar. Bir beş dakika daha bekleyip dönerim artık.

Köy kahvesi uzun zamandır kapalı. Açık olduğu zaman bile kahveci bu saatlerde açmıyordu ki. Bütün köy halkı uykuda mı? Köyde hiç bir hayat belirtisi yok. Köy dediğin yerde köpek havlaması tavuk gıdaklaması kesilir mi hiç? Ölüm sessizliği. Yok kardeşim boşuna bekliyorum, haydi dönüş vakti geldi deyip arabayı çalıştırdım.

Kaplan'dan aşağı inerken acaba biraz daha beklese miydim diye huzursuz ettim kendimi. Tam Toptepe yol ayrımına gelmek üzereydim ki, şu bizim elektrikçinin dükkanına bir baskın yapmak geldi aklıma. Eğer dükkanda yakalarsam ne diyecekti bu sefer bakalım. Hemen sağa döndüğümde yol kenarındaki büyük bayrak direği dikkatimi çekti. Bayrağın kenarı rüzgardan paçavraya dönmüş. Bu şekilde dalgalanacağı yerde kaldırılsa daha iyi. Bayrağa bakınca insan memleketin halini görüyor gibi. Bayrak direğini geçer geçmez yanımdan açık kahve Renault marka bir otomobil korna çalarak selam verdi. Kimdir bu diyene kadar aynadan hız kesmeden yoluna devam ettiğini izledim. Acaba bu geçen Elektrikçi Ali olmasın? Arabayı durdurup geri dönsem mi diye düşünmeye başlamıştım ki ben durunca onun da durup beklediğini gördüm aynadan. Tamam kesin o olmalı. Hemen arabanın yönünü çevirip yanlarına ulaştım. Tahmin ettiğim gibi Ali'ymiş karşılaştığımız. Yanında durup sağ taraftaki camı indirdim. Az kalsın seni fark etmeyip işyerine gidecektim dedim, niye geç kaldığını sordum. İşleri ancak yeni dağıttım  falan dedi. Ben de telefonu evde unuttuğumu bu sebeple Ahmet Usta'ya ulaşamadığımı anlattım. Tamam o zaman biz yukarı çıkalım sen evden telefonunu al, sonra Ahmet'i ararsın dedi. Benim aşağı inip çıkmam yarım sati bulur dedim. Problem olmadığını söyledi. Belli ki bu sefer formaliteden değil iş yapmak için gelmişler. Hava da düzelmeye başlamış, bulutların arasından güneş bile görünüyordu. Bu sefer rüzgar yağmur bulutlarını dağıtmak için çabalıyor sanki. İyi, dedim kendi kendime bak şansım dönüyor.

Hemen eve varıp telefonumu aldım. Merdivenlerden inerken Ahmet'i aramıştım bile. Birkaç kez uzun uzun çaldıktan sonra nihayet açtı telefonu. «Neredesin Ahmet Usta?» diye sordum. Bana pişkin bir şekilde üçüncü heceyi uzatarak «Evdeyiiiim» dedi. E, Ahmet Usta biz ne konuştuk, saat dokuzda köy meydanında buluşmayacak mıydık diye çıkışsam da nafile. O da geldiğinde beni arar, soğukta fırtınada beklememiş olurum, diye düşünmüş olmalı. Ben geçerli bir mazeretim olmadığı takdirde Nuh tufanı olsa söz verdiğim yerde olmaya çalışırım. Ama herkes ben değil işte. Neyse ki adamı bulduğuma dua ettim. Tamam Ahmet Usta, sen caminin önüne çık ben on dakikaya kadar seni alırım dedim. 

Evin önünden Kaplan normal sürüşle bir çeyrek saat alırken hızlı bir sürüşle on dakikada varabiliyorum. Bu yüzden biraz hızımı arttırmam gerekti. Ben köy meydanına vardığımda yine kimse yoktu tabi. Tekrar aradım. «Tamam, tamam çıktım, geliyorum» dedi.

Az sonra göründü. Onu da yanıma alıp yaylaya doğru yola devam ettim. Ali zaten yayla kapısında bizi bekleyeceklerini söylemişti. Hep birlikte aşağı ineceğiz diye düşünürken bana sen bizimle gelme arabayla aşağıya bizi almaya gelirsin dediler. Aslında güzergahı benim görmem de iyi olacaktı ama çaresiz kabul etmek durumundaydım. Onlar gözden kaybolunca arabama binip Lütfü beyin lokantasına doğru yol almaya başladım. Bir yandan da artık karşıdan iyice belli olan taş evi ve hat güzergahını izliyordum. Sol tarafta yol platformunun genişlediği bir yerde durup arabadan indim. Dikkatli bir göz ile baktığımda, üçünün aşağı doğru ilerlediklerini gördüm. Kısa zamanda yolun büyük bir kısmını kat etmişlerdi. Onlar bu hızla inerlerse bekletmiş olurum düşüncesi ile fazla geç kalmadan yola devam etsem iyi olacaktı. Zaten yeşil renkli orman örtüsünün üzerinden sağa doğru ilerleyip aşağı kısma geçince gözden kaybolmuşlardı.

Dağ Restoran'ın önüne arabayı park ettikten sonra orman yolunda devam ettim. Bir ara seslerini duyar gibi oldum. Ben de seslendim onlara ama hiçbir cevap alamadım. Yol boyunca daha ileriye doğru yürüdüm. Merak etmeye başladığım sırada önce elindeki şerit metreyi çeken Ahmet Usta'yı gördüm. Ahmet Usta, olabilecek en iyi güzergahı izleyerek onları hedef noktasına indirmeyi başarmıştı. Ölçülen mesafe tam 300 metre gelmişti. Orman içine girseler bu mesafe daha da kısalacakmış. Ali de bu güzergahı beğenmiş. Üstelik yumuşak toprak olduğu için elle kolay bir şekilde kazılabileceğini söyledi. Şanssız başlayan bir günün hiç de beklemediğim şekilde sonu iyi bitmişti. Artık tek hedefim bir an önce işçi ayarlayıp kabloyu gömeceğimiz hendek kazısına başlamak.