KATEGORİLER

15 Temmuz 2016 Cuma

EĞRELTİ OTU

14/07/2016 Perşembe, Tire

Yaylada Taş Ev'in kapılarını açmaya çalışırken marangozlar bordo renkli Kartal arabalarıyla bahçeye girdiler. Bugün üçüncü günleri. İşlerin başlamasıyla birlikte plastik bidona su doldurmak üzere ağır adımlarla kaynağa doğru ilerlerken bir yandan günün ajandasını kafamda canlandırıyorum. 

Havuzdan taşan sular yolları bozmaya başlamış. Bugün üst kısımlar sulanacak. Alt taraftaki bütün vanaları kapatıp havuz çıkışındaki ana vanayı açıyorum. Bir anda boruların içi su doluyor. Havuzun bir gecede dolup taşması garip. Ne kadar garip olsa da bu mevsimde suyun fazla olması ilaç gibi geliyor insana. Bir sepet alıp yukarı yaylaya çıkmadan önce soğutucu servisine telefon ediyorum. Uzun uzun çalıyor telefon ama cevap veren yok. Naylon sepet elimde olduğu halde patika yoldan yukarı yaylaya çıkıyorum.

Ayaklarıma eğrelti otları takılıyor. Ne kadar canlı oldukları düşündürüyor beni. Böylesine sıcak havalarda, sulanmadığı halde bu canlılıklarını, bu yeşilliklerini sağlayan ne olabilir? Tam üç yüz altmış milyon yıl doğanın çetin koşullarına direnmiş, evrim teorisinin yanından geçmeye korktuğu, canlılar dünyasının belki de tek örneği... Her adımımda düşüncelerim felsefi boyut kazanıyor. Gerçekten de hangisi daha gelişmiş? Çevre koşullarına göre değişerek mevcudiyetini koruyan mı yoksa kendini değiştirmeksizin direnmesini bilen mi daha gelişmiş? Eğer değişmeden, bir başka deyişle taviz vermeden hedefe varmaksa gelişmişlik, eğrelti otu insan türüne kıyasla çok daha fazla gelişmiş diyebiliriz. Günümüzün yalakaları, her devrin insanları kendilerine örnek almalı eğrelti otunun vakur duruşunu.

Yukarı yaylaya çıkar çıkmaz havuz başına gidiyorum. Havuz bomboş. Gece boyunca girişteki meyve fidanları ve ceviz, kestane ağaçları sulanmış. Ancak havuza giren su ortada yok. Muhtemelen suya gelen domuz ya da başka bir hayvan borulara takılmış olabilir. Havuza akan boru yerinden çıkmış. Bu nedenle bütün su yalağa, oradan da aşağı yayladaki havuza akmış gece boyunca. Aşağıdaki havuzun taşma nedeni de böylece anlam kazanıyor. Soğutucu servisini arıyorum arada bir. Yine çalıyor ama cevap veren yok. Üç dört sefer daha arıyorum kısa fasılalarla. İnsan telefonu açmaz mı? İnsan olsa açar elbette. Ama benim şansıma hep telefonu açmayanlar çıkıyor...

Servisi son aramamda telefonun tuşuna muhtemelen yanlışlıkla basılıyor. Kulağıma çevreden sesler geliyor. Alo, alo diyorum, cevap yok. Telefonu açtığına göre inadı kırıldı zannediyor, kapatıp tekrar arıyorum. Bu kez de ilk çalıştan sonra meşgule alıyor. Zıvanadan çıkıyorum artık. Soğutucuyu aldığımız yeri arıyorum. Aralarında sözleşmişler gibi telefona cevap vermiyor o da. Uzun uzun çaldırıyorum, cevap yok. Bugün onlara da benden rahat yok. Bir servisin numarasını bir cihazı aldığımız şahsın numarasını çeviriyorum. Telefonu her çaldırdığımda bana küfür ettiklerini duyar gibiyim. Nihayet soğutucuyu satan İlhan Bey açıyor telefonu. Ben de küfür etmek istiyorum ama bu işi tamamen çözümsüzlüğe götürecek. Kinayeli bir şekilde "Meşguldünüz herhalde İlhan Bey, uzun bir süredir telefonlarımı açamadınız." diyorum." Senelik izindeyim" yalanını uyduruyor. Ben de inanıyorum. Neymiş? Sanayi tipi ürünlerde servis ev tipi ürünlerdeki gibi değilmiş. Yani? Yani, bu markanın İzmir ve çevresine bakan tek elemanı varmış. Adamcağız gece gündüz servislere yetişmeye çalışıyormuş. Biraz anlayış göstermemiz gerekiyormuş. Servis geçen sefer geldikten sonra bilgi vermiş ona. Parça ellerine geçer geçmez gelip takacaklarmış. "Ya, İlhan Bey, sabahtan beri belki on beş kez aradım servisi. Telefonu açıp parça gelmedi, ya da bugün değil şu gün gelebilirim diyemez mi bu adam?" diyorum. Cevabı şaka gibi. "İnan ki, çok yoğun çalışıyorlar, telefona cevap veremeyecek kadar." Ne diyebilirsin ki bu tür insan müsveddelerine. "Allah .... nızı versin." demek istiyorsun, ama diyemiyor, bütün kinini içine gömmeye çalışıyorsun.

Eşime telefonla bilgi veriyorum. O benden de sinirli. Telefonunu istiyor İlhan Beyin. "Gel al kusurlu ürününü ver paramı geri." diyeceğim diyor. Telefonu yabancı gören İlhan eşimin ilk çaldırışında açmış telefonu. Ağzına ne gelirse söylemiş eşim ona. Değişen bir şey yok. İnsanlığın geldiği seviye bu...

Büyük havuzun sularını düzenliyorum. Bir daha hayvan takılmaması için boruların üzerine büyük taşlar koyuyorum. Su geliri fazla değil. Yarın sabaha kadar zor dolacak gibi... Sepetimi alıp armut ağacına gidiyorum. Kısa zamanda koca sepet doluyor. Bir de bunu sırtıma vurup aşağı indireceğim şimdi...

Aşağıda ustalar çalışıyor. Öğlen olduğunda yemek için ayrılıyorlar. Küçük havuzun suyu kalmamış. Dolması için çıkış vanasını kapatıyorum. Aslında bu sabah Soner ile buluşacaktım. O da cevap vermemişti telefonlarıma. Nihayet bana çağrı gönderip aramamı istiyor. Dün akşam bizim zeytinliği dolaşmış. Geçen seneki su yokmuş bu sene. Felaket bir durum tabii bu duyduğum. "Ne yapacağız o zaman Soner?" diyorum. Soner bugün iyilik meleği. Benim evden hortumla çeker sularız diyor. "Bir ölç bakalım kaç metre hortum lazım" diyorum. Bir saat sonra yine bana çağrı gönderiyor aramam için. Arıyorum, iki yüz otuz altı adım saydığını söylüyor ve ekliyor, "Orada damlama yapalım" diyor. "Salih Ustayı arayım sen evini göster sistemi kuralım madem" diyorum. Salih Ustaya Soner'in telefonun veriyorum. En kısa zamanda damlama borularını döşeyeceklerini söylüyor, işleri biterse, bu akşam...

Yemekten dönüyor Ahmet Ustalar. Eşimi arıyorum, o da telefonuma cevap vermiyor. Ustaların yapacağı çok iş var daha. Akşama kadar çalışacak görünüyorlar. Onlara akşama döneceğimi söylüyorum. Eşim erik reçeli yapıyormuş. Telefonu uzakta olduğu için duyamamış. Eve varınca çoktandır okuyamadığım kitabımı alıyorum elime. İnci Aral'ın öykülerinden oluşan bir kitap bu. Bugün okuduğum kitaba adını veren bir öykü. Kitabın henüz yarısındayım ama muhtemelen en iyi öyküsü bu olmalı...

Ustaların paydos saatine yakın eşimle birlikte çıkıyoruz yaylaya. Çalışmalar bitmek üzere. Boya işleri tamamlanmış. Kapılar, pencereler düzene girmiş. Karpuz kesip ikram ediyor, ardından uğurluyoruz ekibi teşekkürlerle...

14 Temmuz 2016 Perşembe

ORMAN YOLU

13/07/2016 Çarşamba, Tire

Kahvaltıdan henüz kalkmıştım. Sabah ilk arayan Ahmet Usta oldu. Birazdan yola çıkacaklarmış. Onları kapıda bekletmemek için tıraş bile olamayacağım. Vakit kaybetmeden yaylaya doğru basıyorum gaza. Önümden giden bir motosiklete yaklaşıyorum. Bana yol vermek bir tarafa o daha da hızlanıyor. Kaplanın yılankavi yokuşlarında o kaçıyor ben kovalıyorum. Kovalamaca Kaplan Köyü meydanında son buluyor. Yanından geçerken kim bu benle yarış eden genç diye bakıyorum. Bekçi Ahmet'in oğlu Soner. Saat onda babasını arayacaktım, beni onunla görüştürecekti. Bu tesadüfi karşılaşma çok iyi oldu. Onu fark eder etmez durdum. Biraz geri gelip arabanın camını indirdim. Beni görür görmez gözleri ışıldadı. Durumu anlattım ona. Zeytinliği sulama konusunda yardımcı olup olamayacağını sordum. Haftada bir bu işi üstlenmesi iyi olacak. Hortumu uzatınca suyu bahçeye getirmek mümkün ancak geçen sene diktiğim fidanların kovayla taşınarak sulanması gerekiyor.

Soner teklifimi kabul ediyor. Daha önce birkaç sefer söz verdiği halde akşam içkiyi kaçırdığından sabah kalkamamış, bizi boşuna bekletmişti. Sicili pek de temiz değil yani. Ama hangisinin sicili temiz ki. "Yarın sabah erkenden sularız" diyor. Erken dediği saat sekiz buçuk, dokuz. Buraların erkeni bu. Yerse...

Ben köyde Soner'le sohbet ederken Ahmet Usta ekibiyle kapıya gelmiş beni bekliyor. Yanlarına varır varmaz açıyorum kapıları. Hemen işe koyuluyorlar. Bu kadar işleri olacağını beklemiyordum doğrusu. Pencere kolları çok zor çalışıyor, panjur kanatları iyi kapanmıyor, kapıların sürgüleri deliklerine denk gelmiyor, ahşap döşeme çalışmış, ek yerleri açılmış... Hepsini teker teker elden geçirmeye başlıyorlar.

Üst kattaki salona çıkıyorum. Döşemenin sadece boyasını yenilemişler. Ek yerlerindeki açılmalar aynen duruyor. Elimle göstererek, "Niçin buraları macunla doldurmadınız?" diye soruyorum. "Daha kötü olur, yine çatlar çalışınca ahşap" diyorlar. Selim Usta ile konuşmuşlar, o da aynı şeyi söylemiş. Kabul etmiyorum. Bütün açılan yerler macunlanacak ve sonra boyanacak diyorum. Çaresiz rıza gösterip başlıyorlar macunlamaya. Salonun bütün masa ve sandalyeleri daha da zorlaştırıyor işlerini tabii. Çaresiz yapacaklar ne gerekiyorsa.

Armut, erik, kızılcık toplamak üzere elime bir sepet alıp yukarı yaylaya çıkıyorum. Genelde tercih ettiğim güzergah orman içinden geçen dar patika. Çocukluğum şehirde geçtiği için küçüklüğümden beri merak ederdim ormanları, köy hayatını... Şimdi hergün iç içeyim. Pelit ağaçları, eğrelti otları ve isimlerini bilmediğim türlü nebatat. Patika boyunca tırmanırken birkaç yerden su şırıltıları duyuyorum. Yüzlük borularla taşınan bu hat ilçenin önemli su kaynaklarından biri. Sadece bitki çeşitliliği değil. Envaitürlü böcek görüyorum ilerlerken. Bazıları arsız başımın etrafında vızıldayıp duruyor. Az ileride güzel bir kelebek, kanatlarını titreterek mor renkli bir çiçeğin üzerine ilişmeye çalışıyor. Zaman zaman güneşi kaybediyorum ağaç tünelinin içinde. Sonra yeniden buluyorum. Kuru bir sıcak bunaltıyor yokuşu tırmanırken. Bir an önce havuz başına varıp kana kana su içmenin hayalini kuruyorum, sanki vakit daha çabuk geçiyor.

Geçen sene diktiğim şeftali, kayısı, elma ve asma fidanlarının önünden geçiyorum. Hepsi benden su bekliyor. Merakla havuz başına gidiyorum. Havuz ağzına kadar dolmuş. Bu güzel haber. Güneşin altında sulama yapılamayacağına göre akşam yeniden çıkıp meyveleri sulamam gerekecek. Bahçe girişine yakın yerde üzeri meyve dolu yeni erik ağaçları keşfediyorum. Bu cinsin adını bilmiyorum ama tatları çok harika. Üstelik çekirdeklerinden kolayca ayrılıyorlar. Sadece iki ağaç görmüştüm daha önce. Hemen devamında üç ağaç daha var. Dallar meyve dolu. Sepeti doldurmaya başlıyorum. Bu gidişle ne armuda ne kızılcığa yer kalacak. Ağaçların tepe dalları meyve dolu. Sadece yetişebildiğim yerlerden topluyorum. Sepet dolmak üzereyken bugünlük erik toplama işine son noktayı koyuyorum.

Havuz yönünde biraz ilerleyince bu sene iyi meyve veren armut ağacı çıkıyor karşıma. Üzerinde olgunlaşan meyveleri toplayıp sepetin kalan kısmını dolduruyorum. Yürürken bir kaplumbağa ilişiyor gözüme. Daha önce de görmüştüm aynısını sanki. Eskiden olduğu gibi benden korkup başını bağasına sokmuyor artık. Yarısını kuşların yediği bir armut ikram ediyorum. Çok nazlı davranıyor. Belki önümde yemesi saygısızlıktır kültürlerinde. Ayrılıyorum yanından.

Eşim telefon ediyor. Bugün yine yalnız bıraktı beni. Sinekliklerin montajı yapılıyor. Kızılcık toplayamayacağımı söylüyorum. "Elma da topla." diyor. Her taraf elma dolu ama ben tekim. Ancak bir sepet indirebilirim aşağıya. Geçen sene olsaydı onu da yapamazdım zaten. Hem kilo verdim hem ağır çalışmaya alıştım. Gençliğimde bile ağır işler bana göre değildi. Çok bir hanım evladı yetiştiğimden zor işe gelemezdim. Şimdi sepeti kaldırıp omuzuma vursam bile ne sırtım ne belim ağrıyor. Başka türlü taşımaya kalksam sabaha kadar bel ağrısından duramam. Sadece ayağın bastığı yere dikkat etmek lazım. Yoksa kuru bir yaprağın altından kayması ya da oynak bir taşın azizliğine uğramak mümkün. Düşmesini de öğrendim aslında. Düşmesini bilince düşmek problem değil ama düşerken sepettekilerin yardan aşağı yuvarlanmasını önlemek marifet.

Patika yolun ortasında verdiğim moladan sonra sepeti düşmeden ve içindekileri düşürmeden Taş Ev'in önüne kadar getiriyorum. Ustalar çalışıyor. Onlara büyükçe bir kase içine yıkadığım erik, armut ve elmalardan ikram ediyorum. Az sonra öğlen yemeği için arabalarına binip şehre iniyorlar.

Aşağı yaylanın havuzu henüz dolmamış. Akşama kadar biriken su sadece alt tarafın ceviz fidanlarını ve kestane ağaçlarına yeter. Unutmayım diye hortumu uzatıp kızımın sebze bahçesini suluyorum. Domates ve ıspanak ektiği bölümde filiz vermiş yeşillikler var ama bu işi ilk kez yaptığımdan yabani ot mu yoksa fide mi anlayamıyorum. Sebze bahçesinde bir hata yaparsam tohumları kendi elleriyle eken ve ilk can sularını veren kızıma hesap vermek durumundayım. Bugün veranda keyfi yapamadım istediğim gibi. Resmini çekmekle yetiniyorum.

Ustalar yemeklerini yedikten sonra işlerinin başına dönüyorlar. Canım bugün onlara çay yapmak istemiyor. Başlarını kurtarsınlar artık. Su bidonunu alıp kaynağa doğru gidiyorum. Kaynağın bulunduğu yere vardığımda ayağımın ucunda bir hışırtı sesiyle irkiliyorum. Beni fark eder etmez panik halinde yanımdan uzaklaşan bir yılan. Arabayla giderken yol üzerinde rastladığımızı saymazsam bahçede bu yıl gördüğüm ilk yılan bu. Az kalsın kuyruğuna basacaktım. Tedirginliğimi üzerimden atar atmaz bidonu doldurduktan sonra kana kana buz gibi suyumu içiyorum.

Soğutucu servisi gelecekti bir de. Telefon ediyorum. Henüz parça ellerine ulaşmamış. Yarın parçayı alıp erkenden geleceğini söylüyor servis yetkilisi. Taş Ev'in üst kat salonuna çıkıyorum teftiş için. Bütün açıklıklar macunlanmış neredeyse. Terasa açılan kapının eşiğine ahşap bir parça monte ediyorlar. Bugün de işi tamamlamaları zor görünüyor. Bütün boya işleri yarına kaldı.

Artık güneş çekilmeye başladı. Aşağı yayladaki havuzun vanasını açıyorum. Yine koluma sepeti takıp patika yoldan yukarı yaylaya tırmanıyorum. Eşimin "Ne kadar armut varsa hepsini topla getir." talimatı vermesi üzerine öncelik armutlarda. Alt taraftaki cevizler iyi kötü sulanmıştı iki gün önce. O tarafın vanasının kapalı konumda olduğunu kontrol ediyor, bahçe girişinde meyve fidanlarına giden bütün vanaları açıyorum. Bu bölgeyi ağaç ağaç dolaşıyor, suyun geldiğinden emin oluyorum.

Fidan ve ağaçlar sularını aldıkça ben de en az onlar kadar ferahlıyorum. Sabaha kadar damla damla ihtiyacı olan suyu alırlar artık bir damlasını zayi etmeden. İçim rahat bir şekilde dönüp armut ağacından sepeti dolduruyor, sırtıma vurup kazasız belasız aşağı indiriyorum.

Ustalar yeni gitmiş. Taş Ev'in kapı ve pencerelerini kapatıyorum. Eşim su getirmemi istiyor. Artık Erikli suyuna para vermiyoruz. Bizimkisi ondan iyi... 

13 Temmuz 2016 Çarşamba

SÖZ NAMUS MU?

12/07/2016 Salı, Tire


Dün "Yarın sabah başlasak olmaz mı?" diye sormuştu en güvendiğim ustalardan birisi.
"Kesin başlayacaksınız ama" diye şartımı sürmüştüm ileri. Güvence vermişti, "Yarın başlarız canııııım."

İçecek köşesine koyacağımız tezgah ve dolaplara birlikte karar verecektik eşimle. Selim Usta'dan hala haber yok. Yakup Ustaya anahtar verdiğim için rahatım. O yukarıda çoktan çalışmaya başlamış olmalı. Eşime acele etmesini söylüyorum, marangozları bekletmemek için. "Ben hazırım" diyor.

Selim Usta'yı arıyorum. Telefona cevap vermiyor. Eşim de ben de sinirlenmeye başlıyoruz. Burada verilen sözler başka taraflarından veriliyor olmalı. Ne mecburiyetimiz var sizin keyfinizi beklemeye... Yoğurt tutulacak, üç saat sonra açılması lazım. Ama biz Selim Usta'nın verdiği söze istinaden ekibiyle yaylaya çıkmasını bekliyoruz. Sinir katsayımız yükseliyor. Eşim paralarının tamamını verdim diye beni suçlamaya başlıyor. Kendi aramızda başlıyoruz tartışmaya. Para ile alakası yok ki bunun. Ahlak meselesi. Benim bildiğim söz verildiyse tutulması gerekir. Yoksa en önemli insani özelliğimizi kaybetmiş olmaz mıyız? Ama buranın yasaları farklı işliyor. "Neden hala gelmediniz, sizi bekliyoruz verdiğiniz sözler üzerine." diyemiyoruz bile. Çünkü telefona bile çıkmıyorlar...

Ortağı ve bizim ilk muhatabımız Ünal Ustayı arıyorum. Elektrik bağlansın, öyle tamamlarız diyeli tam altı ay geçti. Sonra bir Bodrum işi çıkardınız, acildir diye anlayış gösterdik. Bayramdan önce başlayacaktınız, olmadı. Elinizdeki iş uzamış. Sonra bayram girdi falan filan...Beni sakinleştirmeye çalışıyor. "Selim Usta duymamıştır telefonunu atölyede, ben onu bulup hemen sana dönüyorum." diyor. Yine bekliyoruz ki arasın. On beş dakika oldu hala arayacak. Kalkıp sanayi sitesindeki yerine baskın yapmaya gidiyoruz eşimle. Hala "Verdin paraları, şimdi koştur peşinde." deyip duruyor... Bilmezdim buraya yerleşene kadar verilen sözün bu kadar hafif olduğunu...

Dükkana hırsla giriyor, Ünal Ustayı soruyorum çalışanlara. "İnşaatta çalışıyor, isterseniz telefon edelim" diyor beni tanıyanlardan biri. "Ara" diyorum bir yandan söylenirken. "Selim Ustaya ulaşamadım. Onu bulmaya çalışıyorum ben de" diyor telefonda. Peki madem ulaşamadın, niye bunu bana söylemiyorsun da ağaç yerine koyuyorsun beni?

Oradan çıkıp Selim Ustanın durduğu ikinci atölyeye gidiyoruz. Amacımız Selim Ustayı yakalamak. "Selim Usta İzmir'e gitti ama diğer ortaklar burada." diyor çalışanlardan biri. Ünal Usta arıyor. "Selim Usta'nın acil işi çıkmış şu anda  İzmir'deymiş ama sabah yaylaya üç usta göndermiş." Bir anda mahcup duruma düşüyorum. Peki ama bu ustalar sabahtan beri kapıda mı bekliyorlar? Zira Taş Ev'in bütün anahtarları bende. "Kimler gitmiş?" diye soruyorum. Ünal Usta, "Ahmet usta yanına iki kişi alıp çıkmış." diyor. Tam o sırada Ahmet Usta beliriyor yanımızda. "Ünal Usta, Ahmet Usta yukarı çıkmamış, yanımda." diyorum.

Ahmet Usta, boyacı ustasını beklediği için yukarı çıkmakta gecikmiş güya. Ünal Ustanın telefonunu kapatıp Ahmet Ustaya soruyorum: "Bana saat ver ne zaman yukarı çıkacaksınız? "Yarım saate kalmaz çıkarız." diyor. Bak bizi bekletme deyip sıkıştırıyorum. Ya da şöyle yapalım, siz yola çıkarken beni arayın ona göre ben de sizden önce yukarıda olayım.  İçecek köşesine ait hazırlıklardan sadece Selim ve Ünal Ustaların haberi olduğu için çarşıdaki işlerimizi bitirdikten sonra eşimi eve bırakıyorum. Yaylaya doğru giderken Ahmet Usta'yı arıyorum. Aradan bir saat geçmiş... "Biz de beş on dakikaya kadar yola çıkıyoruz." diyor. Kendi kendine soruyorum, "Kraliçe Elizabeth'in hazırlanması bile bu kadar uzun sürmüş müdür acaba?"

Kaplan Köyünün çeşme başında eski işçilerden Şevket'i görüyorum. Geçen sene diktiğimiz zeytin fidanlarını sulamıştı. "Bu sene gel yine sula" diyorum. "Yok, gelemem." diyor. "Kendi bahçemde yapacağım işler var." Bu memlekette işsizlik var diyen beri gelsin.

Köyden yayla yoluna saptığımda Yakup Ustanın yeşil pikabı ile karşılaşıyorum. Saat on biri gösteriyor. Ama o işi bitirmiş çoktan. Haftalığını veriyorum. Kafasına göre otuz lira zam yapmış günlük yevmiyesine. İster kabul et, ister etme... Zaten on güne kadar gelemezmiş. Bir tanıdığına söz vermiş, evinin sıva işini yapması için. 

Yukarı çıkıp bahçe kapısını açıyorum. Havuzda su birikmemiş. Dipteki vanaya bakıyorum. Biri vanayı açmış. Hemen kapatıyorum. Dolar dolmaz en aşağıdaki ceviz fidanlarından başlayacağım sulamaya.

Yarım saat geçiyor, ne gelen var ne giden. Verandaya rahat bir sandalye çıkarıyorum. Artık hiç birini aramak istemiyorum. Daha gelmezlerse hiç birinin yüzüne bakmayacağım artık. Ağustos böceklerinin sesleri rahatsız ediyor. Sanki her ağaçta bir tane, cırcır da cırcır ötüp duruyorlar. Onlar öte dursun insanların birbirine nasıl bu kadar saygısız olabileceğini anlamaya çalışıyorum.

Bloğuma bakıyorum. Dün yazdığım "damlama sulama" başlıklı yazıma "Deep" yorum bırakmış. Yok, bu yağmurlama değil damlama diye cevap yetiştiriyorum. "Peki, damlaya damlaya göl olmuyor mu?" diye muzipçe bir soru soruyor ardından. Ustaların sebep olduğu sıkıntılı ruh halim bir anda dağılıyor, gülmeye başlıyorum.

Verandada ağustos böceklerini dinlerken değişik sesler duyuyorum. Kalkıp giriş tarafına yöneldiğimde iki elemanıyla birlikte Ahmet Ustayı görüyorum. Kapı, pencere, panjurların hepsini açıyor, elden geçirilecek ne varsa bir kez daha hatırlatıyorum. Hemen işe koyuluyorlar.

Öğlen yemek saati. Normal zamanda onlara gider köfte falan yaptırırdım. Ama bu kızgınlığın üzerine "Ne halleri varsa görsünler" diyorum. Nasıl olsa ben öğlen yemeklerini çoktan kaldırdım. İçlerinden biri motosikletine atlayıp yiyecek bir şeyler almaya gidiyor. Yemeklerini yedikten sonra içim yine elvermiyor, kalkıp çay yapıyorum onlara. Bu arada tuvalet lavabolarının etrafındaki silikon ve çekomastikleri temizliyorum.

Akşam saatlerine kadar çalışmalarına karşılık işi tamamlayamıyorlar. Lazım olacak malzemeleri telefonla atölyeye bildirmişler. Yarın sabah geleceklerini söyleyip ayrılıyorlar. Kapı ve pencereleri kapatıp bahçeden çıkıyorum. Bahçe kapısında yoldan geçen bir araba yanıma yanaşıp kendisini hatırlayıp hatırlamadığımı soruyor. Güçlükle hatırlıyorum bizim yukarıdaki yaylaya komşu Bilal olduğunu. Rehberimde silinen Ahmet Usta'nın telefonunu alıyorum ondan. Ahmet Ustanın oğlu Soner belki gelir bizim zeytinleri sulamaya haftada bir. Bilal ile sohbet uzuyor. Geçen sene Kiraz ilçesinden getirmiş kestane silkicileri. Telefonunu kaydediyorum belki günün birinde ihtiyacım olur diye.

Aşağı inerken eşime telefon ediyorum. Dışarı çıkmaya niyeti yok. Bugün Salı Pazarına yalnız çıkacağım artık. Geç oldu ama hala bir şeyler bulabilirim. Pazarın arkasında tarihi camilerin bulunduğu sokaklardan birine park ediyorum arabayı. Alışverişimi tamamlayıp dönüyorum eve...  

11 Temmuz 2016 Pazartesi

DAMLAMA SULAMA

11/07/2016 Pazartesi, Tire

Saatin alarmı ile uyandım. Kahvaltımızı yaptıktan sonra evden tam çıkmak üzereydim ki, Yakup Usta aradı. "Abi gelmiyor musun?" Benden önce yaylaya varmış, anahtarı olmadığından kapıda beni bekliyor. "On beş dakika sonra yanındayım." deyip yola çıktım.

Giderken sırayla Ünal Usta ve Salih Ustayı aradım. Ünal Usta, Selim Ustanın gelip gelmediğini sordu bana. "Kimse buraya gelmedi daha." dedim. "Selim Ustayla konuşup sana döneyim." dedi. Ondan cevap beklerken Salih Ustayı aradım. Ekibinin yola çıkmak üzere olduğunu söyledi.

Yaylaya varır varmaz kapıları açtım. Yakup Usta Nissan pikabıyla bahçeye girdi. Avludaki kayısı ağacının etrafının taş duvarı ile başlamak istediğini söyledi. Taş Ev'in yanında harç için bir iki el arabası kum çakıl, iki buçuk torba da çimento kalmıştı. Ağacın konumu ve etrafında bırakılan boşluğu dikkate alıp taş duvarın kalp şeklinde çevrilmesine karar verdik. Hemen üzerini değişip başladı çalışmaya usta. Tek başına çalıştığı için yardım olsun diye üç beş araba taş getirdim kayısı ağacının yanına. "Geri kalanı ben alırım." dedi.

Telefonum çaldı. Arayan Selim Usta. "Yarın gelsek olmaz mı?" diyor. Canım sıkıldı yine. "Bak Selim Usta her geçen gün bizim açılışımızı öteliyor, bir an önce bitirelim şu işi." diyorum. Tatilden sonraki ilk çalışma günü olduğu için çalışmaya hiç hevesleri yok. Çay ocağını, tost makinesini, kahve makinesini koyacağımı tezgah ve dolaplar yapılacak daha. Ama yarın gelmelerini çaresiz kabul etmek zorundayım. Yarın gelseler bari...

Taş Ev'in kapılarını açıp açmamak konusunda kararsız bir şekilde dolaşırken bahçe kapısı tarafından sesler geliyor. Seslerin sahibi Salih Ustanın adamları. O yok ama dört adamını göndermiş. Aşağı yaylanın bütün damlama şebekesini geziyor, eksik kalan yerleri teker teker gösteriyorum. Ekip sayısı fazla olduğu için iş çabuk ilerliyor. Biri boruları taşıyor, diğerinin elinde kazma, toprağa gömülmüş vanaları ortaya çıkarıyor, bir diğeri borulara ek yapıyor... Şebeke dışı kalan fidanlara yeni damlama boruları uzatılıyor.

Aşağı yaylada işler tamamlanır tamamlanmaz yolun üzerindeki orta yaylaya çıkıyoruz. Demir kapının asma kilidi fazla çalışmadığından biraz zor açılıyor. Yol kenarındaki kocaman elma ağacı meyve yüklü ama toplayacak adam yok.

Damlama şebekesi kapsamında buraya iki vana koymuşlar. Vanalar kapalı olduğunda gelen suyun tamamı aşağı yayladaki depoyu, oradan taşan da havuzu besliyor. Burada ilk olarak aşağı yaylaya giden vanayı kapatıp alt kesimdeki ağaçları sulayan vanayı açtık. Dönerken bu vanayı kapatıp üst taraftaki ağaçların sulanmasını sağlayacağız.

Geçen sene açtırdığım yoldan yukarı yaylaya çıkıyoruz. Ekip eğitimli olduğu için ellerinde boru ve malzemeler olduğu halde dik yokuşta kolayca ilerliyorlar. Yukarı yaylanın giriş kısmının damlama boruları bayramdan önce döşenmişti. Bu sefer aşağı kısımdaki cevizleri besleyen şebekeyi kontrol edeceğiz. Bölgeyi kaplayan yabani otlar biçilmiş, fidanlar ortaya çıkmış çıkmasına ama vanaların yerlerini tam olarak bilmiyorum. Ekip hasar gören kısımların tamiratını yaparken vanaların yerini de belirlemiş olacağız. Neyse ki geçen yıl döşediğimiz damlama borularının büyük kısmında çok büyük hasar yok.

Araziyi defalarca geziyoruz. Sadece bir karış yüksekliğindeki fidanların üzerinde ikişer üçer adet meyve olması garibime gidiyor. Vanaların tamamı açılınca su alt seviyeyi besliyor. Yukarıda kalan fidanların beslenmesi için alttaki vanaların kapatılması lazım. Vanaların yerleri teker teker tespit ediliyor. Yolun başındaki ana vana hariç toplam dokuz adet vana buluyoruz. Bu benim yaz sezonu bitene kadar her gün yukarı yaylaya çıkmam anlamına geliyor. İşin sonunda fit bir vücuda sahip olmam garanti...

Birkaç asırlık kestane ağaçlarının gölgesinde buradaki manzaranın seyrine doyum olmuyor. Son kontrolleri yaptıktan sonra büyük havuzun durumuna bakıyoruz. Havuzdaki su seviyesi bayağı aşağı inmiş. Su kaçırıyor olmalı. Bu sene olmasa da önümüzdeki sene her iki havuzu da iyi bir bakımdan geçirmemiz gerekecek.

Sulama ekibini gönderdikten sonra Taş Ev'e girip Yakup Usta için çay suyu koyuyorum. Onu iyi tutmak gerekiyor bir yandan. Taş duvar işleri bitince yanına iki kişi alıp yola kilit parke taşı döşeyecek. Yoldan önce demir kapının yanında biraz taş duvar işi var. Çalan telefonuma bakıyorum. Arayan Selçuk Bey, tezgah tipi soğutucu servisinden. Onu yarın beklediğim için bu büyük sürpriz oluyor bana. Bornova'dan çıkmış yola, nasıl geleceğini soruyor. Tarif ediyorum.

Yaklaşık bir saat sonra Kaplan Köyüne geldiğini haber veriyor. Arabamla onu köy meydanından alıp bahçeye kadar peşime takıyorum. Yarım saat kadar soğutucunun digital göstergesi üzerinde uğraşıyor. Bir ara telefonla birilerine danışıyor. Sonunda işin bu faslı çözülüyor ama esas sorun sonradan çıkıyor ortaya. Meğerse soğutucunun gazı kalmamış. Petek değişecek diyor. En erken iki gün sonra yeniden gelip peteği değiştirecek. Henüz hiç kullanmadan parça değiştiriyoruz, hadi bakalım hayırlısı...

Servis gittikten sonra orta yaylanın vanasını kapatıp aşağı yaylaya su akışını sağlıyorum. Yakup Usta bahçe kapısı girişindeki taş duvar işini yarın yarım günde tamamlayacağını söyleyip toparlanmaya başlıyor. Dün yaylaya geldiğimiz saate yakın bir saatte kapıları kapatıp yayladan ayrılıyorum.    

AKŞAMIN HÜZNÜ

10/07/2016 Pazar, Tire

Sabah geç kalktım diyemeyeceğim bugün. Zira yataktan kalktığımda sabahı çoktan geçmiş, öğlen olmuştu. Sabah ezanına kadar uyanık kalınca bu kalkış saatim hiç yadırganmamalı... Şaşırtıcı olan eşimin bu vakte kadar yatmama müsaade etmesi aslında. Kayınvalidemle birlikte kahvaltılarını çoktan etmişler. Balkonda sohbet eder buldum onları.

Kızım odasında hala uyuyor. Bugünü dünden garantiye almış, "Son tatil günümün sabahında beni erken kaldırmayın, bırakın istediğim saatte uyanayım." demişti. Şimdi düşünüyorum da, öğlene kadar uyumama müsaade edilmesi kızımın sayesinde oldu galiba (!) O da erken kalksaydı benim öğlene kadar yatma şansım olur muydu acaba? Kızıma seslendim, kahvaltı için özel bir isteği olup olmadığını sordum.

Bayram tatili süresince tatlısından tuzlusuna ne varsa silip süpürdüğümüzden bütün aile bireyleri almış olduğu kilolardan mustarip. "Hiçbir şey" dedi kızım. "Ben şimdi güzel bir peynirli omlet yaparım, birlikte yeriz." dedim. Yelkenleri suya indirip kabul etti teklifimi.

Sabahın erken saatlerinden itibaren eşyalarını toplayıp sabırla yola çıkmayı bekleyen kayınvalidem torununun rahatlığı karşısında söylendi durdu. Öğleden sonra birlikte çıktık evden. Misafirlerimizi yolcu ederken biz de eşimle birlikte yaylaya çıktık. Artık yaylayı görmeden bir gün dahi geçirmek istemiyorum. Sadece görmek için değil tabii bu gidişim. Aşağı yaylanın ağaçlarını da sulamam gerekiyor.

Yaylanın tamamına çektirdiğim damlama boru şebekesi sayesinde vanalar yardımıyla değişik alanları münavebeli olarak sulayacağım. Sonuncudan başlayarak bütün vanaları kapattım önce. Kapının yanındaki havuzun altında yer alan ana vana ile birlikte onun altındaki ilk vanayı açtım. Damlama boruları suyla doldu. Bahçenin üst kısmındaki bütün ağaç diplerini dolaşan şebekeyi takip ettim. Borular ağaç diplerinden geçerken üzerindeki kırmızı uçlardan tıslama sesleri arasında sular damlamaya başladı. Sabaha kadar bu alandaki ağaçlar ihtiyacı olan suyu alacaklar artık. Ağaçların arasında dolaşırken iyi ki bu sistem var diye geçirdim aklımdan. Eğer damlama sulama sistemini kurmasaydım kova kova su taşımak gerekecekti bütün  bu ağaçlara.

Taş Ev'e döndüğümde eşimi ayaklarını uzatmış, kitap okurken buldum. Yakup Usta'yı aradım. Biraz önce arife günü yediği fırçadan sonra artık gelmeyebileceği ihtimalini konuşmuştuk eşimle. Neyse ki korktuğumuz olmadı ve bir iki nazlandıktan sonra geleceğini söyledi. Adam yokluğunda kızdığımız insanlara muhtaç olmak ne kötü... Bahçe girişinde demir kapının yanındaki taş duvarın yükseltilmesi, avludaki kayısı ağacının etrafına taş duvar örülmesi ilk yaptıracağım işler. Salih ve Ünal Usta da ekipleri ile birlikte gelecekler. Hiçbirinde anahtar olmadığı için yarın sabah onlardan önce yaylaya çıkmam lazım.

Eşim Ankara'dan getirdiğimiz fırın ızgaralarını sürtmüş ama istediği parlaklığı ortaya çıkaramamıştı. Biraz da ben erkek kuvveti uygulayım deyip havuz başına geçtim. İlk ızgarada elde ettiğim sonuç farkı ortaya koymuştu. Bu hevesle Arap sabunu ile yumuşattığım ızgaraya bulaşık telini sürtmeye devam ederken bahçeye bir arabanın girdiğini ve hiç yabancılık çekmeden Taş Ev'in yanına kadar geldiğini gördüm. Tanıdık biri olmalı. Arabanın içinde bir aile görünüyor. Arabadan inen kırk yaşlarında bir adam selam verip yanıma yaklaştı. "Açılmadı mı burası daha?" diye sordu. "Yok, henüz açmadık." dedik yanıma gelen eşimle.

İnşaat devam ederken gelmiş daha önce Elektrikçi Ali ile birlikte. "Açmadık ama buyurun bir çayımızı için." dedik. Eşim birkaç ikramlık hazırladı içeriden. Biri kız diğeri erkek iki çocukları var bu ailenin. Bir an önce faaliyete geçmemizi isteyip kahvaltıya geleceklerini söylediler. Tam istediğim bir ortamdı onların gelişi. Her gelen misafir ile ayrı ayrı ilgilenmek, sohbet etmek. Akşam güneş batmak üzereyken kalktılar. Hoşça vakit geçirdik...

Verandadan şehir her saat farklı görünüyor. Güneşin battığı bu saatlerde karanlık aydınlığın yerini alırken şehrin ışıkları teker teker yanmaya başlıyor. Bir gün daha bitiyor. Hüzünlü bir tablo çıkıyor ortaya...

10 Temmuz 2016 Pazar

YAYLA MİSAFİRLERİ

09/07/2016 Cumartesi, Tire

Yurdun bazı bölgelerini seller basarken burada kavurucu sıcaklar bunaltmaya devam ediyor. Bu nedenle kahvaltıdan sonra bir an önce kapağı yaylaya atmak istiyoruz. Yukarı taşındık, taşınıyoruz derken geriye dönmek zorunda kalışımız bazı aksilikleri beraberinde getiriyor. Bütün kap kacak ve malzemeler hem Taş Ev'de hem aşağıdaki evimizde çifter çifter olamıyor bazen. Sık sık yukarı çıkardığımız bazı şeylere aşağıda da gereksinim duyuyoruz. Artık şu soğutucuların arızasını giderip bir an önce taşınmalıyız.

Bugünün misafirleri eşimin akrabaları. Yaylaya varır varmaz yerler yıkanıyor, kapılar açılıp masa ve sandalyeler verandaya çıkarılıyor. Verandaya açılan kapının üzerinde rüzgarın konuşturduğu alet oldukça sessiz bugün. Nadiren ortasındaki taş etrafındaki borulara değiyor ve cılız bir ses duyuyoruz. Ama yine de şehrin bunaltıcı havası burada yok. Mutfağa giren eşimin her zaman benden istediği pencere kanatlarının açılması. Pencerenin yüksekliği standardın üzerinde olduğu için öyle elini uzattığında açılması mümkün olmuyor. Bir de önüne tezgah tipi soğutucu gelince sandalyeye çıkıp uzanmak zorunda kalınıyor. Pencerenin kepenk ve kanatları açıldığı zaman bahçedeki orkideler bütün güzelliğini gösteriyor. Ortam aydınlanıyor, ışığı kapatıyorum.

Az sonra misafirlerimiz telefon ediyor. Kiraladıkları taksi yerimizi bulamamış. Tabela koyana kadar bu sorun olmaya devam edecek görünüyor. Bahçe girişi biraz içeride kaldığı için demir kapı yoldan görünmüyor. Bu yüzden onlar da kapının önüne kadar gelip geri dönmüşler. Misafirlerimizi karşılamak üzere kapıya doğru gidiyorum. Asfalt yolun kenarında iki köylü kadın bizim elmaları topluyor. Yanlarına doğru gittiğimde her ikisi birden irkiliyor. Önlerindeki poşeti doldurmuşlar bile. "Hayırdır, pazar için mi topluyorsunuz?" diye soruyorum. Kadınlar, "Yok bir iki tane tadına bakalım diye kopardıktı, isterseniz geri verelim." diyor. Önündeki naylon poşeti gösteriyorum. "Ha, o mu? Gelirken Emine Teyze vermişti bize." diyor. Toparlanıp ayrılırken "Helal etmeyeceksen, bırakalım bak." diyor içlerinden birisi. Her taraf elma dolu. Yerlere dökülüyor çoğu. "Helal olsun, tadımlık alabilirsiniz ama bunun dışında pazarda satmak için izinsiz koparmayın." diyorum. 

Kadınlar uzaklaştıktan az sonra karşıma son sürat gelen bir araba çıkıyor. İşaret edip güçlükle durdurabiliyorum onu. Evet, bu beklediğimiz misafirleri getiren taksi. Bahçe kapısını gösterip içeri girmelerini söylüyorum.

Masaları eklemek istiyoruz ama acemilik işte. İlk kez tecrübe ettiğimiz bu küçük detay bile elimizi ayağımıza dolaştırmaya yetiyor. Sonunda verandanın ortasında uzunlamasına iki masayı birleştiriyoruz. Masaların her iki yanına da sandalyeler diziliyor. Manzarayı her zaman gören bizler manzaraya sırtımızı dönerken  misafirleri manzaranın karşısına oturtuyoruz. Akşam saatlerine kadar güneş uğramıyor buraya. Akşam güneş batarken şöyle bir değiyor ucundan. O zaman da kime dokunduysa bu akşam güneşi, esprilere konu oluyor.

Eşim çay eşliğinde ikramlarda bulunuyor. Kızımın yaptığı muhteşem Türk kahvelerinin yanında sohbetin ardı arkası kesilmiyor.


Sabahtan Ünal Usta'yı aramıştım. Onların tatili pazartesiye kadar devam edecekmiş. Pazartesi günü bizim buraya gelmeleri konusunda söz alıyorum. Salih Usta damlama sulaması için gelecekti bugün. İki üç kez arıyorum. Nihayet üç kişilik ekibi geliyor ama saat beş buçuğu bulmuş. Havuzun dibindeki filtre tıkanmış. Gelir gelmez onu açmışlar. Eksik kalan bazı işleri vardı. Pazartesi günü Salih Usta ile birlikte gelip bütün işin kontrolünü ve yukarı yaylanın damlama sulama şebekesini yapacaklarını söylüyorlar. Bu vakitten sonra çalışmadan ne hayır gelir ki. Zaten misafir de yalnız bırakılmaz. Bu kararları hoşuma gidiyor, pazartesi sabahı görüşmek üzere ayrılıyoruz.

Misafirlerimizden Tünay Bey, elinde fotoğraf makinesiyle sürekli çevrenin resimlerini çekiyor. Amacının bizim cevizlerin ortağı sincapları fotoğraflamak olduğunu öğreniyorum. Bu saatlerde ağaçların kuytu köşelerinde şekerleme mi yapıyor bizim sevimli ortaklar bilmem ama pek görünesi yoklar şimdi. Onların en görünen zamanı sabahın erken saatleri...

Bir ara kızım fotoğraf makinesini eline almış, kırk yıllık fotoğrafçı pozları veriyor. Hemen resmini çekiyorum bu anın. Tünay Bey'le birlikte bahçenin etrafında geziyoruz. Yakup Usta bazı yerlerde otları biçmemiş. Aşağıda birkaç tane kızılcık ağacı görüyorum.

Misafirler ayrıldıktan sonra kızımla birlikte kızılcık toplamaya gidiyoruz. Çok değil ancak birkaç kilo topladıktan sonra hava kararmaya başlıyor. Sularımızı doldurup kapıları kapatıyor ve evimizin yolunu tutuyoruz.    

9 Temmuz 2016 Cumartesi

KADINLAR OKULU - ANDRÉ GIDE



Kitabın Adı: KADINLAR OKULU
Yazar:  André GIDE (1929)
Sayfa Sayısı: 110
Yayınevi: Bordo Siyah

Basım Yılı: 1. Baskı. 2003, İstanbul
Türü: Roman

Kitap Hakkında: 1947 yılı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi roman ve deneme yazarı André Gide (1869-1951) tarafından kaleme alınan eserde kadın erkek ilişkileri konu ediliyor. Romanın baş kahramanı tanıştığı genç iş adamına aşık olur. Tuttuğu günlüklerde yaşadığı tutkuyu, sevdiği adama olan hayranlığını, ona layık olabilmek adına kendisini geliştirmek zorunda olduğunu anlatır. Çift mutlu görünen bu ilişkinin sonunda evlenerek biri erkek biri kız olmak üzere iki çocuk sahibi olurlar.

Aradan yirmi yıl gibi uzun bir zaman geçer. Kadın ara verdiği günlük tutma işine yeniden devam etmeye karar verir. Bu bölümde kadının tutku derecesinde bağlılığı sona ermiştir. Gençlik aşkında takındığı tavırları kendisine yakıştıramaz, eleştirir. Zamana bağlı bir değişim yaşanmıştır. Ancak değişen adam değil kadının kendisidir. Bu esnada I. Dünya Savaşı çıkmış adam cepheye gitmiştir. Kadın ise babası karşı çıkmasına rağmen kocasından boşanmaya karar verdiğini açıklar.

Bir müddet sonra cepheden dönen kocasının kaza geçirdiği haberini alır. Hemen yanına gider ve kocasıyla yüzleşir. Bu görüşmeden sonra boşanma fikri artık ona zor gelmektedir. Çünkü kocasını suçlayacak somut bir şey bulamaz. Kocası gibi savaşta gönüllü olmak istemesi bir kaçıştır aslında. Görev aldığı bulaşıcı hastalıkların tedavi edildiği hastanede sağlık nedenleriyle kızını yanında götüremez. Hastanenin yerini ise sadece kızı bilmektedir. Beş ay sonra çalıştığı hastanede hayatını kaybeder. Kızı annesinin günlüklerini toplayıp yayınlanmasını sağlar.

Genel ahlak anlayışının karşısında bireysel özgürlüklerin savunucusu olan Gide, 19. yüzyıl Fransız edebiyatının en önemli hümanist yazarlarından biridir. Kadınlar Okulu isimli eserinde geçen olaylar aradan yüz yıldan fazla bir zaman dilimi geçmiş olsa da kadın erkek ilişkilerinde değişen bir şeyin olmadığını göstermesi bakımından ilginçtir.