KATEGORİLER

12 Temmuz 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 151

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili DeepTone / Sade ve Derin  belirledi:

"Filmler ve diziler neden bu kadar popüler?"

Bu haftanın sorusu gerçekten çalışmadığım yerden geldi fakat boş kâğıt vermek adetim olmadığı için bir şeyler karalamaya çalışayım yine. Şu sıralar film ve diziler gerçekten popüler mi bundan emin değilim. Günümüzde oldukça kaliteli filmler yapılsa da sinemaya ilginin eskiye kıyasla daha fazla olduğunu düşünmüyorum. Eskiden açık ve kapalı sinemalarda, daha sonra tek kanallı, siyah beyaz televizyon döneminde çok sayıda film izlerdik. Bana o zamanlar film ve diziler çok daha popülermiş gibi geliyor. İlerleyen zaman içerisinde TV'nin, sinemayı yerinden etmediğini gördük fakat internet çağı başladıktan sonra ise insanların ilgisi çok daha geniş bir alana yayıldı. 

Biraz eskilere gidecek olursak, söz gelimi Kaçak, Küçük Ev, Tatlı Cadı, Bonanza, Dallas gibi diziler, internetin keşfinden önceki dönemlerde halkın yoğun ilgisine mazhar olmuşlardı. Bu dizilerin yayınlandığı saatlerde sokaklar boşalır, konu komşu, bütün ahali büyük bir heyecanla televizyon başında yerlerini alırdı. Dallas'ın JR'i, Bob'u, Sue Ellen'ı Lucy'sini hâlâ unutamam. Kaçak dizisinin sezon finalini dün gibi hatırlıyorum. Günlerce Dr. Richard Kimble bu kez yakayı ele verecek mi, yoksa yine şans eseri kurtulmayı başarabilecek mi diye tartışırdık. Bilmiyorum, yaşın bu işlerle ne kadar ilgisi var. Bugün aynı duyguyla takip ettiğim hiçbir dizi yok meselâ. Günümüzde, gençler arasında Kore film ve dizilerinin gençler arasında hayli popüler olduğunu biliyorum ancak bu durum önceki nesiller için geçerli değil. 

Kaptan Cousteau'nun belgesel niteliğindeki maceralarını ağzı açık izlerdik bir zamanlar. Video çıktığında film kasetleri kiralanırdı. Şimdi hepsi demode oldu. TV bile izlenmiyor doğru dürüst. Netflix, Amazon, Blue TV ve Disney gibi kanallardan her türlü film ve diziye ulaşma imkânı var şimdi. İnsanlar yıllar önce izlediği filmin yönetmenini, oyuncularını hatırlayabiliyor, hangi film ne zaman vizyona girecek, hangi oyuncu magazincilere konu olmuş haberleri var. Bense hiçbir zaman ilgi duymadım böyle şeylere. Bu kötü bir şey mi, bende bir eksiklik yaratmış mıdır bilmiyorum. Eşim bu konuda iyidir meselâ. Dizi izlerken bazen sorar bana, bak şunu tanıdın mı diye. Özellikle kadın oyuncuları tanımakta zorlanırım, (erkeklerin hepsini şıp diye tanıyormuşum gibi algılanmasın lütfen) hepsi şekilden şekle girerler. Bir bakmışsın tamamen farklı bir insan olmuş, saçlarını kestirmiş, boyatmış, değişik bir makyaj yapmış falan. İmkânı yok, tanıyamam. Bana ısrarla iyi bak tanırsın dese de eşim, değişen bir şey olmaz. Oyuncunun adını zaten bilmiyorumdur, ama o bilir. Hani falanca dizide oynamıştı der, ipucu vermeye çalışır. Yine değişen bir şey yoktur. En sonunda dizinin adını söyler, o dizide aldığı rolü hatırlatır, ondan sonra düşer bende jeton. Bu işler sanırım biraz ilgi biraz da yetenek. Benim film ve dizi konusunda halimin nice olduğunu tahmin edersiniz artık. Ama bazen bir oyuncunun gülümseyişi, konuşması ya da mimikleri o kadar etkiler ki beni, onu hafızamın en derin yerinde saklarım. Bunun gibi istisnai durumlarda eşimi şaşırtmak fazlasıyla hoşuma gider. Kocaman bir aferin kazanırım karşılığında. Gerçekten de oyuncu rolü gereği inanılmaz şekilde tipini değiştirmiştir ama ben onun o özel, kendine has halinden yakalar, çıkartırım. Fakat yine de ismini bilmem imkânsızdır. Falanca dizide falanca rolde oynamıştı ya, işte o derim en fazla. Eşim bu konuda tam bir uzmandır. Oyuncu kendini ne kadar değiştirirse değiştirsin, onu ismiyle hatırlar, kim olduğunu bilir. Bazen emin olmak için internetten oyuncu kadrosuna bakar. Elbette tahmini doğrudur. Hatta o oyuncu ilk evliliğini kiminle yapmış, çocuğu var mı yok mu, yeni eşiyle ne zaman boşanmış, hepsini bilir. Oysa bildim bileli magazin dergisi girmez evimize, magazin haberlerini okuduğuna da rastlamadım. Ama o, merak eder işte, internetten buluyor sanırım bu bilgileri. Bana tuhaf geliyor bunlar, dizi film işte, otur izle, sana ne oyuncu kim, yönetmen kim, kim kiminle ne yapmış! Üzümü ye, bağını sorma! Ama sanırım esas tuhaflık bende. 

Öyle olmadığını bilsem de, film ya da dizi izlemeyi zaman kaybı olarak değerlendirmişim gibi gelir bana bilinç altımda. Aslına bakarsanız böyle düşünmeme yol açan nedenler de az değil. Bazı diziler tuttuğunda, sakız gibi uzatırlar konuyu. Bir olay olmuştur sözgelimi: Adam kadına bakar, kadın adama, dakikalar boyu öylece bakışıp dururlar. Tamam yeter dersin, filmin yarısı bu bakışmayla geçiyor. Bu yüzden diziler, saat 21.00 de başlar, gece yarısında ancak biter. Kaliteli olanlar var tabii aralarında. Özellikle Deep'in bana önerdiği yabancı dizileri soluksuz izledim ve çok beğendim. Deep dedim aklıma geldi. Nöbetçi Ağaç Ev Sohbetleri konu belirleyicisi olarak bayram, tatil demeden organizatör sorumluluğunu yerine getirdiği için teşekkür ederim. Kurban kesmeyip onun yerine siz okurcuklarımı bu yazıma kurban ettiği için bir kez daha teşekkürlerimi sunuyorum kendisine.

Diğer taraftan bazı film tavsiyelerini blog arkadaşlarımdan alıyor ve izliyorum. Anime, Kore, Malezya, Hindistan, İran (sanırım hepsi şark tarafı oldu) filmleriyle dizilerinden pek haz almıyorum genelde. 

Soruya dönecek olursam film ve diziler hakikaten popüler olsa bile bunlardan hayli uzak kaldığımı kabul etmek zorundayım. Bu durum popüler kültüre mesafeli duruşumdan olabilir mi? Bkz. broken consolation: züğürt tesellisi

7 Temmuz 2022 Perşembe

YAŞAM MAHKUMLARI (Bölüm # 1)

-I-

Limni Adası, 1922

Heyecandan uyku girmemişti gözüne, gece boyunca yatağında döndü durdu. Sabahın solgun ışıklarında kendini dışarı atıp büyük babasının yıllar önce araziden topladığı yassı kayrak taşlarını üst üste itinayla istifleyerek oluşturduğu yaklaşık bir metre genişliğindeki alçak bahçe duvarına yüzükoyun bıraktı kendini. İçi geçmişti, yorgun göz kapakları uykusuzluğun yüküne daha fazla dayanamadı. Ciğerinde yanan ateşi söndürebilmek için içine çektiği taş kokulu sıcak nefes dile gelip kardeşinin adını sayıklarken dudaklarının kuruduğunu hissetti. Karamsar sessizliği dolduran huzursuz bekleyişte kendi sesiyle kendine gelirken göz kapakları aralandı yavaşça. Saatlerce uyumuştu sanki, oysa hepi topu aradan birkaç saniye geçmişti. Yüzünü gölgelemek için büyük mücadele veren bulut kümelerine rağmen güneş, tüm yakıcılığıyla varlığını hissettiriyor, havanın nemiyle birlikte tahammül sınırlarını zorluyordu. 

"Eleni mou, benim küçük meleğim, hadi gel artık!" 

Kutsal topraklara Afrodit'in korkunç laneti çökmüştü yine. Fakat, efsanede anlatıldığı gibi eli iş tutan erkekler zevkleri uğruna terk etmemişlerdi adayı bu kez, savaşta ölmeye gitmişlerdi. Niki'yi, Eleni ile birlikte diğer kardeşlerini, köyün bütün çaresiz kadınlarını, gelinlik genç kızları bırakmışlardı arkalarında. Bir de işe yaramayan, yoksul yaşlılar ve küçük masum çocuklar vardı geride kalan...

Beyaz tenli, uzun boylu, zayıf, masum görünüşlü genç bir kızdı Niki, uzun siyah saçlarını geriye toplamış, her an bir muziplik yapacakmış hissi uyandıran parlak siyah gözlerini yüzüne yansıyan tedirginliğin ve hüznün ardına saklamıştı sanki. Adanın diğer kadınları gibi, aynı terzinin elinden çıkma siyah, uzun, fırfırlı ve dökümlü bir elbise vardı üzerinde. Yüzükoyun uzandığı duvara dirseklerini dayayıp başını kaldırdı usulca. Egenin mavi suları iç karartıcı boz renge boyanmıştı. Göğe yükseltti bakışını, aynı gri tonu orada yakaladı. İnsanın ruhunu daraltan kaypak bir renkti bu. Bütün dikkatini toplayıp yerle göğü birleştiren çizgiyi boşuna aradı gözleri. Geleceğin görünmezliği ufuk çizgisinde vücut bulmuştu sanki. Havanın bunaltıcı sıcağında en ufak bir hareket sezilmiyordu. Ne rüzgârın hışırtısı, ne bir kuş cıvıltısı ne de uzaktaki dalgaların sesi bozuyordu sessizliği. Zaman durmuştu sanki. Derken uzaktan bir ses duyar gibi oldu. İrkilip kulak kabarttı. Evet, beklediği sandalın motor sesi olmalıydı. Kara gözleri heyecanla parladı birden, ellerini göğsünde kavuşturdu, "Şükürler olsun" dedi. Taş duvarın üzerinde aşağı doğru sekerek iskeleyi kuşbakışı gören ufak bir düzlüğe geldiğinde soluklandı. Sis örtüsünün altında adaya eşya ve gıda ürünleri taşıyan sandalı gördü. Dalgaları yara yara iskeleye doğru yol alıyordu. Bir düzine kadar yolcu arasından kardeşi Eleni'nin siluetini görmeye çalıştı ama nafile bir çabaydı bu. O köhne sandalın içindekilerden biri de kardeşi olmalıydı, bunun dışında bir ihtimale hazır değildi. Kıyıya yaklaşan motorun yükselen pat pat sesleri kalp atışlarını hızlandırdı. Boynuna doladığı siyah fuları eline alıp çorak arazideki kuru çalıların arasından sıyrıldı, keçilerin ancak geçebildiği, aşağı doğru kıvrılarak inen dar patikayı takip ederek koşmaya başladı.

Sandal iskeleye yanaşmış, yükünü boşaltmaya başlamıştı. Eşya ve gıda sandıklarını taşıyan yaşlı hamallar, yük almaya gelen hayvanlar, yolcular ve yolcuları karşılamaya gelen insanlar rıhtıma inen geniş taş basamakları hıncahınç doldurmuştu. Kalabalığa karışıp kendine yol açmaya çalışıyordu Niki, bir an önce kardeşini görebilmek için çırpınıyordu adeta. Rıhtımın yanında dikilen orta yaşlı şık bir kadın, onca hengâmenin arasında son derece sakin görünüyordu. Elinde kenarları fırfırlı, pembe güneş şemsiyesi ve başında yapma çiçekli şapkasıyla tüm dikkatleri üzerinde toplayan bu kadın, terzi Alexsandros'un kız kardeşi Sofia'dan başkası değildi. Freni boşalmış kamyon gibi üzerine gelen genç kızı görür görmez elini kaldırdı. 

"Yavaş ol biraz Niki, bak şimdi takılıp düşeceksin, gördüğün gibi, buradayız işte!" 

Nefes nefese kardeşini sordu Sofia'ya. Heyecandan kalbi duracaktı neredeyse. 

"Eleni... Eleni, iyi mi?"

Amerika'da meşhur bir giyim mağazasının sahibi ve aynı zamanda Niki'nin uzak akrabalarından biri olan terzi Alexsandros, emanete hıyanetlik etmemiş Eleni'yi ailesine teslim etmek üzere kız kardeşi Sofia'yı görevlendirmişti. Son derece bitkin görünen Eleni, yarı baygın halde, sandalın bir köşesine kıvrılmış yatıyordu. Sesleri duyunca güçlükle başına çektiği kirli örtüyü araladı. Niki, kardeşinin içler acısı halini görünce bir an ne diyeceğini şaşırdı.

"Eleni, Eleni mou!  Buradayım, benim, Niki. Canım kardeşim, neler yaşadın sen küçük bebeğim?" Sandalın içine atlayıp genç kızın yanına diz çöktü, sevgiyle başını okşadı. Zavallı kızın solgun yüzüne endişeyle bakarken yüreğinden kopan acıma duygusu gözlerini nemlendirdi. Eğilip usulca öptü yanağından. Sesi titriyordu. Kısacık kesilmiş saçlarına baktı. "Aman Tanrım! Ne hale getirmiş seni bu adam?"

Eleni'yi bir eşeğe bindirdikten sonra eşyalarla birlikte evin yolunu tuttular. Üç ay önce büyük umutlarla Amerika'ya uğurladığı kızını yeniden karşısında gören Nana, karışık duygular içindeydi. Kızını gördüğüne sevindi sevinmesine ama bu kadar erken dönüşü hayal kırıklığı yaratmıştı. Adadan ayrıldıktan sonra dünyanın öbür ucunda kendine yeni bir hayat kuran Sofia'nın yüzüne bakacak cesareti bulamıyordu kendinde. Diğer kız kardeşleri Eleni'yi hasretle kucakladılar. Yürümeye takati kalmayan genç kızı yıkayıp pakladıktan sonra dinlenmesi için sedirlerden birine yatırdılar. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Uzun bir aradan sonra Sofia, fazla kalamayacağını iki üç gün dinlendikten sonra dönüş için yola çıkması gerektiğini söyledi. Nana, derin derin içini çekerken kendinden üç yaş küçük Sofia'ya mahcup bir ifadeyle baktı.

"Anlat bana Sofia, bilmek istiyorum, neden böyle oldu? Kabalık mı etti kızıma Alex, yoksa onu dövdü mü?

"Sen ne diyorsun Nana, Alexsandros nazik bir adam, bunu sen de biliyorsun benim kadar. O asla böyle şeyler yapmaz. Neden böyle oldu, tam olarak bilmiyorum, bunu bence kızına sormalısın. Geldiği günden beri somurtup durdu. Alex'in durumu çok iyi, Eleni orada istediği her şeyi yapabilirdi oysa. Önüne konan her şeyi elinin tersiyle itti, ayağına kadar gelen büyük fırsatı kaçırdı."

"Peki ne yapacağız şimdi?"

"Stavros'a haber salalım, yarın çocukları alıp gelsin, toplanıp birlikte bir karar veririz. Şansımızı bir kez daha denemekte fayda var. Kardeşimin yabancı biriyle evlenmesini ben de istemem."

"Çok zor durumdayız Sofia, kocam öldükten sonra dört kızımla beraber ortada kaldık. Eleni, bizim sigortamızdı ama olmadı. Durum gittikçe daha da kötüleşiyor. Yapılacak başka işimiz yok, yaptığımız sepetleri alan da yok."

***

Ertesi gün, Stavros, karısı, gelinlik çağına gelmiş üç kızı ve eşeğiyle birlikte geldiklerinde ikindi vaktini çoktan geçmişti. Sofia, elindeki yelpazeyle serinlemeye çalışırken, Nana, kızlarıyla birlikte, evlerinin kuru soğan ve sarımsak demetleriyle süslenmiş cephe duvarına bitişik tahta sıra boyunca Menemen bardakları gibi dizilmiş, ince kargı çubuklarını büyük bir el alışkanlığıyla birbirinin arasından geçirerek hasır sepet örüyorlardı. Stavros'un kadınları ise karşı tarafta, büyük taşların üzerinde kendilerine yer buldular. Eleni, on iki saat deliksiz uykudan sonra kendini biraz olsun toparlayabilmişti ama hâlâ boş gözlerle etrafı süzüyordu. Saçı başı dağınık, kır sakalı birbirine karışmış Stavros, eşeğinin ipini yerdeki kazığa bağladıktan sonra taş evin girişindeki hasır sepetli cam damacanayı dizine dayayıp çinko maşrapasını şarapla doldurdu. Kadınlara sırtını verecek şekilde irice bir kütüğe çöktü. Şarabını yudumlarken yapmacık bir öfkeyle söylenmeye başladı.

"Nasıl kaçırılır bu fırsat anlamıyorum! Böylesine varlıklı bir terziyi bırakıp gelmek! Olur şey değil. Hem de Şikago gibi bir yerden!"

Eleni, kendisinden beklenmeyen bir cesaretle lâfını esirgemedi.

"Dayanamadım amca, yoktu başka çarem!" 

Stavros, başka hesaplar peşine düştüğü için pek üzülmüşe benzemiyordu doğrusu. Nana ve Sofia'yla göz göze gelmemek için yüzünü denizden tarafa çevirirken konuşmasına devam etti.

"Tanrı ailemize sadece kız evlât verdi..." Başını döndürüp yanında oturan kızlarından birine kaydı gözleri. Sofia onun sözünü kesti.

"Evet ya, çekirge sürüsü mübarek! Kendine koca bulamayanların yaşamaya hakkı yok." İsyan edercesine yerinden kalkan Sofia, kadersizliklerinden yakınmaya başladı, sert bir hareketle şemsiyesini açtı. "Keşke şu savaş hiç olmasaydı. Yavrucaklar bekâr kalacak..." Bu kez Stavros devam etti.

"Hem de yedisi birden! Hepsi gelinlik çağında yedi tane kuzen..." Elinde maşrapası olduğu halde aklına yeni bir fikir gelmiş gibi yerinden kalkıp karısı ve kızlarının bulunduğu yere doğru yürüdü. "Madem Eleni olmadı, o zaman başka birini yollayalım Alexsandros'a, ne dersiniz?" Nana'ya baktı, kısa bir süre kadının tepkisini ölçtükten sonra eliyle göğsüne iki kez vurup devam etti. "Ancak bu kez sıra benim ailemde!" Kızlarından birini kolundan tuttu, oturduğu yerden kaldırıp başıyla işaret etti. "İşte kızım Maria, dünyanın diğer ucuna gitmeye hazır." Kızının sırtına hafifçe pat pat diye vurarak yüreklendirdi. "Maria," dedi, "Ne kadar istekli olduğunu hadi söyle onlara!" Sofia'ya döndü. "Henüz 27 yaşında!" Maria, kısık sesle babasının yanlışını düzeltti. "29" Bunun üzerine Stavros, kızın kolunu sıktı, kaş göz işaretiyle susmasını istedi.  

Eleni'nin annesi Nana, tutamadı kendini. 

"Ağabey," dedi. "Dört tane bekâr kızım var benim. Ayrıca ben de dul bir kadınım. Bize bir şans daha verilmesini istiyorum. Eleni'nin vaftiz annesi Sofia da benim gibi düşünüyor." 

Sofia, Nana'nın konuşmasının ardından Niki'nin yanına gitti. "Niki," diye seslendi. Niki, başını kaldırıp dehşet içinde Sofia'ya dikti gözlerini. Sofia, duygusuz ama yumuşak bir ses tonuyla son noktayı koydu. "Sıra sende" Niki, kardeşi Eleni'nin halini gördükten bu teklifi beklemiyordu. Sofia onu rahatlatmaya çalıştı. "Alexsandros, son derece dürüst, onurundan asla taviz vermeyen asil biri. Senin İngilizcen gayet iyi. Ben de sana her konuda yardımcı olurum, ne dersin?"

Stavros bu gelişme karşısında küplere bindi. Öfkeyle bağırmaya başladı.

"Görünen o ki, siz kararınızı çoktan vermişsiniz. O zaman bizi buraya, ne yapmaya çağırdınız?" Eliyle karısıyla kızlarına kalkmalarını işaret etti. "Hadi yürüyün, gidiyoruz." Eşeğini çözüp sessizce uzaklaşan ailesinin peşine takıldı. Biraz ilerledikten sonra başını çevirip Sofia'ya sitem dolu sözlerle seslendi. "Bu yaptığınız hiç hoş değil. Bunu unutmayın, Tanrı her şeyi görüyor."

-II-

Gümülcine, Kardere Köyü

Güneşin solgun ışıklarıyla birlikte yükselen horoz sesleri yeni bir günü müjdeliyordu. Genç kız ürkek adımlarla geceden hazırlayıp heybelerine yerleştirdiği eşyaları kapının önüne bıraktı. Sıvaları dökük iki katlı kerpiç evle vedalaşırcasına dalgın gözlerle etrafa bakınırken ön bahçede sıra sıra dizilmiş çiçek saksılarını, duvara dayalı kamışları hafızasına işliyor gibiydi. Çift kanatlı ahşap bahçe kapısını gözüne kestirdi, soluğunu tutup kulak kabarttı. Babası, yaşlı Andreas'ın henüz uyanmadığından emin olduktan sonra bir çırpıda heybelerini sırtladı ve büyük ahşap kapının kanadını kendine doğru çekip sessizce sokağa attı kendini. Böyle bir çılgınlığa cesaret edebildiğine şaşırıyor, yakalanma korkusuyla heyecandan kalbi küt küt atıyordu. Kapıdan dışarı çıkar çıkmaz az eğimli yoldan aşağı doğru koşmaya başladı. Arada dönüp arkasına bakarken biraz ileride çıngırak sesleriyle yolu kapatan koyun sürüsünün arasında buldu kendini. Sürünün arasından sıyrıldı, panik halinde başını geri çevirdiği sırada babasının yükselen Davudi sesi duyuldu. Bir an ne yapacağını bilemedi, olduğu yerde çakılıp kaldı. Babası avazı çıktığı kadar bağırıyordu.           

