Sabah erkenden yollara düştüm. Eşim, fizik tedavi seanslarına devam ettiği için yine beni yalnız bıraktı. Tedavi amaçlı gidiyorum İzmir'e bu aralar... Kızımın nöbet ertesine denk gelirse eğer, bütün günümüzü birlikte geçirip mutlu oluyoruz.
İlk olarak doğruca hastaneye gittim. Çok fazla bekletmeden damar yolumu açıp koluma ilaç verebilmek için intraket taktılar. Geceden beri bir şey yiyip, içmedim. İlaçlı tomografiden sonra bol bol su içmem gerekiyormuş.
Tünele benzer bir cihazın içinde sırt üstü yatarken, metalik sesin "Nefesini tut", "Şimdi nefes alabilirsiniz" talimatlarına harfiyen uydum diyemeyeceğim. Nefesimi tuttuktan sonra yeniden nefes alamadım tabi. "Şimdi nefes alın" sesini duyduğumda tam tersine içimde tuttuğum nefesi dışarı verdim. Raporum haftaya hazır olacakmış.
Tomografiden sonra uzman doktor tahlil sonuçlarıma bakıp beni muayene etti. Enfeksiyon varmış vücudumda, şimdilik iki kutu antibiyotik kullanmamı istedi. Rapor çıkana kadar bir değerlendirme yapamayacağını söyledi.
Hastaneden çıktık. Bornova'da çok methettiği bir Kafe'ye götürdü beni. Menü güzel ve fiyatlar gayet uygun. Kızımla derin bir sohbete daldık. Ben anlattım o dinledi. O anlattı ben dinledim.
Kahvaltıdan sonra ayrıldık. O eve, ben diş hekimine. Hatay'daki Ağız ve Diş Sağlığı Polikliniğine vardığımda saat ikiyi bulmuştu. Geçen hafta alt çeneme konulan implantlardan sonra dikişleri aldırmam gerekiyordu. Bekletmeden dişçi koltuğuna aldı doktor. En ufak bir rahatsızlık hissetmeden bütün dikişler alındı ağzımdan. Ayın yirmi altısında hazır göz doktoruna gelmişken, sabahtan diş taşlarının temizlenmesi ve kontrol amaçlı geleceğim buraya yine.
Doktor faslını tamamladıktan sonra, şarküteri sahibi, çocukluk arkadaşım Mustafa'ya telefon edip onun Fahrettin Altay Meydanındaki dükkanına takıldım. Sabahın güneşli havası yerini kara bulutlara bırakmaya başlamıştı. Kızımın evinde biraz dinlendikten sonra kafamızdaki programı hayata geçirmek üzere kolları sıvamıştık bile. E, ne olacak deli babanın deli kızı. İnciraltı'na doğru yola çıktığımızda yağmur çiselemeye başlamıştı. Sadece çiselese razıydık ama gökyüzündeki bulutlar, kuvvetli bir sağanağı işaret ediyordu.
Kent Park Ormanında aracımızı park edip bisikletlerimize bindik. Yağmur altında bisiklet kullanmak delilik mi? Bizden başka sadece iki kişi gördük bisiklete binen. Onlar da yağmur başlamadan yola çıkmış olmalılar. Var güçleriyle pedala asılıp bir an önce gidecekleri yere varmak telaşındaydılar. Biz aheste çevirirken pedalları, işin keyfini çıkarıyorduk. Bir ara durduk, deniz kenarından istiridye kabukları topladık. Deniz kabuklarının bir yarısını o aldı diğer yarısını ben.
Havanın kararması denizin rengini iyice griye bürümüş, kuvvetini arttıran rüzgar, hızımızı kesmeye başlamıştı. Gideceğimiz yolun sonuna doğru pamuk saçlı balıkçı ablamız göründü. Bisikletlerimizi yolun kenarına park ettikten sonra teknelerden birine kurulduk ve balıklarımızın pişmesini bekledik. Yine enfesti. Ablamız yirmi dört yıldır yapıyormuş bu işi. Fırtına öncesi denizin üzerinde ufak bir tekne, teknenin içinde kızım ve ben, balıklarımızı yedik afiyetle, denizin ve yağmurun kokusunu ciğerlerimize çekerek.
Şans eseri korktuğum yağmur boşalmadı. Hep çisil çisil yağdı. Montlarımız iyice ıslandı ama çok eğlendik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder