KATEGORİLER

11 Mayıs 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 90

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 90. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Güzel bir konu. Bakalım neler dökülecek kalemimizden. Sorular şöyle: 

"Anılarımıza güvenebilir miyiz? Anılarımız gerçek midir?" 

Anılar deyince ilk önce Coşkun Sabah'ın "Anılar" şarkısı geldi aklıma. Ne diyordu bir zamanların popüler şarkıcısı; Anılar, anılar, şimdi gözümde canlandılar. Anılar beni bu akşam ağlattılar...

Bizi ağlatan anılardan bahsetmek istemiyorum bu kez. Güzel ve hoş anılar gelsin aklımıza. Böyle bir pozitif ayrımcılık yapmaya çalışsak bile, en güzel, en hoş, zamanında bizi en fazla mutlu eden anılarımız, dudaklarımızın hafifçe kıvrıldığı hüzünle karışık mutlu bir gülümseme sağlamaktan öte bir şey vermiyor bize. Öyle değil mi? Mesela ilk çocuğumuzun doğduğu o gün ne kadar mutluyduk değil mi? Şimdi aklımıza gelince zil takıp oynamıyoruz. O an yaşadığımız duygu ve heyecandan eser yok. Evet, bugün o gün değil çünkü. 

İlk olarak yaşadıklarımız hafızamızda daha derin izler bırakıyor. İlk okula gittiğimiz gün, üniversite sınavını kazandığımız gün, ilk aşkımız, ilk kez anne ya da baba oluşumuz vs. Hepsi güzel anlar ve anılardır genelde. Genelde diyorum, bir de ilk çocuğu sakat doğan insanları düşünüyorum çünkü. Diğer taraftan anılarımıza güvenebilir miyiz sorusunun bana biraz tuhaf geldiğini kabul etmeliyim. Anılarıma güvenip yola çıkmam mesela. Yani nasıl bir şey anıya güvenmek. Konu gerçek ve hayal arayışı ise. Anılar ilk bakışta hayaldir elbette, güvenilmez. Ancak her anı insanda tecrübe denilen bir tortu bırakır ki, işte bu gerçektir. 

Böylelikle ikinci sorunun cevabını da vermiş oldum bir bakıma. Yaşamımız boyunca milyonlarca an ve anı yaşıyoruz. Pek çoğu unutuluyor doğal olarak. Bana göre unutulanlar hayal, aklımızda kalanlar ise gerçektir. Gerçek olanlar, yani aklımızda kalan anılarımız, ayrıntısı kaybolsa da, şekil değiştirse ya da başka anılarla birleşse de paha biçilmez bir değerde ömrümüzün sonuna kadar bizimledir. Bunlar karakterimizle, huyumuzla, tecrübemizle ve bilgimizle kendini bize hissettirir. 

Bu bakımdan iyi insanlarla anlarını paylaşanların karakteri düzgün, neşeli insanlarla anlarını paylaşanlar mutlu, bilgili ve kültürlü insanlarla anlarını paylaşanlar alim olurlar. 

SON DANS BÖLÜM 30

Siyah BMW çift sıra ağaçların dizildiği geniş sokağa girdiğinde Kemal, Selma’ya telefon edip geldiğini haber verdi. Evden çıkmadan önce Selmin’in hazırladığı kahvaltı masasına oturur oturmaz hastaneyi arayıp eşinin durumu hakkında bilgi almış, nöbetçi doktor, Esther'in asabi hallerinin ortadan kalkması sebebiyle yatağına bağlayan bantları çözdüklerini ve hastanın artık yemek yemeye başladığını söylemişti. Aldığı bu güzel habere sevinen Kemal, hemen doktor Cevdet Bey’i arayarak Zsofia'nın Esther'e yardımcı olmasını kabul ettiğini söyleme fırsatı bulamadan doktor kendisini muayenehanesine davet ederek "Geldiğinde detaylı konuşuruz." demişti.

Binanın önüne çıktıklarında Kemal, arabasını birkaç bina ötedeki kaldırım kenarına park ediyordu. Onu ilk gören Jale oldu. Selma'yı geride bırakıp topuklu ayakkabılarıyla seke seke arabaya yanaşıp ön kapıyı açtı.

- Ooo, arabaya bak! Müsaade ederseniz yanınıza oturmak istiyorum Kemal Bey.  

Kemal şaşırmıştı. Arkasına bakıp gözleri Selma'yı aradı.  

- Tabii buyur, dedi. 

Oldukça gergin görünen Selma arka koltuğa geçmek zorunda kalmıştı. Daha önce Cevdet Bey'in muayenehanesine gittiğini Kemal bilmiyordu. Ayrıca Jale'nin bir densizlik yapmasından korkuyordu. Kapıyı kapatmasıyla birlikte araba hareket etti.

- Nasılsın Kemal. Esther'den bir haber alabildin mi? 

- Sağ ol Selma, evet, az önce kliniği aradım. Daha iyi olduğunu söylediler. Son durumu Cevdet Bey'den öğreneceğiz. Zsofia’nın Esther’e yardımcı olması önerisine sıcak bakıyorum ve bunu Cevdet Bey’e iletmek istedim. Çünkü başka türlü onunla iletişim kurmak mümkün görünmüyordu. Sanırım doktorun bana anlatacağı bazı şeyler var ama bunları telefonda konuşmak istemedi.

Jale’nin az önce söylediklerini Kemal’e açıp komik duruma düşmek istemiyordu Selma.

- Hasan da ben de aynı fikirdeyiz. Evet, ne yapıp yapıp Zofia'yı ikna etmek zorundayız. Ama bizim kafamıza takılan konu Esther’in neden Macarca konuştuğu. Nasıl yapabiliyor bunu, hiç bilmediği yabancı bir dili nasıl konuşabiliyor. Üstelik esas bildiği dilleri de unutmuş görünüyor. Cevdet Bey ne düşünüyor bu konuda acaba? 

Kimsenin cevabını bilmediği bir soruydu bu. Jale kendini daha fazla tutamadı.

- Kemal Bey, bence Esther Ablam reenkarnasyon olayı yaşıyor. Bana sorarsanız onun ruhu bir süre Prenses Nora’yı ziyaret edip yine geri dönecektir. Siz sıkmayın canınızı, bakın çok geçmeden göreceksiniz.

Jale’nin söylediklerini ciddiye almasa da ona verecek mantıklı bir cevap bulamadı Kemal. Zira karısının durumu, Jale'yi haklı çıkarır gibiydi.  

Doktor Cevdet Beyin sokağına girdikten sonra Kemal, muayenehaneni bulunduğu binayı aramaya başladı. Daha önce Esther’le geldiğini anlamasın diye hiç oralı olmadı Selma. Navigasyonun gösterdiği yere geldiklerinde kaldırımın kenarına yanaştılar. Binanın üzerindeki 21 numarayı gören Kemal iki kadının önüne geçip siyah demir parmaklıklı kapıyı açtı. Rengârenk gül ağaçlarının bulunduğu çimenli avlunun içinden geçerek yan taraftaki girişe yürüdüler hep birlikte. Dairenin kapısında onları güler yüzle karşılayan sekreter, üçünü de hiç bekletmeden doktorun odasına aldı. Cevdet Bey, saygıyla ayağa kalkıp yer gösterdi misafirlerine.

- Hoş geldiniz, diyerek gülümsedi. Kemal’i yalnız beklediğinden yine de şaşırmıştı biraz. Kemal’e döndü.

Esther Hanım’ı dostları yalnız bırakmıyor Kemal Bey. Kararınızı verdiniz sanırım. Fakat...

Kemal doktorun sözünü kesti.

- Sanırım Zsofia Hanım’ın yardımını kabul etmekten başka çaremiz yok.

- Evet sizi anlıyorum. Ben de bundan bahsedecektim. Sizden bu cevabı beklediğim için dün akşam Zsofia Hanım'a telefon ettim. Ne yazık ki işini bırakıp gelemeyeceğini söyledi maalesef.

Kemal’in suratı asıldı. Cevdet Bey, ara vermeden devam etti.

- Ama bize yardım edebilecek başka bir arkadaşını önerdi. Adamın adı Martin Sándors, Macar asıllı. Beş yıldızlı bir otelin mutfak yardımcı şefi, üç yıl önce gelmiş ülkemize ve Türkçemizi gayet iyi konuşuyormuş. Bana kalırsa hemen onu bulup konuşmalıyız.  

Kemal’in canı sıkılmıştı. Zsofia gelemiyorsa bu adam niye işini bırakıp gelsin diye geçirdi aklından. Kim böyle bir teklifi kabul ederdi ki? Esther’e kısa bir süre tercümanlık yapmak için güzelim işlerini neden bıraksın insanlar?

- Peki, dedi çaresizce, konuşalım bakalım.

- Selma Hanım, size de bazı sorularım olacak dedi, Cevdet Bey.

- Buyurun, sizi dinliyorum, dedi Selma endişeyle.

- Gördüğü düşlerden hiç bahsetmiş miydi size?

- Ekseriya bana gördüğü kâbusları anlatırdı. Ama beni esas endişelendiren uyanık haldeyken gözlerini bir noktaya dikip hayale dalması. İlk olarak evlerinde şahit olmuştum bu duruma. Sonra bir de araba kullanırken şahit oldum bu duruma ve çok korktum. Az kalsın kaza yapıyorduk. Geçenlerde, Kemal’in doğum gününde Esther bizi yemeğe davet etmişti. Jale ve eşi de vardı o akşam. Bir anda dalıp gitmişti yine gözleri. Tam o sırada Kemal’e acil bir telefon gelmiş, masadan kalkıp salona geçmişti. Esther’in yaşadığı bu durum içkiyi biraz fazla kaçıranların dikkatini çekmemişti. Ben fazla alkol almamıştım o gece. Durumunda bir gariplik sezmiştim ama yine emin olamamıştım. 

Kemal’in önünde bunları anlatmak geriyordu Selma’yı. Derin bir iç geçirerek devam etti.

- Ertesi gün bir yerde buluştuk. Bana gördüklerini anlattı. Orman içinde orta çağ kıyafetleriyle ağaçların arasında dar bir patika boyunca bayır aşağı koşuyormuş. Peşinden gelen şövalye kıyafetli genç bir adam onu yakalamaya çalışırken karşısına küçük bir gölcük çıkmış. Suya atmış kendini, arkasından gelen genç adam da suya atlamış peşinden işte...

Cevdet Bey, dikkatle dinliyordu Selma’nın anlattıklarını.

- Zsofia’ya kendisinin Prenses olduğunu söylemişti. İçine düştüğü durumla gördüğü düşler arasında bir ilişki olduğu kesin. Bilinçaltı onu fazla etkilemiş görünüyor. Öyle değil mi? diye sordu. Karşısındakilerin üzerinde gözlerini gezdirirken her birinden gelecek tepkiyi ölçüyordu.

Jale bir şeyler söylemek için sabırsızlanıyor, kendini zor tutuyordu. Artık sıranın kendine geldiğini düşünerek,

- Kesinlikle size katılıyorum Doktor Bey, dedi. Önceki hayatında Esther Ablanın prenses olduğu gün gibi ortada bence. Hem de Ortaçağ'da yaşayan bir prenses. Doktor, gülümsedi.

- Korkarım yanlış anladınız beni, dedi doktor. Siz sanırım reenkarnasyona inanıyorsunuz. Evet, Hindistan’dan çıkıp tek tanrılı dinlerin bazı mezheplerinde kabul gören böyle bir inanış var ancak bilimsel olarak henüz ispatlanmış değil. Ben bir hekim olarak konuya bilimsel açıdan yaklaşmak durumundayım. Bildiğiniz üzere irademizi kullanarak yaptığımız işler düşünce sistemimizin sadece küçük bir bölümünü oluşturuyor. Bilinçaltımız çok daha geniş ve karmaşık. Kafanızı çok karıştırmak istemem ama yapmak istediğimiz her şeyin, henüz karar vermeden önce bilinçaltımızda şekillendiği ve gerekli uyarının beynimize ulaştığını biliyoruz. Yani, toplanıp buraya gelmeniz, beni dinlemeniz görünürde vermiş olduğunuz kararın sonucu. Aslında durum hiç de sandığınız gibi değil. Doğduğunuz günden itibaren bilinçaltınıza attığımız bir sürü etken var sizi bu noktaya getiren. Bu dinledikleriniz bile bundan sonraki yaşamınızı bir şekilde etkileyecektir. Akıl ve zekâ her insanda farklı seviyelerde oluşan düşünme güçleridir. Fakat davranışlarımızı esas yönlendiren ne aklımız ne zekâmız ne de irademizdir. Az önce dediğim gibi bizim gerçek efendimiz bilinçaltı dünyamız. Bütün davranış bozukluklarında geçmişte yaşadığımız bazı olayların etkisi vardır. Dikkat ederseniz, "ruhsal rahatsızlık" demedim. Çünkü bence ruh da bilimsel değildir. Cevdet Bey, konuyu gereksiz yere uzattığını düşündü. Konuşmasına yeni bir başlangıç yapmak için öksürerek sesini açtı.

- Evet, dedi. Rüyalar, hayaller bilinçaltımızın bize yaptığı küçük oyunlar. Geçmiş ya da süregelen yaşantımızda bizi olumlu ya da olumsuz etkileyen "süper egomuz", yani bize ne yapmamız gerektiğini dikte eden sosyal ve ahlaki değer yargılarımız nedeniyle baskı altında tutmaya çalıştığımız bir kısım kişi ve olaylar, rüya ve hayallerimizde vücut bulur. Onlar bir bakıma beynimizin sigortalarıdır. Esther Hanım’a uyguladığımız hipnoz tedavisinde amacımız, bilinçaltında onu rahatsız eden kişi ve olayları tespit etmekti.

Profesörün öğrencilerine ders anlatırcasına verdiği psikanaliz bilgileri, ağzından çıkan "Esther" sözcüğüyle karşısına aldığı insanları kendine getirmiş, doktorun sözlerine kulak kesilmişlerdi. Doktorun Esther'in adını andığı o ana kadar Kemal suratını asmış, Ümit’in devireceği çamları düşünmekle meşgulken, Jale, reenkarnasyon hayallerinin yerle bir edilmesine üzülüyor, Selma ise, arkadaşının kendisine güvenerek paylaştığı sırları açığa çıkartmanın verdiği ezikliğe kafa yoruyordu. Doktorun Esther’den söz etmesi, onların dikkatini toplamaya yetmişti. Kaldığı yerden anlatmaya devam etti:

- Bakın, geçmişte kalmış, artık değiştirme imkânı bulunmayan konularla yüzleşmek ya da mümkünse hastayı bu duruma getiren sebepleri ortadan kaldırmak sorunun tek çözüm yolu. Esther Hanım, belli ki ciddi bir travma geçirmiş. Biz bunun ne olduğunu maalesef bilmiyoruz henüz. Dilimizde kullandığımız bir deyim var bilirsiniz, "Sigortası atmak". Sözlük anlamı "çok sinirlenmek" olsa da, ben bunu davranış biliminde gerçek anlamında kullanıyorum. Bilinçaltı vücudumuzun sigortasıdır aynı zamanda. Nasıl ki, sigorta, üzerinden elektrik akımı geçen devre elemanlarıyla devreye bağlı cihazların zarar görmesine ve nihayetinde meydana gelebilecek kaza ve arızalara mani olur, bilinçaltımız da benzer şekilde yaşadığımız travmatik olaylar karşısında sinirlerimiz ve beynimizde olası kalıcı hasarların önüne geçer. Düşünme yetimizin ortadan kalkması durumunda bilinçaltımız devreye giriyor ve bize aklımızın almadığı oyunlar oynamaya başlıyor. Oyundan kastım, düşünerek tuhaf bulduğumuz şeyler, bazen mantıklı bazen mantık dışı. Mesela rüyalarımız, gördüğümüz kâbuslar, dalıp gittiğimiz hayallerimiz bilinçaltımızın oyunlarıdır. Normal şartlarda bilincimiz dışında geçirdiğimiz süreler kısadır. Ancak Esther Hanım’da farklı bir durum gözlemliyoruz. Bilinçaltının bu kadar uzun bir süre etken durumda kalması yönünde direnç gösterdiği buna benzer bir vakaya hiç tanıklık etmedim bugüne kadar.

Devam edecek.



6 Mayıs 2021 Perşembe

TÜFEK, MİKROP ve ÇELİK

Kitabın Adı: TÜFEK, MİKROP ve ÇELİK

Yazar: Jared DIAMOND

Çeviri: Ülker İNCE

Sayfa Sayısı: 609

Yayınevi: Pegasus Yayınları

Türü: Bilim

Son zamanlarda okuduğum en değerli kitaplardan biri oldu Tüfek, Mikrop ve Çelik. Coğrafya ve fizyoloji profesörü Jared Diamond, hayli emek ve zaman harcadığı bu bilimsel eserinde Homo Sapiens Sapiens'ten bu yana insan topluluklarının kaderini etkileyen nedenlere bilimsel temelli cevaplar aramış. Yazar bu kitabıyla 1998 yılında kurgusal olmayan genel eser dalında Pulitzer Ödülü ile En İyi Bilim Kitabı dalında Aventis ödülünü almış bulunuyor. 

Diamond'ın bu kitabını daha önce okuduğum Daron Acemoğlu ve James A. Robinson'un ulusların kaderini tarih, ekonomi ve siyasete bağlayan "Ulusların Düşüşü" adlı kitabıyla mukayese etme imkânı buldum. Tüfek, Mikrop ve Çelik toplumların gelişme düzeyindeki farklılıkları çok daha geniş perspektiften ele alan, çok daha geniş bilimsel araştırmalara yer veren ve toplumsal gelişmeyi bir ya da birkaç nedene bağlamak yerine bütün olasılıkları ele alarak sonuca giden, bunları arkeoloji, jeoloji, antropoloji, tarih, dilbilim, coğrafya, sosyoloji gibi disiplinlerle temellendiren müthiş bir kitap. 

Öncelikle eseri dilimize kusursuz çeviren Ülker İnce'yi ve editör Kemal Küçükgedik'i de kutlamak isterim, gerçekten böylesine büyük hacimli bir kitapta bir tek çeviri ya da yazım hatasıyla karşılaşmadım. Yazarın büyük bir emekle ortaya koyduğu esere kaynak teşkil eden onlarca kitap ve yayınlanmış makale bilimsel çalışma yapmak isteyenler için eşsiz bir bibliyografya halinde kitabın sonundaki "Ek Okumalar" bölümünde detaylı bir şekilde sunulmakta.

Kitap bazı bölümlerde detaya ve derin konulara inerken insanın aklına gelecek her türlü soruyu sorup gerçeği arıyor. Aynı zamanda bir ders kitabı olan ve üniversite hocalarınca yardımcı kitap olarak önerilen bu eser National Geographic tarafından filme çekilmiş. Konuya ilgi duyanlar ve neden bazı ulusların gelişmiş, bazı ulusların az ya da gelişmemiş olduğuna kafa yoranlar için önemli ve değerli bir kaynak. Dili ve anlatımı son derece sade olmasına rağmen verilen detaylar kitabın okunmasını zorlaştırıyor. Zaman zaman önceki bölümlere dönüp tekrara düşse de konuyu anlamayı kolaylaştırıyor bu yöntem. 

Okuduğum kitap 2018 yılında yapılan çevirinin ilk baskısı. Yazar bu nedenle Türkiye'ye özel bir önsöz eklemiş. Burada dünyanın hakim dili olan İngilizcenin aslında Anadolu topraklarında doğduğunu iddia ediyor. Her ne kadar haklı gerekçeleri olsa da bunu Türk okuruna bir jest olarak değerlendirdim.

Adından da anlaşıldığı üzere kitapta insanların kaderini belirleyen üç temel unsurun Tüfek, Mikrop ve Çelik olduğuna değinilirken aslında bunlardan çok daha fazla faktörün rol oynadığına dikkat çekiliyor. Kitabın büyük bölümünde, medeniyetin Bereketli Hilal olarak adlandırılan, Mezopotamya ve Anadolu'yu da kısmen içine alan topraklarda doğmasında coğrafi koşulların belirleyici olduğu ifade ediliyor. Yazara tam hak vermeye hazırlanırken kontra bir soruyla yeniden düşünmeye başlıyorsunuz. Zambiya ile Hollanda arasında ilginç bir mukayese yapılıyor. Coğrafi bakımdan daha avantajlı olmasına rağmen Zambiya'da yaşayan halkın yıllık ortalama gelirinin Hollanda'da yaşayan insanların otuz üçte biri olması nasıl mümkün olabiliyor? Yine Norveç ile Yemen halkları arasında dört yüz kat kişi başı gelir farkının oluşmasının altında yatan gerçekleri anlama imkanı buluyorsunuz.

"Karım Marie, klinik bir psikologdur. Evliliklerinin tehlikede olduğunu gören çiftler ara sıra ona başvurur. Marie eşlerden birine, mesela kocaya, evliliklerinin zorda olmasının nedenini anlatmasını istediğinde "Karım suratıma tokat attı. Böyle bir kadınlar evli kalmak istemiyorum." diyebilir. Marie kadına dönüp bunun doğru olup olmadığını sorar. Kadın, "Evet doğru ama ilişkimizin bozulmasının nedeni bu değil, kocam başka kadınlarla düşüp kalkıyor." der. Marie kocaya döner ve karısının dediğinin doğru olup olmadığını sorar. Adam "Evet doğru ama ilişkimizin bozulmasının nedeni bu değil, gerçek neden karımın bana soğuk davranmaya başlaması, sevgi ve yakınlık göstermemesi ve beni dinlememesi. Bu yüzden başka kadınlarla ilişki kurdum." der." Yazar sonu gelmeyen bütün bu nedenleri "yakın" nedenler olarak tanımlarken asıl neden ya da temel nedenin kadının ya da kocasının başka davranışları ya da anne ve babalarının çocukluklarındaki davranışları olabileceğini belirtmek suretiyle batılı bilim adamları, siyasetçiler ve ekonomistlerin sadece "yakın" nedenlere dayanarak toplumların gelişmişlik düzeyi hakkında kısa yoldan sonuca gitmelerini eleştiriyor. Kanaatimce "Ulusların Çöküşü" adlı kitabında Daron Acemoğlu da aynı hataya düşmüş ve Amerikan toplumunu yüceltirken olaya ideolojik açıdan yaklaşarak toplumdaki gelişmeyi sadece siyasi ve ekonomik sebeplere bağlamıştır. Oysa Jared Diamond, toplumları oluşturan bireylerin hiçbirinin zeka düzeylerinde bir farklılık olmadığına dikkat çekerken gelişme düzeylerindeki farklılıkların sebebini onlarca çevresel etkiyle bilimsel açıdan ilişkilendiriyor kitabında. 

Sonuç olarak meraklısına muhteşem, ufuk açıcı bir kitap ancak sıkılmadan okuyabilecek kişi sayısının çok fazla olduğunu sanmıyorum. 

4 Mayıs 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 89

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 89. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Kavanozdaki Beyin / Sessiz Gemi belirledi. Bir yılı aşkın bir süredir cefasını çektiğimiz pandemi sorunuyla yakından ilgili bilimsel bir konuda düşüncelerimizi paylaşacağız bu kez. Aynı zamanda bir arkeolog olan arkadaşımızın cevaplamamızı istediği sorular şöyle: 

"Buzullarda saklı hastalıkların, virüslerin, bakterilerin ve benzeri mikroorganizmaların türümüzün (Homo sapiens sapiens) karşılaştıklarından bile çok önce var olan türlerinin yeniden açığa çıkma olasılığı karşısında neler düşünüyorsunuz? Bu konuda daha önce araştırma yapmış mıydınız veya bir yerlerden duymuş muydunuz? Sibirya Yamal Yarımadası örneğindeki gibi duyduğunuz varsa konuyla beraber bizimle de paylaşabilirsiniz. Örneğin New Mexico'daki bir mağarada 300 metre derinlerde 4 milyon yıldır gün yüzü görmemiş bakteriler (Paenibacillus) bulunmuş."


Milyonlarca yıldır defalarca evrime uğrayan farklı hayvan türleri insanlarda hastalığa yol açan bulaşıcı birçok mikroorganizma barındırmakta. Bilimsel araştırmalardan elde edilen verilere göre günümüzden 13.000 yıl kadar önce buzul çağının sona ermesiyle birlikte Afrika kıtasından çıkan atalarımız dünyanın muhtelif bölgelerine dağılmaya başladı. Avcı-toplayıcı döneminde vahşi hayvanları avlayarak ve yabani bitkileri toplayarak yaşam savaşı veren insanlık göçebe hayatı sürerken küçük gruplar halinde bulunuyorlardı. Hayvan ve bitkileri evcilleştirmeyi öğrenerek yerleşik hayata geçtiklerinde nüfusça kalabalıklaştılar. Hayvanlarla daha fazla haşır neşir olmaları bulaşıcı hastalık getiren mikroplarla tanışmaları sonucunu getirdi. Savaşlar, göçler ve yeni yurt arayışları salgın hastalıkların yayılmasına yol açtı. Bir süre sonra bağışıklık kazandılar ama mikroplarla henüz tanışmayan toplumlara hastalığı yaymaya devam ettiler. Öyle ki Amerika ve Afrika kıtasının Avrupalılarca istila edilmesinde en büyük etkenlerden birinin Avrasya mikropları olduğu biliniyor.

Buzullarda saklı kalmış, insanlara hastalık getirebilecek mikroorganizmalar olabilir. Bunun gelecekte ne kadar etkili olabileceği konusuna girmeden önce bakteri ve virüsler hakkında biraz bilgilerimizi tazeleyelim. Bakteriler dünyada ilk kez ortaya çıkan tek hücreli canlı türü. Dünyanın her yerinde ve her türlü ortamda yaşayabilirler. Normal bir insan vücudundaki bakteri sayısı, toplam insan hücresi sayısının on katı civarında. Bunların çoğu vücudumuzun bağışıklık sistemi sayesinde zararsız hale getirilmiş iken bir kısmı yararlı (probiyotik) bakterilerdir. Bir kısmı ise verem, kolera, frengi, şarbon, cüzzam ve veba gibi bulaşıcı, ölümle sonuçlanabilen ciddi hastalıklara sebep olur. Penisilin ve antibiyotik hastalığı önlemede etkili bir araç olsa da bakteriler artık bu tür ilaçlara direnç gösterebiliyorlar. 

Virüsler ise son derece ilginç nesnelerdir. Ne oldukları, nasıl ortaya çıktıklarına dair kesin bir bilgiye ulaşılmış değil henüz. Hatta bu mikroorganizmalara metabolizması olmadığı için canlı bile diyemiyoruz. Tamamen asalak bir özelliğe sahip olan bu organizmalar ilk önce hayvanlardan insanlara geçmiş olup genetik materyaline göre RNA ve DNA olmak üzere iki tip. RNA tipli virüsler, ebola, nezle, grip, hepatit C, çocuk felci ve kızamık gibi bulaşıcı hastalıklara, DNA tipli virüsler ise, çiçek, zona, herpes, su çiçeği gibi ciddi hastalıklara yol açmakta. Dünya gündemini işgal eden Covid-19, RNA tipi virüsle bulaşan bir tür grip hastalığı. Her iki tip virüs de vücudun belli hücrelerinde konaklayarak zamanla kanser hastalığına da yol açabiliyorlar. 

Şimdiye kadar virüsleri etkisiz hale getirebilecek hiçbir bir ilaç geliştirilemedi. Hastalık virüsün hücreye girip inanılmaz bir hızla çoğalması ve vücudun bağışıklık sistemini çökertmesiyle kendini göstermekte. Bağışıklık sistemi güçlü olan insanlarda hastalık etkili değil. Bugüne kadar dünyadaki milyonlarca virüsten sadece 6.000 adedi bilim adamlarınca tanımlanabilmiş. Kısa sürede mutasyona uğrama becerilerinden dolayı virüse karşı en etkili yöntem olan aşıdan elde edilecek başarı da son derece sınırlı görünüyor. Virüslerin hayvanlar ve insanlar olmadan yaşama şansı yok. İnsanları hasta edip öldürüyorlar, eğer başka bir insana bulaşamazlarsa bu onların kendi sonu oluyor aynı zamanda. 

Bütün bunlardan çıkardığım sonuç şu: Buzulların erimesiyle ortaya çıkabilecek bir bakteri ya da virüsün insanlar arasında bulaşıcı bir hastalığın yayılmasına sebep olabilir elbette. Bununla birlikte halen milyonlarca bakteri ve virüsle yaşadığımız bir ortamda bunu fazla kafaya takılacak bir sorun olarak görmüyorum. İnsanlığı tehdit eden mikroplar gelecekte atom bombasından daha etkili bir silah haline gelecektir şüphesiz. Zira Covid-19'un Wuhan laboratuvarlarında Çin tarafından üretilmiş olması ihtimal dahilinde. Belki de virüsü yaymadan önce aşıyı geliştirmiş olabilirler. En azından teknik açıdan bu mümkün. Zamanı gelince planladıkları bir senaryonun provası ya da kazaen virüsü izole ortamından dışarı çıkarmış da olabilirler. Biyolojik silah olarak virüs, bugün dünyanın en etkili silahı olmaya aday!

Buzul çağının sonunda Japonya adaları, Asya ana karasının birer uzantısıymış. Buzulların erimesi sonucunda deniz 150 metre yükselerek karadan koparak bir ada ülkesi olmuş Japonya. Küresel ısınma devam ediyor. Okyanusların, denizlerin  13.000 yılda 150 metre yükseldiğini düşünün. Sibirya'yı kaplayan buzulların altında kalan metan gazı buzların erimesiyle atmosfere karışacak. Küresel ısınmaya karbondioksit gazından yaklaşık 25 kat daha fazla etkisi olan metan gazı ısınmayı daha çok arttıracak. Ülkeler su altında kalacak, büyük göçler, kuraklık, kıtlık başlayacak. Yani buzulların erimesi sonucu ortaya çıkacak bakteri ve virüsleri düşüneceğimize küresel ısınmaya ve mevcut bakteri ve virüslerimize kafa yorsak kanaatimce çok daha isabetli hareket etmiş oluruz. Ayrıca bireysel olarak da bol bol ilikli kemik suyuna çorba içip bağışıklık sistemimizi korumaya çalışalım.

SON DANS BÖLÜM 29

İş dediğin konsantrasyon ister, en küçük hatayı affetmez, başka şeye yer yoktur kafanda. Ne bir hobi, ne ailen, ne de dostların… Varsa yoksa her şey işinle ilgilidir; işinle ilgili haberler, dergiler, gazeteler, yazışmalar, iş yemekleri, iş toplantıları, iş seyahatleri, iş telefonları, iş görüşmeleri, iş arkadaşları, iş, iş, iş... Bütün bunların arasında yaşadığını unutursun. Yetmezmiş gibi bir de patronun kaprislerini, haklı haksız laflarını çekmek zorundasın. Keyifli zamanlarında bilmem kaçıncı kez tekrarladığı anılarını, bu duruma gelene kadar ne badireler atlattığını sabırla dinlemek yine işinin asli gereğidir. Yüzüne hayranlık maskesi takar, salak bir ifadeyle saatlerce anlattıklarına kulak verir, bayat esprilerine gülmek zorunda kalırsın.

Bak işte, yine farkında olmadan dönüp dolaşıp işlerine kaymıştı aklı. Zavallı Esther, hastane odalarında kıvranırken, hâlâ işini düşünüyordu. Öfkeye kapıldı, elindeki bira şişesini bir hamlede dikerek son damlasına kadar ağzına boşalttı.

Televizyonda, pıtrak gibi çoğalan dizilerden birine takıldı gözü. Kanalı değiştirdi, bir başka dizi çıktı karşısına. Kafasını bir türlü toparlayamıyordu. Ekranda görünen hiçbir şeyin anlamı yoktu. Yarın sabah Esther’in yanına gidip kapısının önünde beklemek ağırına gidiyordu. Onca insanın içinde görmek istemediği tek kişinin kendisi olması ne kadar tuhaftı. Şimdiye kadar en küçük bir gönül kırgınlığı yaşanmamıştı aralarında oysa. Belki de yanılıyordu. Yoksa kırmış mıydı sevdiğini? İçine atmış olabilir miydi Esther, kırgınlığını? Öyle ya, niye "Onu görmek istemiyorum, o getirdi beni buraya." demişti. "Buraya?" Ama onu hastaneye getiren kendisi değildi ki. Biraz düşününce aklına geleni mırıldandı. "Yoksa?" Evet, üç yıl önce Berlin’den alıp getirmişti onu memleketine. Hiç aklına gelmemişti bu durumdan şikâyetçi olabileceği. Bugüne kadar yaşamına dair en ufak bir olumsuzluk hissettirmemişti. Özellikle ilk zamanlar çok mutlu görünüyordu. Birlikte sinemaya, tiyatroya, konsere gidiyorlar, arkadaşlarıyla buluşup eğleniyorlardı. Evet, son zamanlarda onu ihmal ettiği doğruydu. Ama artık dilimizi de öğrendiğine göre kendi başının çaresine bakabilirdi. Belli bir arkadaş çevresi de vardı artık nasıl olsa. Özellikle Selma ile iyi anlaştığını, birlikte gezip dolaştıklarını, hoşça vakit geçirdiklerini biliyordu. Hatta bir ara resim kurslarına yazılmış ama hemen bıkıp vazgeçmişti. Evet, işlerinin yoğunluğu sebebiyle son zamanlarda birbirlerini daha az görüyorlardı. Eskiden olduğu gibi birlikte dışarı çıkıp yemek yemeye, konsere ya da bir arkadaş ziyaretine gitmeye zaman bulamıyorlardı. Zaten ayın yarısı yurt içi ve yurt dışı seyahatlerinde geçiyordu. Eve geç geliyor, iş yerine zamanında varmak için evden erken çıkmak zorunda kalıyordu. Uzun zamandır evde yemek bile yemez olmuştu…

Esther’in eli ayağı plastik bantlarla yatağa bağlı hali geldi gözlerinin önüne. Büyük bir acıma ve suçluluk duygusu kapladı içini. "Ne yaptım ben?" dedi, "Nasıl bu kadar körelmiş kalbim?" Gözleri doldu. İşinden başını kaldırıp karısına gününün nasıl geçtiğini sormayalı nice zaman olmuştu. Oysa o, her gece geç saatlere kadar gözünü kırpmadan dönmesini beklemiş, eve geldiğinde gün boyu işiyle ilgili canını sıkan konuları sabırla dinlemiş, tatlı sözlerle gönlünü almıştı.

Sabah olunca önce Hasan'ın fikrini alıp Cevdet Bey’e Sofia konusunda cevap vermesi gerekiyordu. Aslında Hasan’dan çok Selma’nın yardımına ihtiyacı olduğunu düşündü. Onun, söylediklerinden çok daha fazlasını bildiğinden adı gibi emindi. Zsofia konusunda doktorun dediği kafasına yatıyordu. Kendisinden nefret eden ve kimsenin anlamadığı bir dilde konuşan karısıyla iletişim kurmanın başka ne yolu olabilirdi ki.

Göz kapakları ağırlaştı, yatağa gidecek gücü kendinde bulamadı, koltuğa sızıp kaldı öylece.

 ***

Timur henüz uyanmamıştı. Selma, Cafer Efendinin kapıya bıraktığı dumanı tütmekte olan taş fırın ekmeğinden kopardığı küçük bir parçanın üzerine bıçağının ucuyla tereyağı sürdü. Burnuna yanaştırıp erimekte olan yağın kokusunu çekti içine. Kocasının gün geçtikçe irileşen göbeğine yandan bir bakış attı.

- Böyle devam edersen sonunu iyi görmüyorum. Hasan, omzunu silkti.

- Bu da yenmez mi şimdi ama? Elindeki ekmeği koklayarak çayından bir yudum çekti. Akşamdan beri Esther’i konuşuyorlardı.

- Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değil, dedi Hasan. Para, mal, mülk, makam hepsi boş.

Gece boyunca Selma’yı sıkıştırmış, yengesinin neden psikiyatr kliniğine gittiğini öğrenmeye çalışmıştı. "Ben de bir şey bilmiyorum." demişti Selma. Hiç kimseye açıklamadığı bir geçmişi olduğunu tahmin ettiğini söylemişti sadece. Ailesiyle ilgili bir problemi olmalıydı. Hafızasına kazınmış, kötü bir iz… Ama bu konuda Esther'in ağzından bir şey duymadığına dair yemin etmişti. 