"Haroooo!"

Genç kız etrafındaki yıkık dökük tuğla evlere bakıp saklanacak bir yer arıyordu. Nefes nefese kalmış, dizlerinin bağı çözülmüştü. Günlerdir kafasına koyduğu kaçış plânının bu kadar erken sonlanacağını hesaba katmamıştı.  Son bir gayretle koşmaya başladı, arkasından gelen ses bir kez daha gürledi. 

"Haroooo! Kızıııım..." Adam  koyun sürüsünün arasından geçtikten sonra sesine karşılık gelmeyince endişeye kapıldı. Göğsünü yırtarcasına bağrışlar terk edilmişliğin acı gerçeğiyle yumuşamış, çaresizce yalvaran bir haykırışa dönüşmüştü. "Haro!!" Gittikçe umudunu yitiren yakarışların ardı kesilmek bilmiyordu. "Haro?"

Son anda kendini yol kenarındaki boş bir ahıra atan genç kızın yüzünde boncuk boncuk ter damlaları birikmişti, gözlerinden süzülen yaşların tuzlu tadını duyumsuyor, güçlükle nefes alıyordu. Sevdiği adamın gönderdiği son mektubu defalarca okumuş, yazdığı her kelimeyi zihnine nakşetmişti.

"Benim Sırma saçlı Haro'm. Doktor, pazartesi günü alçıyı alacağını söyledi. Merak etme, her şey yoluna girecek. Büyük ihtimalle Semadirek Adasına döneceğim.. Haro'm, sevgilim, henüz gözlerinin renginden bahsetmedin bana. Düşlerimde gözlerinin elâsını gördüm, yoksa bal rengi mi gözlerin. Mektupların olmasa ben ne yapardım, onca ay nasıl dayanırdım bu acıya? Sevgiyle öpüyorum seni. Asker Antonis Memas."   

Babası onu bulduğunda Haro, içini çekiyor, göğsünde sakladığı fotoğrafa bakıp bakıp yaşlı gözlerle sevdiği adamın adını sayıklıyordu. "Antonis,...Ah, Antonis olmadı, yapamadım..."

 ***

O gün Andreas, kızını güçlükle eve dönmeye ikna etti. Haro'yu karşısına alıp onunla konuşmaya başladı: "Senin bu Antonis," dedi. "Cesur ve iyi huylu bir çocuk ama kendi karnını doyurmaktan aciz." Genç kız, sesini çıkarmadı. Yaşlı adam uzun uzadıya dil dökmeye devam ediyordu. "Bu ortamda hiçbirimizin yarın ne olacağı belli değil, bari sen kurtar kendini. Belki ileride beni de alırsın yanına, yine beraber oluruz. Bak her istediğini alabiliyormuşsun orada. Evrakların, biletin hepsi hazır. Fotoğrafını da göndermiş sana ama inat edip bir kez olsun bakmadın. Kiliseden gün aldım, ay sonunda vekalet nikâhını kıyacak Peder. Her şey usulüne uygun anlayacağın. Ben senin kötülüğünü ister miyim hiç? Güvenmesem böyle bir işe girer miydim? Hadi, topla biraz kendini, alışmaya çalış, yaşın henüz çok genç. Aşk dediğin gelir geçer, bir süre sonra unutur gidersin Antonis'i. İnan bana, eğer seni gerçekten seviyorsa, böyle bir fırsatı kaçırmanı o da istemezdi."

Aylar önce alışveriş için kasabaya indiğinde dükkânlardan birinin camında tesadüfen gördüğü ilân, baba Andreas'ın dikkatini çekmişti. Dükkân sahibinden aldığı  broşürle sadece fikir edinmek amacıyla tanıdık bir hukuk bürosunda almıştı soluğu. Nereden tahmin edebilirdi ki, işlerin bu noktaya geleceğini. Doğrusunu söylemek gerekirse bütün arzusu, kızını yanına alıp yenidünyaya göçmek ve çektiği bu sefil hayata bir son vermekti. Eşini önceki yıl toprağa verdikten sonra tek güvendiği kızıydı ve ondan başka güveneceği bir kimse kalmamıştı hayatta. Yaşlı babası, akrabaları umurunda değildi. Kimsenin kimseye faydası yoktu bu devirde. Herkes kendi başının çaresine bakmak zorundaydı. Hukuk bürosunun bulunduğu binanın ikinci katında ilk kez gördüğü stajyer avukatlardan biri karşılamıştı yaşlı adamı. Derdini anlattı. Avukat broşüre şöyle bir göz attıktan sonra başını kaldırıp gülümsedi. "Dayı sen bir yere gidemezsin. Bunların gösterdiği kapı sadece evlenecek kızlara açık!" Canı sıkılmıştı, yaşlı kurdun. Ama olsun, ne fark ederdi ki. Güzel kızı Haro ne güne duruyordu. Önce onu gönderir, peşinden kendisi de giderdi. "Zengin bir damat, hem de Amerikalı..." diye düşünürken içi umutla doldu. Cebinden kızının her zaman yanında taşıdığı fotoğrafını çıkardı ve genç avukata uzattı. "Tamam o zaman," dedi. "O dediğin kapıdan önce kızım girsin, sonra beni alır nasıl olsa yanına."  

Birinci Dünya Savaşını takip eden yıllarda, savaşmaktan, açlık ve yoksulluktan yorulan on binlerce gencin okyanusları aşıp büyük umutlarla yollara düştüğü ülkenin adıydı Amerika. Bu fırsatlar ülkesinde iş bulmakta zorlanmayan bekar erkeklerin evlenip aile kurmaları için yeni bir imkân doğmuştu. Katalog evliliği... Otomobil fabrikalarında, çelik sanayinde ve demiryolu inşaatlarında çalışan göçmen işçiler, katalogdan beğendikleri kızlardan birini eşleri olarak seçebiliyorlardı artık. Aynı kişiye birden fazla talip çıkarsa, gelin adayı taliplilerden birini tercih etme hakkına sahipti.

Haro'nun başarısız evden kaçış macerası üzerinden neredeyse bir ay geçmişti. Aziz Yorgi Kilisesinde yapılan pazar ayininden sonra gerçekleştirilecek sıra dışı nikâh merasimi için son hazırlıklar tamamlanmak üzereydi. Az önce, Papaz Dimitri, ayine katılan çoğu kadın ve çocuklardan oluşan cemaate hitaben verdiği vaazda, Tanrı'nın yardımıyla zor günlerin geçeceğine dair inancını koruduğunu, iyi günleri kucaklamak için sabırlı olmak gerektiğini, savaşa katılan gençlerin en kısa zamanda ailelerine kavuşmaları için Hz. İsa'ya dua edeceğinden söz ederken, papazın bu sözleri salonda sessizce sırasını bekleyen Haro için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Babası kararını çoktan vermişti...

Ayin töreninin ve okunan ilahilerin ardından kilisenin görevlendirdiği bir erkek çocuğu, omuz hizasında tuttuğu kutsal evlilik tacıyla birlikte nikâh töreninin yapılacağı yere doğru ağır adımlarla ilerledi. Peder, tacı usulca çocuğun elinden aldı, yukarı doğru kaldırarak havada bir haç işareti çizdi ve Haro'nun başına yerleştirdi.

"Tanrı'nın hizmetçisi Hareklia, seni, baba, oğul ve kutsal ruh adına Tanrı'nın hizmetçisi Constantinus'a eş olarak gönderiyorum. Amerika yolculuğunun iyi geçmesini dilerim."

Haro, içinden bir şeylerin koptuğunu hissetti.  Şartlar onu sevdiğine ihanet etmek zorunda bırakmıştı. Antonis'i düşündükçe vicdanı sızlıyor ve bir daha onu göremeyeceği gerçeği karşısında yüreği parçalanıyordu. Yaşadıklarına inanamıyordu. İki dakika içinde tanımadığı birinin nikâhlı karısı oluvermişti. Hafifçe başını çevirip arkasına baktı, babası Andreas'ın af dilercesine kendisine doğru yaklaştığını gördü. Yaşlı adam kızını tebrik edecek cesareti bulamadı kendinde, gözlerini kapatıp yanağına yaklaşarak genç kızın kulağına fısıldadı.

"Beni affet!" Kızının elini tuttu ve biraz geriye çekilerek gözlerinin içine baktı. "Seni beyaz gelinlik içinde görmeyi isterdim." Haro, donuk gözlerle izlediği babasına ağzını açmadı. Baba ve kızın bakışları farklı yöne çevrilirken bu kez Haro, büyükbabasıyla göz göze geldi. Ondan yardım dilenircesine, "Büyükbaba..." diye seslendi. Saçı sakalı birbirine karışmış ihtiyarın yüzünde en ufak bir sevgi pırıltısı yoktu. Duvar gibi bir surat ve keskin bakışlar.... İhtiyar, hiçbir şey demeden avucundaki gül yapraklarını genç kızın başından aşağı serpmekle yetindi. Haro, bu ağır tablo karşısında yalnızlığını düşünüp yutkundu, gözleri dolmuştu. Hepsi bu kadardı, basit bir tören, aslında tören de sayılmazdı. Tek cümlelik idam fermanıydı bu Haro için. Nikâh töreninden mi yoksa cenaze merasiminden mi çıktıkları belirsiz bir halde kiliseden ayrıldılar, yıkık dökük evlerin arasında, en önde Haro olmak üzere tek sıra halinde dizildikleri yol boyunca kimse ağzını açıp bir söz etmedi.

BIG CHALLENGE By YÜREĞİMİN İKLİMİ

Sevgili Yüreğimin İklimi, "Bülbül Bir Kuş İken Terk Etmez Gülünü" başlıklı yazısında bu ay için yeni bir challenge başlatmış. Toplam 31 adet soruyu cevaplamak gerekiyor. Gerçekten iddialı bir iş ama insanın kendini daha iyi tanıması ve içinde bulunduğu ruh halini görmesi bakımından çekici bir yanı var. Cevaplarıma başlamadan önce Sevgili Yüreğimin İklimi'ne bir kez daha acil şifalar diliyor ve yaşadığı sıkıntının bir an önce sona ermesini diliyorum.

1. NASILSIN? NASIL HİSSEDİYORSUN?

İyiyim, fiziksel bakımdan bir sorunum yok. İş hayatından sonra kendime daha fazla zaman ayıracağımı, gezip tozacağımı, daha fazla okuyup yazacağımı hayal etmiştim. Gel gelelim her gün yeni bir şeyler çıkıyor. Özellikle hastane, doktor randevuları, evden eve eşya taşımalar, evin ihtiyaçları bitmek bilmiyor. Yani bir yerde çalışsan da, emekli olup çalışmayı bıraksan da bir şeyler dolduruyor hayatın boşluklarını. Diğer taraftan memleket meseleleri... Adalet yoksunu bir ülkede yaşamak, ülke kaynaklarının çarçur edilmesi, gittikçe yozlaşan eğitim ve itibarımızı yerle bir eden rezil bir dış politika anlayışı. Görünürde şu sıralar huzurumu bozacak bir şey olmasa da ülkenin içinde bulunduğu siyasi durumdan, bodoslamasına dibe vuran ekonomiden, paranın her geçen gün değerini kaybetmesinden olumsuz yönde etkileniyorum. Geçen gün ekşi sözlükte İstanbul Havalimanında üç dört kişilik pizzaya 500 TL ödeyen insanların yakınmalarını okumuştum. Sabah Migros'tan aldığı ufak bir şişe suyuna 10 TL ödeyen adam arkadaşına söylenip duruyordu. Sabırla 2023 yılını, Lozan'ın gizli maddelerinin açığa çıkarılıp petrol kuyusu açma ve madenlerimizi işletme haklarımızı geri kazanacağımız o güzel günleri bekliyorum. Ah İsmet Paşa, niye koydurdun o gizli maddeleri şu Lozan Anlaşmasına?

2. SENİ SEN YAPAN ŞEY NEDİR?

Zor sorulardan birincisi geldi. İnsan başkaları hakkında fikir yürütebilir ve öne çıkan özelliklerini bir çırpıda sayabilir. Kendisine gelince yine dışarıdan bakmaya başkalarına nasıl göründüğünü düşünmekle başlıyor. En azından sorunun bende uyandırdığı his böyle. Beni ben yapan şey en başta insan olmam. Bu konu herkesin üzerinde fikir birliğine varabileceği bir cevap muhtemelen. İnsan deyince nasıl bir insan, beni diğer insanlardan farklı kılan başlıca özelliklerim ne? Eğitimliyim, hayata daha geniş bir perspektiften bakabildiğimi düşünüyorum bu sayede. Düşünür, sorgularım, aklımın ermediği bir şeye inanmam. Hayal kurmak benim için plânlamaktan öte bir faaliyet değildir. Plân yaparken risk almayı sevmem. Söz gelimi bir torbada 99 kırmızı, 1 tane de mavi top var diyelim. Bana deseler ki, bir şans verelim; torbadan kırmızıyı çekersen tam bir milyar doların olacak ancak maviyi çekersen tüm gelir ve varlıklarını kaybedeceksin. Gençken belki evet derdim ama bu yaşta böyle bir teklifi kabul etmem. Hani özellikle rüşvet konusunda derler ya herkesin bir bedeli var diye. Bu durumda anlıyorum ki paha biçilemeyecek değerde biri haline gelmişim. Bu güzel bir şey. Bir de güvenilir biri olarak bilinmek isterim elbette. Bu özelliklerimle gurur duyarım.

3- KİMSEYE SÖYLEYEMEDİĞİN GİZLİ BİR ŞEY YAZIN

Benzer bir soru daha önceki mimlerden birinde sorulmuştu. Ben de adı üzerinde, "gizli" olan bir şey söylenir mi hiç, o zaman gizli özelliğini kaybeder minvalinde bir cevapla geçiştirdiğimi hatırlıyorum. Aslında bir şey var benden başka hiç kimsenin bilmediği. Bunu paylaşıp paylaşmama konusunda epey tereddüt geçirdim. Dedemin ölümünden birkaç sene öncesiydi. Ben sekiz  yaşındaydım yanlış hatırlamıyorsam. Aynı odada dedem, anneannem ve ben minder dediğimiz ayrı yataklarda yatıyoruz. Sabaha karşıydı. Dedem anneanneme fısıltı halinde aşk sözcükleri söylemeye başladı. Bu sözleri burada yazamam. Anneannem, sus çocuk duyacak diye çıkışıyordu dedeme. Bense kulaklarımı dikmiş, gözlerim kapalı, biraz da utanarak aralarında geçen tartışmayı dinliyordum. Hani bir şey olacağından değil ama dedemden bu sözleri duymak beni hayli rahatsız etmişti. Dedem çevrede sayılan ve sevilen bir kişiydi, birbirimizi çok severdik. Öldüğünde on bir yaşındaydım. Dindar bir insandı. Anneannem de çok iyiydi. Öldüğünde yüz yaşında ve aklı başı yerindeydi. Şimdi hem dedem hem de anneannem bu dünyadan göçtüklerine göre bu sırrı paylaşmamda beis yok sanırım. Her ikisi de cennetlik, benim gideceğim yer cehennem olduğuna göre yüz yüze gelmeyeceğiz. Yoksa bu sırrı asla sizlerle paylaşmazdım. 

4. İÇİNİ KIPIR KIPIR EDEN ŞEY NEDİR?

Cevabım net. Yann Tiersen'den Comptine d'un autre été L'aprés ve diğer film müziği parçaları. Tabii ki Amelié filminden enstantaneler... Şimdi yine kulaklığımda dinlerken içim kıpır kıpır, kıpır kıpır, kıpır.....

5. EN SEVDİĞİN SÖZ HAKKINDA YAZ.

Antik Yunan filozofu Platon'un yaklaşık iki bin beş yüz yıl önce söylemiş olduğu ve bugün hâlâ gerçeği yansıtan sözünü çok severim.

"Demokrasi, bir eğitim işidir. Eğitimsiz kitlelerle demokrasiye geçilirse oligarşi olur. Devam edilirse demagoglar türer. Demagoglardan da diktatörler çıkar. Demokrasi despotluğa dönüşür.

"Dağdaki çoban ile benim oyum bir değil." diyen ünlü Türk filozofu Aysun Kayacı'yı saygıyla anıyor ve kendisinin Platon'un genlerini taşıyan mümtaz bir kişilik olduğunu düşünüyorum." 

Bu konuda meseleyi kavramak yerine popülistlik adına dağdaki çobanın da insan olduğunu anlatmaya kalkan yığınların zekâ seviyesi hakkında yorum yapmayı gereksiz buluyorum. 

6. SANA KİM YA DA NE İLHAM VERİYOR?

Mustafa Kemal Atatürk başta olmak üzere halka vatandaşlık bilinci vermeye çalışan, sömürüye karşı duran devlet adamları, bilim insanları, sanatçılar, yazarlar benim için hepsi birer ilham kaynağıdır. Dünyaya az da olsa kendi çıkarını değil halkının refahını, menfaatini düşünen insanlar gelmiş, geliyor ve bizler için birer umut kaynağı oluyorlar. Onlardan ilham alarak içinde bulunulan koşullar ne olursa olsun topluma faydalı şeyler üretmenin her zaman mümkün olabileceğini görüyoruz. Bu bence hayata anlam katan, insana mutluluk veren bir şey. 

 7. ELEŞTİRİLMEYECEĞİNİ BİLSEN ŞU AN NE YAPARDIN?

Eleştirilmenin korkulacak ya da yadırganacak bir yanı olduğunu düşünmüyorum. Yeter ki, eleştirirken saygılı olmayı bilelim. Dindar kesim inanç özgürlüğünün bulunmadığından şikâyet eder. Ben tam aksine inançları eleştirme özgürlüğünün bulunmadığını düşünüyorum. Bundan iki bin yıl önce varoluş üzerine daha özgür bir tartışma ortamı varken günümüzde inanç konusu tabu olarak görülmekte. İnanç üzerine tartışma kutsallara hakaret olarak algılandığı için meydan, dini araç olarak kullanan kötü niyetli kişilere kalmış durumda. Dini ve milli konuların özgürce tartışılabildiği, her görüşün eleştirebildiği bir toplumda yaşamak isterdim. 

8. EN ÇOK DUYMAK İSTEDİĞİN İLTİFAT NEDİR? NEDEN?

"İyi ki varsınız." cümlesini duymak beni hoşnut eder. Varlığımın işe yaradığı hissine kapılır ve mutlu olurum. Kulağa samimi ve sıcak geliyor.

9. EN ÇOK DUYDUĞUN İLTİFAT NEDİR?

Güler yüzle "Teşekkür ederim." cümlesi sanırım. Artık yaşım geçtiğinden olsa gerek, bunun dışındaki iltifatları yapmacık bulurum. 

10. BİR ŞİİR YAZMAYI DENE HADİ...

Yapmayın, bu kadar da üstüme gelmeyin

Öykü yaz, roman yaz, deneme, makale yaz deyin ama

Şiir yazmamı istemeyin

N'olur üzmeyin beni, güldürmeyeyim size kendimi.

11. SENİ EN ÇOK NE KIZDIRIR, NEDEN?

Verilen bir söz insanı aptal yerine koyarcasına, basit mazeretlerle tutulmadığında acayip kızarım. Çünkü işimi ona göre ayarlamışımdır. O iş için özel zaman tesis etmişimdir. O söze güvenip başkalarına söz vermiş olabilirim. Önemli bir gerekçesi olmaksızın sözünü tutmayan biri yalancıdır. Ben yalan söylemeyi alışkanlık haline getiren kişilerden hoşlanmam ve kendimi bu tür insanlardan uzak tutmaya çalışırım. 

12. SANA KENDİNİ EN İYİ HİSSETTİREN ANINI YAZ. O ANI BİRİSİYLE YAŞADIYSAN TEŞEKKÜR ET. ÖLMÜŞSE DUA ET.

Kendimi iyi hissettiğim çok anlarım olmuştur. Bunların arasından en iyisini seçmek hayli zor benim için. Fakat aklıma ilk geleni söyleyeyim. Oğlum bebekken balonu elime sürttüğümde ortaya çıkan sese verdiği tepkiyi unutamam. Gıcır gıcır sesleri duyduğu anda kahkahaya boğuluyordu çocuk. Bu onun ilk  kahkahalarıydı ve ailecek bütün dertlerimizi unutup mutlu olmuştuk. Oğluma ve imalatında emeği geçen sevgili eşime teşekkür ederim.  

13. HAYATINDA İZ BIRAKAN BİRİ HAKKINDA YAZ.

Şüphesiz yaşamımın büyük bölümünde birlikte olduğum genel müdürüm hayatımda iz bırakan bir şahsiyet. O olmasaydı rotam hangi yönlere evrilirdi tahmin etmek hayli zor. Üç ayrı şirkette yaklaşık çeyrek yüz yıl birlikte çalıştık. Sanırım iki yıl kadar önceydi, hacca gitmeden önce benden helâllik istedi. Eşimin hatırına verdim helâlliğimi. Sonra, hac farizasını yerine getirip tüm günahlarından arındı ve dünyaya veda etti. Bana karşı iyilikleri çok ama kötülükleri de oldu. Karakterini sevmezdim, onun bana sevgisi ve bağlılığı işime olan ilgim ve çalışkanlığımdan kaynaklanıyordu. Bazen düşünüp, o olmasaydı nasıl bir hayat sürerdim, durumum daha iyi mi yoksa daha mı kötü olurdu diye sormuşumdur hep kendime. 

14. OLMASINI ÇOK İSTEDİĞİN ŞEYLE İLGİLİ YAZ.

Anlatacaklarım fazlasıyla ütopik. Güzel bir ülkem olsun isterdim. Doğal güzelliklerinin yanı sıra insanları da güzel olsun. Kimsenin hakkına gasp edilmediği, herkesin rahat yaşam sürdüğü, özgürce fikirlerini paylaştığı, sanatla iç içe, adaletin hakkıyla yerini bulduğu, çevreye ihtimam gösterilen, emeğin karşılık bulduğu, bağnazlığın ortadan kalktığı güzel bir ülkem olmasını çok isterdim. Öyle delicesine peşinde koştuğum şahsi bir isteğim yok. Hedeflerim fazla büyük olmadığı için hemen hepsine ulaşabildim, yukarısında da gözüm yok zaten. Gerçekten de kedinin ulaşamayacağı ciğere mundar deme durumu yok bende, sözgelimi bir Rolls Royce'um ya da lüks bir yatım olsaydı diyerek iç geçirmiyorum. Mevcut durumumuzu ve sağlığımızı muhafaza edelim yeter. 

15. SENİ ZOR DURUMDA BIRAKAN AMA DOĞRU YAPTIĞINI DÜŞÜNDÜĞÜN BİR ANI YAZ.

Evet, şimdi aklıma geldi. İlk kez şantiye şefi olduğum bir baraj inşaatında devleti ciddi zarara sokacak bir ödemeye karşı çıkmıştım. Genel müdürüm, patronum ve hatta devlet kurumunun şube müdürü, bölge müdürü ödemenin yapılması hususunda beni ikna etmeye çalışıyorlardı. Bu konuda en büyük destek kontrol mühendisinden geldi. Ben işten atılmayı göze aldım. Koca bir ilin temsilcisi şube müdürünün bana alenen söylediği şu sözleri hayatım boyunca unutamam. "Sen şirketinin çıkarlarını koruyamıyorsun, bunu patronuna söyleyeceğim" demişti. Bir devlet memurundan bu sözleri duymak çok acı. Kontrol mühendisi görevden alınması için dilekçe verdi. Sonuçta Bölge Müdürü kontrol mühendisini yanına çağırarak kendisini dinledi ve ödeme gerçekleşmedi. Buna rağmen işten atmadılar beni. Kontrol mühendisi de görevine devam etti. Çünkü haklıydık, doğrusunu yapmıştık. Bu sayede devleti tanımış oldum. İşin gerçeği, yani haksız ödemeye karşı koyuşum, devleti korumaktan ziyade ileride başımın derde gireceğinden korkmamdı. Zira hazırlayan ve kontrol eden olarak benim ve kontrol mühendisinin imzası vardı hakedişin üzerinde.   

16. ÇOCUKLAR İÇİN BİR KISA HİKÂYE YAZ, SONU İYİ BİTSİN.

Bu soruyu müsaadenizle pas geçeyim. Belki ileride ayrı bir sayfada değerlendiririm.

17. 5 TANE KISA VADELİ HEDEF YAZ

1- Bir kez daha sigarayı bırakmayı deneyeceğim.

2- Duyurusunu yaptığım yeni romanımı her hafta bir bölüm yayınlayacak şekilde aksatmadan tamamlayacağım.

3- Kafama koyduğum basit şeyleri sürekli ertelememeye çalışacağım.

4- Biraz kilo versem iyi olacak, o zaman kendimi daha zinde hissedeceğim.

5- Film izlemeye daha fazla zaman ayıracağım.

18. SON ZAMANLARDA ALDIĞIN GÜZEL BİR HABER HAKKINDA YAZ.

Kızımdan aldığım harika bir haber, ama henüz açık etmiyoruz.  

 19. KALBİNİ ACITAN BİR ŞEY HAKKINDA YAZ

Daha önce anılarımda yazmıştım, bu acı hayatım boyunca sürecek. Askerde denetlemeye hazırlandığımız bir sırada bir baktım ki, ne göreyim; erlerden biri eline iğneyi ipliği almış miğferin kumaş kılıfındaki söküğünü dikiyor. O gece nöbetçi subaydım ve bütün taburun elbise dolaplarındaki düzeni, postallarının boyasını, tıraşlarını, yataklarını kontrol etmiş ve eksik bir şeyleri olup olmadığını defalarca sormuştum. Kan beynime sıçramıştı gördüğüm manzara karşısında. Askeri bir kenara çektim, beş dakika sonra denetim başlayacak ve bizimkinin elinde iğne, iplik! Bu kadar gamsızlık olamazdı. Hırsla üzerine yürüdüm. Çocuk "Komutanım, komutanım..." demeye, bir şey anlatmaya çalışıyordu ama ben ağzıma geleni söylemeye devam ediyordum. "Size demedim mi? Sabaha kadar kıçınızı toplamadım mı? Bu saatte bu iş yapılır mı?" Sabrıma yenik düştüm, insanlığımı kaybettiğim bir andı ve yüzüne iki tane yumruk indirdim. Çocuk sesini çıkarmadı, gözleri yaşlı ve burnundan kan damlıyor. "Şimdi söyle bakalım niye bu işi son dakikaya bıraktın?" diye sordum. Sinirim geçmemişti. Çocuk, nefes nefese ne dese beğenirsiniz. "Komutanım, elimdeki sizin miğferinizin kılıfıydı." Yıkılmıştım. Dünya yarılsa da beni içine alsaydı. Elim ayağım kesildi birden, ne yapacağımı bilemedim. Kimse ondan miğferimin kılıfını dikmesini istememişti. O sadece beni sevip saydığı için bu işe soyunmuştu ve gördüğü karşılık! Üstelik ertesi günü terhis olacaktı. Güzel bir anı bırakmıştım ona. Özür diledim defalarca. O ise büyük bir olgunlukla karşıladı beni. "Yok komutanım, zararı yok, bir şey olmaz." dedi. Bir anda rolleri değişmiş, ben önünde küçüldükçe küçülmüş, o gözümde komutan ben ise onun eri olmuştum. Ertesi sabah erkenden bir pastaneye gidip kuru pasta vs. bir şeyler aldım ve yanına gittim.  Ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Yolluk yapsın diye elimdeki paketi verirken sordum. "Beni affedebilecek misin?" Bu olay bana bir hayat dersi oldu. Dışarıdan nasıl görünürse görünsün, eyleme geçmeden önce karşındaki insanı bir dinle! 

20. EN BÜYÜK KORKUNU YAZ, SENİ NEDEN HÂLÂ KORKUTUYOR

Ölüm dahil hiçbir korkum yok ama yakınlarımın ölümü beni korkutur. Bu nasıl bir korku, buna aşırı üzülme, ortak yaşanmışlıkların verdiği bir alışkanlık ya da yalnızlık mı desem bilmiyorum. Ha bir de şeriat gelirse çocuklarımızın hali nice olur diye korkum var ve haklı nedenlerle gittikçe artıyor bu korkum.

21. SEVMEK HAKKINDA YAZ

Bu konuda çok yazdım ve üzerinde çok tartıştık. Sevgi konusunda yazacaklarım yine de hiç bitmeyecek. Ben sevgiyi romantizmin ötesinde iki kişi arasında oluşan karşılıklı çıkar ilişkisi olarak görüyorum. Muhataplardan biri ilgisini kaybettiğinde sevgi denen kavram sona erer. Karşılıklı menfaatler devam ettiği sürece uzun yıllar sürebilir. Hatta iyi bir insan öldükten sonra bile yaptığı işler sayesinde sevilmeye hak kazanır. Sağlıklı ve sağlam bir ilişkidir sevgi. Saygının kardeşi olur.    

22. EN YAKIN ARKADAŞIN HAKKINDA YAZ. NEDEN BU KADAR YAKIN.

Kalmadı. Elli yıldan beri kesintisiz devam etti onunla arkadaşlığımız. Son olarak iki yıl önce oğlumun nikâhında görüşmüştük. Her zaman arayan ben oluyordum. Bu kez o arasın dedim ve beklemeye koyuldum. O günden beri aramadı. Ben de aramam artık. Çocukluk arkadaşımdı. Öğrencilik yıllarında güzel günler paylaşmıştık. Babasının küçük bir bakkal dükkânı vardı. Zamanımızın çoğunu orda geçirirdik. Sonra o evlendi, ben evlendim. Çocuklarımız oldu. Ayrı şehirlerde yaşamamıza rağmen İzmir'e her geldiğimde mutlaka görüşürdük. Ve bitti. Demek ortak bir şey kalmamış aramızda. İkimizin de birbirine olan ihtiyacı ortadan kalkmış, dostluk bir yere kadarmış. Günümüzdeki ilişkiler çıkara dayanıyor maalesef. Beklenti yoksa ilişki bitiyor. Beklenti bir paylaşma, birbirimizin derdini dinleme, gerektiğinde destek olmak birbirimize. Ama yok artık, çıkar dünyası. Rahatsız mıyım, hayır. Yalnızlık en iyisi. Yeter ki kimseye ihtiyacı olmasın insanın. En yakın arkadaşım, eşim, daha ne olsun.

23. SENCE SEN BİR HAYVAN OLSAYDIN NE OLURDUN? NEDEN?

Hoppala. İşte bu absürd bir soru. İnsanların yaşadığı bir dünyada hayvan olmak istemezdim. Kesiyorlar, üzerine biniyorlar, sütünden yoğurt yapıyorlar. Bir de bakmışsın denizden alınıp ızgarada bulmuşsun kendini. Yok bırak kalsın, insan olarak kalayım. Gerçi insan olmanın da türlü zorlukları var ama alıştık artık, ne bileyim.

24. RUHUNA İYİ GELEN BİR RİTÜEL, BİR HOBİ YAZ.

Bunları yazmam içimi ferahlattı. Yazmak, okumak benim en güzel hobilerim. Şu an Kuşadası'nda yazlıktayım. Tatlı bir rüzgâr sırtımı okşuyor. Dün iki kez Tire'ye gidip gelerek balkon oturma grubunu getirdim. Akşamları balkon sefamız da başlayacak. Ara sıra soğuk bir bira ve çerez patates yazılarıma eşlik edecek sanırım. Rakıya, mazota ha bire zam yapıyor Allah'ın cezaları. 

25. GÜVEN SANA NE İFADE EDİYOR?

Bu soruyu challenge'ın en güzel sorusu ilân ediyorum. Güven her şeydir benim için, var olmamın nedeni. Eğer biri bana sana güvenmiyorum dese bittim. Aman her şeyi bilirim, her şey elimden gelir manası çıkmasın buradan. Ben verilen sözlere güvenden bahsediyorum. Zira bir şeyi biliyorsam, biliyorum, yapacağıma inanıyorsam yaparım derim. Bazen garantisi olmaz işin, o zaman elimden geldiği kadar yaparım derim. Dost bildiklerime güvenmek isterim. Güvenimi yitiren bir kişi dostum değildir. Güven en çok ihtiyaç duyulan bir kavram oldu günümüzde. Pazara gidiyorsun tezgahın önüne çürük çarıkları koyuyorlar. Yalan dolan, hile, düzenbazlık almış başını gidiyor. Dolayısıyla güven ortamı yok toplumda. Bu nedenle yarının garantisi de yok, herkes boşlukta kendine bir yön çizmeye çalışıyor. Gençken devletimize güvenirdik. Sınavlarda, mülakatlarda dolaplar çevrilmezdi. Şimdi gemisini yürüten kaptan, ülke çetelerin eline düşmüş. Allah sonumuzu hayır etsin.

26. SANA EN GÜVEN VEREN KİŞİ KİM?

Eşim, onun kadar güven duyulacak ikinci bir kişiyi tanımadım. Bu da benim en büyük şansım.

27. DEĞİŞTİRMEK İSTEDİĞİN BİR ÖZELLİĞİNİ YAZ VE AKSİYONA GEÇ

Eskiden beri çevre oluşturma konusunda beceriksizim. Beceriksizlik de değil, bu konuda oldum olası isteksizdim diyeyim. Bu özellik kariyer yapmada çok önemli. Çevre edinmek isteyen gelip beni buluyor ajandalarına ekliyordu. Ben ise bugün tanıştığım birini yarın unutuyordum. Şahsen benim çevre oluşturmak için hiç gayretim olmadı. İşim düştüğünde arardım arkadaşlarımı. Çoğu arayıp aramadığıma bakmaksızın ellerinden geleni yaptılar. Aynı şekilde beni aradıklarında ben de onlara bütün gayretimle yardımcı oldum. Eskiden çalıştığım bir şirkette genç bir arkadaş vardı. Her zaman toplantı, konferans, seminer vs. etkinliklere katılır, tanımadığı insanlara yanaşır ve onlarla tanışıp telefon numaralarını alırdı. Sonra en fazla haftada bir arar hal hatır sorardı. Öyle ki bazen tanıştığı iki kişiyi bir araya getirir, onların ortak yapacağı işten komisyon alırdı. Uyanık çocuktu vesselâm. Aksiyona geç diyorsunuz ama yok, yapamam. Bana göre değil bu işler, yani yapıma ters. Ben yarın bana lâzım olur düşüncesiyle arkadaşlık kuramam. 

28. GİZLİ GÜCÜN?

İkinci hoppala... Ne gizli gücü. Gücüm varsa niye gizleyeyim ki. Çaktırmayın ben aslında görünmez olabiliyorum. Çok komik.

29. SENCE 10/10 İNSAN NASIL OLMALI? OLMAZSA OLMAZLAR NELER? 

Öncelikle güvenilir olmalı, dürüst olmalı, yalan söylememeli. Çalışkan, adaletli olmalı, başkalarının hakkına göz dikmemeli. Yaptığı her harekette, aldığı her kararda kendini düşündüğü kadar diğer insanları, gelecek nesilleri düşünmeli. Yardımsever olmalı, güler yüzlü olmalı. Dertleriyle yanındakileri sıkmamalı, lüzumsuz ve boş konuşmamalı. Bilgili, kültürlü, sanatsever, eğitimli olmalı. Yaptığı işin ustası olmalı, uydur kaydır iş yapmamalı. Verdiği sözleri tutmalı, karşısındakini aptal yerine koymamalı. Mütevazı olmalı, ne oldum delisi olmamalı. Fazla hırslı olmamalı. Değişik kültürleri tanımalı, gezmeli, okumalı, dünyayı, dünyada olan biten gelişmeleri takip etmeli, çevresine bilgi saçmalı. En az bir sanat dalıyla ileri derecede haşır neşir olmalı. Karşısındaki insana saygılı duymalı, oturup kalkmasını bilmeli, başkasını rahatsız etmemeli. En az birkaç dile hakim olmalı. İlk aklıma gelenler bunlar. Liste daha da uzatılabilir sanki.

30. GENELİN KABUL ETTİĞİ AMA SENİN KABUL ETMEDİĞİN BİR KONU HAKKINDA YAZ.

Her türden dini ve milli kutsal değerler. Herhangi bir şeyin kutsallığı saçma geliyor bana. Bir takım nesnelere, ritüellere, eşyalara, değerlere tapılacak derecede saygı gösterilmesini hatta bu uğurda can verilmesini ilkellik olarak görüyorum. Kutsallık anlayışının genellikle hataların, beceriksizliklerin ve yapılan haksızlıkların örtülmesi için hakim çevrelerce kullanıldığını düşünüyorum. Sözgelimi bayrak. Neymiş bağımsızlığımızın sembolü. Aslında bir bez parçası. Sen git vatan toprağını yabancılara peşkeş çek, sonra avazın çıktığı kadar bağır bayraklar inmez, ezanlar dinmez diye. Yersen. Amerikan BOP projesi çerçevesinde hiçbir çıkarın olmadığı halde taşeronluğa soyun, Ortadoğu bataklığında bul kendini, sonra asker cenazelerinde bağır, şehitler ölmez, vatan bölünmez diye. Yersen. Başörtüm namusum de, sonra kadın Aile Bakanı çıkıp Ensar Vakfının yurtlarında tecavüze uğrayan kırk beş öğrenci için bir kereden bir şey olmaz desin. Yersen. Üzüldüğüm nokta şu; vatan nedir, vatandaşlık nedir, din nedir, dindarlık nedir, insanlara yanlış ve eksik öğretilmiş. Ahlâk ve namus anlayışı saç teline, bacak arasına sıkıştırılmış. ABD vatandaşı ben vergimi ödüyorum deyip hakkını ararken bizim ülke vatandaşları milli ve dini kutsallarla en ağır baskıların, acıların altında eziliyorlar. Daha da önemlisi bunun farkında bile değiller. 

31. MODUNU HER ZAMAN YÜKSELTEN BİR ŞEY HAKKINDA YAZ.

Ben dördüncü soruya verdiğim cevabı burada yinelemek istiyorum. Amelié ve Yann Tiersen ikilisi. Hatta aşağıya ekleyeyim de elimin altında olsun. 

Evet, bitti. Bir soruyu pas geçtim, diğerlerini tüm içtenliğimle cevapladım. Hadi siz de bu güzel challenge'a katılın, yüzleşelim kendimizle. Herkese güzel bir bayram tatili diliyorum. Masum hayvanları boğazlamayın, yazık onlara.



5 Temmuz 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 150

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu belirleyen sevgili DeepTone / Sade ve Derin,  sevgili Persephone'nun yazdığı  şu yazıdan ilham almış:

"Bugün ölüm ilânını yazman gerekseydi, seninle ve hayatınla ilgili neler anlatmasını isterdin?"

İnanın bu tür sorular bana göre değil. Önce "gerekseydi" sözcüğüne takıldım. Nasıl bir gereksinim, hangi koşullarda böyle bir ihtiyaç doğabilir? Tamam hayal gücümüzü sonuna kadar kullanalım ama yine de kenarda köşede kalmış akıl zerrelerinin isyanını nasıl bastıracağız? Birinci aşamada gereklilik sorununu çözmekle başlamak gerek. Peki o zaman hadi sıvayalım kolları, Rabbim güç, derman versin.

Mafyaya bulaştım bir şekilde haberim bile olmadan. Siyah takım elbiseli, kara gözlüklü karanlık kişiler büromu bastı ve silahı şakağıma dayadı. Nasıl böyle bir duruma düştüm, nerede hata yaptım bilmiyorum. Haydut herif, silahın horozunu çekti, klik sesini duymamla birlikte olayın ciddiyetini kavrayıp soğuk terler dökmeye başladım. "Sonun geldi," dedi adam dişlerini sıkarak. "Şimdi otur şuraya ve ölüm ilânını yazmaya başla."

Korkudan bacaklarım titriyordu. Başımı hafifçe kaldırdığımda, silahlarını üzerime doğrultmuş kara gözlüklü, fötr şapkalı üç adamın daha, sabırsızlanarak "hadi, yaz şunu" dercesine başlarını hareket ettirdiklerini fark ettim. Ölümden korkmadığımı sanırdım ama yine de bu kadar erken beklemiyordum. Üstelik hiç beklemediğim bir anda gelip beni hazırlıksız yakalaması ağırıma gitmişti. Bu durumda bile -huyum kurusun- düşünmekten kendimi alamadığım için kekeleyerek ağzımdan şu sözler döküldü.

"Madem öldürmeye kesin kararlısınız, niçin bunu istiyorsunuz benden?" 

Yanımdaki, çetenin başı olduğunu sandığım adam, namluyu şakağımdan uzaklaştırırken bana kocaman dişlerini gösterip sırıttı bir süreliğine. "Güzel soru." dedi. "Eğer ölüm ilânın hoşumuza giderse, canını bağışlayabiliriz." Arkadaşlarına dönüp "Değil mi, arkadaşlar?" Karşımdakiler hep bir ağızdan bağırdılar. "İyisini sen bilirsin Patron" 

Bu sözlerin üzerine içime su serpilmiş, karamsarlığımı aydınlatan küçücük bir umut ışığı belirmişti içimde. Onları bu kararlı tutumlarından vazgeçiren ne olmuştu? Henüz duaya, içine düştüğüm bu duruma el koyması için Tanrı'yı davet etmeye fırsat bulamamıştım. Kalemi elime aldım, çekmecemden çizgisiz bir dosya kağıdı çıkartıp yazmaya başladım.

"ACI KAYBIMIZ - Girit eşrafından armatör Merhum Akif Turna ve eşleri ilk kadın çobanlardan merhume Gülbeyaz'ın, yine aynı eşraftan eski Hanya Valisi merhum Nuri Kaftan ve eşleri meşhur kadın terzilerinden merhume Roze'nin kıymetli torunları,..."

"Olum," dedi yanımdaki haydut, yazdıklarıma göz ucuyla bakarken. "Ne saçmalıyorsun sen?"

"Ölüm ilânımı yazmamı istemediniz mi?" diye sordum çekinerek.

Silahını yeniden üzerime doğrulttu, önündeki sandalyeye bir tekme savurdu. "Ulan geri zekâlı, bana ne senin dedelerinden, ninelerinden. Bize kendinden, hayatından bahset." diye bağırdı. 

Tamam, artık sonun geldi, dedim içimden. Seni duaların bile kurtaramaz bu serserilerin elinden. Çaresiz, Okey dedim, elimden geleni yapayım bari. Önümdeki kağıdı yumak haline sokup çöp sepetine fırlattım, çekmeceden yeni bir kağıt çıkardım, başladım içimden geldiği gibi yazmaya.

"Pek Muhterem Geride Kalanlar,

Kendi arzum ve hür irademle yazmış olduğum bu tuhaf ölüm ilânını okuyorsanız, bilmenizi isterim ki, hali hazırda yanımda bulunan yakışıklı beyefendiler, burada yazdıklarımı muhtemelen tatminkâr bulmamış, üstlendikleri kutsal görevin bilinciyle sorumluluklarını yerine getirmek üzere ellerindeki ateşli silâhlarla canımı yakmadan bedenimden ayırma külfetine katlanmak zorunda kalmışlardır. Bazıları, etrafımı kuşatan şık giyimli bu nazik beylerin bana Tanrı tarafından gönderildiğini iddia edebilirler ama ben buna inanmıyorum. Onların neden gelip beni bulduklarını da bilmiyorum. Bugüne kadar ömrümün dörtte birinde inandım, onda birinde bocaladım ve kalan kısmında sorguladım. Yani anlayacağınız, yaşamı sorgulayacak hayli zamanım oldu. Bu süreçte varoluş mevzusunda en ufak bir ilerleme kat edemedim fakat yaşamı büyük ölçüde çözdüğümü düşünüyorum. Birbirini zenginleştiren iki temeli var hayatın. Bunlardan biri şans, diğeri ise akıl. Akıllı olup şansı olmayanların yüzü gülmez, ama şanslı olanlar pek akıllı olmasa da gemisini yürütebilir. Ben kendimi biraz şanslı, biraz akıllı görüyorum. Ve bu nedenle normal bir hayat sürdüğüme inanıyorum. Benden daha iyiler de var çevremde daha kötüler de. Hatta ortalamanın biraz üzerindeyim sanki. Zaman zaman çamura batsam da genel olarak aklımı kullanarak çevreye uyum sağladım. Günlük yaşamadım, daima yarını düşünerek adımlar attım, çünkü aklın bunu gerektirdiğini biliyorum.

