Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 97. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi.
"Hayatta en çok neye veya nelere önem verirsiniz?"
Sorunun öncelikle kişisel düşüncelerimizi öğrenmek amacıyla sorulduğunu sanıyorum. Aksi takdirde yazılacak çok şey var bu konuda. Hayatta en çok önem verdiğim şeyi soracak olursanız benim aklıma ilk gelen sözcük "dürüstlük". Bu sözcüğe farklı anlamlar yüklenip kullanımı geniş bir alana yayılmış. Dürüstlük ahlâki ya da etik bir değerdir demekten kaçınıyorum bu yüzden. Benim esas anlatmaya çalıştığım dürüstlük, dar anlamıyla "iki yüzlü olmamak" şeklinde karşılığını buluyor. Zira doğruluk, iyilik, ahlâki ilke ve toplumsal değerlere bağlılık, erdem gibi tanımlar kişinin fikrine ve özellikle kişinin içinde bulunduğu sosyal ve kültürel şartlara bağlı olarak değişiklik göstermekte. Dolayısıyla "içi dışı bir olmak" deyimi dürüstlüğü hangi manada algıladığım hususuna açıklık getirecektir. Diğer taraftan dürüstlüğün bile yeri geldiğinde işe yaramayacağını, gerçekleri yüzüne vurduğumuz için karşımızdaki insanı kırabileceğini biliyorum. Riyâkarlık, iki yüzlülük, yüzüne gülüp arkasından iş çevirmek, yalan söylemek, kendini olduğundan farklı göstermek en sevmediğim davranışlar. Bunların hepsini kapsayan siyaset kurumundan nefret etmemin bir nedeni de bu olabilir.
İkinci olarak düşünme, akıl yürütme, sorgulama vazgeçemeyeceğim olgular. Pozisyonu ne olursa olsun, sorgusuz sualsiz birinin peşinden yürümeyi, onun fikirlerini savunmayı, yalakalık yapmayı kendime yediremem. Farklı fikirlerden yararlanmayı ve aldığım bilgileri akıl süzgecimden geçirip karar vermeyi önemserim. Okumayı, sanatsal faaliyetleri, bilgi ve görgümü arttıracak her şeyi ve doğruya ulaşmak için tartışma ortamlarını severim.
Sevmenin ve sevilmenin birer sonuç olduğunu düşünüyorum. Yukarıda bahsettiğim konularda bana yakın düşünceye sahip olanları severim, onlarda beni sever zaten. Bu kategorideki insanlara saygı duyarım. Toplumda herkesin saygıyı hak etmediğini düşünüyorum. Örneğin yalancı, hırsız, düzenbaz birine saygı göstermem. Diğer taraftan aşkı ve sevgiyi önemsiyorum demekle bir yere varılamayacağına inanıyorum. İnsanların sevgisini kazanabilmek için kişiliğimden taviz vermek suretiyle onlara kendimi şirin göstermem, yalakalık yapmam.
Adalet ve fırsat eşitliğine, başkasına zarar vermemek koşuluyla sınırsız özgürlüğe büyük önem veriyorum ama bunlara sahip olmak sadece benim elimde değil. Bu konularda ülkemizin durumu beni kahretmekte.
Sağlık, belki de en önemlisi ama elimizde olmayan bir şey. Sağlığa önem vermemiz, karşılaşabileceğimiz rahatsızlıkların cüzi bir kısmına faydası olabilir. Ne olur, her yıl check-up yaptırırsın, erken teşhis falan. Dişlerini fırçalarsan daha az çürür. Hepsi bu işte. Bir pandemi geldi, sağlığına önem verenlerle vermeyenler arasında fark kalmadı. Hatta sağlığına önem veren kişiler daha fazla zarar gördü. Sağlık konusu bence piyango, kime ne zaman vuracağı belli değil.
Huzur? Önemli tabii. Ama bu hayatta huzura da huzursuzluğa da kapılar açık. Huzursuz olduğumuzda sabretmek, huzurluysak tadına varmak tek çare.
İşe başladığından bu yana Kemal Bey’le bu kadar uzun
konuşmadıklarını düşündü Selmin. Aylar süren sakin hayatı bir anda hareketlenmişti. Sessizce kalktı masadan.
- Ben yemeği hazırlayayım.
Kemal başını hafifçe sallayıp gülümsedi. Sabahtan beri ağzına
bir lokma girmemişti. Selmin'in özenle hazırladığı bir masada Esther’le karşılıklı oturup keyifle
yemek yemeyi ne kadar çok özlemişti. Eski günlerin hayalini kurarken kendine gelmesi uzun sürmedi. Bu şimdi mümkün değil tabii dedi, içinden. Esther'in tepkisini nasıl kestirebilirdi? Bir bakmışsın masada ne kadar
tabak çanak varsa üzerine fırlatır kaçar gidebilirdi yanından. Martin'e güvenip böyle bir
şeyi denemeye değer bulsa da tek başına boyundan büyük işlere
kalkışması delilik olurdu. Mutfağa doğru seslendi,
Bir saattir ne yapıyorlardı içeride? Sessizce yaklaşıp yatak
odasına açılan kapının aralığından gözetlemeye başladı. Pencerenin yanındaki yuvarlak masada Esther'le Martin karşılıklı oturmuş hararetle bir şeyler konuşuyorlardı. Daha doğrusu her zaman olduğu gibi konuşan Martin’di yine. O kadar konuşacak şeyi nereden buluyordu bu adam! Kim bilir belki o ana kadar Esther anlatmış, şimdi de sıra diğerine gelmişti. O kadar
dalmışlardı ki Kemal'i fark etmediler bile. Martin’i büyülenmişçesine dinleyen Esther arada bir gülümsüyordu. Onu böylesine mutlu görmek biraz olsun
içine su serpmişti Kemal’in. Bu tabloyu sabaha kadar seyredebilirdi. Arkasından yaklaşan Selmin’in
ayak seslerini fark etmedi.
Hemen toparlandı. Hizmetçinin gözünde kapı dinleyen ya
da röntgencilik yapan bir insan durumuna düşmesi canını sıkmıştı. Sesi duyup konuşmasına ara veren Martin, elinde yemek tepsisi ile odaya giren Selmin'in arkasına gizlenen Kemal'i gördü.
- Ooo Patron, gel gel, ben de senden bahsediyordum Prenses Nora'ya.
Selmin, yemek tepsisini sessizce masaya bıraktı,
hafifçe diz çöküp selamladı.
- Matmazel Nora… dedi. Yemeğinizi getirdim diyemedi. Boğazı düğümlenmişti, kaldı
öylece, bir şeyler söylese de anlamayacaktı nasıl olsa. Belki kısa kesmesi daha iyiydi.
Şaşırmıştı Kemal. Gözlerini Esther'den alamıyordu. Martin'e çevirdi başını.
- Senden bahsediyorduk derken…
Martin ve Esther’in aynı anda kıkırdamasına alınmıştı.
Yine de hesap sorar gibi bir sertlik yoktu ses tonunda. Sadece kendisi hakkında ne konuştuklarını merak etmişti.
- Arabanı nasıl çizdiğimi anlatıyordum, Prensese dedi, bir yandan kıkırdamaya devam ediyordu.
- Bırak dalga geçmeyi, gerçekten ne konuştuğunuzu merak ediyorum.
Elindeki boş tepsiyle kapıda bekleyen Selmin, Martin’in cevabından önce araya girdi.
- Kemal Bey sizin yemeğinizi de mutfağa hazırladım.
Kemal tamam gibisine elinisalladı.
- Eee? diyerek Martin’in cevabını beklemeye koyuldu.
- Yemin ederim seni anlatıyordum. Çok matrak adam şu bizim
patron dedim, son model arabasını çizdim, adamın gıkı bile çıkmadı. Bunu duyar duymaz Prenses Nora gülmeye başladı.
O gülünce beni de bir gülme krizi tuttu ki deme gitsin.
Esther, göz ucuyla Kemal’e bakarken utangaç bir şekilde gülümsüyordu. Kemal ne yapacağını bilemedi, o da başladı gülmeye.
- Peki dedi, o sana neler anlattı?
- Hayatını dedi Martin. Bana hayatını anlattı. Tuna
Nehrinin kıyısında, Szentendre kasabası yakınlarında, büyük bir şatoda
yaşıyorlarmış. Bir sürü hizmetçi, aşçı, bahçıvan ve savaşçı varmış etrafında. Doğum
günü için büyük bir ziyafet veriliyormuş. Envai çeşit yemek ve meyvelerle
donatılmış büyük bir masanın etrafında saygın misafirleri ağırlıyorlarmış. Büyük
salonun kapısı açılmış birden. İçeri bir sürü savaşçı girmiş, anne ve babasını
öldürmüşler. Askerlerden biri onu atının terkisine alıp kaçırmış. O askerin
yüzünü bir türlü aklımdan çıkaramıyorum dedi. Bu olaydan sonra gözünü odada açtığını söyledi.
Esther masanın üzerindeki çorba kâsesini önüne
çekti. Eline aldığı kaşığı dikkatle incelemeye koyuldu. Martin dönüp ona bir
şeyler söyledikten sonra yeniden Kemal’e dönüp gülmeye başladı.
- İşin tuhafı ne biliyor musun patron?
- Neymiş?
- Prenses Nora’yı kaçıran asker vardı ya... Gülmekten konuşamıyordu Martin.
- Eee ne olmuş ona?
- İşte o askerin sen olduğunu söylüyor.
- Hoppala dedi, Kemal. Anlaşıldı, bana olan düşmanca tavrı bu yüzden demek.
- Ama merak etme, onu kaçıran askerin sen olmadığını söyledim kendisine, hani
fena adam sayılmaz bile dedim senin için. Gülmekten yerlere yatıyordu Martin. Bak, patron bu iyiliğimi sakın unutma dedi, son olarak.
Kemal, Martin’i tanımış, onun her şeyi yapabileceğine
inanmıştı artık. Bütün bu anlattıklarını Esther’e rahatlıkla söylemiş
olabileceğini düşündü. İçin için Martin’e kızıyordu kızmasına ama bir yandan da ona muhtaç olduğunu biliyordu. Belki bu iş için biçilmiş kaftandı ve başkası ile olamazdı bu iş. Kısa zamanda karısının
güvenini kazanmış ve en azından sakinleştirmesini bilmişti.
- Hadi gel bir şeyler atıştıralım dedi, Kemal.
- Yok, ben kaçayım, Patron, yoksa evde dayak var dedi, gülerek. Bak bir şeye ihtiyacın olursa ara beni tamam mı, yirmi dört saat açık
telefonum.
Kapıyı kapattıktan sonra geldi aklına. "Anlaştık" demişti
demesine ama yaptığı hizmetin bedelini konuşmamışlardı daha. Paragöz biri olsa
şimdiye kadar kaç kez konuyu önüne getirir, pazarlığa girişirdi. Hoş,
kendisinin de aklına gelmemişti ne istediğini sormak, onca sıkıntının arasında.
Sadece o değil, Cevdet Bey’in de kaç para isteyeceğini bilmiyordu. Karşılığın almadan bütün günlerini Esther’e ayırmak zorunda değildi bu insanlar.
Mutfaktan Selmin’in sesini duydu, yemeğin hazır olduğunu
hatırlatıyordu.
Selmin’i de gönderdikten sonra evde Esther’den başka kimse
kalmamıştı. Yatak odasına gidip boşalan tabakları tepsiye yerleştirdi. Önüne koyulan ne varsa hepsini
yediğini görünce sevindi. Hele karısının kendisine bakıp gülümsemesiyle dünyalar
onun oldu. Dolabından pijamalarını aldıktan sonra dışarı çıkıp odanın kapısını çekti
sessizce.
Mutfaktaki soğutucudan bir bira alıp bilgisayarın başına
geçti. Reenkarnasyon olayının sadece bir inanç olduğunu, bilimsel açıdan henüz
kanıtlanmadığını söylemişti Doktor Cevdet Bey. Bununla birlikte Esther’in hiç
bilmediği bir dil konuşması kafasını meşgul etmeye devam ediyordu. Öyle biri
yaşamış olabilir miydi gerçekten? Google arama motoruna "Prenses Nora" yazdıktan sonra karşısına çıkan sayfalara bakmaya başladı. Evet, 1989 yılında
yaşamını yitirmiş Liechtenstein’lı bir prenses aynı adı taşıyordu ama
aradığı kişi bu olamazdı. Bir de Suudi Arabistan Krallığında, dünyanın en büyük
kadın üniversitesinin adıymış "Prenses Nora". Bu ikisinin dışında başka bir şey bulamadı. Ortaçağ Avrupa’sının feodal sisteminde, derebeylerin idaresi
altında birçok küçük devletçik kurulduğunu hatırladı. Kendilerine ait toprağı
olan ve karın tokluğuna köylüleri köle gibi çalıştıran soylular sınıfı,
şövalyelerle korunan ve etrafı kalın taş duvarlarla çevrili görkemli şatolarda yaşıyordu.
Kim bilir belki de Esther, önceki yaşamında, tarihin sayfalarında iz bırakmamış yüzlerce şatodan
birinin prensesiydi. Hemen toparlandı. Jale'nin düşüncesi olabilirdi bunlar ancak. Yok,
daha neler, hiç böyle bir şey mümkün mü? Hayalini kurmaya başladığı şatonun
koridorlarında salınarak yürüyen prenses kılığında Esther figürünü utanılacak bir şeymiş gibi hemen silip atmaya çalıştı kafasından.
Üzeri boncuk boncuk terlemiş bira şişesine şöyle bir
baktıktan sonra dikti kafasına. Gözleri yan taraftaki dolabın
rafından dışarı sarkan ve buradayım dercesine kendini gösteren klasöre kaydı. Feridun
Bey’in pek bir önem verdiği toplantıya gitmemiş, bir telefon edip gelemeyeceğini dahi bildirmemişti. Bu yetmezmiş gibi telefonunu sessize alarak şirketi zor
durumda bırakmıştı. Kendisinden asla beklenmeyen, aynısını bir başkası yapsa
küplere bineceği bir davranıştı bu.
Cebinden telefonunu çıkardı, yığınla cevapsız aramalar...
Yarın sabah erkenden şirkete uğramak farz olmuştu. Ümit’ten toplantının
sonucunu öğrenmeyi geçirdi aklından ama vazgeçti. Reynolds’un
temsilciliğini başkalarına kaptırdılarsa Feridun Bey’in gözüne görünmemesi gerektiğini az çok tahmin ediyordu. Evet, toplantıya katılmamasının geçerli bir nedeni vardı ama bunu
önceden gelemeyeceğini bildirmemesine, telefonlarını açmamasına ne kılıf
uyduracaktı. Esther’i bu durumda yalnız bırakamayacağı için yıllık
iznini kullanmak zorundaydı. Arada gidip işleri yoluna sokmak onun tarzı değildi. Şirket kapısından girdiği anda bambaşka bir varlığa dönüşeceğini, işin dışındaki aleme bütün kepenklerini kapatacağını gayet iyi
biliyordu. Kontrolü dışında yaşadığı bu durum karısında süregelen
rahatsızlığın bir başka versiyonuymuş gibiydi sanki. Evet, her ikisi de
birlikte yaşayacakları dünyaya sırtlarını dönmüş, başka dünyalarda arıyorlardı mutluluğu. Sonuçta her ikisi de yıkıcı bir hastalığın pençesine düşmüşlerdi,
farkında olmadan.
Şişenin dibinde kalan son yudumu devirdi kafasına. Hâlâ işi
düşündüğü için kızdı kendine. "Tamam, yarın şirkete uğrayıp hemen döneceğim, o
kadar. Başka bir şey düşünmeyeceğim, ne Feridun Beyi, ne de Reynolds’u" diye söz verdi kendine. Sabah erkenden bir taksiye atlayıp hastanenin kapalı otoparkında
bıraktığı arabasını almalıydı önce.
Pierre de Marivaux (1688-1763) oyunları en çok sahnelenen Fransız bir yazar. 1725 yılında yazılan Köleler Adası isimli oyun Paris'te bir İtalyan tiyatrosunun oyuncuları için yazılmış ve ilk kez onlar tarafından sahnelenmiştir. Oldukça kısa 11 sahnelik oyun hayali bir Köleler Adasında geçmektedir. Bu adanın özelliği kölelerin efendi, efendilerin köle olması. Bir deniz kazası sonucu kölesiyle birlikte bu adaya çıkan efendi Iphicrate ile kölesi Arlequin adanın yasaları gereği rolleri değişir. Komedi tarzındaki oyun, efendi-köle ilişkilerini mizahi bir dille hicvetmekte. Birkaç saatte okunacak bir kitap. Kitabı Fransızca aslından dilimize çeviren Berna Güven'i başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Oyuncu sayısı az ve okunması kolay.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 96. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesiniburadabulabilirsiniz. Bu haftanın güncel konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi.
"Aşı olacak mısınız? Yoksa aşı karşıtı mısınız? Aşı sonrası aşıdan dolayı hastalık veya ölümlerin olduğunu düşünüyor musunuz? Genel olarak aşı hakkında ne düşünüyorsunuz?"
Covid-19 hastalığına karşı iki doz Sinovac/Çin aşısı oldum. Aşı olmamın gerçek nedeni, aşıya olan güvenimden ziyade doktor olan kızımı kırmamak ve mahalle baskısından kurtulmaktı. Mahalle baskısı olarak dillendirdiğim, aşı taraftarlarının kendileri gibi düşünmeyen insanları bencillikle suçlamalarıdır. Özgür düşünceme göre karar verebilseydim aşı olmazdım. Başta ülkemizi yönetenler (gelmiş geçmiş bütün iktidarları içine alacak şekilde) olmak üzere kapitalist dünyaya olan güvensizliğim aşı konusuna tereddütle yaklaşmanın temel nedeni. Soner Yalçın'ın Kara Kitap'ını okuduktan sonra ilaç ve aşı konusunda yapılan pek çok deney sonucunun manipüle edildiğini, anlı şanlı ilaç şirketlerinin yeterli deney ve araştırma yapmadıkları gerekçesiyle milyonlarca dolar tazminat ödediklerini biliyorum. Biliyorum dememin sebebi Yalçın'ın, bu tür çıkarımları belgeleriyle ortaya koymuş olmasıdır. Ayrıca geçmiş yıllarda yaşanan Çernobil Nükleer kazası sonucunda radyasyonlu Karadeniz çayının güvenli olduğunu sözde kanıtlamak amacıyla ekran karşısında şov yapan Sanayi ve Ticaret Bakanı Hüseyin Cahit Aral'ı unutmadım.
Herhangi bir virüse karşı aşı geliştirmek uzun yıllar süren titiz bir çalışma gerektirir ve kısa/uzun dönem yan etkileri konusunun araştırılması esastır. Bugüne kadar kendini ispatlamış, çiçek, çocuk felci, kuduz vs. aşıların büyük faydası olduğu yadsınamaz. Ne var ki bir tür grip virüsü olan Covid-19 için yeterli çalışma yapılamadığı gibi hızla mutasyona uğrayan bu virüs karşısında aşı konusu iyice çetrefilli bir hal almaktadır. Daha geçen ay bir Cumhuriyet Savcısının Covid-19 aşısının yan etkileri ve ölümcül olabilecek sonuçlarının araştırılmasına yönelik bireysel soruşturma başlatması sonucunda görevinden alınması kuşkularımı daha da arttırmıştır. Dünyada muhtelif ülkelerde yaşayan, konusunda uzman pek çok bilim adamı, geliştirilmekte olan Covid-19 aşılarının olumsuz etkileri konusunda birçok savlar ileri sürerlerken devletler bu insanların topluma ulaşma imkanlarını engellemiş ve işlerine son verdirmişlerdir.
Komplo teorilerine pek sıcak bakmıyorum. Yok efendim çip takacaklarmış, genlerimizi değiştireceklermiş gibi iddiaları saçma buluyorum. Ancak dünyayı kökünden etkileyen Corona pandemisinin doğal yollardan değil de Wuhan'daki araştırma laboratuvarından bir kaza sonucu dışarı sızdırıldığına dair görüşleri makul buluyorum. Bir de işin ticari, ekonomik yanı var elbette ama buna hiç girmeyeyim.
Geçen hafta elli yaşında çakı gibi bir mühendis arkadaşımın Covid-19 nedeniyle hayatını kaybettiğini öğrendim. Yakınlarından biri facebook hesabında yazılan taziye mesajlarının altına, onu Covid-19 değil uygulanan yanlış tedavi ve verilen ilaçların öldürdüğünü yazmıştı ki, dünyada aylar önce yasaklanan ilaçları, düne kadar halka dağıtmaya devam etti bizim Sağlık Bakanlığımız.
Özetle bireysel olarak aşıya karşıyım ancak aşı aleyhtarı değilim. Allah akıl vermiş, fikir vermiş insanların araştırıp kendi kararlarını vermelerini doğru bulmaktayım. Anneme bile aşı olma demedim. Çünkü annem ya da başkasının vebalini taşımak istemem. Ancak şunu da düşünmeden edemiyorum: Birkaç sene sonra aşının ciddi rahatsızlıklara yol açtığının ortaya çıkması beni hiç şaşırtmayacaktır. Senelerce yumurta kolesterol yapar, aman yumurta yemeyin diyen doktorlar, bilim adamları ve bu vesileyle dünyanın ilacını satıp ihya olanlar bugün kolesterolü ağızlarına almıyorlar. Son olarak aşı olmayanların toplu taşım araçlarına, AVM'lere vs. mahallere girmemelerini isteyen ya da devlet hizmetlerinden yararlandırılmamaları konusunda çağ dışı yasaklar uygulamasını öneren insanları yadırgadığımı belirtmek isterim.
Amerikalı yazar Jeffrey Eugenides anne tarafından İrlandalı, baba tarafından ise Bursalı bir Rum aileden geliyor. 2003 yılında Pulitzer Edebiyat Ödülüne layık görülen Middlesex, yazarın ikinci romanı. Gerek konusu gerekse sürükleyiciliği bakımından elimden düşüremediğim eserde, Bursa Uludağ'ın bir yamaç köyünde yaşayan kendi halindeki Rum bir ailenin hayli ilginç yaşam öyküsünü üç kuşak boyunca etkileyici bir şekilde anlatılıyor. Kurtuluş Savaşımızın sona erdiği 1922 yılında başlayan yolculuk, İzmir'den Amerika'nın Detroit şehrine, oradan Berlin'e kadar uzanıyor. Romanın ilk cümleleri konu hakkında çarpıcı bir ipucu verirken kitabın sayfalarında tarih, genetik, sosyoloji, psikoloji, dinsel ve kuşaklar arası farklıların ele alındığı türlü öğeler mevcut.
"Ben iki kez doğdum:
İlkinde 1960 yılının Ocak ayında, Detroit için inanılmaz derecede dumansız bir günde kız olarak ve daha sonra tekrar 1974 yılının Ağustos ayında Petoskey'de bir acil kliniğinde, ama bu defa ergenlik çağında bir delikanlı olarak."
Yazar, "hermafrodit" (çifte cinsiyet olarak bilinen ve oldukça az rastlanan genetik ve hormonsal bir rahatsızlık) özelliğe sahip romanın baş kahramanı Calliope'un hayatını üç kuşak öncesinden ele alırken ensest ilişki gibi toplumun tabu saydığı konuları cesur ve akıcı bir dille işlerken, dogmatik fikirlere alaycı bir dille karşı çıkıyor.
Solmaz Kâmuran'ın yaptığı çeviriyi ilginç ve güzel bulduğumu söyleyebilirim. Özellikle romanın ilk bölümünde kullandığı üslûbu "Amelie" filmindeki anlatıma benzettim. Aynı paragraf içindeki cümlelerde farklı zamanların kullanılması şaşırtıcıydı fakat yine de hoşuma gittiğini söyleyebilirim. Bunun dışında çeviriyi neredeyse hatasız ve başarılı buldum.
Bursa'da ipek üretimiyle geçimini sağlayan Rum kökenli Stephanides ailesinin Kurtuluş Savaşı sonunda Yunanın Anadolu topraklarından çıkarılmasıyla birlikte Amerika'ya göç etmek üzere İzmir'e yaptığı yolculuk, İzmir yangını, Amerika'daki göçmen yaşamının zorlukları, 1929 ekonomik buhranının toplum üzerindeki etkileri, otomotiv sektöründe öncü Detroit vilayetinde ailenin sürdürdüğü zorlu yaşam koşulları, tarikatlar, ırkçılık faaliyetleri gibi pek çok konuda gerçeğe yakın pek çok olayın anlatıldığı Middlesex, okuduğum en güzel romanlardan biri olarak hafızamda yer etmiş bulunuyor. Şiddetle okunmasını tavsiye edebileceğim bir kitap.
Koridorda ayaküstü konuşmanın konusu Esther’in hastaneden
çıkış planıydı. Doktor Cevdet Bey, el kol hareketleriyle nasıl bir durumla karşılaşabileceklerini Kemal'e anlatıyordu.
- Şimdi şöyle düşünelim: Esther Hanım’ı şaşırtacak neler
olabilir? Asansör, ilk göreceği şey; ama onu kısa süreliğine bekleme odası gibi
algılayabilir. Gerekirse bir iki sandalye bırakırız asansör kabinine. Bu işin en kolay tarafı. Sen arabayı bodrum katındaki garaja, asansörün önüne getirirsin. Ancak trafikte onca arabayı birden görünce çok şaşıracak. Nasıl tepki verir, kestiremiyorum. Nasıl yapsak acaba, gözünü kapatsak yanlış anlayabilir. Kadın ilk kez arabaya binecek ve etrafında bir sürü motorlu araç görecek...
- Aklıma bir şey geliyor ama işe yarar mı bilmiyorum dedi, Kemal. Şirketin havaalanından misafirleri getirdiğimiz bir minibüsü var, şoför mahalli ile arka koltuklar arasında bölme olduğundan ön tarafı göremez. Diğer bütün camlardaki kumaş perdeleri de çekersek aracın içi kapalı bir kutu haline gelir.
- Harika! Tamam öyleyse, sanırım o işimizi görecektir. Siz hemen isteyin
aracı göndersinler. Martin'in yanımızda olması en büyük şansımız. Dışarıdan gelen seslerden falan huylanırsa o bir şeyler uydurur.
Kemal şoförü aradıktan yarım saat sonra minibüs, garaj katına indirilmiş, özel konuğuna hazırlanıyordu.
Necdet, Vito marka siyah minibüsün sürgülü kapısını çekerken bütün perdelerin kapatılmak istenmesine anlam verememişti. Aracın yolcu mahallinde açılır kapanır masanın solundaki rahat koltuklardan sol tarafa Martin,
onun yanına da Esther oturdu. Pencerenin perdesini aralayıp dışarı bakmasını önlemek için Martin'in onu sürekli lafa tutması plânın bir parçasıydı. Onların tam karşısındaki koltuklara oturan
Cevdet Bey ve Kemal çaktırmadan Esther’i gözlerken ikisinin de gerginlikleri yüzlerinden okunuyordu.
Vito minibüs yolcularını alıp hareket eder etmez Esther irkilerek koltuğun kolçaklarını kavradı. Gözlerinde korkunun izleri belirdi. Martin ara vermeksizin
konuşmaya ona bir şeyler anlatmaya devam ediyordu. Yol boyunca ikisi arasında
kesintisiz devam eden sohbet, içinde bulundukları araç kırmızı ışıkta durunca
kesiliyor, Esther’in şaşkın bakışları Martin’e dönüyor, Martin bir şeyler
söyledikten sonra yine kaldığı yerden devam ediyordu. Kemal’in konuşmaları anlayabilmek için ağızlarından çıkacak tanıdık bir kelime
arayışları hep sonuçsuz kalıyordu. Yine bir olay çıkmasın diye merakını
bastırmaya, sessiz kalmaya çalışıyor, bir an önce kazasız belasız eve ulaşmanın hayalini kuruyordu.
Eve iyice yaklaşmış olmalıydılar. Esther, yanındaki genç
adamı merakla dinlemeye devam ederken sonunda dayanamadı Kemal.
- Martin, nelerden bahsediyorsun sorabilir miyim?
Esther dik dik baktı, Kemal’e. Nereden çıktı bu
görgüsüz adam dermişçesine bir türlü kabullenemediği adamın yaptığı kabalığı yüzüne vuran kibirli bir
ifade seziliyordu yüz hatlarında.
Martin başını Kemal’e doğru çevirirken ağız dolusu bir
kahkaha attı.
- Neden mi bahsediyorum? diye tekrarladı Kemal’in sorusunu. Beluga havyarlı buharda levreğin tarifini veriyordum Nora’ya.
Doktor gülmemek için kendini zor tutarken, Kemal onun
gerçekten balık tarifi mi verdiğini yoksa kendisiyle dalga mı geçtiğini çözmekle meşgul olurken şoför mahallini ayıran ara bölmenin aralığından garaj kapısının kumandasını uzattı ön
tarafa doğru.
- Necdet al bunu, doğrudan garaja sok arabayı.
Kimseyi beklemediği bir saatte çalan zilin sesini duyar
duymaz merakla kapıya koştu Selmin. Göz deliğinden bakmaya çalışırken ışıkların
sönmesiyle kimin geldiğini anlayamadı. Kim o demeye hazırlanırken bir
kez daha uzun uzun zile basılınca ister istemez araladı kapıyı. Kemal Bey ve Esther Hanım
dışında yanlarındaki iki adamı ilk kez görüyordu. Hemen toparlanıp açtı
kapıyı sonuna kadar, neşeyle.
- Aa hanımım, hoş geldiniz, geçmiş olsun, sizi öyle merak
ettim ki, şükürler olsun döndünüz.
Kemal, işaret parmağını dudaklarına götürdü.
- Sakin olun Selmin Hanım, hele bir içeri girelim.
Selmin mahcup bir şekilde öne eğdi başını. Koridorun salona açılan kapısından ürkek adımlarla içeri giren Esther, meraklı gözlerle etrafına bakınmaya başladı. Martin, işlemeli
beyaz önlüğü ve firketeyle tutturduğu beyaz bir fiyonkla saçlarını süsleyen Selmin'i kapının
yanına sinmiş halde görünce, yanına yaklaşıp yanağından bir makas aldı ve neşeyle ellerini havaya kaldırdı.
- Sıkma canını, bugün büyük bir gün, eveeet, Prenses Nora’nın
dönüşü! diyerek bağırdı. Bütün komşulara rezil edecek bu adam bizi diye geçirdi aklından Selmin. Martin'in yaptığı harekete fena halde bozulmuştu ama sesini çıkarmadı, arkasını dönüp sertçe kapattı kapıyı.
- Neyse, dedi Doktor, salonda Kemal’in gösterdiği koltuğa
otururken. Şansımız varmış yine kolay atlattık sayılır bugünü. Selmin, Martin’in yardımıyla
yatak odasını ve ebeveyn banyosundaki muslukların sıcak, soğuk ayarlarını,
havlu ve çamaşırların yerlerini gösterdi Esther’e.
Salonda ne yapacağını bilmez halde dolanan Kemal’e bir şeyler
söyleme ihtiyacını hisseden Cevdet Bey,
- Biraz sabırlı olmamız gerekecek Kemal
Bey dedi. Bundan sonra yapılacak tek şey beklemek, sabırla beklemek… Bir
süre duraksadıktan sonra devam etti. Bu arada, dediğim gibi onu yalnız
bırakmamak... İsteklerini mümkün mertebe yerine getirebilirseniz adaptasyon süreci hızlanacaktır.
- Bundan hiç kuşkunuz olmasın Doktor Bey, elimizden geleni
yapacağız dedi, Kemal. Üzerine aldığı görev her ne kadar basit gibi görünse de karısının kendisine karşı tavırları hâlâ gözünü korkutmaya devam ediyordu.
Saatine bakıp birden hareketlendi Doktor.
- O zaman ben
müsaadenizi istiyorum. Herhangi bir bir şey olursa ararsınız.
Doktoru yolcu etmeye hazırlanan Kemal, lâf olsun diye Selmin size
bir kahve yapsaydı bari derken Esther'le bu geceyi nasıl geçireceğini kara kara düşünüyordu.
- Yok, çok sağ olun, şuradan hemen bir taksi çevirip kliniğe dönmem lâzım dedi Doktor, kararlılıkla kapıya doğru ilerledi.
Cesaretini toplayıp giremediği kendi yatak odasında Martin’in
serbestçe dolaşması içini acıtıyordu Kemal’in. Diğer taraftan Selmin’e Esther’in durumunu nasıl izah edeceğine bir türlü karar veremiyordu. Karısının başına gelen bu olayı gizli tutmaya çalışırken Selmin'den bunu saklamanın mümkün olmadığının bilincindeydi. Şimdiye kadar açıkça onunla konuşmadığına pişman olmuştu.
Gözleri masaya fırlattığı klasörü aradı. Selmin'in salonu toplarken bir yerlere koymuş olabileceğini düşündü. Etrafına baktı, evet, büfenin altındaki konsolun üst rafındaydı. Bugünkü toplantıya katılmamıştı. Feridun Bey bu tür önemli toplantıları kaçırmazdı. Kemal'in gelmediğini öğrenince çıldırmış olmalıydı. Kendine hiç yakıştıramadığı bir şey yapmış, gelemeyeceğini bile haber vermemişti. En azından sekreteri arayıp toplantıya katılamayacağını söyleseydi
keşke. Kim bilir kaç kez aramışlardı? Telefonu sessize aldığı için kimin kaç kez aradığını bilmiyordu. Cebinden telefonu çıkarıp arayanlara bakmak üzereydi ki, Esther
ve Martin’i yatak odasında yalnız bırakan Selmin dışarı çıkıp yanına geldi.
- Kemal Bey, neyi var Esther hanımın, bana daha önce hiç
görmemiş gibi bakıyor. Dediklerimi de anlamıyor, sadece o tuhaf adamla
konuşuyor.
Neler olduğuna anlam veremiyor, meraktan çatlıyordu Selmin. Başını öne eğip tereddütle kekeledi.
- Beni affedin Kemal Bey ama Esther Hanım'dan şey, yani kor..korkmaya başladım. Şu halime bakın dedi, titreyen ellerini gösterdi.
- Tamam, tamam, dedi Kemal. Gel otur şuraya. Çalışma
masasının önündeki sandalyelerden birini gösterdi. Sana anlatmam gereken bazı şeyler var fakat bunlar aramızda kalacak, anlaştık mı? Esther Hanım, ciddi bir rahatsızlık geçiriyor, geçmişini hatırlamakta
zorluk çekiyor, tabii bu geçici bir durum. Duraksadı bir süre. Problemin
anlattığı gibi olmadığını düşündü. Belki de geçmişinden başka bir şey
hatırlamıyor demesi daha doğruydu. Hangi geçmişi? Jale'ye göre önceki hayatına ait geçmişini gayet iyi hatırlıyordu. Ağzından çıkacak sözcükler zihninde birbirinin içine girmişti. Düzelterek daha fazla kafasını
karıştırmak istemedi kadının. Kaldığı yerden devam etmesi daha iyi olacaktı. Bir
süreliğine ona Esther Hanım diye hitap etmemeye çalış, dedi. Kendisine Matmazel Nora ya da
Prenses Nora denilmesini istiyor. Sıra en zor yere gelmişti. Yutkundu, bunu nasıl anlatacaktı şimdi, öksürdü, tıksırdı, zaman kazanmaya çalıştı fazla
zamanı olmadığını bildiği halde. Evet, maalesef dedi, durum bu. Esasen kendini orta çağda yaşayan bir prenses zannediyor!
Selmin şaşırarak gözlerini açtı.
- Ne diyorsunuz siz Kemal
Bey? Hiç böyle bir şey mümkün olabilir mi?
- Bilmiyorum, işte dedi, içini çekerek. Az önce ayrılan yaşlı adam Esther
Hanım’ın doktoru Profesör Cevdet Bey bile bu işin içinden çıkamıyor. Söylediği, sadece sabır etmemiz ve hanımının dediklerini mümkün olduğu kadar yerine
getirmemiz.
- İyileşecek değil mi Kemal Bey, hep böyle kalmayacak Esther Hanım değil
mi? diye sordu heyecanla.
Kemal’in yüzüne yansıyan sıkıntılı halinden durumun vahameti okunuyordu. Ne var ki ümitsizliğe kapılmak işleri daha da zora
sokacaktı. Moral, Esther’e kavuşmanın tek yoluydu ve bunda en büyük rolü Martin üstlenmişti.
- Elbette iyileşecek dedi, Kemal, ciddi görünmeye çalışarak. Sadece seni değil, beni bile tanımıyor,
tanımamasından geçtim, ilk gördüğünde onu kaçırdığımı sanıp üzerime bile yürümüştü.
Ama şimdi o tepkileri vermiyor. Artık bu duruma bile seviniyorum.
- Peki, yabancı bir dille konuşuyor benim anlamadığım, nasıl anlaşacağız, siz yine Almanca biliyorsunuz ama
ben… derken sözünü kesti Kemal.
- O da ayrı bir sorun. Ben de anlamıyorum söylediklerini. Çünkü konuştuğu dil Almanca değil. Esther’in
yanındaki adamın adı Martin, kendisi Macar. Esther onun dilini konuşuyor sadece. Ha, bir de Doktor Cevdet Beyin Almanca konuşmasını da biraz anlıyormuş her nasıl oluyorsa. Onu da bugün gelmeden önce
söyledi doktor. Şimdiden söyleyeyim, Martin, Esther iyileşene kadar bir süreliğine bize yardımcı olacak. Durdu, başını kaşıdı suratını asarak. Bir an aklı başka taraflara kaydı. Dediğim gibi antika bir
adam Martin, dedi. Arabasına attığı çiziği düşündü, canı yanmıyordu artık, hatta
komik buluyordu, gülümsedi. Ayrıca, dedi. Çok komik. Bu yüzden özellikle
söylüyorum sana, ciddiye alınacak biri değil bu adam. Gülüp geçeceksin
lâflarına, yaptıklarına. Selmin gibi ciddi bir kadının, Martin’in en ufak
kabalığını affetmeyeceğini, çekip gideceğini iyi biliyordu Kemal ve asla onu kaybetmek istemiyordu.
- Burada mı kalacak o bahsettiğiniz kişi? diye sordu Selmin. Esther’in
korkusundan sonra Martin’in korkusu sarmıştı şimdi de.
- Hayır, seninle aynı saatte gelip aynı saatte gidecek.
Aslında büyük bir otelin şefi kendisi, evli ve bir de çocuğu var.
Selmin, Martin’in Esther’le geceyi geçirmeyecek olmasına
sevinirken evli olduğunu duyunca daha da rahatlamış oldu. Kemal ise tam aksine Esther'in bu haliyle yalnız başına kalacağı geceleri düşündükçe geriliyordu.
Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 95. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini buradabulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu da sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Bu hafta sevgili Deep bizi ülke ülke dolaştıracağa benzer. Konumuz şöyle:
"Hangi ülkeleri kendinize yakın hissediyorsunuz veya seviyorsunuz? Hangi ülkelerin filmlerini, müziklerini, dizilerini, kitaplarını kendinize yakın hissediyorsunuz veya seviyorsunuz?"
İnsanın köklerinin olduğu yerle duygusal bir bağ oluşuyor sanırım. En azından benim açımdan durum böyle. Politik sorunlar, ülkeler arasındaki husumet, dini bakımdan farklılıklar bir tarafa kendimi en yakın hissettiğim ve sevgi beslediğim ülke Yunanistan. Tek nedeni atalarımın orada yaşamış olmaları değil elbette. Her ülke insanı arasında iyisi kötüsü vardır mutlaka. Ama genel olarak Akdeniz insanını kendime yakın hissederim. Müziği, tarihi, misafirperverliği, dilinin kulağımda oluşturduğu hoş tınıyı severim. Ne var ki, her sene niyet edip göremedim bu sevdiğim ülkenin topraklarını, orada yaşayan insanları, tavernalarını, uzosunu, müziğinin coşturan ezgilerini. Ölmeden önce görmek istediğim ülkelerin başında geliyor Yunanistan.
Yönetim bakımından elbette insani gelişme endeksi ve gelirde adalet bakımından ilk sıralarda yer alan İskandinav ülkelerini, İzlanda ve Benelüks ülkelerini severim. Başta Avusturya olmak üzere Orta Avrupa ve Balkan ülkeleri, özellikle tarihi zenginlikleri olmak üzere hoşlandıklarım arasında. Bana hitap etmeyen ülkeler genel olarak Asya ve Afrika kıtasında. ABD de bana cazip gelmiyor, Kanada da. Gerek kültür gerekse tarih bakımından ilginç bulsam da kendime yakın bulmam. Amerika kıtasında sadece Küba'yı severim. Orta Doğu ve Arap ülkelerindeki yaşam biçimi hiç hoşuma gitmez. Belki kültürel açıdan İran'ı ayrı tutabilirim.
Dizi ve Film konusunda çok fazla birikime sahip değilim. Kaliteli film hangi ülkeden olursa olsun izleyebilirim. Sıradan Hint ve İran filmlerinden hoşlanmam, Uzak Doğu filmleri de ilgi alanıma girmez. Müzik konusunda yine Yunan müziğini de içine alan Balkan müziklerini severim. Klasik batı müziğinin ana vatanı Avrupa ülkelerini kendime yakın hissederim. Ülkelerini sevmesem de Arap müziğini severim. Bir de tangonun ana vatanı Arjantin, Latin Amerika ve İtalyan müziklerinin kalbimde yeri ayrıdır. Elbette dilinden ötürü Fransa, müzik bakımından yine gönül telimi titretenler arasında. Amerika'nın folk ve blues müziğini de severim.
Kitap konusunda Rus klasikleri, İngiliz ve Fransız edebiyatı hoşlandıklarım arasında başı çeker. Amerikalı yazarların kitaplarını da severek okurum. Aslında kitap konusunda şu ülke yazarını tercih ederim diye bir şey söylemem zor. Yazarın ülkesi okuyacağım kitap konusunda tercih nedenim olmaz pek.