Dikiş makinesiyle işi bittikten sonra kaptanın sırmalı ceketini ve dikiş kutusunu yanına alan Niki, üçüncü sınıf yolcuların bulunduğu kata indi. Alelacele üzerine rahat bir kıyafet geçirip gelişi güzel eşyaların yığıldığı duş kabinleriyle yatakhaneyi ayıran ara bölüme geçti ve geniş kanepelerden birine yerleşti. Arkasındaki lombozdan giren ışık sayesinde biraz olsun önünü görebiliyordu. Norman'ın kendisine hediye ettiği kitabı göğsüne bastırırken gözleri dalmıştı, yüzünde mutlu bir gülümseme belirdi. Tanıdıkça onu daha çok seviyor, onunla konuşmak hoşuna gidiyordu. Her şeyin gözüne toz pembe göründüğü o anlarda tüm umutlarını kendisine bağlayan ailesi düşüyordu aklına. Sofia Teyze'nin yüzüne nasıl bakardı? Eleni'den sonra Alexsandros'u ikinci kez hayal kırıklığına uğratmanın vebalini nasıl taşıyabilirdi? Kalbiyle aklı arasında sıkıştığını hissetti. Öte yandan Norman'a haksızlık ettiğini düşünüyor, soğuk davranarak onun kendisine yaklaşma çabalarını elinin tersiyle itiyordu. Amerika'da nasıl bir hayatı olacağına dair hiçbir fikri yoktu. Belki o da kardeşi Eleni gibi dayanamayıp geri dönecekti memleketine. O zaman Norman'a karşı ilgisiz davrandığına pişman olur muydu? Alexsandros Norman kadar kibar davranacak mıydı ona? Kafasının içinde bin bir soru uçuşup duruyordu. Tam o esnada bir hareketlenme oldu. Sol taraftaki ranzaların birinde sekiz yaşlarında bir çocuk ateşler içinde yanarken iniltili sesler çıkarıyordu. Yanı başındaki annesi ne yapacağını bilmez halde sessizce göz yaşı dökerken genç kızlardan biri duş kabininden çıkıp Niki'nin yanından geçti. Soğuk suyla doldurduğu beyaz, çinko kâseyi dökmemek için büyük çaba gösteriyordu. Kadın, genç kızın uzattığı kâsede ıslattığı bir bez parçasını yatağında sessizce sayıklamaya devam eden çocuğun sıcak alnına bastırdı. Gemide sıklıkla karşılaşılan bu türden manzaralara alışmıştı artık Niki. Aynı dili konuşamadığı için onlara acımaktan başka bir şey yapamamanın verdiği can sıkıntısıyla elindeki kitabı bıraktı ve kaptanın ceketini kucağına aldı. Dikiş kutusundan çıkardığı siyah makara ipliğinden uzunca bir parça kopardı dişiyle, kopan düğmeyi yerine dikmeye hazırlandı. O sırada ceketin cebinden yere düşen bir kart ilişti gözüne.
Niki eğilip karton parçasına baktı, üzerinde kocaman harflerle yazılmış yazıyı okudu. "Yelena, Memleketi: Odesa" Yerden aldığı kartpostala benzeyen karton parçasının arka yüzünü çevirdi. Norman'ın çekmiş olduğu fotoğraflardan biriydi bu. Resimdeki kızın gözlerine dikkatle baktı. Telli duvaklı yöresel gelinliğin içinde, ellerini önünde kavuşturmuş güzel Yelena, sanki ondan yardım ister gibiydi.
Çocuğun sesi kesilmişti. Hastanın başında toplanan kadınlar endişe içinde birbirlerine bakıyorlardı. Niki, fotoğrafı kitabın arasına sıkıştırdı. Sırmalı ceketin kopan düğmelerini yerine diktikten sonra aceleyle ranzasına gidip üzerini değiştirdi. Siyah elbisesini giydi, saçlarını taradı, küçük aynasına yansıyan yüzüne baktı ve koluna aldığı kaptanın ceketiyle merdivenlere koştu.
Birinci sınıf kamaraları boyunca salona doğru ilerleyen Niki, koridorda karşılaştığı denizci Nikolas'a gemi kaptanı Marinos'un ceketini teslim etti. Bir an önce Norman'ı görmek istiyordu aslında.
"Norman Harris salonda mı?" diye sordu.
"Hayır," dedi Nikolas. "Onu geminin fotoğrafhanesine girerken gördüm. Biraz bekleyebilirsen, seni oraya götürebilirim."
Beş dakika sonra şişko Yorgo'nun karanlık odasında, Norman'la baş başa kalmıştı Niki. Koyu turuncu ışık altında kendini son derece gergin hissediyordu. Büyük bir ciddiyetle fotoğrafları baskıya hazırlayan Norman'ın bir an önce işinin bitmesini bekliyordu.
"Beni bu karanlık yerde niçin tutuyorsunuz?" Niki'nin endişesi yüzüne yansımıştı. Norman kimyasalla karıştırılmış banyo kabının içine fotoğraf kâğıdını daldırdı.
"Şimdi göreceksin."
"Hiçbir şey göremiyorum." dedi Niki heyecanla.
"Siga-siga, yavaş yavaş. Acele etmeye lüzum yok."
"Ama benim acele etmem gerekiyor. Merak ederler beni gecikirsem."
"Bana bir dakika izin ver, sonuna geldik." dedi Norman.
"Bir dakikam dahi yok. Gitmek istiyorum."
"Bak," dedi Norman, fotoğraf kağıdının üzerinde şekillenmeye başlayan görüntüyü işaret ederek. "Ne kadar büyüleyici değil mi?" Sesi titriyordu. İzmir Hisar camisi avlusunda, üzeri rengârenk çaputlarla süslenmiş dilek ağacının çevresine toplanan çocuklar, gazeteciye eski huzurlu günlerini anımsatmıştı. Bütün çocukların "beni çek, beni çek" diyen haykırışları çınlıyordu kulaklarında. Farkında olmadan genç kızın omzuna attı elini. Norman, gittikçe belirginleşen fotoğrafa kendini kaptırmış, o günü yaşıyordu adeta. Niki, genç adamın çocuksu sevincini görünce duygulanıp hafifçe gülümsedi.
***
Üçüncü sınıfta akşam yemeği başlayalı epey bir zaman olmuştu. Niki son dakika yemek tepsisini alıp boşalan masalardan birine geçti. Yemekhaneyi dolduran gelinlik kızlar, yolculuk sona doğru yaklaşırken merak ettikleri yeni ülkelerini ve evlenecekleri adamları daha sık düşünmeye başlamışlardı. Birbiri ardına dizilen uzun masalarda çatal kaşık sesleri kendi aralarında yaptıkları heyecanlı sohbetlere eşlik ediyordu. Her fırsatta duşa giriyor, çamaşırlarını yıkıyor, saçlarını toplayarak güzel görünmeye çalışıyorlardı. Yan masadaki kızların sohbetine kulak kesilmişti Niki.
"Amerika'da zenginler, kolayca ayırt edilmelerini sağlamak için yanlarında çalıştırdıkları hizmetçi ve uşaklarını siyaha boyuyorlarmış."
Yanındaki arkadaşı dehşetle gözlerini açtı. "Bizi de boyayacaklar mı?"
"Aptal olma!" dedi, beriki.
Karşılarında oturan bir diğeri konuya açıklık getirdi. "Bizler yüzüklerimiz, şapkalarımız ve kendimize ait çantalarımızla birer hanımefendi olacağız."
"Çantalarımız olacak öyle mi?" dedi yanındaki, inanmaz görünerek.
"Elbette!"
Yemeğini bitirenler, dualarını yapıp istavroz çıkartarak salondan çıktılar. Niki ile birlikte birkaç kişi kalmıştı geriye. Yan masada yalnız başına oturan kadın, aşçı Kardaki, son lokmasını ağzına attı. Niki'yle her fırsatta sohbet eden, güler yüzlü, beyaz tenli, renkli gözlü, elli yaşlarında bir kadındı, Bayan Kardaki. Tam masadan kalkmak üzereydi ki, Niki gidip karşısına oturdu.
"Bayan Kardaki," dedi Niki, heyecanla. "Size sormak istediğim bazı şeyler var." Biraz düşünüp lâfını toparlamaya çalıştı. "Eeee, buradaki bütün kızların müstakbel kocaları için uygun birer eş olduklarına inanıyor musunuz?"
Kardaki, başını iki yana salladı. "Uygun olup olmaması hiç mühim değil! Evlenecekleri adamların hepsi işçi, onlar böyle şeylere aldırmazlar ki." Gözlerini havaya dikip gülümsedi. "Evleneceğim kişinin uygun olup olmadığına babam karar vermişti benim. Oldukça seçici biriydi doğrusu. Aradan uzun yıllar geçti tabi. Şimdi artık başkalarını evlendirmek için çalışıyorum." Düşüncelere dalmıştı. "Bu benim deniz aşırı onuncu seyahatim. Her seferimde kutsal bir görevi yerine getirdiğime inanıyorum. Yeterince tecrübe kazandım. Özellikle göçmenler konusunda... Gemide birine aşık olmak büyük problem. Hele göçmenler arasında böyle bir ilişki insanın başına tarifsiz belâlar açar." Bir anne edasıyla tavsiyelerde bulunuyordu Bayan Kardaki. "Şimdi bir an için kapat gözlerini,..." dedi Niki'ye. "Ve hayalini kur gelecek günlerinin... Uçsuz bucaksız bir ülke..." Niki, heyecanlanmıştı. Acemice gülümserken karşısında kendisine umut dağıtan kadına bakıyordu.
Kardaki, genç kıza doğru eğilip bir sır verircesine açtı gözlerini. "Biliyor musun orada kaç kişi eski gömleklerini giyiyor? Kaç tanesi yenisini almak ister?"
"Dinle beni kızım," dedi kadın sevecenlikle, "Sabırlı ol, bu zor günler elbette sona erecek. Hayata dört elle sarıl. Göreceksin bak, on yıl sonra kocaman bir terzi dükkânına sahip olacaksın." Bu sözlerin verdiği şevkle içini huzur kaplamıştı Niki'nin. Geleceğe dair aklından geçen tüm olumsuz düşünceleri silip attığı yüzünden okunuyordu.
***
Güneşin parlak ışınlarıyla aydınlanan geminin üst güvertesi, yolculara muhteşem bir okyanus manzarası sunuyordu. Denizin maviliği buruşuk bir çarşaf gibi dört bir yana göz alabildiğince uzanırken büyük salondan açık güverteye kadar yayılan masalarda büyük bir hareketlilik göze çarpıyordu. Beyaz elbiseli genç garsonlar, taralı saçları ve kibar davranışlarıyla limonata servisi yaparken diğer hizmetliler masalara servis takımlarını taşıdılar. Birinci sınıf yolcularından bir kısmı salonda gazete ve dergileri karıştırıyor, diğerleri arkadaşlarıyla birlikte sohbet ediyorlardı. Açık güvertede kenarları fırfırlı şemsiyesini açıp güneşten korunmaya çalışan Emine Bacı, bir aşağı bir yukarı volta atarken, kendisine eşlik eden Norman'a heyecanlı bir şeyler anlatıyordu. Oldukça neşeli görünen genç adam, giydiği beyaz takım elbiseyi şık bir beyaz fötr şapkayla tamamlamıştı.
"Doğuda,..." dedi falcı kadın. Kelimeler ağzından ağır ağır dökülüyordu. "Delikanlılar, sevdiği genç kızları... mehtabın olmadığı gecelerde... beyaz bir atın terkisine alıp kaçırırlarmış." Norman'a bakıp gülümsedi. Emine onun çat pat Türkçe öğrendiğini biliyordu. Konuşmasına biraz şirinlik katsın diye sözlerini Türkçe tekrarladı. "Beyaz atın üstünde..." Norman kelimenin anlamını tam olarak çıkaramamıştı.
"Şunu bir daha söyler misin?"
"Diyorum ki, doğuda,..." Aklına bir şey gelmiş gibi bir anda lâfını tamamlamaktan vazgeçti, falcı kadın. Üzerinde son derece şık duran mavi bir elbise, başında siyah tülden havalı şapkasıyla ağır aksak yürürken bir anda durup Norman'ın karşısına geçti. Sapından tuttuğu mavi şemsiyeyi oyun oynarcasına çeviriyordu. "Neyse, bırakalım bunları," dedi. "İçimden geldi, hadi gel el falına bakayım şimdi senin."
"Peki, o zaman" dedi Amerikalı. "Aşağı salona inip sakin bir köşe bulalım kendimize."
Tam o esnada alt güverteden, Haro'nun yanık sesi geldi kulaklarına. Genç kızın çaldığı udun nağmelerine eşlik eden sözler o kadar dokunaklıydı ki bir anda oldukları yerde çakılıp kaldılar. Haro'nun hüzünlü sesiyle bütünleşen müziğin ezgileri büyülemişti onları. Sessizce dinlemeye koyuldular. Genç kızın bağrından kopup gelen yanık sesi en çok Emine'yi etkilemişti.
"Hayır şimdi değil." dedi falcı kararını değiştirerek. "Başka bir zaman yapalım, Norman." Hayli şaşırmıştı Norman, falcı kadının bu tavrına. Emine, huşu içinde güvertenin korkuluklarına dayanmış, yürek burkan sesi dinlerken başka bir aleme geçmiş gibiydi. Gazeteciyi başından savıp yalnız kalmak istiyordu. Şemsiyeyi başının üzerinden yere indirdi. "Biraz daha güneşlenmek istiyorum." dedi.
