KATEGORİLER

21 Haziran 2016 Salı

MERHABA İZMİR

20/06/2016 Pazartesi, İzmir

Tam bir ay sonra arabama kavuştum. Geçen ay bugün olduğu gibi İzmir yollarına düşmüştük yine. Torbalı'da beş araçlık zincirleme trafik kazasının dördüncü sırasına yazmıştı bizi kader. O gün bugündür, araba servisteydi. Yola çıkmadan önce eşimin arabasını bakım için bırakıp benimkini alıyorum servisten. 

Torbalı sanayisine uğruyoruz geçerken. Davlumbazın bacaya bağlantılarını yapabilecek bir usta buluyoruz sonunda esnafa sorarak. Tesadüf bu ya, koca Tire'de bu işi yaptıracak adam yok diye Torbalı'ya gidiyoruz ve bulduğumuz adam Tireli çıkıyor!

Karabağlar'da tuvaletin compact kapılarını yaptırdığım yere fatura bedelini ödeyip belgelerimi alıyorum. Oradan çıkıp kapıları teslim alacağımız Bornova 4. Sanayi'ye yol alıyoruz. Bu bölgeyi pek tanıdığım söylenemez. Eskiden Bornova'da sadece Ege Üniversitesi kampusu vardı. Şimdi koca şehir kurulmuş, yetmemiş bir sürü sanayi bölgesi açılmış!

Üretim tesislerinden malzemeleri alıyor, arka koltuğu yatırıp arabaya yerleştiriyoruz. Compact ince, ağır, çizilmeye ve suya dayanıklı bir malzeme. Masa, sandalye dolap, kapı gibi bir çok yerde kullanılıyor. Fiyatı diğer malzemelere göre hayli pahalı sadece. Bu malzemeleri toparlayıp kapı haline getirir umarım Ünal Usta. Yarın göreceğiz bakalım.

Hava hayli sıcak.  Aydın ve Denizli'de okulların sıcaktan dolayı tatil edildiklerinden bahsediliyor. Arabanın kliması en düşüğe ayarlanmış. Yönümüzü Gıda Çarşısına çeviriyoruz. Buraya her geldiğimde gerilirim. Yollardaki onarım faaliyetleri hala devam ediyor. Sokak aralarında inanılmaz bir trafik. Araçlar birbirini adeta yalayarak geçiyor. Daha önce ufak arabayla daha rahat ilerliyorduk. Büyük arabaya bu trafik içinde yol ve park yeri bulmak daha fazla emek istiyor. Bulaşık makinesi için yarın servis geleceğini bildirmişti İlhan Bey. Biz de deterjan ve parlatıcıyı alacağımız yerleri araştırıyoruz.  Çoğu bizim daha önce karşılaşmadığımız yeni şeyler bunların. Evde kullandığımız bulaşık makinesinden oldukça farklı her yönüyle...

Sanayi tipi bulaşık makinesinde yıkama süresi çok kısa mesela. Bizim makinemiz saatte beş yüz tabak yıkıyormuş. Kaç seferde bunu beceriyor, her birinin süresi nedir göreceğiz. Eşim titizleniyor. İyi yıkayacak mı? Mikropları ölecek mi? diye. Kullanılan deterjan ve parlatıcılar da büyük bidonlarda satılıyor. Her toptancı ismini önceden duymadığım bir deterjan ve parlatıcı satıyor. O kadar çok marka var ama bunlar arasındaki fark sadece fiyat olmasa gerek. Bir sürü yer gezip fikir sahibi oluyoruz. Bazı deterjanlar daha konsantre, bazılarına su katılmış. Mübarek yağ gibi üste çıksa anlaşılacak. Süte su kattıkları gibi deterjana da katıyorlarmış. Bu yüzden büyük fiyat farkları çıkıyor. İşimiz gücümüz üç kağıt. Sonunda dozaj pompası ayarlıyormuş bunu. Suyla seyreltilmiş deterjanların tüketimi daha fazla olunca ilk anda ucuza aldım gibi görünen aslında en pahalısı olabiliyormuş!

Deterjan ve parlatıcı evdeki makineler gibi manuel konulmuyor makineye. Her biri için ayrı pompalar var.  Ya bu pompaları istediğiniz yerden temin edip, istediğiniz marka deterjan ve parlatıcıyı temin edebiliyorsunuz ya da size biri çıkıp bu pompaları ücretsiz veriyor. Ücretsiz pompalara sahip olmak cazip değil o kadar tabii. O zaman ben yılda şu kadar deterjan alacağım demen lazım ya da bütün temizlik malzemelerini pompayı veren yerden alacağını taahhüt etmen gerekiyor.

Sadece pompaları, deterjan ve parlatıcıyı alman da yetmiyor. Bir de bu pompaların kurulması, ayarlarının yapılması lazım. Neyse birini bulup telefonda görüşüyorum. Daha sonra yaparım diyen bir başkası çıkıyor. Yarın ikisinden birine telefon edip işi bağlamayı düşünüyoruz.

Eksik ne kaldı? Tatlı kaşığı, çatalı ve bıçakları. Bıçak fiyatlarının çatal/kaşıklara göre dört beş kat yüksek olması şaşırtıcı. Peçetelik, tuzluk, biberlik... Ne kadar çokmuş ihtiyaç. Çoğunu parça parça almışız iyi ki. Ama aldıkça yenileri çıkıyor hala. Arabadan inip dükkanlara girince sıcağın şiddeti yoruyor bizi.

Dönüş yolculuğuna başlamadan önce kahvaltılık malzeme satan yerlere bakıyoruz. Önemli olan kaliteyi uygun fiyata alabilmek. Karadeniz'in kaymağı, tereyağı yok bu bölgede. Bir yerde buluyoruz ama o da satıcı. Üretim yerini keşfetmek lazım. Adam iyi satıcı. Alttan giriyor üstten çıkıyor, tattırıp tattırıp bir sürü malzeme aldırıyor bize ama ondan almadıklarımızın onun bize satmak istediklerinden daha fazla olması teselli ediyor bizi.

Ters giden bir şey olmadı bugün. Bir merhaba dedik İzmir'e işte, denizini bile doğru dürüst görmeden...

20 Haziran 2016 Pazartesi

AMÉLIE, MON AMOUR


Yok arkadaş olmayacak bu böyle... Hiç uyumadan, hiç çalışmadan hep bu müziği dinleyeyim. Hangi sihirli eller hangi duygularla dökmüş bunu notaya... Allah'ım al canımı.. Benden başka bir şey isteme. Bir şey de istemiyorum senden. Müsaade et sadece. Hep dinleyim bu müziği defalarca... Bir ömür boyu değil, sonsuza kadar. Nedir bu duygu seli...

Tam normale döndüm derken küçük bir prensesin yıl sonu okul gösterisinin müziği olarak çıktı karşıma.

Nedir beni bu kadar etkileyen? Üstelik bende özel bir hatırası da yok iken. Hani ilk sevgilimle birlikte falanca yerde dinlemiş olsak yürek titreten bir anlamı olacak, anlarım. Filmini üç kez izledim. Üç bin kez daha izlesem sıkılmam. Film de güzel, Amélie'nin muzip bakışları da. Ben bu kıza aşık mı oldum yoksa besteci Yann Tiersen'in notalarına mı? Film 2001 yılında yönetmen Jean Pierre Jeunet tarafından çekilmiş. Müziğine akordeonun ve piyanonun hüzünlü neşesini katmış...

Yann Tiersen 23 Haziran 1970'te Fransa'nın Brest kentinde doğmuş. Her şeyini öğrenmek istiyorum bu adamın. Ne yemiş ne içmiş, ne görmüş. Doğduğu şehirde yirmi metreye yakın gel-gitler yaşanıyormuş. Bu sebep mi ola böyle güzel melodileri çıkarmasına?

Kısa film müzikleri yapmış. 1998 yılında yaptığı üçüncü albümü ile ünlenmiş. Dinliyorum, çok güzel ama Amelie (Le fabuleux d'Amélie Poulain) filmi için yaptığı müziğin yerini tutmuyor. "Good bye Lenin" ve diğer albümlerinde de aynı tadı alamıyorum. Benim aşkım Amélie!

Amélie'nin resmine bakıyorum. O da bana bakıyor. Hem de bir hınzırlık yapmış da, saklamasını beceremiyor gözlerinde. Kısa kesim saçları özensiz. Olsun yakışmış ona. Kırmızı elbisesi gibi...

Sadece beni mi etkiliyor bu müzik? Hayır sadece beni değil elbette. Merak ediyorum bu harika müzik hakkında insanlar ne düşünüyor?
"Kadıköy vapuruna gelinlik gibi yakışan albüm" demiş biri. Sıkıcı bir işi bitirmeye ilaç... Dinlendiren, mutlu eden, huzur veren, tedavi edici özelliğe sahip. Güzel hayaller, hüzne de mutluluğa da uyan, tadına doyum olmayan anti-depresan. Ürpertiyle karışık bir mutluluk yaşatan, mekanı dolduran, çikolata yemiş gibi mutlu eden, tapılası, saygıyla eğilesi, insanın içini burkan, tatlı hüzün yaşatan, dünyanın en şanssız insanı hissettiğin zaman, dinlenesi. Sokakta karlar arasında dans etmeye zorlayan, dinlerken dudaklarının vişne rengi olmasını sağlayan, passiflora etkisi yaratan, çikolata fondü, bu geceki çıldırma faslımın sorumlusu, kıza aşık olmama karar verdiren, karda t-shirt ile yürüten, Paris'te bir sokakta Amelie ile yürüyormuş hissine kaptıran, doktor reçetelerine sakinleştirici olarak girmesi gereken, yaşama sevinci, sebepsiz mutlu eden, huzur dolu, banyoda dinlerken çıkmak istemeyeceğiniz, her duyguya yer verecek kadar geniş nota aralığına sahip.

Yorumlardan biri ise tam olarak koymuş ortaya Amélie'nin büyüsünü:

Bazı müzikler vardır, kendisine ait bir anısı yoksa bir şey hissettirmez,
Bazı müzikler vardır, tek başına dinlenince zevk vermez,
Bir de Amélie'nin müzikleri... Tek başına huzur verir,
Sokakta dinlerken herkes durmuş, bir tek siz yürüyormuş hissini uyandırır,
Kendisi anıyı yaratır, anın değeri müzikten gelir,
Gözleriniz kapalı dinlerken, gözleriniz açıkken gördüklerinizden kat kat güzel şeyler görmenizi sağlar,
Karanlık bir odayı görünmeyen bir ışıkla doldurur,
Dinlenmezse büyük kayıptır.

