Sabah saat 05.30'a kurduğum alarmdan önce uyanıyoruz. Üç gün boyunca kaldığımız otelimize veda ediyoruz bugün. Eşyalarımızı toplayıp kahvaltımızı yaptıktan sonra Julia'nın tembihlediği üzere oda anahtarını mutfaktaki kutuya bırakıyoruz. Roma Termini istasyonu bize oldukça yakın olmasına rağmen tedbiri elden bırakmıyoruz. Bir kafede oturup Frecciarossa şirketine ait 08.30 treninin perona yanaşmasını bekliyoruz. Işıklı panoda peron numarası henüz ilan edilmemiş. Kalkış saatine on dakika kala belli oluyor trenin hangi platforma yanaşacağı. Panoda beklediğimiz bilgi belirir belirmez treni kaçırmamak için bir koşturmaca başlıyor. 2 saat sürecek yolculuğumuzda vagon ve koltuk numaralarımız önceden belirlenmiş. Koltuklarımıza oturduktan kısa bir süre sonra, tam saatinde hareket ediyor trenimiz. Yolculuk boyunca kah kitaplarımızı okuyoruz kah uyku ağır basıyor gözlerimizi kapatıyoruz. Arada bir gözüme takılan vagonlar arası geçişi sağlayan kapı üzerindeki ışıklı bilgilendirme panosunda hızımızın saatte 266 km'ye kadar çıktığını görüyorum.
Bologna Merkez Tren İstasyonunda harika bir hava karşılıyor bizi. Roma ve Napoli'de üç gündür peşimizi bırakmayan yağmur nedeniyle tatilin tadı iyice kaçmış, sıkılmaya başlamıştık. Yürüyüş mesafesindeki otelimizi kolaylıkla buluyoruz. Check-in saatine daha epey zaman olduğu için eşyalarımızı otele bırakıp şehri keşfetmek üzere yeniden yola koyuluyoruz.
Bologna güneşi içimizi ısıtıyor. Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra şehrin ünlü meydanı Piazza Maggiore'ye varıyoruz. Burada yapıların çoğunda kızıl renkli tuğlalar kullanılmış. Değişik bir hava veriyor bu şehre. Kızıl Şehir denilmesinin bir sebebi binaların rengi ise diğer bir sebebi de şehir halkının daha çok sol görüşe yakın olması. Aynı zamanda üniversiteleriyle ünlü bir yer burası. 1088 yılında kurulan Bologna Üniversitesinin öğrencileri arasında Dante, Erasmus ve Kopernik gibi isimler bulunuyor. Kendi açımızdan bakacak olursak bu şehrin en güzel tarafı gezilip görülecek yerlerin bir merkezde toplanması. İşte o yer Maggiore Meydanı.
Meydana ulaşmadan tarihi yapılar karşılıyor bizi. Pisa kulesi kadar meşhur olmasa da İtalya'nın eğik ikiz kuleleri Piazza di Porta Ravegna meydanına yakın bir yerde. 96 metre yüksekliğindeki kuleler Asinelli ve Garisenda adıyla anılıyor. 12. YY Ortaçağ döneminden günümüze ulaşan kulelerin bariz bir şekilde eğik olduğuna şahit oluyoruz.
Neptün çeşmesi (Fontana del Nettuno) Maggiore Meydanının en güzel eserlerinden biri. Çeşmenin üzerinde tanrı Neptün'ün heykeli ve süslemeler yer alıyor. Dünyanın en büyük kiliselerinden biri olan Basilica di San Petronio'nun yapım tarihi 1390. Bu heybetli binanın içi daha da güzel. Dünyaca ünlü güneş saatini arıyor gözlerimiz. Bulamayınca kilisede görevli bir hanıma soruyorum güneş saatini nerede görebileceğimizi. Bizim normal bir saat aradığımızı sanıp gülümsüyor. Genç kadının verdiği bilgiye göre binanın üst tarafında yer alan pencerelerden giren güneş ışınları salonun mermer döşemesi üzerinde bir çizgi oluşturduğunda saatin tam on iki olduğu anlaşılıyormuş.
İtalya'nın en önemli kiliselerinden biri kabul edilen Basilica di San Domenico şehrin kızıl rengine uyum sağlamış görünüyor. 1221 yılında yapımı tamamlanan kilisenin içinde Michelangelo'nun ilk dönem heykellerini görüyoruz. San Petronio bazilikasının karşısında bulunan Palazzo del Podesta, yani Podesto sarayı Rönesans döneminin unsurlarını yansıtıyor. Binanın giriş katındaki koridorlarda toprak heykelleri ve duvar resimlerini görüyoruz.
Bologna, bolonez sosun mucidi olan bir şehir. Bu memlekette genellikle domuz eti kullandıkları için çok sevdiğim "spaghetti Bolognese" den uzak duruyoruz. Aklıma gençlik yıllarım geliyor bu domuz meselesini hatırlayınca. İtalyan şirket tarafından inşa edilen Karakaya Barajının hala unutamadığım o güzel restoranında neler yoktu ki. Ülkemizde daha adının bile duyulmadığı yıllarda İtalyan şeflerin o leziz lazanyalarını, tiramisularını yerdik. İncecik dilimler halinde kesilmiş jambonlar, sosisler servis tepsilerini süslerdi. Belki de İtalyan mutfağına olan hayranlığım o günlere dayalı. Günlerden bir gün açık büfe tarzında sergilenen sıcak soğuk envaitürlü yemekler arasında canımın çektiği bir sosis parçasını tabağıma almak üzere uzandığım sırada işgüzar bir Türk garsonun içinde domuz etinin bulunduğunu ikaz etmesinden sonra kesmiştim domuz eti yemeyi. Aslında pekala biliyordum önümüzde uzayan bankodaki iştah kabartıcı et mamullerinden hangilerinin domuzdan imal edildiğini. O zamana kadar bu konu rahatsız etmezdi beni. Yine de "Biliyorum." deyip bir sosis parçasını almıştım tabağıma ama lokmayı ağzıma atar atmaz adamın "Abi, onda domuz eti var." deyişi kulaklarımda çınlamaya başlamıştı. Sosis parçasını ağzımda çevirdikçe değişik kokular almaya başladım. Gözümün önünde hiç de sevimli gelmeye kara kara yabani domuzlar belirmeye başladı. Midem bulanıyordu. Hayır, bunu yutmam mümkün değildi. Hemen lokantadan dışarı çıktım ve o günden beri domuz etinden hep uzak durdum.
Neyse karnımız acıkınca tipik İtalyan restoranlardan birine gidelim dedik. Taş fırında güzel bir pizza istemişti canımız. Yoldan geçen düzgün giyimli bir adamı durdurdum. Tavsiye edeceği bir lokanta var mıydı? Bu sorunun cevabını yerli halktan öğrenmek yapılabileceklerin en iyisiydi. Adamcağız işini gücünü bıraktı, bize eşlik ederek güzel bir yer gösterdi, yetmezmiş gibi "Eğer açık değilse şuraya gidersiniz." diye başka bir adres daha önerdi. Ne var ki hangi restoranın kapısını çalsak aynı cevabı alıyorduk. "Servisimiz henüz başlamadı." İtalyanlar gerçekten keyiflerine düşkün bir millet. Dükkanlar, restoranlar oldukça geç açılıyor, erken kapanıyor. Sadece turistlere hizmet verenler, kahve, kurabiye, sandviç türü yiyecek satanlar istisna. Nihayet açık bir yer bulup karnımızı doyurduk. Bangladeş asıllı şef garsonla biraz sohbet ettik. On beş yıl oluyormuş buraya geleli. Kuzeye doğru çıkıldıkça hizmet sektöründe çalışan Afrikalıların yerini Uzakdoğulular almaya başlıyor.
Gezeceğimiz yerler bitmemişti daha. Halk Sarayı adıyla bilinen Palazzo Comunale binası Maggiore meydanına bakıyor. 15. Yüzyıla ait görkemli bu yapı hali hazırda belediye binası olarak hizmet veriyor. Dünyanın en büyük katedrali olan Cathedrale di San Pietro'ya doğru ilerliyoruz. Bu göreceğimiz son yapıt. Eşimin ayak ağrıları başlamadan otele dönsek iyi olacak.
Otelde check-in ve check-out u birlikte yapmak istiyorum. Otel ücretini rezervasyon yaptırdığım sırada internet üzerinden ödediğim için sadece şehir vergisi alınıyor ilave olarak. Konaklama ücretine sabah kahvaltısı dahil olduğu halde sabah otelden erken ayrılacağımız için bundan faydalanmamız mümkün görünmüyor. Lobinin arkasına koyduğumuz valizlerimizle birlikte odamıza çıktığımızda eşim yüzünü ekşitiyor. Bu odayı beğenmediğinin bir işareti. Yatağın üzerindeki örtü temiz değilmiş, camlar silinmemiş, lavabolar oğulmamış... Hemen örtüyü kaldırıp bir kenara atıyor. Her zaman yanında taşıdığı temiz çarşaf seriliyor yatağın üzerine. Acaba nerede hata yaptım diye booking.com a bakıyorum. Bütün yorumlar otelin ne kadar temiz olduğundan bahsediyor. Hani bir Allah'ın kulu temizliği konusunda bir laf etse neyse. Eşim "Bu senin suçun değil, o beğenenler temizlikten anlamıyor." diyor. Evet aslında Uzak Doğuluların tarafından işletilen bir otelmiş bu. İlgi, alaka güzel ama temizlik anlayışımız ve zevklerimiz farklı. Ama nereden bilebilirdim ki İtalya'da Uzak Doğulu bir otel işletmesiyle karşılaşacağımı. Yine iyi ki Hintli değiller. Yoksa baharat kokusu bütün binayı sarabilirdi. O gece sabaha kadar huzursuz oluyor eşim ben yanında gamsız uyurken.
Özetle kaldığımız oteli bir yana bırakırsak Bologna hoşumuza giden bir şehir olarak kalıyor aklımızda. Gezilecek, görülecek yerlerin aynı bölgede yer alması ve havanın güzel oluşunun payı büyük, şehrin güzelliğinin yanında. Yarın sabah Venedik yolculuğumuz başlıyor. Üstelik Venedik gezimiz Karnaval haftasına denk geliyor şansımıza.