Norman, Emine Bacı'dan biraz uzaklaştı ve korkuluklardan aşağı doğru eğildi. Rüzgârın savurduğu uzun saçlarına aldırmaksızın, alt güvertede, kendinden geçmiş halde, gözleri kapalı, söylediği şarkının içinde kaybolan genç kızı seyretti.
"Acı benim yolculuğum, bilmem bu yolun sonu neye varacak.
Bana yaşamaktan bahsediyordun, ona elveda dedim çoktan."
Merdivenlerden inip büyük salona girdiğinde yer yerinden oynuyordu. Denizci kıyafetli garsonlar yolcuların arasında dolaşıp içki servisi yapıyorlar, bazıları ise yere dökülen yiyecek artıklarını süpürüyorlardı. Rengârenk tüllerden oluşan tuvaletleriyle şov kızları eğitmenleri eşliğinde son provalarını yaparlarken neşeyle bağrışıyor, bazı çapkın yolcular lâf attığında şen kahkahalarla onlara cevap yetiştiriyorlardı. Masalarda oturup kızları izleyen yolculardan bir kısmı bir yandan limonatalarını yudumlarken, zaman zaman seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalıyorlardı.
Sol elinde viski bardağı olduğu halde kollarıyla öğrencilerine dans hareketlerini gösteren Maria, kızlarına güveniyor, gece gündüz demeden yaptıkları çalışmaların karşılığını alacağından son derece emin görünüyordu.
"Hadi bakalım kızlar bir kez daha tekrarlıyoruz! Bir... iki... üç... ve dört..." Gözlerini kapatıp melodik sesler çıkaran Maria, başını çember çizermiş gibi boynunun etrafında dolaştırıp duruyordu. "Ve şimdi, el ele tutuşup halka oluyoruz..."
Geminin birinci kaptanı tek başına oturduğu piste yakın konumdaki masalardan birinde, Maria ve kızlarını ilgiyle seyrederken bir yandan viskisini yudumluyordu. Norman salona girer girmez onu görmüştü, hemen gidip yanına oturdu. Kaptan davetsiz misafirini memnuniyetle karşılamıştı, bir şey demeden karafa uzandı ve gazetecinin önündeki bardağa iki parmak viski boşalttı. Provanın sonuna gelmişti. Kızlar sarmaş dolaş birbirlerini kutlarlarken kaptan, dansçıları hararetle alkışlamaya başladı.
"Hepiniz harikasınız kızlar! Bravo! Seni de kutlarım Maria, güzel iş çıkardın."
Maria, eğilerek gösterişli bir reverans yaptı. Yumuşak ve şımarık bir sesle "Teşekkür ederim, kaptan!" dedi.
Kaptan, Norman'a göz kırptı, "Denizaşırı seyahatlerde dans gösterilerine ve değişik eğlencelere her zaman ihtiyaç vardır." dedi. "Biliyorsun, zamanı öldürmek için başka çare yok!" Norman, viskisinden bir yudum alıp gülümsedi. "Fakat," dedi kaptan, konuşmaya devam etmek istediğini belli edercesine. "Ben yine de yirmi kişilik mürettebatı olan yük gemilerini özlüyorum. Hint Okyanusunu geçerken, yolcusuz, yanımda aşçım Herakles'ten başka kimse olmayacak..." Kaptan eski günlerin hayaliyle keyiflenirken Maria ona seslendi.
"Hadi üst güverteye çıkalım, kaptan!" Son derece neşeli görünüyordu Maria. "Okyanusun güzel kokusunu içimize çekelim." Kaptan, hareketlendi.
"Ah, evet, harika bir öneri!" dedi sandalyesinden kalkarken.
"Sen gelmeyecek misin, Norman?" diye sordu Maria.
"Başka bir zaman Maria, teşekkür ederim."
Kaptan etrafındaki yolculara döndü. Yüksek sesle "Bayanlar, baylar! Üst güvertede birer bardak uzo içmeye ne dersiniz?"
Yolcular kaptanın teklifini alkışlarla ve bağrışmalar eşliğinde kabul ettiler. Büyük bir gürültüyle masalar boşaldı, kalabalık güvertenin yolunu tuttu.
Kapıya doğru ilerleyen Kaptan, salona giren Niki'yle karşılaştı. Gülümseyerek elini uzattı. Genç kız tedirgin bir şekilde kendisine uzanan ele dokundu. Kaptan genç kızın elini ellerinin arasına alıp şefkatle sıktı. "Teşekkür ederim," dedi. "Ceketimi tamir ettiğin için." Niki'nin gözlerine bakıyordu. "Gözlerin,.." dedi, "Aynı sevgili kızım Marussa'nın gözleri gibi. Onu kaybettiğimde senin yaşındaydı." Niki, ne diyeceğini bilemedi. Gözleri dolan kaptan önüne bakıp genç kızın elini bıraktıktan sonra salon kapısından dışarı çıktı. Niki, donmuş gibi bir süre yerinde hareketsiz kaldı. Başını kaldırdığında salonun bir köşesinde yalnız başına sigarasını tüttüren Norman'ı gördü. Ona doğru yaklaştı.
"Amerika'ya vardığımda," dedi. "Yapacağım ilk şey, küçük kız kardeşime renkli boya kalemleri göndermek olacak." Kucağında bir gelinlik taşıyordu Niki. "Henüz 15 yaşında... Resim yapmayı ve özellikle dalga resimleri yapmayı, deniz kabuklarını boyamayı seviyor."
"Onu özledin mi?" diye sordu Norman.
"Çok seviyorum onu." Elindeki gelinlikle birlikte dikiş makinesinin yanına gitti. Norman sigarasından derin bir nefes çekti, nefesini tutmuş, genç kızı diniyordu.
"Şikago'da büyük bir göl varmış. Vaftiz teyzem anlatmıştı bana... Ege Denizi kadar kocaman bir şeymiş... Bunu çok sevdim." Makinenin iğnesine ipliği geçirdikten sonra Norman'a baktı. "Yunan halkı denizin mavisini görmeden yaşayamaz."
"Bizim İrlandalılar da öyle." dedi Norman. Sigarasını ağzına alıp oturduğu sandalyeyi tek eliyle Niki'nin yanına taşıdı. "Büyükannem,.." dedi, genç kızın yanına otururken. "Bana hep kayalara çarpan dalgaları anlatırdı. Parçalamaya çalışır dalgalar kayaları, her kıyıya vuruşlarında. Kayalar direnir, dalgalar vurur." İçini çekti Norman. "Önce nostaljiye kaptırırdı kendini, eski günlerini hatırlardı. Arkasından melankolik bir ruh haline bürünür, hüzün kaplardı içini. Nostaljik zamanlarında tuzlu yiyecekler pişirirdi, melankoliye döndüğünde ise kekler, pastalar yapardı."
Niki başını kaldırdı, Norman'a bakıp şaşırmış bir yüz ifadesiyle gülümsedi. Norman tam olarak anlaşıldığından emin olmak istiyordu.
"Söylediklerimin hepsini anladın mı?"
Niki gururla başını salladı hafifçe. "Nostalghia, Yunanca bir kelime!"
"Ya melankoli?" diye sordu Norman. Gözlerinin içi gülüyordu Niki'nin.
"Melanholia," dedi. İyice keyiflenmişti Niki. Fakat Norman'ın canı sıkkın görünüyordu. İçinde yanan kor ateşi daha fazla saklayamazdı. Kendini nakavt olmuş bir boksör gibi bitkin hissediyordu. Gözlerinin feri gitmiş, ne yapacağını bilmez haldeydi.
"Niki,..." dedi. Ne kadar büyük bir acı içinde kıvrandığı yüzüne yansımıştı. "Sevgilim,... Gece boyunca hep seni düşündüm." Niki şeytan çarpmışa döndü bir anda. Biraz kendini geri çekmiş şaşkın gözlerle genç adamın solgun yüzüne bakıyordu.
"Bütün aşk mektupları üç aşağı beş yukarı bu şekilde başlar." diyerek devam etti Norman. "Öyle değil mi, Niki?" Niki, genç adamın gözlerine dikmişti gözlerini, bir şey söylemeden, hareketsiz ona bakıyordu sadece.
"Sana gönderilen bunun gibi aşk mektupları var, değil mi Niki? Nikolas onları Haro'ya okuduğunu söylemişti bana."
"Onlar bana ait değildi, Haro'ya yazılmış aşk mektuplarıydı onlar..." dedi Niki. Şaşkın bir halde dudakları titreyerek vermişti bu cevabı. Genç adama kızmak geliyordu içinden fakat bu gücü kendinde bulamıyordu. Tutulup kalmıştı öylece.
Norman, içini çekti, başıyla anladığını gösterdi. "Sen de buna benzeyen bir mektup almadın mı hiç?" diye sordu.
İki gencin gözleri birbirinin içine girmişti adeta. Niki kısa süren bir suskunluktan sonra biraz sertçe cevap verdi. "Asla!" dedi. Bakışını yere indirdi. Dudağını ısırıyor, güçlükle nefes alıyordu.