1 Nisan 2016'da düşmüştü başıma Amélie' ateşi ilk kez burada.  Bakalım kaç kez daha düşecek!
Tanıştırayım; İşte benim cin bakışlı Amélie'm. 

TANGOYA UYANMAK

19/06/2016 Pazar, Tire

Cehennem sıcakları kavuruyor. Odamıza kapandık, klimayı çalıştırdık. Ara sıra yaptığım üzere kafama bir konuyu takar, onu araştırır öğrenmeye çalıştım. Öğrendikçe şaşırdım ve kızdım kendime ben bunları niye bilmiyorum diye. O kadar çok konu var ki öğrenilecek hangi birine yetişeceğim?  

Blogları karıştırırken "kıyılar mutedil açıklar kaba dalgalı" isimli bloğa takılıyorum. Uzun zamandır takip ettiğim bu blog bana çok keyifli anlar yaşatıyor. Son yazısı "balkon konuşmaları" nın altına hoş bir müzik parçasının linkini vermiş. Basıyorum linkin üzerine. "Cayetano - Fairy Tales"  Nefis bir müzik... Onun arkasından aynı youtube sayfasında dolaşmaya devam ediyorum. Martin Zarzar'dan Moliendo Cafe'sini dinlerken mest oluyorum... Güzel ezgiler arasında yaptığım geziye İspanyolca müzik eksenli devam ediyor, sonunda Tango 'da bir mola veriyorum. İşte Querer... Buram buram aşk kokuyor. Al sevdiğini yanına, çık sahilde mehtabın altına dinle bu müziği... Anında aşık olmazsa sil geç üzerinden, hayır gelmez sana ondan...


Yetmezse müziğin ezgileri, İspanyolcaya Fransız kalınırsa eğer, işte Türkçe sözleri...

Aşk, kalbinin ta içlerinden, utanmadan, sebepsiz, tutkunun ateşiyle,
Aşk, geriye bakmadan, gözlerinin içiyle, daima, daha da fazla,
Aşk, mücadele etmek, rüzgara karşı uçmak, denizin güzelliklerini keşfetmektir.
Aşk, paylaşabilmek, hayata susamışlığı, aşkın hediyesidir: hayat
Aşk, denizle gökyüzü arasında, yerçekimi olmadan, özgürlüğü hissetmektir.
Aşk, hiçbir şey beklemeden, vermek sadece vermek, daima daha fazlasını

Ben yine orijinal halinden daha çok zevk alıyorum.

Tangoyu severdim ama hiç bu kadar ilgimi çekmemişti. Bu durum tango hakkında yeterince bilgi sahibi olmamaktan mı kaynaklanıyor yoksa taşıdığım ruh halinin sonucu mu? Dansı, müziği, sözleri ayrı güzel... Her millete göre kendini biçimlendirmiş bir sanat.

Tango deyince aklıma hep ekonomik ve kültür seviyesi yüksek toplum kesiminin müziği gelirdi. Oysa 1800'lü yılların başında Arjantin'in başkenti Buenos Aires ve Uruguay'ın başkenti Montevideo'da doğmuş danslı müziğin adıymış tango. Çeşitli Avrupa ülkelerinden büyük hayallerle Latin Amerika'ya  göçtükten sonra büyük sosyo-ekonomik sıkıntılar çeken insanların ortaya çıkardığı müzik... Ailesini geride bırakıp her türlü sıkıntıyla boğuşan bu insanlar Almanların icat ettiği akordeona benzeyen bir müzik aleti (bandoneon) çalar, müzik eşliğinde dans edip avunurlarmış. Bir anda erkek nüfusun artması kadın sayısı ile dengesizlik yaratmış, bunun sonucunda genelev sayıları artmış. Talebi karşılamakta zorlanan işletmeciler salonda sıra bekleyen erkek müşterilerini eğlendirmek için küçük tango grupları çalıştırmaya başlamışlar. Sonraları orta ve üst düzey müşterileri ağırlamaya başlayan bu mekanlar dayesinde alt kesimin sokak müziği olan tango üst kültür tarafından da tanınmaya başlanmış!


Tango, önceleri genelevlerde çalındığı için ayıplanan ve argo sözler içerdiği için küçümsenen bir müzik türü iken 1900'lü yıllara gelindiğinde gemilerle Avrupa'ya giden işçiler tarafından Paris, Londra, Berlin ve diğer başkentlere taşınmış. Argo sözcüklerden arındırılan tango Avrupa yüksek sosyetesinde büyük rağbet görmüş. Paris'te de bu müziğe değer verilmesiyle birlikte Arjantin'de her kesimin beğenisini kazanmaya başlamış. O ince, yüksek topuklu ayakkabılarla ayaklarını burkmadan dansın kıvrak hareketlerini yapabilmek sadece kadınlara mahsus bir özellik olmalı...


Değişik dünya kültürleriyle yoğrulan tango her ülkede farklı isim ve farklı şekillerde çalınıp söyleniyormuş. Finlandiya'ya girdiği andan itibaren çok sevilen tango bu ülkede Fin Tangosu olarak isim yapmış. Diğer tangolardan farklı olarak çiftler bu türde diz dize, yanak yanağa yakın temas halinde dans ederken kadının erkekten ayrı artistik hareketlerine yer verilmezmiş. Sadece Arap Tangosu (Tango Oriental) eşsiz yapılıyor! Kadınlar oynuyor erkekler seyrediyor...



Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Türkiye'de çok sesli müziğe geçilmesinden sonra tango müziği yurdumuzda tanınmaya başlamış. Necip Celal, Fehmi Ege ve Necdet Koyutürk bu türde çok sayıda eser vermiş ve Türk tangosunun temellerini oluşturmuşlar. Özellikle Necdet Koyutürk'ün "Papatya" tangosu yirmi milyon nüfuslu ülkede yirmi bin adet taş plak satmış. Türkiye'nin ilk tangosu olan "Mazi kalbimde bir yaradır" parçasını ilk seslendiren kişi Seyyan Oskay'mış. (1913-1989)



Özetle bir zamanların ayıplanan ve hor görülen halk dansı bugün sosyetenin nezih müziği haline gelmiş! Tangonun aşk ve melankolik tutkuya sahip mizacının temelinde onun doğduğu topraklardaki yaşanmışlıkların yattığı aşikar. Georges Bizet tarafından bestelenen çok sevdiğim Carmen Operasının ünlü "Habanera" aryasına  İspanyol figürleri ve Küba müziği ile beslenen tango dokunuşları eşlik ediyor.



Kendimi tangonun eşsiz dans ve müziğine kaptırmışken hayatın gerçekleri kulağıma çalınıyor. "Hayatım, salonun perdelerini indirecektin!"

Perdeler indi, boncukları kırılmasın diye filelere toplandı, yıkandı ve tekrar yerine asıldı. Yayla zamanı şimdi. Aşağı yayladaki ceviz fidanlarının yarısını bugün sulayacaktım. Bu sefer yalnız çıktım yukarı. Damlama sistemi onarılana kadar hortum yetmeyen yerlere kova kova su taşımak zorundayım. Aşağı yaylanın alt taraflarına doğru eğim artıyor. Yakup Usta iyi ki burada neredeyse ağaç haline gelmiş yabani otları temizlemiş.  Bastığım yeri ve fidanları görebiliyorum artık. Bütün fidanlar buz gibi kaynak suyu ile ferahlıyor. Çok seviniyorlar ve onlardan çok dua alıyorum.

19 Haziran 2016 Pazar

KARATAY ELMASI

18/06/2016 Cumartesi, Tire

Bugün izin verdim kendime. Kafam çok dağınık. Değil yaylada otları biçen Yakup Usta'yla ilgilenmek ona telefon edip bir ihtiyacı var mı öğrenmek bile geçmiyor aklımdan. Telefonun her çalışında canımı sıkacak bir haber alacağım endişesi var üzerimde. Negatif enerjim eşimi de etkiliyor. Ankara'yı konuşuyoruz...

"Ankara'yı seviyorum, uğurlu gelmişti bize o şehir..." diyor can sıkıntısıyla eşim. İzmir istemiyor bizi, her gelişimizde tersine gidiyor işlerimiz... "Ankara'dayken her ikimiz de çalışıyorduk, çalışanlar şehri orası, emekliler için değil." diyorum.  "Ne yapacaktık Ankara'da şimdi?"

Gece boyunca doğru dürüst uyumadım, koltukta sızıp kaldığım sabahın ilk saatlerini saymazsak. Yan, eşimin kalktığı saatleri... Ne onun elektrik süpürgesinin sesini duyuyorum ne çarpan kapıların.

Gecikmeli bir kahvaltı sonrası yarı uykulu yarı düşünceli haldeyim. Ünal Usta'dan gelen telefon dünyaya döndürüyor. Dolaplarımız hazırmış. Pazartesi günü montaja gelmek istiyorlarmış. "Hayır Pazartesi gelmeyin, biz İzmir'deyiz." diyorum. "Salı günü bizim için uygun görünüyor."

Felaket bir sıcak var bugün. Bütün İzmir kavruluyor. Sokağa çıkmayın diye uyarıların ardı arkası kesilmiyor. Geçen sene bu kadar sıcak bir gün olmamıştı. Evimizde karşılıklı kapı, pencereler açılınca güzel bir esinti olurdu. Ama bugün yaprak kımıldamıyor. Ara sıra eser gibi olsa da sıcak hava yüzümüzü yakıyor. Böyle sıcak havalarda yeni diktiğimiz fidanlar düşüyor aklıma. Damlama boruları elden geçirilmesi lazım ama Çarşamba gününden önce gelemiyor Salih Usta.  Geleceğim dediyse kesin gelir. Buraların insanı böyledir (!) İçimi bir ferahlık kaplıyor, demeyin gitsin. Onlar gelene kadar Yakup Usta otları temizlemiş olur. Hiç olmazsa bu yıl diktiğim ceviz fidanlarını sulamak istiyorum. Çarşıda biraz alışveriş yaptıktan sonra yaylaya çıkıyoruz eşimle birlikte. Şehir yanarken yayla havası iyi geliyor. Ama burası bile sıcak, o kadar fazla esinti yok. Hemen hortumları uzatıyor fidanları sulamaya başlıyorum. Ne güzel geliyor buz gibi yayla suyu onlara yakıcı bir günden sonra. Fidan çukurlarını suyla doldururken uzun süren bir susuzluğun ardından kana kana su içtiğimi hayal ediyorum. Ceviz fidanları da kana kana içiyor verdiğim suları. Bana minnetle gülümsediklerini hissediyorum.

Her taraf elma ağacı. Burada yaz elması ya da yayla elması diyorlar adına. Çarşıda pazarda pek yüz veren olmasa da Canan Hoca'nın "Bulursanız bunlardan yiyin" dediklerinden. Doğal, organik, ilacın zerresi yok. Yolumuz üstündeki Roman vatandaşlardan alacağımız sepetlerin içlerini bu elmalarla doldursak... Yaz elması, yayla elması deyince anlamayan milletimize "Karatay Elması" adıyla yok satarız yeminle. Kaşıkçı Elması değil Karatay Elması. Zayıflamak, kilo vermek, ince bir bedene kavuşmak istiyorsanız, "Karatay Elması" diyeti ile 5 günde 5 kilo verebilirsiniz.

Dönüş yolunda hava yavaş yavaş kararmaya başlıyor.  "Artık tabelamızı asalım." diyor eşim. "Taş Ev Cafe & Restaurant" son kararımız mı şimdi diye soruyorum. "Yayla" yerine "Taş Ev" in daha çok yakışacağına karar veriyoruz birlikte. "Kaystros Taş Ev Cafe & Restaurant" İsmi de hazır, geriye kaldı çalışanları bulmak. Şöyle helal süt emmiş, işi bilen, yalanı dolanı olmayan, temiz, çalışkan, yaptığı işten keyif alan, güvenilir, müşteriye hitap etmesini bilen, en lazım olduğu sırada sudan sebeplerle yarı yolda bırakmayan, sözünün eri, sakar olmayan, güler yüzlü... Memleket bu tür insanla kaynıyor nasıl olsa!  

18 Haziran 2016 Cumartesi

KIZ BABASI...


Aslında komple alıntı yapmak pek adetim değil. Bir dostum sayesinde haberdar oldum Yılmaz Özdil'in aşağıdaki yazısından...  Gurur duydum onun hemşerisi olmaktan, moral buldum. Ne güzel anlatmış Tuğçe'yi, babasının yaşadıklarını... Yemin etmemi isteseniz ağlamadığıma, yemin olsun edemem... Babalar Günü kutlu olsun bütün babaların, kızların, annelerin...



Kıbrıs'ta vuruşmuş, gazi olmuş, deniz astsubayı, kahraman bir babanın evladıydı. Gölcük'te, lojmanda doğmuştu. Liseyi bitirince Deniz Harp Okulu'na yazıldı. Sevgi'yle tanıştı. Aşık oldu. Evlendi.

***
Görevi gereği denizde yaşıyordu, sürekli seferdeydi. Bazen aylarca gelemez, çiçeği burnunda gelin gözyaşları içinde beklerdi. Sadece asker eşlerinin anlayabileceği, katlanabileceği, çaresiz bir yalnızlıktı bu… Bebeğini de eşinin yokluğunda dünyaya getirdi. Kızları oldu.

***
Haberi aldığında denizin ortasındaydı, içi içine sığmadı, kendini sürekli gülümserken yakalıyordu, demek baba olmak böyle bir duyguydu. Karaya ayak basar basmaz minik kızını kucağına aldı, öptü, kokusunu içine çekti, “ismin Tuğçe olsun” dedi.
Tuğçe gülümsedi.
Dünyalar babasının oldu.
Genç bir çift, güzel bir bebek, önlerinde pırıl pırıl bir yaşam umudu vardı.

***
Tuğçe her denizci çocuğu gibi, babasına hasret büyüdü. Gölcük'teki lojmanın penceresinde oturur, yolunu gözlerdi. Seyir dönüşlerinde ise, bayram havası olurdu. Babasının geleceği sabahı zor ederdi, bütün gece heyecandan uyuyamazdı. Annesi tertemiz giydirirdi. En yeni ayakkabı hangisiyse, o ayakkabı seçilirdi. Saat belli olurdu… O saatte Poyraz Limanı'na koşarlardı. Gemi uzaktan görünürdü ama, ağır ağır yaklaşır, zaman geçmek bilmezdi. Bembeyaz kıyafetiyle gemiden inerken gördüğünde… “İşte benim kahramanım geliyor” derdi, öyle hissederdi. Tören kurallarını, komutanları filan boş verip, kucağına atlardı.

***
Tuğçe büyüdü, üniversitede Yasin'e aşık oldu. Allah'ın emri, peygamberin kavli, tam nişanlanacakları sırada… Asrın iftirası atıldı, o uğursuz dönem başladı. Babası tutuklandı. Bir ay sonra bırakıldı, nişan yüzükleri takıldı ama, babası tekrar tutuklandı, düğün iptal oldu. Ucu açık, sonu belirsiz, kahredici bir süreç başladı.

***
Ne ceza verilecek, kaç sene yatılacak, hukuk söz konusu olmadığı için, kimse kestiremiyordu. İstemeden de olsa kızının en mutlu gününe engel olmak, bir babanın taşıyabileceği yükten ağırdı. Açık görüşte aldı kızını ve müstakbel damadını karşısına, “burada rahat olmamı istiyorsanız, lütfen yuvanızı kurun” dedi. Babanın isteği, bir evladın taşıyabileceği yükten ağırdı ama… Babası için, o sorumluluğu taşıdı.

***
Ağlaya ağlaya Üsküdar evlendirme dairesine gittiler, işlemleri yaptılar. Gelin adayının hıçkırıklara boğulduğunu, konuşamadığını gören memur, genç kızı zorla evlendiriyorlar sanmıştı.

