KATEGORİLER

12 Ekim 2021 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 112

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Haftanın konusu şöyle:

"Bazı insanlar bir yerlere giderken veya işleri hallederken daima hızlıdırlar. Diğer bazı insanlar ise daha yavaş yaşarlar veya yavaş hallederler işlerini. Hangisini tercih edersiniz veya uygularsınız?"

Bir yere giderken veya işlerini yaparken bazı insanların hızlı, bazılarının ise yavaş olmaları tercihe dayalı davranış biçimlerinden öte her bireylerin doğuştan gelen karakter özellikleridir bence. Bu durumun zekâ seviyesi ile bir ilişkisi var mı, pek emin değilim. Aceleciliği sevdiğim söylenemez. Bir yere giderken, alışverişe çıktığımda ya da elime bir iş aldığımda acil bir durum söz konusu değilse bir an önce bitsin bu iş deyip sanki arkamdan biri kovalarmışçasına hızlı hareket etmek adetim değil. Bu konuda hımbıl, ağır bir insan da sayılmam ama yaşantımda panik sözcüğüne pek yer yoktur.

İşlerin hızlı halledilmesi konusu açıldığında aklıma bir dönem yanımda işe başlayan genç, mühendis bir arkadaşım gelir. Birkaç ay öncesine kadar ünlü bir holdingde enerji grubunun başkanı olan bu arkadaşım yakın çevremde Covid-19 sebebiyle yaşamını yitiren tek kişi. Çocuğa ne iş verirsem vereyim, iki saat sonra karşıma dikilip çalışmanın sonucunu getirirdi. Hemen arkasından, bütün gün uğraşacağı başka bir iş verirdim. İki saat sonra odama gelir, bunu da bitirdim, şimdi ne yapmamı istersiniz diye sorardı. Adama iş yetiştirmek için kendimi paralardım. Öyle ki bir yandan ne gıcık bir herif diye aklımdan geçirirken bir yandan da içten içe kıskanırdım onu. Oğlum da aynı onun gibi iş konusunda. İki saatlik çalışma sonunda günlük işlerini bitiriyor. Sonrası can sıkıntısı. Ben ise tam aksi bir yapıdaydım. Bir işi ele aldığımda ona bağlı bir sürü iş türetirken ana iş diğerlerinin yanında aksesuar kalırdı. Zaman en büyük problemim olur, mesai saatleri yetmezdi.

Elbette işleri hızlı halletmek, tabiri caizse pratik olmak arzu edilen bir özellik. Özellikle mutfak, tamir işlerinde son derece önem kazanıyor. İşi biraz ağırdan aldığınızda, beceriksiz, işten anlamaz, acemi gibi yaftalanmak riskiyle karşı karşıya kalabilirsiniz. Ancak hızın yanında çıkarttığınız işin kalitesi de önemli tabii. Bu durumda eğer üzerime aldığım işi kaliteden ödün vermeksizin mümkün olan en kısa zamanda yapabiliyorsam daha ne isterim. Elbette tercihim bu yönde olurdu ama yukarıda belirttiğim üzere ne yazık ki bu konu sadece bir tercih meselesi değil. Yeterli yetenek ve tecrübeye sahip olduğumu varsaysam bile konuların içine derinlemesine ve değişik yönleriyle girme eğilimim muhtemelen beni hiçbir zaman pratik, hızlı bir insan yapmayacaktır. Bu özelliğimin, karar aşamasında, etraflıca ve uzun süre düşünmeme de sirayet ettiğini sanıyorum. Sık sık karar değiştiren biri olmamam belki de bu yüzdendir.

İşleri hallederken hızlı mı, yoksa yavaş olmak mı daha iyi sorusu geliyor aklıma şimdi. Ben şahsen halimden şikâyetçi değilim. Eğer işlerimi hızlı halleden biri olsaydım muhtemelen onların yanına yenilerini eklerdim ve bu beni çok yıpratırdı. Sakin, yavaş bir yaşam sürmek daha az hata yapmayı, bunun yanı sıra sabırlı olmayı da öğretiyor insana. Deep'in de belirttiği gibi hızlı yaşamak, daha çok işin üstesinden gelmek daha uzun yaşamak anlamına gelmiyor. Hayatta önemli olan mutlu anlarımızı çoğaltmak.

9 Ekim 2021 Cumartesi

KENDİNE AİT BİR ODA - VIRGINIA WOOLF

Kitabın Adı: Kendine Ait Bir Oda

Yazar: Virginia Woolf

Sayfa Sayısı: 143

Yayınevi: Dokuz Yayıncılık

Çeviren: Gülce Ekin Köse

Türü: Deneme

Sevdiğim yazarlardan biridir Virginia Woolf (1882-1941). Modern Edebiyatın mihenk taşlarından biri olan İngiliz yazar dönemin Londra'sında kadına biçilen rolden hareketle yazın dünyasında görünemediklerini düşünüyor. Kendine Ait Bir Oda isimli eser, Cambridge Üniversitesinin 1928 yılında kız öğrencilere ilk kez kapılarını açmasından sonra yazarın kolejlerde kız öğrencilere yaptığı konuşmalardan yararlanarak ortaya çıkmış. Edebiyat alanında Shakespeare gibi bir kadının ortaya çıkmayışında ana nedenin kendini geçindirebilecek bir gelire ve kendine ait bir odaya sahip olmamasına bağlayan yazar feminizmin öncülerinden. Yazara göre edebiyatın tarihsel gelişiminde kadına rol verilmeyişinin bir diğer nedeni de toplumun ataerkil yapısı elbette. Son derece akışkan ve kurgusal bir üslûpla kitabı roman havasına çeviren yazar, Oxford ve Cambridge kelimelerinin birleşmesinden oluşan Oxbridge diye kurgusal bir üniversiteden bahsederken Shakespeare'in kurgusal bir kız kardeşini konu etmekte. Dönemin Londra sosyal yaşamını ve kadına bakışını ustalıkla dile getiren Woolf, kurgusal yazın üzerine Jane Austen, George Elliot ve Bronte kardeşlerin eserlerini yorumluyor. Yazarın sorunu ele alışında ana fikri, aşağıdaki cümlelerde gizli:

"Cinsiyetimizi ve tarzımızı yanlış anlıyormuşuz. Terbiye, moda, dans, kıyafet, oyun... İşte bunları istemeliymişiz. Yazmak ya da okumak ya da düşünmek ya da araştırmak, güzelliğimizi gölgeler, zamanımızı tüketirmiş! Ve en güzel çağımızda engellermiş zaferlerimizi. Berbat bir evin sıkıcı işlerini ise en büyük sanatımız ve yararımız sayar kimileri..."  
 
Uzun zaman önce ben de aynı soruyu sorar dururdum kendime; Neden bilim adamları, kâşifler, mucitler, şairler, alimler, peygamberler hep erkek? Neden iş insanları, valiler, kaymakamlar, belediye başkanları, milletvekilleri arasında kadınların sayısı bu kadar az? Hem de kadınların erkeklerden daha zeki olmasına rağmen! Virginia Woolf yüz yıl kadar önceki döneme göre bazı saptamalarda bulunup kadınları yazmaya ve toplumda söz sahibi olmaya yüreklendiriyor. Bugün hâlâ hayatın muhtelif alanlarında kadınların geri plânda olmasının en büyük sebebi ekonomik özgürlüklerinin olmayışında değil mi?. Peki sadece bu yeterli mi? Elbette değil, feministler eşitliği sağlayana kadar onların yanında olacağım ancak benim vereceğim katkıdan çok daha fazlasını bizzat kadınlar hemcinslerini eğiterek vermeli. Virginia Woolf büyük bir cesaretle üzerine düşeni fazlasıyla yapmış, darısı bizim kadınlarımıza... 

MUTLU OLMA SANATI - ARTHUR SCHOPENHAUER

 

Kitabın Adı: Mutlu Olma Sanatı

Yazar: Arthur Schopenhauer

Sayfa Sayısı: 53

Yayınevi: Can Yayınları

Çeviren: Şebnem Sunar

Türü: Deneme

Felsefeye ilgimin depreştiği bir sırada dikkatimi çeken ve fikirlerimle en çok uyuşan bir düşünce adamıydı Arthur Schopenhauer (1788-1860). Can Yayınlarının Kısa Klasikler serisinden biri olan "Mutlu Olma Sanatı" elime geçince ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Genel olarak karamsar bulunan yazar bana göre hiç de öyle olmadığını bu kitabında ortaya koymakta. Nietzsche'yi etkileyen ilk filozoflardan biri olan Schopenhauer'i tanımlamam gerekirse o, aklı temele oturtan rasyonalist (akılcı) bir düşünce adamı. Şebnem Sunar'ın başarılı çevirisinden okuduğum "Mutlu Olma Sanatı" yazarın 45 madde halinde sıraladığı mutluluk sırlarından bahsediyor.  

"Gelecek için yaptığımız plânlar ve duyduğumuz endişeler, ya da geçmişe özlem bizi durmadan öyle meşgul eder ki mevcut an neredeyse hiç dikkat çekilmez, ihmal edilir." sözleriyle Horatius'un "Carpe Diem" (Anı yaşa) özdeyişine selâm çakan Schopenhauer, aslında acılar ve kötülüklerle dolu dünyanın hiç de yaşanacak bir yer olmadığını düşünürken, acı çekilmeyen ya da daha az acı çekilen zamanları mutluluk anları olarak değerlendiriyor.

"Sahip olmadığımız şeylere bakarken 'Benim olsaydı nasıl olurdu?' diye düşünme eğilimindeyiz ve işte böylece yokluğu hissederiz. Oysa bunun yerine sahip olduğumuz şeyler için sık sık şunu düşünmemiz gerekir. 'Bunu kaybetsem ne olurdu?'"

"Aklı başında kişi hoş olanın değil, acı vermeyenin peşindedir."

"Başkasının mutlu olması seni rahatsız ediyorsa asla mutlu olamazsın."

Schopenhauer'e göre bu anlamsız, boş, acıyla dolu ve kötü hayattan kaçınmanın tek yolu İstencimizi öldürmek! İstencimizle irademizi kullanarak baş edebiliriz. İstenç denilen, akla uygun olmayan her türlü aşırılık insanları parmağında oynatıyor ve geçici tatminlerle veya ulaşılmayan hayallerle, insanı hiçbir zaman dışına çıkamayacağı bir bıkkınlık ve acı döngüsüne sokmakta.

"Ne değerli oluyor elde etmediklerimiz. Bir kere elde ettik mi başka şeye yöneliyor tutku. Dinmez, onulmaz bir susuzlukla bağlıyız yaşama!"

"Hayatımızın en rastlantısal olaylarının da arkasında duran gizli güçten ötürü her olayı gerekli olarak görmeye alışmamız gerekir; kaderciliğin teskin edici bir yanı vardır ve esasında doğrudur." sözüyle kaderciliğe göz kırpan yazar, Hinduizm ve Budizm öğretilerine ilgi duymuş ancak bu durum yazarı dünyadan elini eteğini çekip münzevi bir hayat yaşamaktansa acılarımızı olabildiğince azaltmayı öneren bir yaşam şeklini önermeye yöneltmiş.

"Mutluluk bir rüyadır, acıysa gerçek."

"Bizi mutlu ya da mutsuz eden, aslında deneyimle dışarıdan ilişkili şeyler değil, bunları kavrama şeklimizdir."

Zevkle okuduğum bir kitap, şiddetle önerebilirim. 

YALNIZ SIKICI İNSANLAR KAHVALTIDA PARILDAR - OSCAR WILDE

Kitabın Adı: Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar

Yazar: Jean Oscar WILDE

Sayfa Sayısı: 62

Yayınevi: Can Yayınları

Çeviren: Özlem Alkan K

Türü: Aforizma

Oscar Wilde (1854-1900) Dublin doğumlu şair, yazar ve eleştirmen. Daha önce Dorian Gray'in Portresi  adındaki tek romanını okuduğum, katı ahlâk kurallarının, tabuların egemen olduğu Victoria döneminde sıra dışı hayatıyla çağının çok ilerisinde düşünen Oscar Wilde, şiir, masal, öykü kitaplarının yanı sıra aynı zamanda bir oyun yazarı, eleştirmen ve estetik kuramcısıydı. Toplum yaşamını, sanatı, aşkı, kadın erkek ilişkilerini ve insan doğasını farklı açılardan olağan üstü bir ustalıkla ele aldığı aforizmalarının (özlü, çarpıcı ve aykırı sözler) derlendiği "Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar" adlı kitabı bir oturuşta okunabilecek cinsten. Önce yazarın ne demek istediğini anlamaya çalışıyorsunuz fakat sarf ettiği sözler üzerinde kısa bir süre düşündüğünüzde çoğu zaman yazara hak veriyorsunuz. Bu özlü, çarpıcı, ironik ve mizah içeren alegorik (bir düşünceyi, davranışı ya da eylemi, daha kolay kavratabilmek için onu, yerini tutabilecek simgelerle, simgesel sözlerle, benzetmelerle göz önünde canlandırma işi) sözleri okuduğunuzda yaşamın bir parçası, toplum, bir arkadaşınız, eşiniz ya da geçmişinizde tecrübe ettiğiniz bir olay canlanıveriyor gözünüzde. Çeviriyi başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Kitabın adını veren "Yalnız Sıkıcı İnsanlar Kahvaltıda Parıldar" cümlesiyle yazarın ne demek istediğini tam olarak henüz çözmüş değilim ama Wilde, burada sıkıcı insanlara gün boyu tahammül etmenin güçlüğünden dem vuruyor olmalı. Aforizmaların her biri deneme yazmak için güzel bir esin kaynağı aynı zamanda. Wilde'ın aforizmalarından hoşuma giden birkaç örnek vereyim:

"Bana göre, sabah erkenden kahvaltısını edip şehre gidip treni yakalayan, ticaret aleminin tozlu, kasvetli atmosferinde kalan, akşam evine dönüp yemeğini yedikten sonra uykuya dalan işadamının hayatı bir kadırga kölesininkinden beterdir - zincirleri demir değil altındandır, o kadar."

"Hayat ciddiye alınmayacak kadar önemlidir."

"Çok çalışmayı, yapacak daha iyi bir işi olmayan insanların sığınağı olarak görürüm."

"Dua asla karşılık bulmamalıdır; Eğer bulursa dua olmaktan çıkar, muhabere olur."

"Tehlikeli olmayan bir fikir, fikir olarak nitelendirilmeyi bile hak etmez."

"Kamuoyu ancak fikirlerin olmadığı yerde var olur."

"Yoksulların gerçek trajedisi nefislerinden feragat etmek dışında hiçbir şeye güçlerinin yetmemesidir. Güzel nesneler gibi güzel günahlar da zenginlerin ayrıcalığıdır."

"Mutlu yaşamak için talihsizlikler gerekir."

"Aşk bütünüyle trajedidir."

İnternette Oscar Wilde'ın aforizmalarına kolaylıkla ulaşmak mümkün fakat okuduğum kitap onun düşünce dünyasını keşfetmek için pratik bir yol oldu benim için.

8 Ekim 2021 Cuma

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 111

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili Manxcat/Kuyruksuz Kedi belirledi. Sıra dışı tuhaf alışkanlıklarımızı ifşa edecek haftanın konusu şöyle:

"Takıntılı olduğunuz şeyler var mı?"

Takıntı denilince bir inanç gereği ya da hiçbir mantığı olmadığı halde yapılması veya yapılmaması halinde endişe ve huzursuzluk yaratan huy ya da davranış biçimlerini anlıyorum ben. Araştırmalara göre kadınlarda erkeklere nazaran çok daha sık görülürmüş. Diğer taraftan takıntılarla baş edememe durumunun, bilimsel açıdan asla bir kişilik zayıflığı ya da irade noksanlığı çerçevesinde ele alınmaması gerektiğini ifade eden uzmanlar, bu rahatsızlığın aslında hassas ve zeki insanların başına geldiğini belirtiyorlar. Aristo mantığından hareketle, bu saptama kadınların erkeklere göre daha hassas ve zeki olduğunu bir kez daha kanıtlamış oluyor.

Bana gelince doğal olarak! fazla takıntıları olan biri değilim. Fakat en çok görülen takıntı türlerinden biri olan kapıların açık kalmış olabileceğinden kuşku duyma durumunun bir benzeri bende var. Ne zaman arabadan inip kumandayla arabamı kilitlesem içimde bir huzursuzluk peydahlanmakta. Çoğu kez gayrı ihtiyari yaptığım kapı kapatma eylemini kafama fena takarım. Eğer şanslıysam arabadan on on beş adım uzaklaştıktan sonra aklıma düşer ama çoğu zaman eve çıktıktan sonra işkillenmeye başlarım. Kendimi rahatlatmak için üşenmeden tekrar arabamın yanına gider kilitleyip kilitlemediğimi kontrol ederim. Bugüne kadar yüzlerce kez maruz kaldığım bu durumda sadece bir kez arabamın kilitlenmemiş olduğunu gördüm.

Bana epey rahatsızlık veren bu huyumu aşmak için biraz araştırma yaptım. Obsesyon OKB (Obsesif Kompulsif Bozukluk) olarak olarak adlandırılan söz konusu davranış türüne halk dilinde vesvese dendiğini biliyordum. Vesvesenin nedeni Şeytan, ondan kurtulmanın üç yolu varmış: Birincisi istiğfar, yani tövbe etmek, ikincisi istiaze, yani  Şeytanın şerrinden Allah'a sığınmak, sonuncusu da sık sık eûzü besmele okumak.   

Bu iş canımı sıkıyor, bir an önce takıntımdan kurtulmak istiyordum. İlk aklıma gelen, vesveseme neden olan Şeytan'ı ortadan kaldırmak olmuştu. Eğer bunu başarabilirsem vesvese olayı dünyadan silinebilecekti ve ben insanlığa büyük bir fayda sağlayacaktım. Her şeyi göz almıştım ama Şeytan denilen şey gözle görülür, elle tutulur bir şey olmadığı için plânımı gerçekleştiremedim tabiatıyla. Bu yüzden alimlerimizin tavsiyesine uyup en azından kendimi Şeytan'dan kurtarma cihetine gittim. Bana göre yaşadığım süre içinde hiç günah işlemediğim için tövbe, istiğfar etmemin anlamı yoktu. İlahi kattan bakıldığında ise biriken günahlarım için kırk yıl tövbe etsem yine de vesveseden kurtulmaya yetmeyecekti. İkinci olarak Şeytan'ın şerrinden kaçınmam gerekiyordu. Kendisiyle hiç tanışma fırsatım olmamıştı. Onun çok kurnaz ve zeki biri olduğunu biliyordum. Ne kadar gayret göstersem de bir şekilde beni oyuna getirebilirdi. Zira yeri göğü yaratan Tanrı'ya sığınan nice softa insanlar gördüm, Şeytan hepsinin ruhunu teslim almıştı. Buna karşılık hiçbirinin cennete kabul edilecek miyim yoksa nar-ı cehennemde yanacak mıyım diye vesvese ettiklerine rastlamadım. Sonunda takıntının Şeytan'ın bir işi olmadığına karar verecektim ki hadi sonuncu yolu da deneyim aklımda kalmasın dedim. En kolayı buydu. Elime tespihi aldım, 99 kez eûzü besmele çektim. Aklıma yarım saat önce kapının önüne bıraktığım arabam geldi. Acaba kapısını kilitlemiş miydim? Çaresiz giyinip aşağı indim. Kapıları kontrol ettim. Her zaman olduğu gibi yine kilitli buldum ve eve geri döndüm.

Gerçekten işe yaramıştı sanki. Son üç gündür arabamı kilitleme takıntımın ortadan kalktığını fark ettim. Bu üçüncü yol sayesinde artık vesvese etmiyordum. Ne var ki yeni bir durum çıkmıştı ortaya. Eûzü besmelemi çekip tespihi elimden bırakır bırakmaz garip bir huzursuzluk çöküyordu üzerime. Acaba tam 99 kez besmele çekmiş miydim? Ya el alışkanlığıyla tespih tanelerinden birini atlamışsam! Hadi sil baştan, yeniden tespihimi elime alıp çekiyordum. Bir süre sonra kafam çalıştı, fazla besmele göz çıkarmaz deyip on kez daha ilave ettim. Bu durum aşağı inip arabamı kontrol etmekten daha fazla zamanımı almaya başlamıştı. Lakin ana sorun çözülmüştü, artık arabamın kilitli olup olmadığına takılmıyordum.    

