KATEGORİLER

7 Şubat 2016 Pazar

07/02/2016 Pazar, Tire

Bizim ustalar soğuktan bayağı tırsmışlar sanki. Yine çalışmadılar bugün. Sabahları soğuk olsa da, güneşin yükselmesiyle birlikte ısınıyor hava. Gani Ustayı aradım bu sefer. Kablo kanalını kazmaya Çarşamba günü başlayacaklarmış. İşe henüz başlamamalarına gerekçe olarak, sabahleyin havaların soğuk olmasını gösterdi o da. Boş durmuyorlarmış, bana duvar taşı ve kayrak taşı hazırlığı yapıyorlarmış.

Teknik A servis ekibi telefon ettiğinde saat on biri geçiyordu. Hemen hazırlanıp yaylaya çıktım. Ustalar gelmediği için demir kapı kapalıydı. Kapı önü tam ana baba günü. Üç tane arabanın arasında kendime zor yer buldum. Yaylanın yollarını pusuya yatmış bir sürü avcı doldurmuş. Kapıdaki araçlar da zaten onlara aitmiş. Kapıyı açıp servis elemanlarını içeri aldım. Taş binaya doğru yürürken avcıların silahları birbiri ardına patlamaya başladı.

Servis elemanları gelir gelmez hemen işe koyuldular. Albert Genau iyi bir seçim oldu gerçekten. Yetkili bayileri de işinin ehli ve konularına hakimler. Sadece makara değiştirme değil, bütün cam kanatlarının son kontrollerini yaptılar, kenar fitilleri sabitlediler. Yanlarında getirmiş oldukları, katlanan camların rüzgarda hareket etmesini önleyen aparatları monte ettiler.  İki saat kadar sürdü işlerini tamamlamaları. 

Yayladan ayrılırken Orhan Amcayı aramak geldi aklıma birden. Epey bir zaman geçmişti bir Pazar günü bahçesine olan daveti. Eşimi evden alıp saat ikide kapısının önünde buluştuk. Arabamıza binip saygıdeğer eşiyle birlikte önde giderlerken biz onları takip ettik. Orhan Amca'yı daha önce anlatmıştım. İlçe girişinde, küçük bir bahçe içindeki kulübeyi müze haline getirmiş adeta. Benim huzur evim diyor tek gözden oluşan bu minicik eve. Demekle kalmıyor, karton levhalara da yazmış "Huzur evime hoş geldiniz, ışık getirdiniz" diye. Zamanında kapısını aşındıran çok olmuş. Pek ziyaret edeni yok şimdilerde. Acı ama hayatın gerçeği bu. Ben de onu biraz mutlu etmek için gitmek istedim aslında.


Küçücük odanın içinde yirmi kadar irili ufaklı Atatürk büstü, belki ondan da fazla Atatürk resmi var. Öğretmenlik yıllarından kalan ve uzun yıllar Tire Şube Başkanlığını sürdürdüğü Türk Hava Kurumu faaliyetlerine ait resimler duvarlarını süslüyor. Sol taraftaki duvar üzerine astığı bir panoda hemen hemen hepsi artık yaşamını yitirmiş dönemin ilçe ileri gelenlerinin resimleri sergileniyor. Altında "Hayatımda İz Bırakanlar" yazıyor.

Karşı duvarda, İsmet İnönü'nün ilçeye ilk ziyareti esnasında çekilmiş siyah beyaz bir fotoğraf ilişiyor gözüme.

Gördüğümüz, gösterdiğimiz her resim bir anısını hatırlatıyor Orhan Amcaya. Ve başlıyor uzun uzun anlatmaya. Zaman zaman dalıyor gözleri uzaklara. Artık hatırlamakta zorluk çekiyorum diyor. Hava soğuk biraz. Odanın içindeki sobayı yakıyor ısınmamız için. Raflara dizilmiş bir sürü aksesuar görüyorum. Küçük heykelcikler, karbüratör kapağından yaptığı kalemlikler... Tam göremedim ama sanırım bir düğmeye basmasıyla birlikte bizden gizleyerek, iki kuş heykeli başlıyor şakımaya. Şaşırdığımızı görünce seviniyor çocuk gibi. Orhan Amcamızın oyuncakları bunlar.



Hiç sigara içmemiş ama rakıyı da elinden bırakmamış. "Doktor bana dudağına yaklaştırmayacaksın bu mereti dedi." diyor kocaman bir rakı şişesinin kapağını çevirirken. İnce uzun bir rakı bardağı uzatıyor bana. Ben de müptelası değilim siz içmiyorsanız, diyecek oluyorum. Ama o bardağımın yarısına kadar dolduruyor rakıyı. Arkasından eline turuncuya kaçan garip sert plastikten yapılmış bir bardak alıyor. Dibinden bağlanan ince bir boru, bardağın etrafında helezonvari dönerek üzerinde bir pipet ağızlığına dönüyor. Bardak kocaman. Yarısına kadar basıyor rakıyı. Üzerini suyla dolduruyorum.
"Bak" diyor, gülerek. "Dudaklarım bardağa değmiyor, doktorun dediğini yapıyorum." diyor göz kırparak. 