***
Nikah salonuna girdi. Gözüne ilk olarak, o kırmızı-beyaz çelenk ilişti. Kırmızı karanfillerle süslenmişti. Üzerinde beyaz bir çıpa vardı. “Kızıma mutluluklar dilerim” yazıyordu.

***
Nikah masasına oturdu. Gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Nikah memuru babasının ismini sordu. Gölcük'teki Poyraz Limanı'nda koşa koşa babasına sarılan o minik kızın yaşadıkları, film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti… Gurur duyduğu ismi fısıldadı, “Cem Aziz Çakmak” dedi. İstanbul, İstanbul olalı böyle nikah görmemişti. Davetliler ayakta alkışlıyor, herkes ağlıyordu.

***
Çıktılar nikah salonundan, el ele, doooru Hasdal askeri cezaevinin yolunu tuttular. İçeri girdiler. Bahçeye. Tuğçe'nin duvağı kapalıydı. Kızını gelinlikle gören baba, bir süre öylece kalakaldı. Birbirlerine bakıyor, konuşamıyorlardı. Sessizliği Tuğçe bozdu, “babacığım duvağımı açmayacak mısın?” dedi. Baba kendine geldi, açtı duvağı, alnından öptü, “ne güzel olmuşsun kızım” dedi, “bir kuğu gibi…”

***
Babasının arkadaşları, tutuklu amiraller, generaller, albaylar alkışlıyordu. Hepsinin aklında, kendi aileleri, kendi çocukları vardı. Çalınan ömürlerini düşünüyor, dişlerini sıkıyor, gülümseyerek belli etmemeye çalışıyorlardı. Aralarında para toplamışlar, hediyeler almışlardı, takı töreni misali, tek tek geline verdiler.

***
Kurmay subaylar, cezaevindeki düğünü en ince ayrıntılarına kadar hesaplamış ve hazırlamışlardı. Çünkü sadece bir saat izinleri vardı. Tutuklu komutanlar karşı karşıya dizilip, koridor oluşturdu, gelinle damat koridordan yürüyerek içeri girdi. Bahçede düğün salonu atmosferi yaratılmıştı. Hasdal cezaevindeki tüm masalar birleştirilmiş, masaların üzerine bahçeden toplanan çiçekler, yapraklar serpiştirilmişti. Düğün pastası vardı. Müziksiz olmazdı. Koramirallerden biri gitar çaldı.

***
Baba-kız yanak yanağa dans etti.

***
Sayılı dakikalar akıp gitti, ayrılık vakti geldi. Komutanlar yine koridor oluşturdu, gelin damat gözyaşlarıyla uğurlanırken, hep bir ağızdan “oğlan bizim, kız bizim” tezahüratı yapıyorlardı.

***
Tam kapıdan çıkarlarken, Tuğçe durdu, geri döndü. “Gelin çiçeğimi atmayı unuttum, bu çiçeği hepinizin özgürlüğü için atmak istiyorum” dedi. Kimse bunu beklemiyordu, adeta ıslık çalmış gibi sessizlik oldu. Hasdal cezaevinin az önceki şen şakrak bahçesinde çıt çıkmıyordu. Tuğçe arkasını döndü, çiçeğini omuzunun üstünden fırlattı. Bir tuğamiral kaptı. Ve, kaptığı gibi tekrar Tuğçe'ye uzattı, “özgürlük çiçeği demir parmaklıklar arkasında kalmasın, lütfen evinde bizim için kurut, sakla, biz özgür kalınca gelip senin evinde görelim” dedi.

***
Tarih boyunca utançla hatırlanacak olan dönemin… Asla unutulmayacak düğünü, böyle sona erdi.

***
Ve Tuğçe, kahrından kanser olan babasını bugün toprağa veriyor.

***
Ramazan mübarek gün, beddua etmeyelim ama… Bu yapılanlar, bunu yapanların yanına kalırsa, zaten bu canlı cenaze ülke için dua etmeye de, beddua etmeye de gerek kalmamış demektir!

Yılmaz ÖZDİL
Sözcü, 04/05/2015

GEÇ PİŞMANLIK

17/06/2016 Cuma, Tire

Bunaltıcı bir gün... Hem havanın sıcaklığından bunaldım hem de yaşadıklarımdan... Dün işler yoluna girdi diye sevinirken bugün unutmak istediğim bir gün oldu. Biliyorum, durmaksızın şikayet ediyorum. Burada güzel şeyler yazmak istemem mi hiç? Ama yazamıyorum. Emeklilik hayatımın biraz farklı olmasını istemek tamamen kendi tercihimdi. Ancak hayatımın son bir buçuk yılını bugün ilk kez gözden geçirmeye başladım!

1970'li yılların başındaydık. O gün okulumuz yasa bürünmüştü. Arkasında öğrenci taşıyan pikap karşı yönden gelen kamyonla çarpışmış, kazada Kısıkköy'lü üç öğrenci yaşamını yitirirken yedi öğrenci de yaralanmıştı. Ölenlerden  Faruk bizim sınıfın öğrencisiydi. O gün sınıfımızda ders yapılmadı. Faruk'un oturduğu sıraya çiçekler ve onun büyük, çerçeveli bir resmi konuldu. Biraz üzüntü çokça şaşkınlık vardı biz arkadaşlarının küçük yüreklerinde... Bu olaydan sonra Kısıkköy'ü kardeş köy ilan eden okulumuz  elim kazada hayatını kaybeden ya da yaralanan öğrenci ailelerine karınca kararınca yardım olsun diye bir kampanya başlatmıştı.  Yardımları teslim etmek üzere Kısıkköy'e tertiplenen okul gezisine ben de katılmıştım. Bugün İzmir'in  mobilya kenti hüviyetini kazanmış bu köy, benim gördüğüm ilk köydü hayatımda...

Köyün nasıl bir yer olduğunu ders kitaplarından öğrenmiştim. Kısıkköy'e varınca gözlerim önce köyün camisini, muhtarını, imamını ve ihtiyar heyetini aradı. Aradıklarımdan çoğunu görememem bende biraz hayal kırıklığı yaratsa da köy yollarında şehirde görmediğim traktörlerle, köy mezarlığı ile ve göz alabildiğince uzanan tarlalarla ilk kez karşılaşmıştım...

Bugünkü gençlerin hareketli hayatını yaşamamıştım gençliğimin şehrinde ama insanların birbirine yardımcı olduğu mütevazı bir hayatım olmuştu İzmir'de. Sekiz dokuz yaşlarında dedem beni Manisa'ya, mesir macunu şenliklerine götürmüştü. Anneannem ve dedemle birlikte bir ağacın altında oturmuştuk. Büyük bir han ya da kale suruna benzeyen yüksek bir yerden Osmanlı kıyafeti giymiş birileri aşağıya  mesir macunları atıyor, kalabalık itiş kakış yere düşen çubuk şeklindeki şekerlere hücum ediyordu. Bir keresinde atılan mesir macunlarından biri tam önüme düşmüştü. Küçük elimle tutmaya çalışırken onu, adamın biri ayağıyla üzerine bastı. Dedem ve anneannem hemen beni alıp kalabalıktan dışarı çıkarmışlardı. Biraz daha kalsaydık kalabalık altında ezilecektik... Liseyi bitirdikten sonra üniversite eğitimi için gittiğim Başkent Ankara gördüğüm ikinci büyük şehir oldu...

Köyde doğan çocuklar tanıdım. Şanslı gördüm bazen onları. Sebzenin meyvenin en tazesini yemişler, sabah kahvaltılarında masalarını taze süt ve köy yumurtaları süslemişti. Sonra kafamda düzelttim hemen bu düşünceyi. Masa kullanılmazdı kırsalda. Her dini bayramın birinci günü (ikinci güne kalırsa bozulurlardı) İzmir Kemalpaşa'da oturan babaannemlere el öpmeye giderdik. Onlarda görmüştüm ilk kez. Odanın ortasına çember şeklinde bir kalbur tahtası konulduktan sonra üzerine büyük bir sofra bezi serilip kalburun üzerine de büyük bir sini yerleştirilirdi. Kırsal yerlerin masasıydı bu. Yer sofrası derlerdi adına. Sininin etrafına bütün aile fertleri ve misafirler dizilir, ortaya konulan büyük tencereden herkesin tabağına yemek dağıtılırdı. Yemek bittikten sonra babaannenin pek bir öğündüğü ev baklavası ile final yapılırdı. Sofradan kalkmadan önce dua okuma görevi bana verilmişti. Hadi bakalım "amin" diyerek eller kaldırılır, ağzımdan çıkacak Arapçası bol Türkçesi az kelimelere odaklanırdı sofradakiler. "Elhamdililahillezi et amena... deva-yı afiyet soframıza bereket... lilla el fatiha"

Mesleğimi elime alıp çalışma hayatına atıldıktan sonra zaman zaman şehirlerden uzak kaldım. Karakaya Barajı şantiyesi üniversiteden alışkın olduğum bir kampus hayatıydı. Şehir dışındaydık. Buradaki yaşantımız köyden ziyade şehirdekine benziyordu ama mahrumiyet içindeydik. İlk kez yabancılarla çalışıyor onların kültürlerini tanıyordum. Lojmanlardan birini kulüp yapmıştık. Belki sinemamız tiyatromuz yoktu, günlük gazete okuyamıyorduk ama kulübümüz evli bekar gidebileceğimiz bir eğlence mekanımızdı bizim. Burada satranç partileri düzenler, güzel günler geçirirdik.

Bir süre yurt dışında kaldıktan sonra yolumuz Karadeniz'in şirin bir ilçesine düştü. İki köyün arasına baraj inşaatı yapacaktık. Şantiyeyi inşaata ve köye yakın bir alana kurduk. İlk şantiye şefliğim burada başladı. İki köyün muhtarlarıyla dost olduk. Genç yaşımda yanıma geldiklerinde önlerini ilikleyip saygıyla ellerini kavuşturan  muhtarlar bana garip geldi önceleri... Sonra alıştım... Büyük saygı görüyordum çevremden. Emrimde çalışan dört yüz kişi ve büyük makine parkıyla muhteşem bir gücün başındaydım. Herkes alışverişi kendilerinden yapayım, oğlunu ya da bir yakınını işe alayım diye yalvarıyordu. Köyden sütün en katıksızını, yumurtanın en köylüsünü hem de en ucuz fiyata alıyordum.

Karadeniz'deki baraj inşaatı bittikten sonra ilk kez kendi bölgemde, Ege'de proje müdürü olarak çalıştım. Bu sefer çok daha büyük bir baraj inşaatıydı. Köyden biraz daha uzak bir yerde şantiye kurulmuştu. Çalışanların büyük bölümü çevre köylerdendi. Alışveriş yaptığımız yerler ihya oluyordu. Gece gündüz çalışıyorduk. Sanayide bütün dükkanlar sadece bizim için 24 saat açıktı. İnşaatta acilen gereksinim duyulan bir ring (conta) için ilçenin tek yedek parçacısına telefon eder, adam gecenin üçünde gelir dükkanını açar ve istediğimiz parçayı verirdi. Nasıl olsa burada tek dükkan benim eli mahkum bana gelecekler demez, telefonun çalışını duymazdan gelmezdi

Daha sonra yöneticilik yaptığım uzunca bir dönemdeki hayatım hep büyük şehirde geçti. Şantiye ziyaretlerim esnasında özellikle kamulaştırma nedeniyle köylülerle çıkan anlaşmazlıklarda tecrübemi kullandım. Köylüler bana hep inandılar ben de onlara verdiğim sözleri hep tuttum.

Bütün bunları niye anlattım? Çok bunaldım çünkü... Emekli olduğum zaman otu sebzesi bol, temiz havası olan bir yerde gönlümce yaşamak, biraz da eldeki toprağın sahibi olmaktı niyetim.. Bugün, evet tam bugün pişman oldum yaptığım seçime... Korkmaya başladım. Ben bu insanlara alışamam çünkü. Onları değiştirmem de söz konusu değil. Belki başka bir yer olabilirdi... Yaşamımı şehirde devam ettirmek ya da başka bir kırsalda... Bir Ege toprağı bile olmayabilirdi bu, insanlarının yüreklerinin mert attığı, kaypak, fırsatçı, saygısız, seviyesiz olmayan...

17 Haziran 2016 Cuma

BİR ADIM DAHA

16/06/2016 Perşembe, Tire

İşler yolunda gitti bugün. Erken gelen telefon kahvaltı dahi ettirmedi bize. Eşim yanımda olursa "Rengi, deseni istediğimiz gibi mi oldu? İstediklerimizi mi göndermişler?" gibi kritik soruların muhatabı olmaktan da kurtulmuş olacaktım!

Apar topar evden çıkarak kavşakta bizi bekleyen kapalı kasa kamyonun önüne düştük. Şoförün yanında kimseyi göremeyince biraz canım sıkılmadı değil. Ağaç dalları yüksek kasalı kamyonun Taş Ev'in önüne yaklaşmasını engelledi. Kırk kırk beş yaşlarındaki şoför "Ağabey sıkma canını, biraz uzak oluversin, problem değil." derken ben onun yirmi masayı ve onlarca sandalyeyi  tek başına nasıl indirip taşıyacağına hala akıl erdiremiyordum. Bütün malzeme özenle kalın çuvallara sarılmış ve hareket etmesin diye iplerle kasaya sıkıca bağlanmıştı.

Kamyonun üzerine çıkan şoför iplerini çözdüğü malzemeyi kasanın ucuna kadar yaklaştırıyor, daha sonra aşağıdan sırtladığı ağır mobilya parçalarını eve taşımaya başlamıştı. Kamyona kaç kez tırmandı, kaç kez sırtındaki ağır yükle eve gitti, geldi bilmiyorum. Sadece taşımak olsa... Yer kaplamasın, taşıması kolay olsun diye masanın ayakları ayrı geldi. Bir de ayakların montajını yapacak garibim. Burnundan ter damlasa da halinden hiç şikayetçi görünmüyor, ne kadar zevkli bir iş olmasa da yaptığı işten zevk almış görünüyor. Eşim eve girerken ayakkabılarını çıkart deyince bile hiç itiraz etmiyor. Ağzından bizi rahatlatan sözler duyuyoruz daima. Çorumluymuş. Orta Anadolu insanı hep mi böyle? Ankara'da son oturduğumuz dairenin kapıcısı da aynıydı. Her akşam arabamı görür görmez yanıma koşup gelir "Başkanım, başkanım" derken elimde ne varsa almak ister, güler yüzüyle halimi hatırımı sorardı. Bu ilginin nedeninin aslında almayı ümit ettiği bahşiş olduğunu anlamam çok fazla zaman gerektirmemişti.

Çorumlunun da asıl amacının bu olduğunu tahmin ediyordum. Ama o saatlerce kaderine razı bir şekilde çalıştı, sorun çıkarmadan masa montajlarını tamamladı, sandalyeleri üst kata taşıdı. Ve sonunda da yüklü bir bahşişi hak etti.

Asma tavanı ne zaman yapacağını sormak için Penci Mehmet'i aradım, cevap vermedi telefonu. Davlumbaz montajı yarına yetişecekti. Hatırlatmak babından aradım. Malınız hazır isterseniz akşama doğru gönderelim dediler.

Akşam geldiklerinde saat 18.30 olmuştu. Bu saatten sonra montaj mı olur demedim, gidip araçlarına kılavuzluk ettim. Krom davlumbazların üzerindeki koruyucu filmleri çıkartmaları çok hoşuma gitti. İki kişi tam bir saat harcadılar bu iş için. Ardından davlumbaz montajını tamamladılar. Yayladan çıkarken saate baktım. Dokuz buçuğu gösteriyordu!