Şanslıydım, iyi bir evlilik yaptım ki, bunu hayatta şans faktörünün en etkili alanı olarak görüyorum. Öğrencilik döneminde biraz sıkıntı çektiysem de savaşların ölümcül etkilerinden uzak kaldım.  Her şeye rağmen yaşadığım dönemde ileriye dönük umutlarımız vardı, şimdiki gençlerin sahip olmadığı bir ortamda büyüdük ve bizler, hedeflerimize büyük ölçüde ulaştık. İnsanız, ben de hayatın acımasız çarkı içinde bazı haksızlıklara -kendi çıkarımı düşünüp bilerek, isteyerek- göz yummuş olabilirim. Bu durum bazen vicdanımı sızlatıyor. Ancak bireysel olarak kimsenin hakkını yediğimi, kimseye bilerek, isteyerek zarar verdiğimi hatırlamıyorum. Ben şans eseri kendi hayat hikâyemi yazdım. Annem beni doktor olarak görmek istiyordu fakat benim arzum mühendis olmaktı. İlk tercihine Ege Tıp yaz, gerisine karışmam demişti. Sonucun istediğim yönde gerçekleşmesi sadece bir şanstı. Zira kazandığım tercihin hemen alt sırasında yine bir tıp fakültesi vardı. Ha, doktor olsaydım ne değişirdi? Eminim o dalda da başarılı olurdum. Çünkü başlangıçta neyin ne olduğunu ayırt edecek donanıma zaten sahip değildik o zamanlar."    

Kağıdı alıp yanımdaki çete reisine uzattım. Yüksek sesle okudu arkadaşlarına ve arkasından korkunç bir kahkaha attı. 

"Manyak bu adam ya," diye söylendi sırıtarak. Hep birlikte "Evet, manyak bu adam." diye tekrar ettiler reislerini arkadaşları, asık suratlarıyla. Ve sırayla odamın kapısından dışarı çıktılar. Ürkekliğimi üzerimden atamadan "Beğendiler galiba." diye geçirdim içimden. Vurmadıklarına göre...        

2 Temmuz 2022 Cumartesi

NOVELIZATION (ROMANLAŞTIRMA)

Edebiyat ve sinema birbirinden beslenen iki farklı sanat dalı. Geçmişten bugüne, söz konusu sanat dalları arasındaki geçiş yönü genellikle edebiyattan sinemaya doğru olmuştur. Türk ve Dünya Edebiyatından birçok ünlü eserin beyaz perdeye aktarıldığını biliyoruz. Bu yolu izleyen yönetmenlerin bir kısmı, ilham aldıkları edebi esere mümkün mertebe sadık kalmayı, bazıları ise bunun yerine, kendilerine daha özgür bir yol çizmeyi tercih etmişler. Diğer taraftan günümüzde sanat çevrelerinde sıkça tartışılan özgünlük ve temellük konusu üzerinde bir uzlaşmanın henüz sağlanamadığı bir gerçek. Romandan uyarlama filmlerin, romandaki tadı vermediği yönünde genel bir kanaat hakim olmasına karşın bu görüşün aksine, nadir de olsa, Doktor Jivago örneğinde olduğu bazı başarılı filmler de var.

Bilindiği üzere yazmak; okuduğunu, duyduğunu, gördüğünü kelimelerle ifade edebilmek, üstelik bu eylemin kolay ve doğru anlaşılabilmesi için dilbilgisi ve imlâ kurallarına uymak, anlatmak isteneni okurun hayalinde tüm detayıyla canlandırabilmek, yan bilgilerle okuru zenginleştirmek, kelime oyunlarıyla ve sanatsal öğeleri kullanarak kendine özgü bir üslûp yaratabilmek, okuru sıkmadan ona heyecanlı, keyifli anlar yaşatabilmek kolay işler değil. Tek bir film enstantanesindeki görüntüyü, konuşmaları ve sesleri, hissedilen duyguları aslına o sahnede görüldüğü şekilde değerlendirip yazıya dökmek de öyle. Edebiyat ve sinema sanatları arasındaki akış yönünün tam aksi istikamete, yani sinemadan edebiyata doğru çevrilmesinden söz ediyorum.

Dünya genelinde bazı filmlerin romanlaştırıldığını görüyoruz ama Türk edebiyatında nedense bu tarz bir çalışmanın izine pek rastlanmıyor. Bir filmi ya da bir film senaryosunu romana dönüştürmek ile edebi bir eseri senaryolaştırıp filme çekmek arasında bence hiçbir fark yok. Uyarlama neticesinde ortaya çıkan yeni eserler, kendi kuralları içinde değerlendirildiğinde, her iki durumda onların da özgün bir nitelik kazandıklarına şahit oluyoruz. Sanat türleri arasında bir nevi yer değiştirme olarak değerlendirilen Novelization (Romanlaştırma) işini sadece "uyarlama" sözcüğüne hapsetmek, onu basite alıp küçümsemek bence haksızlık olur. Nitekim modern edebiyat konularında uzmanlaşmış İngiliz edebiyat profesörü Julie Sanders, "Adaptation and Appropriation - Uyarlama ve Temellük" isimli eserinde uyarlamayı basit bir yer değiştirme olarak değil, bir türü başka bir türe dönüştürme, kendini yenileme eylemi olarak tanımlamıştır. Sanders, çalışmasında kendini yenileme eylemi sırasında yalnızca kopyalama işleminin yapılmadığını, özgünlüğün de işin içine dahil edildiğini vurgulayarak ele aldığı örnekleri uyarlama kavramı üzerinden tartışmıştır. Kanadalı yazar ve eleştirmen Linda Hutcheon ise, uyarlamayı "yaratıcı yorumlama süreci" ya da "yorumlayıcı yaratım" olarak niteler.

Bir film ve bir roman düşünün; her ikisinin konuları, olayları ve olayların geçtiği zamanları, mekan ve karakterleri birbirinin aynı olsun. Filmi izlerken hepimiz perdede ya da ekranda beliren aynı şeyleri görür, aynı sesleri işitiriz. Görüp işittiklerimiz belli ölçüde düşünmemizi, acaba şimdi ya da bundan sonra ne olacak diye merak etmemizi sağlarken hayal dünyamızı fazla harekete geçirmez. Sözgelimi bir film sahnesinde yaşlı adamın biri kapıyı çalıyor. Adamın yüz ifadesini, hareketlerini, saçının kelini ya da kelini saklamak için başına geçirdiği şapkanın şeklini, kılığını, kıyafetini, elinde baston ya da şemsiye taşıyıp taşımadığını, teninin rengini, çaldığı kapının ahşap mı metal mi olduğunu, kapının küçüklüğünü ya da büyüklüğünü, rengini ve boyalarının dökülüp dökülmediğini, kapının tokmağına mı vurduğunu yoksa zilini mi çaldığını, çıkan sesin alçak mı yüksek mi olduğunu, çıkan sesin neye benzediğini ve burada bahsedemediğim bunlara benzer yüzlerce detayı birkaç saniye içinde algılarız. Aynı sahneyi romanda ne kadar tasvir edebiliriz, birkaç saniyelik görüntüyü yansıtmak kaç sayfamızı alır? Yaşlı adamın nefesini, rüzgârın hışırtısını, çaldığı kapının tokmak sesini okurun zihnine tam olarak aktarmak hangi ölçüde mümkün? İşte roman yazmanın sihri burada başlıyor. Olayı anlatırken öyle yazmalısın ki okur, film sahnesinde gördüğü o adamı, kapıyı ve sesleri hayal edip gerçeğe en yakın şekliyle gözünde canlandırabilsin.   

Romanlaştırma konusunda detaylı çalışmaları bulunan Randall D. Larson, "Films into Books" adlı eserinde üç çeşit romanlaştırma yönteminden söz eder. Bunlardan ilki daha önce roman olarak yayımlanan eserin sinemaya ya da dizi filme, oradan da yeniden romana uyarlanması şeklindedir. Film senaryosundaki diyalogların üzerinde herhangi bir değişiklik yapılmaksızın olduğu gibi alınıp düz metin haline getirilmesini ikinci yöntem olarak sınıflandıran Larson, üçüncü yönteme film ve dizi senaryolarının karakter, mekân ya da konseptini temel alan özgün romanları dahil eder. Bu romanlaştırma türünde yazar, senaryoyu olduğu gibi romana aktarmak yerine film ya da dizi senaryosundaki temel öğeleri dikkate alır ve buna senaryodaki karakterleri ekleyerek yeni bir kurgu oluşturur. Larson, sinema romanlarının senaryo yazarları tarafından değil, genellikle başka yazarlar tarafından kaleme alındıkları için romanlaştırılmış kitapları, yaratıcılık barındıran özgün eserler olarak değerlendirmiştir.

Son Dans adıyla daha önce blogumda yayımladığım roman, benim romanlaştırma türünde yaptığım ilk denemeydi. Örneklerinden farklı olarak senaryodan değil, filmin kendisinden yola çıktım. Yazım sürecim boyunca filmde yer almayan yeni karakterler, yeni olaylar, yeni mekanlar eklemek, bazılarını da çıkarmak suretiyle romanın seyrinde epey değişiklik yapmıştım. Aradan epey zaman geçti, not almadığımdan uyarlamasını yaptığım filmin adını dahi unuttum. Yanlış hatırlamıyorsam filmin yapımcısı Meksikalı ya da Güney Amerika ülkelerinden birindendi.  

Son yıllarda gişe yapması düşünülen bazı yüksek bütçeli filmlerin çekimine başlamadan evvel senaryolarının  romanlaştırıldığını görüyoruz. Tanınmış yazarlara sipariş edilen bu tür romanların geniş kitlelere ulaşması, sonradan vizyona girecek aynı adı taşıyacak filmin izleyicisini arttırır. Bu durumda film şirketleri senaristin yanı sıra romanlaştırma işini yapan yazara da telif ücreti öderler. Bazen Yıldız Savaşları filmini romanlaştıran Amerikalı yazar Alan Dean Foster örneğinde olduğu gibi telif ücreti ödenip ödenmeyeceği ya da kime ve ne kadar ödeneceği gibi konular tartışma yaratırken, roman yazarı, film yapımcısı, yönetmen ve senaryo yazarı birbirine girip mahkemelik olurlar.   

İzmir Ekonomi Üniversitesi Arş. Gör. Özge Altıntaş, ASOBİD'in (Amasya Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi) Nisan 2020 tarihli çeviribilim özel sayısına yazdığı makalede Türk edebiyat tarihinde çeviri eylemi olarak romanlaştırılan ilk eserin 1944 yılında Canavar Frankenstein adıyla yayımlandığından bahsetmektedir. Frankenstein dışında ülkemizde romanlaştırma konusunda yapılan herhangi bir çalışmaya pek rastlamadım.

Eğer, sabırla yazımı buraya kadar okumayı başarabildiyseniz size bir haberim var. Yeni bir romana başlıyorum. Haftada bir yayımlamayı plânladığım çalışmam, yine bir novelization, romanlaştırma türünde. Bu kez güzel bir Yunan filmiyle çıkıyorum yola. Bundan tam yüz yıl önce Ege adalarında, Anadolu'da, Balkanlar'da ve Rusya'nın Karadeniz kıyılarında yaşayan kadınların trajedisi romanımın ana temasını oluşturuyor. Birinci Dünya Savaşından sonraki yıllarda çalışan nüfusun azalması, yaşanan açlık, kıtlık ve insanların zor kullanılarak yerlerinden edilmesi, okyanusun öte yanında, fırsatlar ve özgürlükler ülkesi olarak yıldızı parlayan Yeni Dünya'ya büyük bir göç başlattı. Önce erkekler şansını denedi. Örneğin Harput'tan yaklaşık 70.000 Türk'ün bu kervana katıldığı söyleniyor. Dilini, kültürünü, örfünü ve adetini bilmediği yabancı topraklarda bu insanlardan pek azı yalnızlığa tahammül edip gurbet ellere uyum sağlayabilmiş. Önemli bir kısmı Kurtuluş Savaşına katılmak üzere geri dönerken bazıları ise orada kalıp milli mücadeleye parasal yönden destek vermiş. 1920'li yılların başında geçim sıkıntısı çeken anneler, evlenme çağına gelen kızlarını, kendilerini kurtarıp birer koca edinmeleri ve biraz da ailelerine destek olmaları için Amerika'ya göndermeye başlıyor. Dini ve kültürel nedenlerin yanı sıra savaşta ibrenin lehimize dönmesi, Atatürk'ün önderliğinde ülke koşullarının düzeleceğine dair yeni umutların belirmesinden dolayı bu talihsiz kızların arasında Türkler yok. Vekalet nikâhı, posta yoluyla sipariş edilen genç kızlar, zorlu bir deniz yolculuğu, gemide dönen entrikalar, kurulan dostluklar ve orada doğan bir aşk hikayesi romanın temel konuları. "Çalıntı Öpücükler" Stamatis Spanoudakis'in muhteşem müzikleriyle pek yakında...


29 Haziran 2022 Çarşamba

AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 149

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili Tozzerresii / Murat Karakılıç belirledi:

"Mutlu olmak isteyen insan ile mutlu kalmak isteyen insan arasındaki fark nedir?"

Mutluluk... Her insanın peşinde koştuğu bir kavram. Kişiye özel ve yaşama anlam veren tatlar ve hazlar bütünü. Bazen güzel bir çiçeğin kokusu, kulağa hoş gelen bir melodi ya da sevdiğin insanla gün batımını seyre dalmak. Bazen dostlarla rakı masasında Akdeniz şarkıları mırıldanmak. İlk çocuğunun ilk adımları, okuldan mezun olup kepleri havaya fırlattığın an. 

Yanlış hatırlamıyorsam, daha önce de mutluluk konusunu tartışmıştık ya da yazılarımdan birinde bu konuya değinmiştim. O zaman da belirttiğim gibi insan yaşamında biteviye sürüp giden bir mutluluk söz konusu olamaz. Varoluş felsefesinde kendime en yakın hissettiğim filozoflardan biri olan Schopenhauer, hayatın acı ve kederle donatılmış olduğunu, aralara serpiştirilmiş mutluluk kırpıntılarına tesadüfen kavuşma anlarında bunların tadını çıkarmamız gerektiğini savunur.

Dışarıdan mutlu görünen pek çok insanın hangi dertlerle uğraştığını, ne acılar çektiğini, nelere üzüldüğünü bilemeyiz. Ömrü boyunca mutlu bir yaşam süren insan yoktur. Genellikle dertlerimizi içimize atar, mutlu anlarımızı dışarı yansıtırız. Bazen de kendimizi zorlar mutluymuşuz gibi davranırız. En önemlisi mutluluk anlıktır, gelir ve geçer. Bazen bu anları hatırlayıp mutlu oluruz. Acı, üzüntü, keder bazen uzun süreli olabilir. Sözgelimi yatalak bir hasta ya da çaresiz bir illete yakalanmış insan sürekli olarak içinde bulunduğu durumu düşünür. Bu halde olsalar bile dostlarını yanlarında görmek onları kısa süreliğine mutlu eder.

Mutluluğun istenerek elde edilebileceğini düşünmek sadece bir yanılsamadır bana göre. Ruhsal yönden sağlıklı bir insan günlük yaşamında anlık mutluluk kırpıntılarını azami ölçüde yakalar. Zanneder ki mutluluk her zaman elinde. Oysa o, önüne gelen güzellikleri fark edip haz almayı bilmiştir sadece. Bazıları hayal kurmanın bile insanı mutlu edeceğini düşünür. Doğrudur. Ancak hayat öyle acımasızdır ki, en mutlu olduğumuz bir anda acı gerçeklerle yüzleştirir bizleri. Bu bakımdan isyan etmeye hiç gerek yok. Yaşamı acısıyla, tatlısıyla kabullenmek, değiştirip düzeltebileceğimiz şeylerin üzerinde çalışıp sorunları gidermek, elimizde olmayan ya da gücümüzün elvermediği durumları da akışına bırakmak (varlığını kabul etmesem de) kalıcı mutluluğa giden ehven-i şer bir yol.    

Eğer mutluluk istemimizle erişebileceğimiz bir olgu olsaydı o zaman kalıcı olmasını tercih etmek akıllıca bir seçim olurdu muhtemelen. Çünkü mutlu olmayı istemek münferit olaylardan haz almaya ilişkin bir seçim. Mutlu kalmak ise yaşam boyu o şeylere sahip olmak demektir. Yukarıda belirttiğim üzere her insan, her anını mutlu yaşamak ister ama çoğu  zaman elinde olan bir şey değildir bu durum. 

Madem mutluluk her istediğimizde ulaşabileceğimiz bir durum değil, o zaman oturup bizi ziyaret etmesini mi bekleyelim? Elbette bu tembelce bir tavır oluşturur. Mutlu olmak için, bir yandan dertlerimizi unutmaya çalışırken diğer yandan gözlerimizi açıp o küçük mutluluk anlarımızı yakalamaya ve onların tadını çıkarmaya mahkumuz. Belki biraz vurdumduymaz olmak her şeyi sorgulayan pimpirikli biri olmaktan evlâdır. Diğer taraftan biraz ön hazırlık yapıp mutlu anlar için uygun ortamı hazırlamak da elimizde.  Ne var ki bu durum asla mutlu olmamızı garantilemiyor. Demek istediğim de tam olarak bu. Sözgelimi güzel bir tatile çıkıyorsunuz, her şeyi dört dörtlük plânlamışsınız. Yola çıktınız ve hiç beklemediğiniz bir kaza geçirdiniz, ya da bir telefon geldi en yakınlarınızdan biri...

21 Haziran 2022 Salı

BÜYÜKANNELER - DORIS LESSING

Kitabın Adı: BÜYÜKANNELER

Yazar: DORIS LESSING

Çeviren: Pınar Güncan

Sayfa Sayısı: 326

Yayınevi: Çitlembik  Yayınları 

Türü: Roman 

Doris Lessing (1919-2013) babasının görevi nedeniyle bulunduğu İran'da doğan Nobel Edebiyat ödüllü feminist bir yazar. Daha önce yazarın hayatını anlatan Tenimin Altında adlı, kitabını beğenerek okuduğumu hatırlıyorum fakat ne yazık ki blogumda izlenimlerimi paylaşmayı ihmal etmişim. Üretken bir yazar olan Lessing, yazdığı elliden fazla romanında toplumların kültürel kısıtlamalarına baş kaldıran, küresel fırsat eşitsizliğine dikkat çeken temaları işlemiş.

Yazarın Büyükanneler isimli kitabında dört adet kısa roman bulunuyor. Yazım dilinin sadeliği, birbiri ardına çok sayıda konu üretmedeki ustalığı yazarın altını çizmem gereken en belirgin özellikleri. Çeviri fena değildi ancak baskı hatası nedeniyle üçüncü romanın sonu ile dördüncü romanın ilk kısmında toplam sekiz sayfanın boş çıkması can sıkıcıydı. Kitapta son sırada yer alan Aşk Çocuğu, benim en çok sevdiğim roman oldu.

İlk roman kitaba adını veren Büyükanneler 58 sayfadan oluşuyor. Yakın arkadaş olan iki kadın birbirlerinin oğullarına aşık olup onlarla gizli saklı bir ilişki yaşarlar. Toplumda hoş görülmeyen bu durum çocukların kendi yollarını çizmesiyle birlikte sekteye uğrar ve kadınlar ilişkilerinin bitmesine karar verirler. Romanın anlatım tarzı güzeldi ama konuyu biraz zorlama buldum. 

İkinci romanın adı Victoria ve Staveney Ailesi. Yazar 76 sayfalık bu romanında fakir siyahlar ve zengin beyazlar arasındaki ilişkiye değiniyor. Fakir siyah bir kadının beyaz bir adamla evlilik dışı ilişkisinden doğan Victoria, daha iyi koşullara sahip olması için babasının yanında kalması teşvik edilir annesi tarafından. Ancak bu durum kızın köklerini unutup başka bir dünyayı tercih etme tehlikesini barındırdığı için annesini tedirgin eder. Sevdiğim ikinci roman bu oldu.

Üçüncü roman, Bunun Nedeni, bana biraz fantastik geldi. 60 sayfa uzunluğundaki romanda yıkılmaya yüz tutmuş farazi bir uygarlığın on iki yöneticisinden hayatta kalan sonuncusunun ağzından yeni nesillerin yapmış olduğu hatalar ve çöküşün nedenleri anlatılıyor. Bu romanın -eksik sayfalar nedeniyle- sonunu görme imkânımın ortadan kalkması bir yana konusu itibarıyla hoşuma gitmediğini söyleyebilirim.

Ve kitabın sonuncu romanı, Aşk Çocuğu, 127 sayfayla en uzun olanı. İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz askerlerinin bulunduğu gemi Hindistan'a doğru zor şartlar altında yol alırken Güney Afrika'nın başşehri Cape Town'da birkaç günlüğüne mola verir. Misafir edildiği evin sahibesi evli bir kadına aşık olan bir asker yaşadığı tek gecelik birlikteliğin sonucunda bir oğlunun olduğunu öğrenir ve hem aşık olduğu kadının hem çocuğun peşine düşer. İkinci Dünya Savaşının İngiltere ve sömürgesi altındaki toprakları nasıl etkilediğini gözler önüne seren bu roman kitabın adı olmayı Büyükanneler'den çok daha fazla hak etmişti bence. Gerek konu ve kurgu, gerekse üslûp bakımından Aşk Çocuğu isimli romana bayıldım.