Rainbow Cafe'nin cam kapısını itip içeri girer girmez sol tarafta, salonun en kuytu köşesindeki boş masayı gözüne kestirdi. Çeşit çeşit pasta, cupcake, makaron ve muffinlerin sergilendiği uzun vitrin dolabının yanından geçti. Üstünden pardösüsünü çıkarıp sandalyenin sırtına astıktan sonra köşedeki kanepeye bıraktı kendini. Hemen yanında biten beyaz ceket ve siyah papyonlu genç garsondan açık bir çay getirmesini istedi. Yan masada, neşe içinde sohbet eden gençleri, biraz ötede kafa kafaya vermiş dedikodu yapan orta yaşlı iki kadını, giriş kapısının hemen yanında kahvesini yudumlayan kır saçlı, yalnız adamı izledi. Başını pencereden dışarı çevirdi, gençler, yaşlılar ve çocuklardan oluşan insan yığınları caddenin bir ucundan diğerine akıyordu. Birbirine benzemeyen nice hayat öyküleri, umutları, acıları, farklı hedefleri vardı bu insanların. Kendisi de onlardan biriydi işte!
Çiçek desenli porselen şık bir fincan içinde sunulan çayla birlikte tabağın kenarında, beyaz renkli, üçgen katlanmış kaliteli kağıt peçetenin üzerinde ikramlık iki minik kurabiyeyi itinayla masanın üzerine bırakan garson, "Afiyet olsun" deyip ayrıldı. Az önce doktora içini dökmüş, biraz rahatlamıştı ama yine de eşini doktora şikayet etmesinden, çektiği sıkıntıların tek müsebbibi olarak onu suçlamasından ötürü huzuru kaçmıştı. Yaşadığı sorunlardan Kemal'in haberi olsaydı onu hiç yalnız bırakır mıydı? Yeniden aklı karışmış, içini hafiften bir pişmanlık duygusu kaplamaya başlamıştı. Çayından bir yudum aldıktan sonra derin bir nefes aldı. Doktorun babacan tavrı onu adeta büyülemişti. Biraz da babasına benzettiği top sakallı profesör karşısında bir yumak gibi çözülmüş, kimseye anlatmadığı sırlarını bir çırpıda anlatıvermişti. "Güven bana, söz veriyorum, seni iyileştireceğim." sözünü ne kadar iddialı bulsa da müthiş bir güven duymuştu Profesöre. Daha önce kapısını aşındırdığı doktorların hiçbirinden bu tarz sözler işitmemişti. En ümitsiz anında, içinde sönmeye yüz tutmuş ateş yeniden alev almıştı. Arkasını kanepeye yaslayıp kapattı gözlerini, önce Kemal'i düşündü, sonra doktorun sözlerini...
Omzuna dokunan bir dost eliyle irkildi. Ağırlaşmış göz kapakları aralandı.
- Hey, iyi misin? Selma, düşten uyanırcasına irkilerek gözlerini açan Esther'e meraklı gözlerle bakıyordu.
- Ah, kusura bakma Selmacım. Gel, yanıma otur şöyle.
- Seni bu şekilde görünce çok korktum. Gözlerin şişmiş, dur bakayım, ağladın mı sen?
- Merak etme iyiyim, uykusuzluktandır. Sabaha kadar gözümü kırpmadım, nasıl olduysa birden içim geçmiş. Hay Allah! hem de milletin içinde, rezil oldum.
- Yok canım, herkes kendi havasında, boş ver sen milleti şimdi. E, ne oldu? Kemal eve hiç gelmedi mi yoksa?
- Sabaha karşı geldi, saat sekiz olmadan yine kalkıp işine koştu. Almanlarla toplantısı varmış, hepi topu üç saat uyuyabildi ancak. Bu işin sonu nereye varacak, bilmiyorum.
- Sıkma canını, hep böyle gidecek değil ya. Hasan da eskiden aynı abisi gibiydi. İşleri batırdıktan sonra huzura erdik. Para, mal, mülk hepsi boş şeyler. Elimizdekileri yitirince bunalıma girmiş, o bildiğin hoş sohbet, neşeli Hasan gitmiş, dünyaya küserek içine kapanmış bambaşka bir adam gelmişti yerine. Bizim de gitmediğimiz doktor, çalmadığımız kapı kalmadı. Neler çektim bir ben bir de Allah bilir. Timur yeni doğmuştu. Bebeğe mi bakayım, kocamla mı uğraşayım, elde avuçta ne varsa kaybettiklerimize mi yanayım bilemiyordum. Ah, Allah o Cevdet Bey'den razı olsun, ne etti nasıl etti bilmiyorum ama kocamı birkaç ay içinde kendine getirdi. Sahi, Cevdet Bey'i nasıl buldun?
- Şey, bilmiyorum. Doktoru sevdim evet ama benim içim rahat değil yine...
- Nasıl yani, sorun Kemal mi yoksa?
- Evet, onu çok seviyorum ama...
- Bir haltlar karıştırıyor değil mi? Tahmin etmiştim zaten, bütün erkekler...
- Hayır, hayır, beni yanlış anladın. Kemal asla yapmaz öyle şeyler. Sorun bende. Doktora her şeyi anlattım, gördüğüm halüsinasyonları, kabusları, her şeyi... Bu arada Kemal'den de bahsetmek zorunda kaldım tabii. İşinden başka gözünün hiçbir şey görmediğini, bu yüzden birbirimize zaman ayıramadığımızı falan yani... Ama o bunun hiç farkında değil. Gidip doktora kocamı şikayet ettim, oysa yaşadığım ruhsal sorunların sebebi kesinlikle o değil. Büyük hata ettim, biliyorum.
- Dur bir dakika, sakin ol. Hepsini konuşacağız ama bir şeyler söyleyelim önce.
Sabahtan beri ağzına bir şey koymayan Esther için bu teklif epey makbule geçmişti. Garsonun bıraktığı menüyü incelediler birlikte.
"Ben, köri soslu tavuk yanında bir de hellim salata istiyorum," dedi Esther. Selma, “Ben de ızgara tavuklu bir salata alayım.” dedi, menüyü uzatırken garsona. Esther'in mavi gözlerine baktı.
- Sence insan sevdiği birini bu kadar ihmal eder mi, Esther? Bu mümkün mü?
- Kemal hasta Selma, en az benim kadar hasta! Ben arada bir halüsinasyon görüyor, geceleri kabuslarla uyanıyorum ama o yaşamıyor adeta, kendi dünyasında işinden başka hiçbir şeye yer yok. Gece gördüğü rüyaların bile işiyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Aramızdaki fark, ben hasta olduğumu biliyorum, o hasta olduğundan habersiz. Eski günlerimizi o kadar özledim ki, bilemezsin.
- Bana doktoru anlatıyordun...
- Evet, daha öncekilere benzemiyor, nedenini bilmiyorum ama hayatımda beni düzlüğe çıkaracak kapının anahtarının onda olduğunu hissettim. Tuhaf bir adam. Yerinden kalkıp karşıma oturdu, doktorum değil sanki derdimi dinleyen babam gibiydi. Neyse boş ver, belki de umutlarımı iyice tükettiğim anda karşıma çıkan son fırsatmış gibi gördüm onu.
Selma, gülümseyerek elini tuttu arkadaşının.
- Estherciğim gerçekten tuhaf bir adam bu Cevdet Bey. Diğer doktorlara hiç benzemiyor. Hasan'a da öyle şeyler yapmış ki sana anlatamam. Aynılarını bana yapsa kapısının önünden geçmem bir daha vallahi. Adam büyücü sanki. Zor bela ikna etmiştim Hasan'ı bir doktordan destek alsın diye, Cevdet Bey'i görür görmez teslim etti kendini. O eski asabi tavırlarından süratle uzaklaştı, depresyonundan eser kalmadı, bambaşka bir adama dönüştü. Ha bak şimdi aklıma geldi. Geçenlerde Jale beni bir falcıya götürmek istedi. Beni bilirsin fala filan inanmam ama sırf kırılmasın diye peki dedim. Falcı ne söyledi biliyor musun?
Birden sustular. Siparişleri masaya bırakan garson yanlarından uzaklaşır uzaklaşmaz Selma heyecanla kaldığı yerden anlatmaya devam etti.
- Baklaları savurduktan sonra kadın bana dönüp, bak kızım, "Üç vakte kadar adı E harfiyle başlayan bir arkadaşınla yurt dışına, seyahate çıkacaksın." dedi. Jale durur mu hiç. Hemen atladı. Esther işte! diye bir çığlık atıp "Bak beni bırakıp bir yere gidemezsiniz, anlaşıldı mı?" dedi. Tamam, tamam dedim ona. Çatlak bu kız gerçekten. Falcılara, astrologlara takmış kafayı. Ama dur bakayım, neden olmasın, bırakalım kocaları, bir haftalığına uzak bir yere gidip biraz kafamızı dinleyelim. Jale'yi falan da çekemem yanımızda. Baş başa, ikimiz, ne dersin? Hadi, afiyet olsun yemeklerimizi soğutmayalım lafa dalıp. Esther ağzına aldığı lokmayı yutarken düşündü.
- Ben, bu halde yalnız bırakamam Kemal'i.
- Seni anlamıyorum Esther, adamın seni düşündüğü yok, sen bana hala onu bırakamam diyorsun. Esther yanında oturan arkadaşının elini tuttu.
- Sana çok şey borçluyum
Selma, biliyorsun burada güveneceğim tek dostum, sırdaşım sensin. Yıllardan beri ne zaman nerede rastlaşacağımı bilmediğim gelgitler
hayatımı zehir ediyor. Ne verilen ilaçlar ne önerilen rahatlama
kürleri ne de kendimi avutmak için bir uğraş edinme türünden telkinlerden
fayda gördüm. Tam aksine, günden güne gördüğüm kâbus ve sanrılar arttı. Artık
yavaş yavaş aklımı yitirdiğimi düşünüyorum.
Esther’in ağzından ilk kez dökülüyordu bu sözler, aklını yitirmekten bahsediyordu alenen. Selma, onu eski haline döndürmek için elinden geleni yapıyor ama bütün önerileri arkadaşı tarafından geri çevriliyordu. Daha beteri, yaşadıklarını eşinden gizlemesiydi. Hele buna hiç anlam veremiyordu. Canından çok sevdiği arkadaşı dipsiz bir kuyunun içinde debelenirken ona yardımcı olamamak ne kadar üzücü bir durumdu. Defalarca Esther’e çaktırmadan Kemal’le konuşmayı aklından geçirmiş ama her seferinde bu fikrinden vazgeçmişti. Böyle bir işe kalkıştığında Esther’i kaybedeceğini gayet iyi biliyordu. Kaldı ki Kemal’in bu durumu başkasından öğrenmesi Esther’i daha çok bunalıma sokabilir, işleri iyice içinden çıkılmaz hale getirebilirdi. Hasan’a bile Esther'in durumunu çıtlatmamıştı. Zira onun bu haberi ağabeyine yetiştirmesi en fazla beş dakikasını alırdı.
- Biliyorum, dedi Selma. Dün akşamki yemekte yine oldu değil
mi?
- Evet, dedi Esther, yaşadıklarını bir kez de Selma’ya anlattı.
Sonra merakla sordu arkadaşına.
- Diğerleri de fark etti mi?
- Yok canım, hepsinin kafaları iyiydi, benim dışımda hiçbiri
fark etmedi, dedi Selma.
- Ya Selmin? Selmin, son anda
gelmişti aklına Esther’in.
Selma duraksadı bir an.
- Doğrusunu söylemek gerekirse o konuda kesin bir şey diyemem sana. Yanılmıyorsam mutfağa girip çıkıyor, masayı topluyordu o esnada. Yani o kadar işin arasında seni fark etmemiş olabilir. Zaten bir iki dakika ancak sürdü.
Söylediklerine kendi de inanmamıştı Selma. Cin
gibi olduğunu biliyordu Selmin’in. Esther’in o tuhaf halini görse bile hemen
gidip Kemal’e yetiştirecek değildi ya.
Birden sohbete dalınca Selma'nın hatırını sormadığı geldi aklına.
- Peki sen neler yapıyorsun dün akşamdan bu yana? Timur’un keyfi
yerinde mi? Hasan nasıl? Bir solukta sıralamıştı soruları bir biri ardına.
- Ne olsun, hepsi iyiler. Timur’u anneannesine bıraktım. Hasan
memleketi kurtarmaya karar verdi.
- Nasıl yani? diye sordu merakla, Esther.
- Hiç sorma seninki particiliğe başladı. Futbol, briç derken, yeni bir oyuncak buldu kendine. Alaycı bir gülümseme belirdi yüzünde.