29 Eylül 2021 Çarşamba

ŞEYTAN YEMİNİ - JEAN CHRISTOPHE GRANGE

Kitabın Adı: Şeytan Yemini

Yazar: Jean Christophe GRANGE

Sayfa Sayısı: 519

Yayınevi: Doğan Kitap

Çeviren: Tankut GÖKÇE

Türü: Roman (Polisiye/Gerilim)

Şeytan Yemini, müptelâsı olmadığım polisiye türünde bir kitap. Daha önce yazarın Kongo'ya Ağıt romanını okuduğumu hatırlıyorum. Kongo'ya Ağıt konusu itibarıyla daha çok hoşuma gitmişti. Grange bu kitabında fantastik öğelere yer veriyor. Konuya geçmeden önce genel olarak çeviriyi başarılı bulduğumu söyleyebilirim. Yazım hataları oldukça az okuru rahatsız etmiyor. 

Romanın baş kahramanı Mathieu Durey (Mat) Paris emniyetinde cinayet masası amiri. Birlikte çalıştığı Luc Soubeyras aynı zamanda Mat'ın çocukluk arkadaşı. Luc'un beklenmeyen intihar girişiminden sonra bu durumu kabullenemeyen Mat, arkadaşının takip ettiği cinayet dosyasının izini sürmeye başlar. Onun esas amacı Luc'u intihara sürükleyen nedeni ortaya çıkarmaktır. Çetrefilli bir işin içine girmiştir. Takip ettiği cinayet ile benzer özellikte farklı ülkelerde bir takım seri cinayetler meydana gelmiştir. Bütün cinayetlerin işlenme şekilleri bir takım satanist öğeler barındırdığı için kahramanımız etraflı bir araştırmaya girişmiş, takım arkadaşlarından aldığı destekle katillerin izini sürmeye başlamıştır. İtalya, İsviçre ve Fransa arasında mekik dokumaktadır. Mesleğine canından çok değer veren Mat, bitmek bilmeyen takip esnasında hayati tehlikelere maruz kalır. Birbiri ardına işlenen cinayetleri konusu nedeniyle Vatikan dahil kiliseler de takip etmektedir. Çünkü konu Şeytan ve Tanrı arasında amansız bir savaşa dönüşmüştür. Tam sonuca ulaştığını sandığı bir yerde olaylar onu başka mecralara sürükler. Kitabın sonunda katilin pek uzağında olmayan biri olduğunu keşfeder. 

Roman kurgusunda mantığa ters gelen fantastik öğeleri başarılı bir şekilde saklamasını bilen yazar bu tür kitapları okumayı sevenlerin gönlünü fethedebilir. Kitapta çok sayıda mekan ve kişinin yer alması kısa sürede okunmasını zorunlu kılıyor. Sürükleyici bir roman olan Şeytan Yemini merak duygusunu harekete geçirdiği için elden düşürülemeyecek bir kitap zaten. Adli tıp konularında yabancısı olduğumuz teknik bilgiler mevcut. Yazar kurguyu yaparken bu konularda destek aldığı belli. Fakat yine de akılda kalıcı bir kitap değil. Vakit geçirmek amacıyla zevkle okunabilecek cinsten. Tipik bir Grange romanı diyebiliriz.   

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 110

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm canlılığıyla devam ediyor. Önceki haftaların sohbet konularını ve konuları öneren arkadaşlarımızın isim listesini burada bulabilirsiniz. Bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin belirledi. Felsefeye olan merakımın depreştiği bugünlerde ben bu konuyu çok sevdim. Haftanın konusu şöyle:

"Sevgi elde edilir mi, kullanılır mı, paylaşılır mı?"

Sevgi kavramının insan ruhunda oluşturduğu duyguyu bir kaç sözcükle izah etmenin imkânı yoktur. Sözlükler sevgiyi ilgi, bağlılık, derin ve yakınlık gibi soyut sözcüklerle tanımlamaya çalışmış olmakla birlikte söz konusu kavramın çeşitliği ve her insanda farklı bir şekilde karşılık bulması konuya derinlik kazandırmaktadır.

Sevginin bir üst basamağı olarak nitelendirilen aşkı uzun zamandan beri patolojik bir durum olarak görmekteyim. Sevgi insan ile herhangi bir nesne arasında zuhur eden ve büyük ölçüde menfaate dayalı eylemsel yönü ağır basan ancak bir miktar da duygusallık içeren bir ilişki iken aşk, tek taraflı, güçlü duygu yönü kuvvetli bir kapılış, kayboluştur. Diğer taraftan aşkın tarifine en yakın gördüğüm annenin evlâdına olan ilgisi içgüdüsel olması bakımından konumuzun tamamen dışındadır. Mecnunun Leylâ'ya, Tahir'in Zühre'ye olan bağlılığı aşka örnek verilebilir. Aşkta sahiplenme yoktur, kişi kendini hiç yerine koyarken karşı tarafı zirveye çıkartır, kılına zarar gelmesin diye canını verir seve seve. Platonik kaldığı sürece sonsuz, vuslat olması durumunda zaman içinde sevgiye bazen de nefrete dönüşebilir. 

Sevgiye geleceğim ama aşk mevzuundan kopamıyorum bir türlü. Günümüzde kelimeler anlamını yitirdi. "Aşk" sözcüğünü dilimizden düşürmüyoruz. Gerçek aşk nedir bilir misiniz? Sevdiğiniz sizi bir başkasıyla aldatsa bile ona hesap sormak aklınıza gelmez. Hatayı hep kendinizde ararsınız. Kahrolursunuz, seni başkasına yâr etmem deyip şiddete baş vurmak, öldürmek şöyle dursun bu ayrılığa tahammül edemediğiniz takdirde ancak kendi canınıza kıyarsınız. Bence  Ümit Besen'in "Nikâh Masası" şarkısı aşkı en güzel anlatan şarkılardan biri. "Nikahına beni çağır sevgilim, istersen şahidin olurum senin" diyor, var mı bunun üzerine söylenebilecek bir söz.

Sevgi aşkın yanında son derece sönük kalıyor. Diğer pek çok sözcük gibi sevgi sözcüğü de anlamını yitirmiş ne yazık ki. Sevgide karşılıklı menfaat ilişkisi vardır. Beni sevmeyen birini niye seveyim ki? Ya da sevmediğim birinden beni sevmesini nasıl bekleyebilirim? Öyle değil mi? Sadece insan ilişkilerinde değil. Hayvan sevgisi diyoruz, evimizde kedi, köpek besliyoruz. Çünkü onlar bize arkadaşlık ediyor, varlığından hoşnut kalıyoruz. Doğa sevgisi diyoruz, yeşile, akarsulara, denize, yıldızlara hayranız, cıvıl cıvıl kuş sesleri bizi mutlu ediyor. Diğer taraftan doğayı sevmediğimiz, onu korumadığımız takdirde o da bizi sevmeyecek, gelecek nesillere kötü bir miras bırakacağız endişesi var aklı başındaki insanlarımızda. Kitap okumayı seviyoruz meselâ, çünkü bizi bilgilendiriyor, yeni şeyler öğreniyor, hoşça vakit geçiriyoruz. Bir tür alış veriş bunların hepsi. Ailemizi severiz, korur bizi, dara düştüğümüzde en yakın can simidimizdir. Fakat en basit bir miras davasında kanlı bıçaklı oluruz. Menfaatlerimiz çakışmıştır. Bu yüzden sevgide denge şarttır. Alışverişte terazinin ibresi şaşmaya görsün, anında sevgimiz azalır. Yazmayı sevmek de aynı. Yazmayı seviyorum, kelimeler kağıttan ya da ekrandan fırlayıp sırtımdaki yükü mü alıyorlar? Tabi ki hayır. Peki yazmaktan kazancım ne? Ya da yazmaktan ne elde ediyorum. Fikirlerimi paylaşıyorum, içimi döküyorum, yazdıklarımın okunmasından hoşlanıyorum, bu iletişim tarzını seviyorum deyip uzatabilirim uzatabildiğim kadar. Şimdi diyeceksiniz ki madem bu sevgi dediğin karşılıklı menfaat ilişkisi, peki o zaman senin yazdığın yazıya ya da okuduğun kitaba ne gibi bir faydan var? Güzel bir soru. Bana Nazım Hikmet'in dizelerinde hayat bulan "Sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?" sorusunu hatırlattı. Size garip gelebilir ama elmanın da seni sevmesi şart. Sen elma ağacına bakacaksın, gübresini, çapasını, suyunu eksik etmeyeceksin yani ona bağlanacaksın, ilgileneceksin ki seni sevsin ve sevdiğin elmayı sana versin. Kitap okumayı, yazmayı seveceksin ki kitaplar da seni sevsin, çoğalsın, yasaklanmasın, sansüre uğramasın, yakılmasın, ışıl ışıl bilgi dağıtarak insanlığı aydınlığa çıkarsın. 

Bu uzun girizgâhtan sonra sevginin benim gözümde ne menem bir şey olduğunu anlatabildim sanırım. Konumuza dönebiliriz o zaman. Sevgi elde edilebilir mi? Karşımızdaki kişinin ya da bir canlının, bir nesnenin sevgisini elde etmek mümkün mü? İnsan ilişkilerinde bu mümkün. Fakat çoğu zaman bu durum aldatma, kandırmaca olarak zuhur eder. Bir tür algı yaratma, hipnotize etme durumunda sevgi elde edilebilir. Politikacı çıkıp "Ben milletimin hizmetkârıyım" diyebilir meselâ. Yığınlar da bu yalana inanabilir. Sevginin elde edilmesi bir fetih, bir aldatma olayını çağrıştırıyor bende. Bu gerçek bir sevgi değildir. Çünkü böyle bir sevgi gösterisinde karşılıklı menfaatten bahsedilemez. Bir taraf aldatır, diğer taraf aldanır. Bir süre sonra gerçek ortaya çıkar ve sevginin yerini nefret alır. İnsan dışındaki canlı ve cansız varlıklarda bu tür sevgiyi elde etmek mümkün değildir. Çünkü onları insanlar kadar aldatmanız mümkün değil.  

Peki sevgi kazanılır mı? Evet. Birinin sevgisini kazanmak için bazı temel kaideleri yerine getirmek gerekir. Karşınızdaki kişiye güven vereceksiniz, dürüst olacaksınız, dara düştüğünde yanına ilk koşan siz olacaksınız, maddi ya da manevi verecek bir şeyleriniz olacak, yani karşınızdakini size hayran bırakacak bilgi, kültür birikimine sahip olacaksınız... Köpeğinize bile mama verdiğinizde kuyruğunu sallayarak sevgisini kazanabilirsiniz. Nesneler için böyle bir şey söz konusu değil elbette. Elmas yüzüğünüzü sevebilirsiniz ama ona ne kadar ihtimam gösterirseniz gösterin sizi sevmesini beklemeyin.

Sevgi kullanılır mı? Kullanılmaması gerekir. Sevgiyi kullananlar yok mu? Elbette pek çok insan bu yola başvurmaktadır. Kullanılan sevgi, gerçek sevgi değil, aldatmacadır sadece. Türlü yalan dolan, kandırmacalarla elde edilen ve yukarıda da temas ettiğim bağlılık, ilgi duyma davranışı benim sevgi tanımıma uymaz.

Sevgi paylaşılan bir eylem midir? Sevgi duygudan öte bir eylemdir. Sevdiğim blog yazılarını okuyorsam bu salt bir eylemdir. Onlar da benim yazılarımı severek okuyorlarsa yapılan karşılıklı eylem aynı zamanda bir paylaşımdır. Sözgelimi sevdiğim bir blog arkadaşımın yazısına iliştirdiği müzik benim de duygularımı harekete geçirmiş olabilir. Bu ise duygusal bir paylaşımdır. Boşuna dememişler, "Sevgi paylaştıkça çoğalır, acılar paylaştıkça azalır." diye.