- Başkana çıkıp bir gün daha izin isteyeceğim. Ağabeyimi yalnız bırakmam doğru olmaz. Selma, boşalan bardaklara çay doldurdu.

- Evet, dedi Selma. Onları yalnız bırakamayız. Kemal’in durumunu hiç iyi görmüyorum. Esther ona bağırdığında yüzündeki ifadeyi görmeliydin.  

- Şimdi aklıma ne geldi bak, dedi Hasan. Onlara yemeğe gittiğimiz akşamı hatırlıyor musun? Jale’nin anlattıklarını... Selma gözlerini boşluğa dikerek o akşamı hatırlamaya çalıştı.

- Hmm, eveet, dedi uzatarak. Ne düşündüğünü tahmin ediyorum. Şu reenkarnasyon muhabbeti…

- Aynen, dedi, Hasan. Gülüp dalga geçmiştik kızla. Şimdi başımıza geldi, bak görüyor musun? Neydi adı? Prenses Nora mı? Vay anasını... Birden gülme krizine girdi.

- Hiç de gülünecek bir durum yok, Hasan dedi, Selma. Ama o da kendini gülmemek için zor tutuyordu. Hasan, karısına aldırmadan konuşurken kesik kesik gülmeye devam ediyordu.

- Ya, diyorum ki, şimdi ağabeyim veliaht prens, dolayısıyla ben de prens oluyorum, öyle mi?

- Kes artık şunu, dedi Selma, sert bir şekilde. Nesi var bunun gülünecek. İnsanlara nasıl yardım edebiliriz diye düşüneceğimiz yerde oturmuş dalga geçiyoruz. Ağabeyinin neler çektiğini bilmiyor musun?  Hasan ciddileşti birden,

- Yok ya, dalga geçmiyorum, bakma sen güldüğüme. Şu Jale’yi çağırsana, konuşalım bakalım. Yengemin yaşadıklarıyla Jale'nin anlattıkları arasında bir ilişki olabileceğini düşünüyorum gerçekten. Komik ama gerçek bir durum var ortada. Kadın bir anda Macarca konuşmaya başlıyor. İnanılır gibi değil. Böyle bir şeyin olabileceğine inanıyor muydun? Metafizikle ilgilendiğini biliyoruz Jale'nin. Buna benzer olaylar olmuştur belki de, bizim duymadığımız. Bunu bilse bilse Jale bilir. Onu dinlemekle bir şey kaybetmeyiz. Bakalım ne diyecek, nasıl rahibe olmuş? 

Selma, kocasının gerçek niyetinden emin olamamıştı.

- Ciddi misin? diye sordu, yüzüne dikkatle bakarak.

- Evet, dedi, Hasan. Belki reenkarnasyonda zaman geçişleri konusunda söyleyecekleri vardır. Bildiğim kadarıyla o bu konuda pek çok seminere katıldı, bir sürü kitap okudu.

Hasan gülmemek için kendini kasarken Selma kocasını anlamakta güçlük çekiyordu.

- Arıyorum bak, dedi. Telefonuna uzandı, keyifsizce.

- Ara bence, ne kaybederiz ki, dedi Hasan. Ama tembihle de millete yaymasın hemen. 

Selma olan biteni bir çırpıda anlattı telefonda. Daha lafını bitirmemişti ki Jale heyecana kapılıp bir çığlık attı.

- Demedim mi ben size, gördünüz mü, demek ki hayal görmüyormuşum. İnsanın sonsuza dek tek bir yaşam sürmesi size de saçma gelmiyor mu? Ruhlarımız kim bilir kaç beden değiştirdi şimdiye kadar. Ama pek az insanın bundan haberi oluyor işte. Selma, lâfı sakız gibi uzatan Jale’yi dikkatle dinliyordu.

- İşin yoksa hadi gel bize, birlikte Esther’in yanına gideriz.

- Aşk olsun, bundan önemli iş mi olur hiç. Bekleyin beni giyinip geliyorum hemen, dedi Jale.

Telefon konuşmasının bitmesini bekleyen Hasan, saatine bakıp birden hareketlendi.

- Eyvah, geç kaldım, belediyeye uğradıktan sonra ağabeyimi arar birlikte Esther'in yanına gideriz. Sen Jale’yi bekleyeceksin sanırım, onun arabasıyla gelirsiniz o zaman.  Hadi ben kaçtım, hastanede görüşürüz, geç kalmayın.

Bardağında kalan son çayı yudumlayan Hasan, aceleyle ceketini üzerine geçirdi.

Yirmi dakika sonra kapının zili Timur’u uyandırmaya yetmişti. Jale’nin bu kadar çabuk gelebileceğini tahmin etmiyordu Selma.

- Uçarak mı geldin, vallahi bravo! Daha mutfağı bile toplamaya fırsat bulamadım.

- Bilirsin Esther Abla’nın yaşadığına benzer hikâyeleri çok merak ederim. Bu yüzden arabama atladığım gibi koştum geldim. Reenkarnasyon benim ilgi alanım tatlım. Hadi bana bir an önce anlat Prenses Nora'yı. Ayy, çok heyecanlı...

Jale'nin uçuk kaçık, neşeli tavrını görünce onu çağırdığına, çağıracağına pişman olmuştu Selma.

- Dur hele bir otur, konuşuruz. dedi. Dağınıklığına bakmazsan mutfağa geçelim, hem Timur’un kahvaltısını hazırlarım o esnada. Selma, Jale’nin buna aldırmayacağını biliyordu.

- Yok, canım, ben de her şeyi olduğu gibi bıraktım çıktım. Çayın varsa bir bardak alırım, dedi, Jale.

Birlikte mutfağa geçtiler. Derin yırtmaçlı kırmızı elbisesi, yüksek ökçeli ayakkabıları ve aşırı makyajıyla yaşından fazla gösteren son derece frapan bir görünüşü vardı Jale'nin. Bu durum onun çocuksu tavırlarıyla tam bir tezat oluşturuyordu. 

- Hasan çıktı mı?

- Evet, belediyeye gitti. Başkandan izin alabilirse, oradan hastaneye geçecek. Temiz bir bardak çıkarıp tezgaha bıraktı. Sen çayını koyarken ben Timur'a bir bakayım, mızmızlanıp duruyor.

Kendisinden sadece dört yaş küçük olmasına rağmen Esther’e adıyla hitap etmeyi kendine yakıştıramıyordu Jale. Sadece yaş farkından değil ona duyduğu saygı gereği “abla” demek zorunda hissediyordu kendini. İnce belli bardağa çayını doldurduktan sonra masaya oturup bacak bacak üstüne attı. Selma kucağında Timur olduğu halde mutfağa döndü ve çocuğu mama sandalyesine oturttu. Jale çocuğun oturmasına yardım etti. 

- Aman da Timurcuk mu gelmiş. Nasılsın bakalım delikanlı? Annen sana şimdi mamanın yedirecek. Maşallah ne kadar uslu bir çocuk olmuşsun sen.

- Usludur benim oğlum Jale Teyzesi, mamasını yerse onu anneannesine götüreceğim biliyor musun? Selma çocuğun karşısına oturup onu yedirmeye koyulur koyulmaz Jale daha fazla kendini tutamadı. 

Esther Ablanın başına gelen aslında benim için sürpriz sayılmaz, onun aristokrat bir geçmişi olduğu her halinden belliydi. Bir süre duraksayıp düşündü. Sonra bir şey aklına gelmişçesine sağ elinin işaret parmağını havaya kaldırdı. Mmm, benim rahibe olduğum yıllarda o prensesmiş demek!

Sözlerinden espri yapmadığı, dediklerine yürekten inandığı belli oluyordu. İçinden "Çatlak bu ya," derken bir yandan da onu konuşturup eğlenmek hoşuna gidiyordu Selma'nın.

- Onu bırak da, söyle bakalım, Vatikan’a nasıl rahibe oldun sen? Alaycı bir gülümseme yayıldı yüzüne.

- Rüyamda gördüm. Ama bunun öncesi var.

- Nasıl yani? diye sordu Selma.

- Üç yıl kadar önce yakın arkadaşlarımızdan birinin evinde yemeğe davetliydik. Yemekten sonra ev sahibi olan arkadaşımız "Hadi ruh çağıralım" diye bir fikir attı ortaya. Ayhan’la yeni nişanlıyız o zaman. Ruh çağırmanın nasıl yapıldığına dair hiçbir fikrim yok. Ayhan, bildiğin gibi her mezarın bayat ölüsü…

- Hazır mezarın bayat ölüsü, diye düzeltti Selma. Timur'un ağzına bir kaşık daha sokuşturdu. Jale heyecanla anlatmaya devam etti.

- Her neyse, kaçırmaz böyle şeyleri işte, biliyorsun. Ev sahibi, Turan adında genç bir çocuk, bizim Ayhan'ın çocukluk arkadaşı, hazırlık yapmak için müsaade isteyip yan odaya geçti. İlk seansa Turan'ın kız arkadaşı Zehra da katılmak istedi. Bir süre sonra Turan, bizi odaya çağırdı. Dört sandalye dizilmişti karanlık odanın tam ortasında bulunan yuvarlak masanın etrafına. Sandalyelerin arkasında duvara asılı şamdanların ve masanın üzerinde yanan küçük mumların ışığı, Quija tahtasını görmeye ancak yetiyordu.”

- O da neymiş? diye sordu Selma.

- Quija, üzerinde harfler, rakamlar, evet, hayır ve güle güle sözcüklerinin yazılı olduğu bir tahta. Ben de ilk kez orada gördüm zaten. Kapıyı kapattıktan sonra Turan, bir şeyler söyledi. Bir çember oluşturacak şekilde birbirimizin elini tuttuk. Turan "Kimi çağıralım?" diye sorduğu anda bende korku bacayı sarmıştı. Ayhan’ın elini tüm gücümle sıkmaya başladım.

- Delisin sen, dedi Selma.

- Dur bak daha neler anlatacağım, dedi Jale, heyecanla. Ayhan, bana dönüp Jale’nin ruhunu çağıralım dedi. Yerimden sıçradım, hayır, hayır ben istemiyorum dedim. Turan bunun zaten mümkün olmayacağını, sadece ölmüş kişilerin ruhları ve cinlerle iletişim kurulabileceğini söyledi. Daha sonra bize en yakın görünmez varlığı masamıza davet etmek konusunda anlaştık. Sol ellerimiz birbirine bağlıyken sağ ellerimizin ikişer parmağını ters kapatılmış beyaz bir fincanın üzerine koyduk. Turan bir şeyler söyledi. "Ey ruh, geldiysen haber ver." gibi şeyler işte. Fincanda belli belirsiz bir titreme fark ettim. Masadaki herkes şaşırmıştı. Gözlerimizi açmış, birbirimize bakıyorduk. Turan, sanırım bir ziyaretçimiz var deyince hafiften altıma kaçırdığımı hissettim.

- Allah akıl fikir versin, hayatta istemezdim orada olmayı, dedi Selma.

- Neyse fazla uzatmayayım, Turan, kim olduğunu söyle bize dedikten hemen sonra, akıl almaz bir şekilde Quija üzerindeki fincan hareket etmeye başladı. Buna hiç kimsenin inanmasını beklemiyorum ama yeminle söylüyorum ben bunları yaşadım. Resmen parmaklarımızı sürüklüyordu fincan, harflerin arasında dolaşıyor, bazı harflerin üzerinde duraksadıktan sonra bir diğerine ilerliyordu. Selma’ya kollarını gösterdi. Bak dedi, sana anlatırken bile tüylerim diken diken oluyor. Turan, harfleri yan yana getirdikten sonra "Jale" diyor, dedi. Ellerimiz korkudan zangır zangır titriyordu. Turan, "Jale kim?" diye sordu. Fincan yine harflerin üzerinde dolaşmaya başlayınca dikkatimi verip takip etmiştim bu kez. Evet, Turan’ın dediği gibi, fincan Quija tahtasının üzerinde, sırasıyla "Rahibe" sözcüğünü oluşturan harflerin üzerinde gezindi. Bu sefer  "Hangi rahibe?" diye sordu Turan. Harfleri birleştirince "Rüya" sözcüğü çıktı. Ne demek istediğini o zaman anlamamıştık. Başka soruya geçmeden fincan parmaklarımızı "güle güle" yazan bölüme çekti. Turan, artık ayrılmak istiyor, seansı kapatmamız lazım, yoksa kızarlar deyince çıktık odadan. Salonda arkadaşlarla "rahibe" ve "rüya" sözcükleriyle ne anlatmak istediğini tartıştık gece boyunca. Hiçbirimiz bir anlam verememiştik bu iki sözcüğe. Sonra evlerimize döndük.

- Bekle biraz, telefonum çalıyor, dedi, Selma. Jale’nin sözünü kesti.

Aceleyle salondaki telefonun yanına koştu. Arayan Kemal’di.

- Hasan’a ulaşamıyorum, telefonu cevap vermiyor.

Selma telefonu kulağından ayırmadan mutfağa, Jale’nin yanına döndü.

- Başkandan izin alacaktı, sessize almış olabilir, onunla hastanede buluşuruz diye konuşmuştuk. Ben de Jale ile birlikte çıkarım birazdan.

- Ben sizi alabilirim ama önce Cevdet Bey’in yanına uğramam gerekiyor, dedi Kemal.

- İstersen önce bize uğra, birlikte gideriz doktora, yolu uzatmamış olursun. Hem sana anlatacaklarımız var.

- Tamam o zaman, yola çıktım, geliyorum dedi, Kemal.

Selma telefonu kapatıp Jale’ye döndü.

- Kemal bizi almaya gelecek, Esther’in doktoruna birlikte gideceğiz. Bir yandan masayı toplarken hikayenin sonunu merak ediyordu. Sen anlatmaya devam et, e ne oldu sonra? Rahibe rüyana mı girdi? 

- Benim arabamla da gidebilirdik ama neyse. Evet, ne diyordum, aynen dediğin gibi oldu. Gecenin bir yarısında kan ter içinde uyandım. Normal bir rüya değildi bu. Vatikan’daki Aziz Petrus Kilisesinin baş rahibesiydim. Papa’nın evrak işlerine bakıyor, yazışmalarıyla ilgileniyordum. Gördüklerim göz kamaştırıcıydı. Yüksek kubbesi olan bir binanın içinde, heykeller, resimler ve süslemeler arasında geziniyordum. Sonra birden sessizliği yırtan bağrış ve çığlıklar yükseldi. Ben de herkesin panik içinde koştuğu tarafa yöneldim. Papa yere uzanmış yatıyordu. Herkes bir yana açılıp bana yol verdi. Kanlı bir hançer göğsüne saplanmıştı. Üzerine kapanıp bağıra çağıra ağlamaya başladım. Üzerine eğildiğimde bana "Evet kızım, sen beni kurtaracak Paula’sın." diye fısıldadı.

Selma mutfağı toplarken Jale'nin anlattıklarına daha fazla dayanamadı.

- Hayal gücün epey genişmiş. Her insanın görebileceği bir rüya bu. Tamam, sen şimdi Timur'a göz kulak ol, ben de hemen giyinip, makyaj yapayım, Kemal’i bekletirsek, ayıp olur.

- Dur, dur bak, dedi Jale. Selma’nın peşine takıldı. Israrla kendisini dinlemesini istiyordu. Altı ay sonra Roma’ya gittik Ayhan’la. Otele yerleşir yerleşmez Vatikan’ın yolunu tuttuk. Yemin ediyorum bak, rüyamda gezdiğim, gördüğüm her yeri karşımda buldum. Ayhan’a sor istersen, rüyama giren heykellerin nerede olduğunu, hangi kapının nereye açıldığını elimle koymuş gibi biliyordum. Duvarları rüyamda gördüğüm resimlerle süslü uzun bir koridorda yürürken sağ tarafa açılan bir hole gireceğimizi, hole açılan üç kapı olduğunu önceden Ayhan'a söylemiştim. Bütün söylediklerim çıkınca o da şaşkına döndü. O kadar ki, holün mermer döşemesindeki haç işaretli yer süslemesi bile rüyamda papanın katledildiği yerde gördüğüm şeklin tıpa tıp aynısıydı.

- Esther’in durumu seninkinden farklı sanırım dedi, Selma. Jale’yi sabırla dinlemiş fakat onun iddia ettiği gibi önceki hayatını Vatikan’da geçirdiğine pek aklı yatmamıştı. Bununla birlikte Jale'nin anlattıklarına kendisini inandırdığını düşünüyor, sözlerinde bir aldatma ya da abartı olmadığını düşünüyordu.

- Seninle aynı fikirde değilim, dedi Jale. Esther Abla'nın durumu da benim rüyamın gerçek olduğunu kanıtlıyor. Eğer ruhun ölmeyeceğine inanıyorsak, onun kendine uygun başka bir bedende tekrar vücut bulacağına şaşırmamalıyız bence. Esther Abla’nın yaşadıkları benim bu düşüncemi desteklemiyor mu?

- Bilmiyorum, dedi Selma içini çekerek. Ben Timur’u aşağı, annemlere bırakayım, Kemal gelmek üzere. Bu arada Esther'in başına gelenlerden sakın kimseye bahsetme. Yoksa Kemal öldürür bizi. Doktoru da bunu bir sır gibi saklamamızı özellikle istedi.

Giyinirken, makyaj yaparken peşini bırakmamıştı, Jale. Çocuğun elinden tutup kapıya yürüdü.

- Hadi bakalım Timur, anneanneye gidiyoruz, Jale Teyze'ne bay bay de ve biz gelene kadar uslu duracağına söz ver. Çocuk, sesini çıkarmadı.

Devam edecek



1 Mayıs 2021 Cumartesi

SON DANS BÖLÜM 28

Arabasına bindiğinde aklı hâlâ Esther’deydi. Akşam karanlığına bürünmüş caddede birbiri ardına dizilen araçlar uzun kuyruklar oluşturuyordu. Telefonu çaldı. Arayan Feridun Bey’di. Sesi dostça geldi kulağına.

- Geçmiş olsun Kemal Bey, yaramaz bir durum yoktur İnşallah.

- Sağ olun Feridun Bey, dedi. Eşim rahatsızlanmış, hastaneye yatırdık.

- Hayrola, neyi var?

Karım senin lanet olası işin yüzünden keçileri kaçırdı dememek için zor tuttu kendini.

- Önemli bir şey değil. Tansiyonu düşmüş sanırım. Doktor bunun sebebini araştırmak için bir sürü tahlil ve test yapılmasını istedi. Sonuçlar çıkana kadar kontrol altında tutulması gerekiyormuş.

- Geçmiş olsun. Doktorların eline düşmeye gör, ararlar tararlar, sonunda bir şey kondururlar insana. Sıkma canını, dediğin gibi önemli bir şey yoktur. Canı bir şeye sıkılmıştır, bir şeyi kafaya taktığımda benim de düşüyor tansiyonum. Neyse, bir şeye ihtiyacın varsa söyle. Ben şimdi muhasebeye talimat veriyorum, şoför gelip hastane masrafını kapatır.

Patronu çenesini kapatsın yeterdi, başka bir şey istemiyordu Kemal.

- Sağ olun efendim, dedi. Konuşma bitti derken, Feridun Bey devam etti.

- Ha, bak yarın gelmene gerek yok, Ümit’le konuştum sen gelene kadar işleri idare edecek. Ama perşembe günkü toplantıda mutlaka senin de bulunman lazım, biliyorsun.

- Peki, efendim, dedi sessizce. Sinirlenerek telefonun kapat düğmesine bastı. Kafasını boşaltmak istiyordu. Hiçbir şeyi düşünmemek… Değil toplantıya gitmek, şirketin önünden geçmek dahi gelmiyordu içinden. “Adama bak ya, hâlâ perşembe günü toplantıya gel diyor.” diye söylendi. Bir de laf olsun diye “Bir şeye ihtiyacın varsa söyle” sözüne ifrit olmuştu. Yapacağınız o kadar çok şey var ki beyefendi, diye geçirdi aklından; her şeyden önce karşınızdakinin insan olduğunu anlamanız lazım. İnsan dediğin makine mi ki günün yirmi dört saati çalışsın. Gece gördüğü rüyalar bile işiyle ilgiliydi. Kendisine ve ailesine ayıracak zamanı olmaz mı hiç insanın? Bütün bunlara rağmen hiç mi hak etmez takdiri? Ne için katlanmak zorunda insan bunca eziyete? Üzerine titrediği, uğruna canını vereceği bir insanı nasıl ihmal eder?

Zihnini kurt gibi kemiren ardı arkası kesilmez sorulara cevap aramaktan başına ağrı girmiş, hastaneden evin önüne nasıl geldiğini anlamamıştı. Yol boyunca Pavlov’un köpeğinden tek farkı kulakları yerine gözlerini kullanmasıydı.  Hangi yoldan geldiğini, hangi caddelerden geçtiğini, kaç kırmızı ışıkta durduğunu hatırlamaya çalıştı. Hiçbir şey gelmedi aklına. Sanki gizli bir el onu kliniğin önünden alıp evin önüne bırakmıştı. 

Asansöre bindiğinde yine aynı düşünceler vardı kafasında. Yaşam dediğin her şeyini feda edip Feridun Bey’i zengin etmek miydi? Hasta yatan karısını düşüneceği yerde işi düşünmekten alamıyordu kendini hâlâ. Aklı ister istemez perşembe günü bölge müdürleri ve bayiler toplantısına gidiyor, hazırlık yapmadan insanların karşısına nasıl çıkacağını kara kara düşünüyordu. Sonra aklına Esther düşüyor, işle ilgili aklına gelen ne varsa bir anda süpürüp atıyordu. Sonunda beklenen olmuştu. Şimdi önemli olan tek şey Esther'in sağlığına kavuşmasıydı. Geç de olsa hiçbir şeyin sevgili karısının yerini alamayacağını anlamıştı. Eve girdiğinde Selmin karşıladı Kemal’i.

- Hoş geldiniz Kemal Bey.

- Hoş bulduk, dedi Kemal. Selmin, Kemal'in eve bu kadar erken gelişine şaşırmıştı. İki günden beri Esther'i görmüyordu. Merak edip birkaç kez aramış ancak telefona cevap veren olmamıştı. Eskiden karı koca birkaç gün ortadan kaybolur, kafa dinlemek için bir yerlere giderlerdi. Ama her seferinde Esther önceden bilgi verirdi kendisine. Son zamanlarda Esther'in içine kapanık halleri, dalıp gitmeleri, Kemal'in ilgisizliği dikkatini çekiyordu Selmin'in. Kemal’in bitkin halini görünce sıra dışı bir şeyler olduğunu sezmişti ama üzerine vazife olmayan konularda soru sormak adeti değildi. Fakat bu kez tutamadı kendini.

- Esther Hanım… dedi, devamını getirmeyi göze alamadı.

- Esther Hanım, biraz rahatsızlandı, bugün gelmeyecek, dedi Kemal. Keşke sadece bugün olsa diye geçirdi aklından.

Selmin’in aldığı cevap daha çok merak etmesine yol açmıştı. Endişeli gözlerle baktı mutfağa yönelen Kemal’in arkasından. Acaba aralarında tatsız bir şey mi yaşanmıştı.

- Umarım ciddi bir şey yoktur, demekle yetindi.

- Umarım, diyerek soğuk bir karşılık verdi Kemal.

- Karnınız açsa bir şeyler hazırlayayım size.

Sabahtan beri ağzına bir lokma girmemişti.

- Olur, dedi. İşiniz bittikten sonra çıkabilirsiniz.

Kemal, üzerini değiştirmek üzere yatak odasına doğru yürüdü.

Kapı sesini duyunca Selmin’in gittiğini anladı. Hemen mutfakta aldı soluğu. Gün boyunca ağzına bir şey koymamıştı. Özenle hazırlanmış masanın üzerindeki sebzeli köfte tabağından yükselen leziz kokuya daha fazla dayanamadı. Dolaptan aldığı soğuk bira şişesini dayadı ağzına. Köftenin yanına bir tabak domatesli pilav ve bir kâse de cacık bırakmıştı masaya Selmin. Ev yemeklerini ne kadar çok özlemişti.

Tadı damağında kalmıştı yediklerinin. Boşalan tabakları tezgâha bıraktıktan sonra elinde bira şişesiyle geçti salona. Sehpanın üzerinden aldığı kumandanın düğmesine basıp televizyonun karşısındaki geniş koltuğa bıraktı kendini. Boş gözlerle ekrana bakarken karısını düşünüyor, arada sinsice aklına düşen işiyle ilgili mevzuları kafasından atmaya çalışıyordu.

Birasından bir yudum çekti. Beyninin derin kıvrımlarına çöreklenmiş bir sorgucu, yaşama dair sorular soruyor, cevabını beklemeden peş peşe gelen yeni sorularla benliğini sıkıştırmaya çalışıyordu. Cevabını bilmediği sorulardı bunların çoğu. Yaşamını tıka basa dolduran, aldığı nefesin bile ona birileri tarafından ödünç verildiğini hissettiren iğrenç bir cendereye sıkışmıştı ruhu. Zevki, kederi, sohbeti, kavgası, eğlencesi her şeyi işiyle ilgiliydi. Karısına söylediği güzel sözleri bile kıskanacağını düşünürdü işinin. “İşkolik” sözünden hiç alınmaz, tam aksine, bundan mutlu olurdu. Tek gayesi vardı hayatın: Çalışmak. Başarılı olmak için hep daha çok çalışmak. Başarı, bir dağın zirvesine benzemezdi ki hedefine ulaştığında tamam diyesin. Hayat önüne başka dağlar, başka zirveler koyardı hemen. “Hadi, hadi, biraz daha çalış, olacak.” Bir sürü aksilik çıkar bu tehlikeli yolculukta, bazen biri gelir çelmeyi takar, tam başardım dediğin anda. Kendinle baş başa kalırsın, moralin bozulur, daha çok çalışmak zorunda olduğuna inandırırsın kendini…

Devam edecek.


 

28 Nisan 2021 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 88

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimizin 88. Haftasına girmiş bulunuyoruz. Daha önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi. Geçtiğimiz hafta Sessiz Gemi arkadaşımızın önermiş olduğu "ötekileştirme" konusunun  devamı niteliğinde bir konu önermiş arkadaşımız. Toplumumuzda yıllardır kanayan bir yara olan "ötekileştirilme" nin bireysel etkileri üzerinde duracağız. Bir önceki Ağaç Ev Sohbetleri yazımda "ötekileştirme" fikrini yaşama geçiren iki önemli kurumdan (Siyaset-Din) bahsetmiş, söz konusu kurumların halkı sömürmek amacıyla kullanıldığını, insanlar arasında ayrımcılık yaparak baskı ve şiddete yol açtıklarını dilim döndüğünce anlatmaya çalışmıştım. Bu hafta ise "ötekileştirilme" sebebiyle yaşadığımız bireysel deneyim, etkileşim ve gözlemlerle bunların sonuçlarını tartışacağız. Haftanın soruları şöyle:

"Sizi başkalarından ayıran, sizi "ötekileştiren" bir niteliğiniz var mı ya da bugüne dek kendinizi hiç "ötekileştirilmiş" hissettiniz mi? Sizi "öteki" yapan niteliğinizin aslında sizi "özel" ve "güçlü" kıldığının farkında mısınız?" 

İster kabul edelim, ister etmeyelim bütün insanlar yerleşik düzene geçtiği tarihten bu yana yönetenler ve toplum tarafından az ya da çok ötekileştirilmiştir. Bu durumun aksini ihtimal dahilinde görmüyorum. Ötekileştirme, bir başka deyişle ayrımcılık, Hitler dönemi Almanya'sında Yahudi toplumuna, Amerika Birleşik Devletleri'nde zencilere yapılan uygulamalarda doruğa ulaşırken günümüzde düşüncenin özgürce ifade edilememesi, ırksal ve sınıfsal ayrımcılık, "ötekileştirme" nin görece daha hafif sonuçlarla ortaya çıkmakta. Fakat yine de savaş, göç, şiddet ve baskı gündemden düşmüyor, sürekli insanlar ölüyor, yaralanıyor.

Çocukken oturduğumuz sokağın altındaki bölgeye Kürt mahallesi denirdi. Büyüklerimiz o tarafa gitmemizi pek istemezdi ama nedenini bilmezdik, o çocuk halimizle sorup öğrenmek de aklımıza gelmezdi. Demek ki, Kürtler sakınılması gereken insanlardı! Şükürler olsun ki Kürt değildim, ötekileştirilmemiştim!

Çok çalışırsam okuyup büyük adam olacağım söylenmişti. Dediklerini yaptım ülkenin en prestijli üniversitelerinden birini kazandım. Güveneceğim, dost olabileceğim yeni arkadaşlar edinmek istiyordum. Sınıfta ders aralarında cicili bicili kıyafetleriyle bazı öğrencilerin kendi aralarında sohbet edip eğlendiklerini görünce aralarına katılabileceğimi düşünmüştüm. Yüzüme bile bakmadılar. Kendi aralarında ne güzel şakalaşıyor, eğleniyorlardı oysa. Sonra onların TED mezunu olduklarını öğrendim. Benim arkadaş çevrem ise Anadolu'dan gelen gariban insanlardan oluşmuştu. Tuhaftır, bu kendini üstün gören, başkalarını aralarına almayı kendilerine yakıştırmayan öğrencileri kendi çevremizde "kolej bebeleri" diyerek küçümsediğimizi hatırlıyorum. Çünkü üniversite, tamamen sol görüşlü öğrencilerin elindeydi, iktidardaydık! O kolej bebeleri değil, bizim gibi sıradan öğrenciler rağbet görüyordu. Şükürler olsun ki ben "kolej bebesi" değildim ve bu nedenle ötekileştirilmemiştim!

Üniversiteye gittiğim dönemde sağ-sol çatışmaları yaşanıyor, günde on-on beş genç can veriyordu. Şebeke dedikleri öğrenci kimliğimi elime aldığımda kendimle gurur duymuştum. Lakin o gurur duyduğum şebeke genellikle başımıza bela oluyordu. Ankara Bahçelievler semtine giremiyorduk. ODTÜ'lü olmak, bunu ortaya koyan kimliğimizi taşımak sağcı öğrenciler tarafından işkence edilmek ya da öldürülme riski taşıyordu. Bu yüzden çok mecbur olmadıkça Bahçelievler'e gitmedim. Nadiren gitmek zorunda kaldığımda şükürler olsun ki kimse kimliğimi sormadı, Bahçelievler durağında sağcı öğrencilerin silahla taradığı servis otobüsünde de yoktum, ötekileştirilmem şans eseri bana zarar vermemişti!

Yine üniversiteye başladığım ilk zamanlar muhafazakar, dinine bağlı biriydim. Ortam ötekileştirilmem için son derece müsaitti. Herhangi bir siyasal ya da dini örgüte bağlı değildim ama fikirlerimi özgürce söyleyebiliyordum. Fikirlerin çarpıştığı toplantılarda ilk kez inancımı sorgulamaya başladım. Ötekiler haklıydı, akıl kazanmıştı. Sonuçta şükürler olsun hiçbir baskıya uğramaksızın öteki olmuş, ötekileştirilmekten kurtulmuştum!

Hiçbir parti, dernek, tarikat, kulüp üyeliğim olmadı, mecburen kayıt yaptığım meslek odası dışında. Aidiyet ötekileştirmeyi getirir. Bu yüzden yine şükürler olsun, başka topluluklar tarafından ötekileştirildiğimi söyleyemem! Devlette çalışsaydım, kariyer yapabilmek için iktidardaki siyasal partiye ya da bir cemaate, bir tarikata bağlı olmam gerekirdi. Neyse ki hep özel sektörde çalıştım, iktidar değişikliklerinde ötekileştirilmekten kurtuldum.

Ötekileştirilme bazen şansızlığın ve kötü kaderin, bazen de karşıt fikirlere sahip olmanın, karşıt grupların içinde yer almanın sonucunda kendini gösterirken ötekileştirilmeyi göze almak başlı başına cesaret işidir. Gustave Le Bon (1841-1931), "Kişinin bireysel yoldan edindiği özellikler kitle içinde silinir, dolayısıyla bireyin kendine özgü karakteri kaybolur. Bilinçdışı kendini açığa vurup heterojenite homojenite içinde eriyip gider. Diyebiliriz ki, bireyden bireye değişen ruhsal üstyapılar kaldırılıp bir kenara atılır, işlemez duruma getirilir, bireylerin tümünde homojen özellik, bilinçsiz alt yapı ise gün ışığına çıkarılır." diyerek tüm bireylerin toplum içinde farkında olmadan ötekileştirildiğini ortaya koymaktadır.

Her şeye rağmen şanslı olduğumu düşünüyorum. Amerika'da zenci, Avrupa'da göçmen, Türkiye'de Kürt, Ermeni ya da diğer milletlerden birine tabii olabilirdim, bağlı olduğum din Musevilik, Yahudilik ya da başka bir inanç sistemi olabilirdi. Bunlardan dolayı bireysel ötekileştirmeye maruz kalmadım diyebilirim. Fakat toplumun her kesimi gibi ben de toplumsal ötekileştirmelerden nasibimi aldım ve almaya devam ediyorum. Şükürler olsun ki, bir yere kadar ötekileştirilmeyi göze alacak cesareti kendimde bulabiliyorum.

Yıllar önce sağlık raporu almak için Etimesgut Devlet Hastanesine gitmiştik eşimle. Hınca hınç doluydu salon, koridorlar. Başı açık tek kadın eşimdi. Bütün gözler üzerimizde toplanmıştı. Akıllarından geçeni bilmiyordum ama sanki uzaylı görmüş gibiydiler. Utandım! Tersi bir durum da olabilirdi. Başı açık kadınların arasında türbanlı bir kadın aynı duyguları yaşayabilirdi. Yine on yıl kadar önce bir yaz günü Çeşme'de ailecek arabamızla dolaşıyorduk. Güzel bir otel gördük. Otelin havuzuna girip biraz hoşça vakit geçirmek istedik. Duvarlarla çevrilmiş otelin giriş kapısına geldiğimizde görevli yanıma yaklaştı. "Burası tesettür otel, size uygun olmayabilir." dedi. Adama teşekkür ettik, gerçekten de bize uygun bir yer olamazdı. Kırk yıl önce türban yoktu. Türk kültüründe türban yok. Daha sonra dini zorunluluktan ziyade siyasi bir simge oldu. Yalan söylememek, iyilik yapmak, yardımsever olmak, hak yememek gibi yüzlerce özelliği bir tarafa bırakıp İslam'ın tek şartı saç telini göstermemek olmuştu adeta. İnsanlar dindarlar ve dinsizler diye ikiye ayrılmıştı türban yüzünden. Oysa başı açık olup dinine yürekten bağlı birçok insan olduğu gibi başı kapalı olup her türlü dine aykırı işler çeviren insanlar vardı. Bugün tesettür iktidarda, başı açıklar ötekileştirilmekte. Yarın ötekiler iktidara gelecek, çark tersine dönecek. Siyasete alet edilen dinin insanları ötekileştirmedeki rolünü gösteren nice örnek saymak mümkün. 

Şimdi sözüm ona tam kapanmaya giriyoruz pandemi nedeniyle. Hükümet karar verdi, on yedi gün boyunca içki satışı yasak! ama camiler namaz kılmak isteyene açık! Ötekileştirmeye yeni bir örnek daha. İktidar değişti diyelim. Benzer bir pandemi geldi. Bu kez içki satışlarının serbest, camilerin kapanacağını şimdiden rahatlıkla söyleyebilirim ki bu son derece normal. Pandemi camide topluca ibadet eden insanlar için tehlike yaratabilir ama alkollü içkinin pandemiyi arttırmayacağını kör cahil bilir. Siyaset ve dinin müşterek ötekileştirme operasyonu. Yarın iktidar değiştiğinde inanç özgürlüğünden bahsedenler bu örnekleri önlerinde bulacaklar. Ülkeyi bu kadar ayrımcılığa uğratan siyaset ve dinden başkası değil.

Evet, toplumsal ötekileştirmelerden rahatsızım. Bu nedenle dini siyasetten ayıran batı toplumlarına gıpta ediyorum. Atatürk cumhuriyetinde laiklik prensibi devlet yönetiminde kilit rol oynuyordu. Laikliği dinsizlikle eşdeğer gören siyaset ülkemize büyük zarar vermekte. Laiklik dinin siyasete alet edilmemesidir. Eğer din siyasete alet edilmezse büyük ölçüde inanç kaynaklı ötekileştirmenin ortadan kalkacağına inanıyorum.