Yaylada Taş Ev'in kapılarını açmaya çalışırken marangozlar bordo renkli Kartal arabalarıyla bahçeye girdiler. Bugün üçüncü günleri. İşlerin başlamasıyla birlikte plastik bidona su doldurmak üzere ağır adımlarla kaynağa doğru ilerlerken bir yandan günün ajandasını kafamda canlandırıyorum.
Havuzdan taşan sular yolları bozmaya başlamış. Bugün üst kısımlar sulanacak. Alt taraftaki bütün vanaları kapatıp havuz çıkışındaki ana vanayı açıyorum. Bir anda boruların içi su doluyor. Havuzun bir gecede dolup taşması garip. Ne kadar garip olsa da bu mevsimde suyun fazla olması ilaç gibi geliyor insana. Bir sepet alıp yukarı yaylaya çıkmadan önce soğutucu servisine telefon ediyorum. Uzun uzun çalıyor telefon ama cevap veren yok. Naylon sepet elimde olduğu halde patika yoldan yukarı yaylaya çıkıyorum.
Ayaklarıma eğrelti otları takılıyor. Ne kadar canlı oldukları düşündürüyor beni. Böylesine sıcak havalarda, sulanmadığı halde bu canlılıklarını, bu yeşilliklerini sağlayan ne olabilir? Tam üç yüz altmış milyon yıl doğanın çetin koşullarına direnmiş, evrim teorisinin yanından geçmeye korktuğu, canlılar dünyasının belki de tek örneği... Her adımımda düşüncelerim felsefi boyut kazanıyor. Gerçekten de hangisi daha gelişmiş? Çevre koşullarına göre değişerek mevcudiyetini koruyan mı yoksa kendini değiştirmeksizin direnmesini bilen mi daha gelişmiş? Eğer değişmeden, bir başka deyişle taviz vermeden hedefe varmaksa gelişmişlik, eğrelti otu insan türüne kıyasla çok daha fazla gelişmiş diyebiliriz. Günümüzün yalakaları, her devrin insanları kendilerine örnek almalı eğrelti otunun vakur duruşunu.
Yukarı yaylaya çıkar çıkmaz havuz başına gidiyorum. Havuz bomboş. Gece boyunca girişteki meyve fidanları ve ceviz, kestane ağaçları sulanmış. Ancak havuza giren su ortada yok. Muhtemelen suya gelen domuz ya da başka bir hayvan borulara takılmış olabilir. Havuza akan boru yerinden çıkmış. Bu nedenle bütün su yalağa, oradan da aşağı yayladaki havuza akmış gece boyunca. Aşağıdaki havuzun taşma nedeni de böylece anlam kazanıyor. Soğutucu servisini arıyorum arada bir. Yine çalıyor ama cevap veren yok. Üç dört sefer daha arıyorum kısa fasılalarla. İnsan telefonu açmaz mı? İnsan olsa açar elbette. Ama benim şansıma hep telefonu açmayanlar çıkıyor...
Servisi son aramamda telefonun tuşuna muhtemelen yanlışlıkla basılıyor. Kulağıma çevreden sesler geliyor. Alo, alo diyorum, cevap yok. Telefonu açtığına göre inadı kırıldı zannediyor, kapatıp tekrar arıyorum. Bu kez de ilk çalıştan sonra meşgule alıyor. Zıvanadan çıkıyorum artık. Soğutucuyu aldığımız yeri arıyorum. Aralarında sözleşmişler gibi telefona cevap vermiyor o da. Uzun uzun çaldırıyorum, cevap yok. Bugün onlara da benden rahat yok. Bir servisin numarasını bir cihazı aldığımız şahsın numarasını çeviriyorum. Telefonu her çaldırdığımda bana küfür ettiklerini duyar gibiyim. Nihayet soğutucuyu satan İlhan Bey açıyor telefonu. Ben de küfür etmek istiyorum ama bu işi tamamen çözümsüzlüğe götürecek. Kinayeli bir şekilde "Meşguldünüz herhalde İlhan Bey, uzun bir süredir telefonlarımı açamadınız." diyorum." Senelik izindeyim" yalanını uyduruyor. Ben de inanıyorum. Neymiş? Sanayi tipi ürünlerde servis ev tipi ürünlerdeki gibi değilmiş. Yani? Yani, bu markanın İzmir ve çevresine bakan tek elemanı varmış. Adamcağız gece gündüz servislere yetişmeye çalışıyormuş. Biraz anlayış göstermemiz gerekiyormuş. Servis geçen sefer geldikten sonra bilgi vermiş ona. Parça ellerine geçer geçmez gelip takacaklarmış. "Ya, İlhan Bey, sabahtan beri belki on beş kez aradım servisi. Telefonu açıp parça gelmedi, ya da bugün değil şu gün gelebilirim diyemez mi bu adam?" diyorum. Cevabı şaka gibi. "İnan ki, çok yoğun çalışıyorlar, telefona cevap veremeyecek kadar." Ne diyebilirsin ki bu tür insan müsveddelerine. "Allah .... nızı versin." demek istiyorsun, ama diyemiyor, bütün kinini içine gömmeye çalışıyorsun.
Eşime telefonla bilgi veriyorum. O benden de sinirli. Telefonunu istiyor İlhan Beyin. "Gel al kusurlu ürününü ver paramı geri." diyeceğim diyor. Telefonu yabancı gören İlhan eşimin ilk çaldırışında açmış telefonu. Ağzına ne gelirse söylemiş eşim ona. Değişen bir şey yok. İnsanlığın geldiği seviye bu...
Büyük havuzun sularını düzenliyorum. Bir daha hayvan takılmaması için boruların üzerine büyük taşlar koyuyorum. Su geliri fazla değil. Yarın sabaha kadar zor dolacak gibi... Sepetimi alıp armut ağacına gidiyorum. Kısa zamanda koca sepet doluyor. Bir de bunu sırtıma vurup aşağı indireceğim şimdi...
Aşağıda ustalar çalışıyor. Öğlen olduğunda yemek için ayrılıyorlar. Küçük havuzun suyu kalmamış. Dolması için çıkış vanasını kapatıyorum. Aslında bu sabah Soner ile buluşacaktım. O da cevap vermemişti telefonlarıma. Nihayet bana çağrı gönderip aramamı istiyor. Dün akşam bizim zeytinliği dolaşmış. Geçen seneki su yokmuş bu sene. Felaket bir durum tabii bu duyduğum. "Ne yapacağız o zaman Soner?" diyorum. Soner bugün iyilik meleği. Benim evden hortumla çeker sularız diyor. "Bir ölç bakalım kaç metre hortum lazım" diyorum. Bir saat sonra yine bana çağrı gönderiyor aramam için. Arıyorum, iki yüz otuz altı adım saydığını söylüyor ve ekliyor, "Orada damlama yapalım" diyor. "Salih Ustayı arayım sen evini göster sistemi kuralım madem" diyorum. Salih Ustaya Soner'in telefonun veriyorum. En kısa zamanda damlama borularını döşeyeceklerini söylüyor, işleri biterse, bu akşam...
Yemekten dönüyor Ahmet Ustalar. Eşimi arıyorum, o da telefonuma cevap vermiyor. Ustaların yapacağı çok iş var daha. Akşama kadar çalışacak görünüyorlar. Onlara akşama döneceğimi söylüyorum. Eşim erik reçeli yapıyormuş. Telefonu uzakta olduğu için duyamamış. Eve varınca çoktandır okuyamadığım kitabımı alıyorum elime. İnci Aral'ın öykülerinden oluşan bir kitap bu. Bugün okuduğum kitaba adını veren bir öykü. Kitabın henüz yarısındayım ama muhtemelen en iyi öyküsü bu olmalı...
Ustaların paydos saatine yakın eşimle birlikte çıkıyoruz yaylaya. Çalışmalar bitmek üzere. Boya işleri tamamlanmış. Kapılar, pencereler düzene girmiş. Karpuz kesip ikram ediyor, ardından uğurluyoruz ekibi teşekkürlerle...