Soba odayı iyice ısıttı. Pideleri alüminyum kabının içinde sobanın üzerinde ısıtıyor. Tek mezemiz bu ancak sohbet güzel.

Anılarında önemli bir yer işgal ettiğini düşündüğümüz yaylayı, Kaplan'daki kule denilen taş evi gösterelim istiyoruz. "Hadi görelim bakalım." diyor. Kalkıp arabaya biniyoruz. Yaylanın virajlı yolları eşini rahatsız ediyor. Bahçe kapısına vardığımızda avcıların hala iş başında, av peşinde olduğunu görüyoruz. Demir kapının kilidini açıyorum. Yerler toprak, toprak yağmur nedeniyle yumuşak. Arabayla girsek de içeri, acaba geri çıkabilecek miyiz? Kapıda bıraksak arabayı iki yaşlı insan taş eve kadar yürüyebilecekler mi? Kapıyı sonuna kadar açıp arabaya biniyor, şansımı deniyorum. Toprak üzerinde biraz yalpalayınca endişeleniyorum biraz. Taş evin önüne gelip içeri giriyoruz. Üst kata çıkıp Tire manzarasını gösteriyoruz misafirlerimize. Eminiz ki, çok anıları var buralarda. Ne rakılar içilmiş, ne sohbetler edilmiştir ama... Hatırlamıyor... Tek laf etmiyor eskilerden! Sanki yaylaya değil, sanki kuleye değil de, bir alışveriş merkezine gelmişiz, ne alacağız buradan der gibi bakıyor yüzümüze. Sadece ileriyi işaret ederek, "Bayındır mı orası?" diyor. "Evet, Bayındır orası " diyorum. Aşağıdaki muhteşem yer de Tire. "Sen de beni iyice bunak zannettin!" diyor, kızarak. "Tire'yi bilmez miyim?" "Bilirsin Orhan Amca, bilmez misin hiç?" diyorum, utanarak.



Arazi moduna alıyorum arabayı. Korktuğum gibi olmuyor. Patinaj bile yapmadan çıkıyoruz bahçe dışına. Bütün kapıları kilitleyip dönüyoruz. Kulübeye geldiğimizde bakıyoruz ki, soba söndü sönecek. Tekrar alevlendiriyor birkaç odun parçasıyla. Eski bir transistörlü radyodan dökülen sanat müziği eşliğindeki rakı, pide faslı bitti artık.





Bir sürü eski kaset var yandaki sehpanın üzerinde, teyp arızalı olduğu için çalınamayan. Elektrik de yok evde, elektrik olmadığı için buzdolabı da, televizyon da yok. Tam kafa dinlenecek yer. Raflara dizili, kendisinin yazdığı, ya da derlediği, cebinden ödediği parayla bastırıp ücretsiz dağıttığı birçok kitap gösteriyor bize. "Eskiden bayramlarda..." diyor, "Eskiden bayramlarda, boydan boya bayraklarla dolardı çarşı". Bir resim gösteriyor. Hak veriyoruz ona, her dükkandan adeta fışkırırcasına çıkan onca bayrağı görünce.






Bahçeye çıkıyoruz. Ortada büyük bir kayısı ağacı var. "Bu ağacın meyvesi, hiçbir yerde yok" diyor. Birkaç metre ileride bir dut ağacını gösteriyor bize. Salkım şeklinde meyve veren değişik bir dutmuş bu. Ufacık bahçenin köşesinde bir ağaç daha var. Hünnapmış. Faydaları çokmuş. Adını duymuştum, ama hiç yememiştim yanılmıyorsam. Başka ağaç yok, hepsi bu kadar. Ağaçların arasında sıra sıra dizilmiş soğan ve kara lahanalar. Necati adında bir akrabası ilgileniyormuş bahçeyle. Adamcağız haklı diyorum Necati gibi gençten birine ihtiyacı var bu bahçe işleri için, bahçe ne kadar küçük olsa da işi büyük olur, bilirim. "Necati öldü geçen hafta" diyor. Ya, vah vah üzülüyoruz. Kaç yaşındaydı acaba? Genç birini beklerken Necati'nin tam seksen bir yaşında olduğunu öğreniyoruz.









Izgaraya benzer bir alet gösteriyor bize, kendi yaratıcılığının ürünü. Üzerine de kocaman harflere yazmış özelliklerini. İçine kömür doldurup yakıldığında, ne baca istiyor ne de yellemek. Her iki yanına birer açılır kapanır tel ızgara sarkıtılmış. Ön yüzü piştikten sonra arka yüzü çevrilecek. Üzerinde dört sıra da şiş yeri var. Oldukça pratik ve yaratıcı. On tane yaptırmış sanayide bir arkadaşına. Kendine kalan sonuncusuymuş bu. Çok ilginç ve pratik görünüyor. 








Birlikte çıkıyoruz bir pazar günü,  Orhan Amcamızın "Huzur Evi"nden, huzur içinde.           

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder