KATEGORİLER

23 Ağustos 2022 Salı

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 9)

Dikiş makinesiyle işi bittikten sonra kaptanın sırmalı ceketini ve dikiş kutusunu yanına alan Niki, üçüncü sınıf yolcuların bulunduğu kata indi. Alelacele üzerine rahat bir kıyafet geçirip gelişi güzel eşyaların yığıldığı duş kabinleriyle yatakhaneyi ayıran ara bölüme geçti ve geniş kanepelerden birine yerleşti. Arkasındaki lombozdan giren ışık sayesinde biraz olsun önünü görebiliyordu. Norman'ın kendisine hediye ettiği kitabı göğsüne bastırırken gözleri dalmıştı, yüzünde mutlu bir gülümseme belirdi. Tanıdıkça onu daha çok seviyor, onunla konuşmak hoşuna gidiyordu. Her şeyin gözüne toz pembe göründüğü o anlarda tüm umutlarını kendisine bağlayan ailesi düşüyordu aklına. Sofia Teyze'nin yüzüne nasıl bakardı? Eleni'den sonra Alexsandros'u ikinci kez hayal kırıklığına uğratmanın vebalini nasıl taşıyabilirdi? Kalbiyle aklı arasında sıkıştığını hissetti. Öte yandan Norman'a haksızlık ettiğini düşünüyor, soğuk davranarak onun kendisine yaklaşma çabalarını elinin tersiyle itiyordu. Amerika'da nasıl bir hayatı olacağına dair hiçbir fikri yoktu. Belki o da kardeşi Eleni gibi dayanamayıp geri dönecekti memleketine. O zaman Norman'a karşı ilgisiz davrandığına pişman olur muydu? Alexsandros Norman kadar kibar davranacak mıydı ona? Kafasının içinde bin bir soru uçuşup duruyordu. Tam o esnada bir hareketlenme oldu. Sol taraftaki ranzaların birinde sekiz yaşlarında bir çocuk ateşler içinde yanarken iniltili sesler çıkarıyordu. Yanı başındaki annesi ne yapacağını bilmez halde sessizce göz yaşı dökerken genç kızlardan biri duş kabininden çıkıp Niki'nin yanından geçti. Soğuk suyla doldurduğu beyaz, çinko kâseyi dökmemek için büyük çaba gösteriyordu. Kadın, genç kızın uzattığı kâsede ıslattığı bir bez parçasını yatağında sessizce sayıklamaya devam eden çocuğun sıcak alnına bastırdı. Gemide sıklıkla karşılaşılan bu türden manzaralara alışmıştı artık Niki. Aynı dili konuşamadığı için onlara acımaktan başka bir şey yapamamanın verdiği can sıkıntısıyla elindeki kitabı bıraktı ve kaptanın ceketini kucağına aldı. Dikiş kutusundan çıkardığı siyah makara ipliğinden uzunca bir parça kopardı dişiyle, kopan düğmeyi yerine dikmeye hazırlandı. O sırada ceketin cebinden yere düşen bir kart ilişti gözüne.

Niki eğilip karton parçasına baktı, üzerinde kocaman harflerle yazılmış yazıyı okudu. "Yelena, Memleketi: Odesa" Yerden aldığı kartpostala benzeyen karton parçasının arka yüzünü çevirdi. Norman'ın çekmiş olduğu fotoğraflardan biriydi bu. Resimdeki kızın gözlerine dikkatle baktı. Telli duvaklı yöresel gelinliğin içinde, ellerini önünde kavuşturmuş güzel Yelena, sanki ondan yardım ister gibiydi.

Çocuğun sesi kesilmişti. Hastanın başında toplanan kadınlar endişe içinde birbirlerine bakıyorlardı. Niki, fotoğrafı kitabın arasına sıkıştırdı. Sırmalı ceketin kopan düğmelerini yerine diktikten sonra aceleyle ranzasına gidip üzerini değiştirdi. Siyah elbisesini giydi, saçlarını taradı, küçük aynasına yansıyan yüzüne baktı ve koluna aldığı kaptanın ceketiyle merdivenlere koştu.

Birinci sınıf kamaraları boyunca salona doğru ilerleyen Niki, koridorda karşılaştığı denizci Nikolas'a gemi kaptanı Marinos'un ceketini teslim etti. Bir an önce Norman'ı görmek istiyordu aslında. 

"Norman Harris salonda mı?" diye sordu.

"Hayır," dedi Nikolas. "Onu geminin fotoğrafhanesine girerken gördüm. Biraz bekleyebilirsen, seni oraya götürebilirim."

Beş dakika sonra şişko Yorgo'nun karanlık odasında, Norman'la baş başa kalmıştı Niki. Koyu turuncu ışık altında kendini son derece gergin hissediyordu. Büyük bir ciddiyetle fotoğrafları baskıya hazırlayan Norman'ın bir an önce işinin bitmesini bekliyordu.

"Beni bu karanlık yerde niçin tutuyorsunuz?" Niki'nin endişesi yüzüne yansımıştı. Norman kimyasalla karıştırılmış banyo kabının içine fotoğraf kâğıdını daldırdı. 

"Şimdi göreceksin."

"Hiçbir şey göremiyorum."  dedi Niki heyecanla.

"Siga-siga, yavaş yavaş. Acele etmeye lüzum yok."

"Ama benim acele etmem gerekiyor. Merak ederler beni gecikirsem."

"Bana bir dakika izin ver, sonuna geldik." dedi Norman.

"Bir dakikam dahi yok. Gitmek istiyorum."

"Bak," dedi Norman, fotoğraf kağıdının üzerinde şekillenmeye başlayan görüntüyü işaret ederek. "Ne kadar büyüleyici değil mi?" Sesi titriyordu. İzmir Hisar camisi avlusunda, üzeri rengârenk çaputlarla süslenmiş dilek ağacının çevresine toplanan çocuklar, gazeteciye eski huzurlu günlerini anımsatmıştı. Bütün çocukların "beni çek, beni çek" diyen haykırışları çınlıyordu kulaklarında. Farkında olmadan genç kızın omzuna attı elini. Norman, gittikçe belirginleşen fotoğrafa kendini kaptırmış, o günü yaşıyordu adeta. Niki, genç adamın çocuksu sevincini görünce duygulanıp hafifçe gülümsedi.

***

Üçüncü sınıfta akşam yemeği başlayalı epey bir zaman olmuştu. Niki son dakika yemek tepsisini alıp boşalan masalardan birine geçti. Yemekhaneyi dolduran gelinlik kızlar, yolculuk sona doğru yaklaşırken merak ettikleri yeni ülkelerini ve evlenecekleri adamları daha sık düşünmeye başlamışlardı. Birbiri ardına dizilen uzun masalarda çatal kaşık sesleri kendi aralarında yaptıkları heyecanlı sohbetlere eşlik ediyordu. Her fırsatta duşa giriyor, çamaşırlarını yıkıyor, saçlarını toplayarak güzel görünmeye çalışıyorlardı. Yan masadaki kızların sohbetine kulak kesilmişti Niki.

"Amerika'da zenginler, kolayca ayırt edilmelerini sağlamak için yanlarında çalıştırdıkları hizmetçi ve uşaklarını siyaha boyuyorlarmış."

Yanındaki arkadaşı dehşetle gözlerini açtı. "Bizi de boyayacaklar mı?"

"Aptal olma!" dedi, beriki.

Karşılarında oturan bir diğeri konuya açıklık getirdi. "Bizler yüzüklerimiz, şapkalarımız ve kendimize ait çantalarımızla birer hanımefendi olacağız."   

 "Çantalarımız olacak öyle mi?" dedi yanındaki, inanmaz görünerek.

"Elbette!" 

Yemeğini bitirenler, dualarını yapıp istavroz çıkartarak salondan çıktılar. Niki ile birlikte birkaç kişi kalmıştı geriye. Yan masada yalnız başına oturan kadın, aşçı Kardaki, son lokmasını ağzına attı. Niki'yle her fırsatta sohbet eden, güler yüzlü, beyaz tenli, renkli gözlü, elli yaşlarında bir kadındı, Bayan Kardaki. Tam masadan kalkmak üzereydi ki, Niki gidip karşısına oturdu.

"Bayan Kardaki," dedi Niki, heyecanla. "Size sormak istediğim bazı şeyler var." Biraz düşünüp lâfını toparlamaya çalıştı. "Eeee, buradaki bütün kızların müstakbel kocaları için uygun birer eş olduklarına inanıyor musunuz?" 

Kardaki, başını iki yana salladı. "Uygun olup olmaması hiç mühim değil! Evlenecekleri adamların hepsi işçi, onlar böyle şeylere aldırmazlar ki." Gözlerini havaya dikip gülümsedi. "Evleneceğim kişinin uygun olup olmadığına babam karar vermişti benim. Oldukça seçici biriydi doğrusu. Aradan uzun yıllar geçti tabi. Şimdi artık başkalarını evlendirmek için çalışıyorum." Düşüncelere dalmıştı. "Bu benim deniz aşırı onuncu seyahatim. Her seferimde kutsal bir görevi yerine getirdiğime inanıyorum. Yeterince tecrübe kazandım. Özellikle göçmenler konusunda... Gemide birine aşık olmak büyük problem. Hele göçmenler arasında böyle bir ilişki insanın başına tarifsiz belâlar açar." Bir anne edasıyla tavsiyelerde bulunuyordu Bayan Kardaki. "Şimdi bir an için kapat gözlerini,..." dedi Niki'ye. "Ve hayalini kur gelecek günlerinin... Uçsuz bucaksız bir ülke..." Niki, heyecanlanmıştı. Acemice gülümserken karşısında kendisine umut dağıtan kadına bakıyordu. 

Kardaki, genç kıza doğru eğilip bir sır verircesine açtı gözlerini. "Biliyor musun orada kaç kişi eski gömleklerini giyiyor? Kaç tanesi yenisini almak ister?" 

"Dinle beni kızım," dedi kadın sevecenlikle, "Sabırlı ol, bu zor günler elbette sona erecek. Hayata dört elle sarıl. Göreceksin bak, on yıl sonra kocaman bir terzi dükkânına sahip olacaksın." Bu sözlerin verdiği şevkle içini huzur kaplamıştı Niki'nin. Geleceğe dair aklından geçen tüm olumsuz düşünceleri silip attığı yüzünden okunuyordu.

***

Güneşin parlak ışınlarıyla aydınlanan geminin üst güvertesi, yolculara muhteşem bir okyanus manzarası sunuyordu. Denizin maviliği buruşuk bir çarşaf gibi dört bir yana göz alabildiğince uzanırken büyük salondan açık güverteye kadar yayılan masalarda büyük bir hareketlilik göze çarpıyordu. Beyaz elbiseli genç garsonlar, taralı saçları ve kibar davranışlarıyla limonata servisi yaparken diğer hizmetliler masalara servis takımlarını taşıdılar. Birinci sınıf yolcularından bir kısmı salonda gazete ve dergileri karıştırıyor, diğerleri arkadaşlarıyla birlikte sohbet ediyorlardı. Açık güvertede kenarları fırfırlı şemsiyesini açıp güneşten korunmaya çalışan Emine Bacı, bir aşağı bir yukarı volta atarken, kendisine eşlik eden Norman'a heyecanlı bir şeyler anlatıyordu. Oldukça neşeli görünen genç adam, giydiği beyaz takım elbiseyi şık bir beyaz fötr şapkayla tamamlamıştı.

"Doğuda,..." dedi falcı kadın. Kelimeler ağzından ağır ağır dökülüyordu. "Delikanlılar, sevdiği genç kızları... mehtabın olmadığı gecelerde... beyaz bir atın terkisine alıp kaçırırlarmış." Norman'a bakıp gülümsedi. Emine onun çat pat Türkçe öğrendiğini biliyordu. Konuşmasına biraz şirinlik katsın diye sözlerini Türkçe tekrarladı. "Beyaz atın üstünde..." Norman kelimenin anlamını tam olarak çıkaramamıştı.

"Şunu bir daha söyler misin?" 

"Diyorum ki, doğuda,..." Aklına bir şey gelmiş gibi bir anda lâfını tamamlamaktan vazgeçti, falcı kadın. Üzerinde son derece şık duran mavi bir elbise, başında siyah tülden havalı şapkasıyla ağır aksak yürürken bir anda durup Norman'ın karşısına geçti. Sapından tuttuğu mavi şemsiyeyi oyun oynarcasına çeviriyordu. "Neyse, bırakalım bunları," dedi. "İçimden geldi, hadi gel el falına bakayım şimdi senin."

"Peki, o zaman" dedi Amerikalı. "Aşağı salona inip sakin bir köşe bulalım kendimize." 

Tam o esnada alt güverteden, Haro'nun yanık sesi geldi kulaklarına. Genç kızın çaldığı udun nağmelerine eşlik eden sözler o kadar dokunaklıydı ki bir anda oldukları yerde çakılıp kaldılar. Haro'nun hüzünlü sesiyle bütünleşen müziğin ezgileri büyülemişti onları. Sessizce dinlemeye koyuldular. Genç kızın bağrından kopup gelen yanık sesi en çok Emine'yi etkilemişti. 

"Hayır şimdi değil." dedi falcı kararını değiştirerek. "Başka bir zaman yapalım, Norman." Hayli şaşırmıştı Norman, falcı kadının bu tavrına. Emine, huşu içinde güvertenin korkuluklarına dayanmış, yürek burkan sesi dinlerken başka bir aleme geçmiş gibiydi. Gazeteciyi başından savıp yalnız kalmak istiyordu. Şemsiyeyi başının üzerinden yere indirdi. "Biraz daha güneşlenmek istiyorum." dedi. 

Norman, Emine Bacı'dan biraz uzaklaştı ve korkuluklardan aşağı doğru eğildi. Rüzgârın savurduğu uzun saçlarına aldırmaksızın, alt güvertede, kendinden geçmiş halde, gözleri kapalı, söylediği şarkının içinde kaybolan genç kızı seyretti.

"Acı benim yolculuğum, bilmem bu yolun sonu neye varacak.

Bana yaşamaktan bahsediyordun, ona elveda dedim çoktan."

Merdivenlerden inip büyük salona girdiğinde yer yerinden oynuyordu. Denizci kıyafetli garsonlar yolcuların arasında dolaşıp içki servisi yapıyorlar, bazıları ise yere dökülen yiyecek artıklarını süpürüyorlardı. Rengârenk tüllerden oluşan tuvaletleriyle şov kızları eğitmenleri eşliğinde son provalarını yaparlarken neşeyle bağrışıyor, bazı çapkın yolcular lâf attığında şen kahkahalarla onlara cevap yetiştiriyorlardı. Masalarda oturup kızları izleyen yolculardan bir kısmı bir yandan limonatalarını yudumlarken, zaman zaman seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalıyorlardı.   

Sol elinde viski bardağı olduğu halde kollarıyla öğrencilerine dans hareketlerini gösteren Maria, kızlarına güveniyor, gece gündüz demeden yaptıkları çalışmaların karşılığını alacağından son derece emin görünüyordu. 

"Hadi bakalım kızlar bir kez daha tekrarlıyoruz! Bir... iki... üç... ve dört..." Gözlerini kapatıp melodik sesler çıkaran Maria, başını çember çizermiş gibi boynunun etrafında dolaştırıp duruyordu. "Ve şimdi, el ele tutuşup halka oluyoruz..." 

Geminin birinci kaptanı tek başına oturduğu piste yakın konumdaki masalardan birinde, Maria ve kızlarını ilgiyle seyrederken bir yandan viskisini yudumluyordu. Norman salona girer girmez onu görmüştü, hemen gidip yanına oturdu. Kaptan davetsiz misafirini memnuniyetle karşılamıştı, bir şey demeden karafa uzandı ve gazetecinin önündeki bardağa iki parmak viski boşalttı. Provanın sonuna gelmişti. Kızlar sarmaş dolaş birbirlerini kutlarlarken kaptan, dansçıları hararetle alkışlamaya başladı.

"Hepiniz harikasınız kızlar! Bravo! Seni de kutlarım Maria, güzel iş çıkardın."

Maria, eğilerek gösterişli bir reverans yaptı. Yumuşak ve şımarık bir sesle "Teşekkür ederim, kaptan!" dedi.     

Kaptan, Norman'a göz kırptı, "Denizaşırı seyahatlerde dans gösterilerine ve değişik eğlencelere her zaman ihtiyaç vardır." dedi. "Biliyorsun, zamanı öldürmek için başka çare yok!" Norman, viskisinden bir yudum alıp gülümsedi. "Fakat," dedi kaptan, konuşmaya devam etmek istediğini belli edercesine. "Ben yine de yirmi kişilik mürettebatı olan yük gemilerini özlüyorum. Hint Okyanusunu geçerken, yolcusuz, yanımda aşçım Herakles'ten başka kimse olmayacak..." Kaptan eski günlerin hayaliyle keyiflenirken Maria ona seslendi.

"Hadi üst güverteye çıkalım, kaptan!" Son derece neşeli görünüyordu Maria. "Okyanusun güzel kokusunu içimize çekelim." Kaptan, hareketlendi.

"Ah, evet, harika bir öneri!" dedi sandalyesinden kalkarken.

"Sen gelmeyecek misin, Norman?" diye sordu Maria.

"Başka bir zaman Maria, teşekkür ederim."

Kaptan etrafındaki yolculara döndü. Yüksek sesle "Bayanlar, baylar! Üst güvertede birer bardak uzo içmeye ne dersiniz?"

Yolcular kaptanın teklifini alkışlarla ve bağrışmalar eşliğinde kabul ettiler. Büyük bir gürültüyle masalar boşaldı, kalabalık güvertenin yolunu tuttu.

Kapıya doğru ilerleyen Kaptan, salona giren Niki'yle karşılaştı. Gülümseyerek elini uzattı. Genç kız tedirgin bir şekilde kendisine uzanan ele dokundu. Kaptan genç kızın elini ellerinin arasına alıp şefkatle sıktı. "Teşekkür ederim," dedi. "Ceketimi tamir ettiğin için." Niki'nin gözlerine bakıyordu. "Gözlerin,.." dedi, "Aynı sevgili kızım Marussa'nın gözleri gibi. Onu kaybettiğimde senin yaşındaydı." Niki, ne diyeceğini bilemedi. Gözleri dolan kaptan önüne bakıp genç kızın elini bıraktıktan sonra salon kapısından dışarı çıktı. Niki, donmuş gibi bir süre yerinde hareketsiz kaldı. Başını kaldırdığında salonun bir köşesinde yalnız başına sigarasını tüttüren Norman'ı gördü. Ona doğru yaklaştı.

"Amerika'ya vardığımda," dedi. "Yapacağım ilk şey, küçük kız kardeşime renkli boya kalemleri göndermek olacak." Kucağında bir gelinlik taşıyordu Niki. "Henüz 15 yaşında... Resim yapmayı ve özellikle dalga resimleri yapmayı, deniz kabuklarını boyamayı seviyor."

"Onu özledin mi?" diye sordu Norman.

"Çok seviyorum onu." Elindeki gelinlikle birlikte dikiş makinesinin yanına gitti. Norman sigarasından derin bir nefes çekti, nefesini tutmuş, genç kızı diniyordu.

"Şikago'da büyük bir göl varmış. Vaftiz teyzem anlatmıştı bana... Ege Denizi kadar kocaman bir şeymiş... Bunu çok sevdim." Makinenin iğnesine ipliği geçirdikten sonra Norman'a baktı. "Yunan halkı denizin mavisini görmeden yaşayamaz."

"Bizim İrlandalılar da öyle." dedi Norman. Sigarasını ağzına alıp oturduğu sandalyeyi tek eliyle Niki'nin yanına taşıdı. "Büyükannem,.." dedi, genç kızın yanına otururken. "Bana hep kayalara çarpan dalgaları anlatırdı. Parçalamaya çalışır dalgalar kayaları, her kıyıya vuruşlarında. Kayalar direnir, dalgalar vurur." İçini çekti Norman. "Önce nostaljiye kaptırırdı kendini, eski günlerini hatırlardı. Arkasından melankolik bir ruh haline bürünür, hüzün kaplardı içini. Nostaljik zamanlarında tuzlu yiyecekler pişirirdi, melankoliye döndüğünde ise kekler, pastalar yapardı." 

Niki başını kaldırdı, Norman'a bakıp şaşırmış bir yüz ifadesiyle gülümsedi. Norman tam olarak anlaşıldığından emin olmak istiyordu.

"Söylediklerimin hepsini anladın mı?"

Niki gururla başını salladı hafifçe. "Nostalghia, Yunanca bir kelime!"

"Ya melankoli?" diye sordu Norman. Gözlerinin içi gülüyordu Niki'nin. 

"Melanholia," dedi. İyice keyiflenmişti Niki. Fakat Norman'ın canı sıkkın görünüyordu. İçinde yanan kor ateşi daha fazla saklayamazdı. Kendini nakavt olmuş bir boksör gibi bitkin hissediyordu. Gözlerinin feri gitmiş, ne yapacağını bilmez haldeydi. 

"Niki,..." dedi. Ne kadar büyük bir acı içinde kıvrandığı yüzüne yansımıştı. "Sevgilim,... Gece boyunca hep seni düşündüm." Niki şeytan çarpmışa döndü bir anda. Biraz kendini geri çekmiş şaşkın gözlerle genç adamın solgun yüzüne bakıyordu.

"Bütün aşk mektupları üç aşağı beş yukarı bu şekilde başlar." diyerek devam etti Norman. "Öyle değil mi, Niki?" Niki, genç adamın gözlerine dikmişti gözlerini, bir şey söylemeden, hareketsiz ona bakıyordu sadece. 

"Sana gönderilen bunun gibi aşk mektupları var, değil mi Niki? Nikolas onları Haro'ya okuduğunu söylemişti bana." 

"Onlar bana ait değildi, Haro'ya yazılmış aşk mektuplarıydı onlar..." dedi Niki. Şaşkın bir halde dudakları titreyerek vermişti bu cevabı. Genç adama kızmak geliyordu içinden fakat bu gücü kendinde bulamıyordu. Tutulup kalmıştı öylece.

Norman, içini çekti, başıyla anladığını gösterdi. "Sen de buna benzeyen bir mektup almadın mı hiç?" diye sordu.

İki gencin gözleri birbirinin içine girmişti adeta. Niki kısa süren bir suskunluktan sonra biraz sertçe cevap verdi. "Asla!" dedi. Bakışını yere indirdi. Dudağını ısırıyor, güçlükle nefes alıyordu.


AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 157

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri 4. yılına girmiş bulunuyor. Söz konusu etkinliği başlatan, Edischar ve Taha Akkurt başta olmak üzere organizasyon liderliğini başarıyla sürdüren sevgili DeepTone'a, tartışmalara soruları ve yorumlarıyla destek veren tüm blog dostlarına teşekkürlerimi sunuyorum. Bu haftanın konusu sevgili Taha Akkurt'tan geliyor:

"Sizce tarihteki en önemli buluş nedir? Keşke ilk benim aklıma gelseydi dediğiniz fikirler hangisidir? Son olarak imkân ve yeteneğiniz olsaydı şu an neyi icat etmek isterdiniz?"

Buluş ya da icat, daha önce bulunmayan bir şeyin insan çabasıyla oluşturulmasıdır. Keşif ise, yeni veya daha önce anlamlı olarak tanınmayan bir şeyi algılama eylemidir. İster keşif deyin, isterseniz buluş bence tarihteki en önemli keşif/buluş "Tanrı" kavramı. İnsan varoluşundan bu yana açıklayamadığı şeylerden korkmuş ve kendine bir dayanak aramıştır. Önceleri ağaçtan, güneşten, ateşten ve kendi eliyle yaptığı putlardan medet umarken zamanla çok tanrılı dinlere oradan da tek tanrılı dinlere inanmış ve yaşamını buna göre düzenlemiştir. Bugün dünyada yaklaşık 4,5 milyar kişi İbrahimi dinlere, başta Hinduizm ve Budizm olmak üzere yaklaşık 2 milyar kişi de Uzakdoğu dinlerine inanmakta. Varoluşa dair düşünceler tarih boyunca insanın kafasını kurcalarken pek çoğu mitolojiye mal olan gerçek dışı hikâye ve anlatılar gelişen bilim ışığında fantastik edebiyatın konusu olmuştur. Sözgelimi Hinduizm'de insanlığın yaratılış hikâyesi Tanrı Brahma'ya dayanır. Yalnız olmaktan korkan Brahma, kendine bir hayat arkadaşı dileyip kendini kucaklama halindeki bir erkek ve bir kadın kılığına sokar. Daha sonra bedenini ikiye ayıran Tanrı Brahma, bu bölünmeden bir erkek ve bir kadın yaratır. Erkek ve kadının birleşmelerinden de bütün insanlık dünyaya gelir. Bu hikâyeye inanan ya da inanmış görünen bir milyardan fazla insan var günümüzde. Keza Adem ve Havva'nın çamurdan yaratılıp yasak meyveyi yedikten sonra cennetten kovulması ve daha sonra (nasıl çarpık bir ilişkiyse) çocuklarıyla birlikte üremesi, bana eski Yunan Tanrısı Zeus ve onun saygıdeğer eşi, aynı zamanda ablası olan Tanrıça Hera ile çocukları savaş tanrısı Ares, ateş tanrısı Hephaistos, tanrıça Angelos, tanrıça Heusha, gençlik tanrıçası Hebe ve doğum tanrıçası Eileithyia'dan daha fazla inandırıcı gelmiyor. Aslında tarihimizin en büyük buluşunun, tüm dinleri ve varoluş hikâyelerini çürüten "Evrim Teorisi" olduğunu söyleyecektim. Ancak dinin iyi bir sömürü aracı olma özelliğinden dolayı "Tanrı" kavramı, bilim ve teknolojide onca ilerlemeye rağmen tahtını korumaya devam ediyor ve görünen o ki, uzun bir süre yerini kaptırmayacak. Elbette özgür! ve bağımsız! bir ülkede herkes canı neye isterse ona inanır. Ben "Tanrı" kavramını bir buluş değil insanlık tarihinde gelmiş geçmiş en önemli keşif olduğuna inanıyorum. Eğer konumuz "buluş" ya da "icat" ise tarihteki en önemli buluş, bana göre, kanıtlanmış bir doğa yasası olan "Evrim" olgusudur.

Olağanüstü fikirler bir birikimin sonucu olarak ortaya çıkar. Bu birikimin nesilden nesile aktarılmasını sağlayan yazının keşfi olmuştur. Sözgelimi bilgisayar icat edilmeseydi biri çıkıp interneti keşfedemezdi. Bütün buluş ve keşiflerin sahiplerine hayatımızı kolaylaştırdıkları, dünyamızı daha iyi tanıma fırsatı verdikleri ve gerçekleri ortaya çıkardıkları için minnettarız. Ancak, şimdiye kadar, keşke ilk benim aklıma gelseydi diye bir düşünceye kapılmadım. Keşke elektriği bulmak benim aklıma gelseydi, keşke telefonu ben icat etseydim şeklinde geçmişte kalan bir takım yeniliklerin sahibi olma fikri bana garip geldi açıkçası. Belki de "keşke" sözcüğüne duyduğum antipatidir bunun nedeni. Ütüyü ben bulmuş olsaydım meselâ, ne değişecekti? Patentini alıp zengin mi olacaktım? Ya da tarihin sayfalarına ismim mi yazılacaktı? En iyisi bırakalım mucitlerimizi, kaşiflerimizi rahat etsinler, ölenlerinin kemiklerini sızlatmayalım. 

"İmkân ve yeteneğim olsaydı şu an neyi icat etmek isterdim?" Bu soruyu zevkle cevaplayabilirim. Benim icat etmem de gerekmez. Fikri vereyim, isteyen bu konuda kolları sıvayabilir. İlk anda aklıma gelen "yalan makinesi". Şahide falan gerek kalmazdı artık. Adliyelerde yığılmaların önüne geçilir, haklı haksız hemen çıkardı ortaya. Kafatasına bağlanan birkaç elektrot, beynin ilgili bölümünden alınacak sinyalleri işlemden geçirerek makinenin kırmızı ya da yeşil ışığını yakacak. Biraz daha geliştirilerek sesli hale getirilebilir. Yeşil ışık yandığında sessizlik, kırmızı ışık yandığında "Yalaaaan!" diye gür, oturaklı bir ses çıkarabilir örneğin. Özellikle politikacıların bu makineye bağlanmadan hiçbir konuşmasını dikkate almazdık artık. Eğer küresel güçler engel olmazsa böyle bir makinenin yapılabileceğine gerçekten inanıyorum. 

İkinci olarak biraz ütopik bir düşünce. Aslında fikir olarak kurgu filmlere konu olmuş daha önce. Işınlamadan bahsetmek istiyorum. Önce cansız varlıklar, daha sonra becerebilinirse canlılar. Düşünebiliyor musunuz, ne kadar büyük bir devrim olur bu. Deniz, hava ve kara taşımacılığına paydos. Önce şehrin muhtelif yerlerine istasyonlar kurulur. Bu istasyonlara getirilen mallar dünyanın bir ucundaki diğer bir istasyona saniyeler içinde ışınlanır. Nasıl ki ilk bilgisayarlar oda büyüklüğündeydi, küçüle küçüle cebimize girdi. Bu ışınlama istasyonları da zaman içinde portatif hale getirilip eşyanın yanına getirildiğinde kısa mesafeli taşıma işleri bile ortadan kalkar. Böylelikle siyasilerin yol yaptık, köprü yaptık şeklindeki propagandaları da boşa çıkmış olur. 

Son olarak sevgili Taha Akkurt'un benden önce davranıp açıkladığı yeni bir yönetim sistemi icat etmek isterdim. Nasıl bir sistem olacağına dair üzerinde epey düşünmem lâzım. Zira bugüne kadar en iyi yönetim şekli diye yutturulan demokrasinin suyu çıkmış durumda. Yeni yönetim sistemi, adaletin sağlandığı, hakça paylaşımın tesis edildiği, liyakatli kişilerin yönetimin başına getirildiği, sağlıklı bir denetim mekanizmasına haiz bir sistem olmalı.

21 Ağustos 2022 Pazar

HAYAT HANIM - AHMET ALTAN

Kitabın Adı: HAYAT HANIM

Yazar: Ahmet ALTAN

Sayfa Sayısı: 218

Yayınevi: Everest Yayınları

Türü: Roman 

Okuduğum ilk Ahmet Altan kitabı. Kısa zamanda okunabilecek, yer yer güzel betimlemelere ve diyaloglara sahip. Özellikle üniversite hocalarının ders anlatım tarzları son derece ilginç. Kitabın adını ilk kez Mrs. Kedi'den duymuştum. Hemen baştan söyleyeyim, Mrs. Kedi'nin Hayat Hanım ile Hayati Bey adlı öyküsü çok daha güzeldi. Altan'ın Hayat Hanım'ını pek beğenemedim. Nedenlerini anlatacağım:

Ailesi çiftçilikle geçinen bir gencin yaşadığı dramatik bir olayla başlıyor roman. Rusya'ya ihracatın durması sebebiyle tonlarca domatesi tarlada kalan Fazıl'ın ailesi ekonomik çöküş yaşıyor ve çektiği sıkıntıya dayanamayan baba kalp krizinden ölüyor. Önceleri rahat bir hayat süren delikanlı, ilk kez yoksullukla tanışıyor, okuduğu üniversitenin edebiyat bölümünü bitirebilmek için artık çalışıp para kazanmak zorunda. Yine benzer şekilde varsıllıktan yoksulluğa düşen bir genç kızımız var, adı Sıla. Sıla'nın babası başarılı bir işadamı, siyasal bir nedenden ötürü, (muhtemelen yakınlarının Fetö'yle bağlantılı olması gerekçesiyle) devletin malum kişi ve kurumları hapisten azat edilmesine karşılık adamcağızın fabrikalarına çöküyor. İki gencin yolları çalgılı çengili kadın programı yapan bir tv stüdyosunda kesişiyor. İkisi de yetmiş lira yevmiye karşılığında seyirci koltuğunda oturup pistte göbek atıp gerdan kıran dekolte giyimli hatunları alkışlıyorlar. Tesadüf bu ya Sıla da başka bir üniversitede edebiyat bölümü öğrencisi.

Önce gençlerin şu edebiyat bölümü öğrenciliğinden başlayayım. Fazıl'ın iki değerli hocası var. Romanda değinilmiyor ancak delikanlı muhtemelen İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünde. Zira eşimin bana anlattığına göre ülkemizdeki üniversitelerin Türk Dili ve Edebiyatı bölümlerinde yabancı yazarlara hiç yer verilmiyormuş. Fakat o da ne, Fazıl'ın hocası Prof. Dr. Nermin Hanım, Faulkner (A.B.D.), Proust (Fransız), Henry James (A.B.D, Büyük Britanya), Flaubert (Fransız) hepsini birbiri ardına sıralıyor. Ülkemiz sınırları içindeki üniversitelerde tüm dünya edebiyatını müfredatına alan bir bölüm var mı, bilmiyorum. Ayrıca romanda anlatıldığı gibi, ülkemizde ezbercilikten uzak, Avrupai tarzda eğitim veren bir eğitim kurumu olduğunu da hiç sanmıyorum. Geçelim.

Peki Hayat Hanım romanın neresinde? Hayat Hanım, aynı tv stüdyosunda bal rengi dekolte elbisesiyle raks eden bir hatun. Romana bir ad verilecekse bu, onun adı olmamalıydı bence. Zira eserde Hayat Hanım, Sıla ile birlikte ikinci plâna itilmiş. Romanın baş kahramanı Fazıl görünüyor ve buna göre kitabın adı "Fazıl" olsaydı bana daha makul gelirdi. Hayat Hanım, bir gün stüdyodan çıkarken, Fazıl'ın yanından geçiyor, tam merdivenlerden çıkarken her nedense aniden geri dönüyor ve delikanlıyı heykelli meyhaneye götürüp karnını doyuruyor. Yani demek istediğim, kurguda derinlik yok. Bunun gibi pek çok soru cevapsız kalıyor. Yazarın anlattığına göre Hayat Hanım, hoşlandığı şeye hemen sahip olabilen, sahip olduğu bir şeyi anında gözden çıkarabilme iradesine sahip, yarınını hiç mi hiç düşünmeyen, günlük yaşayan güzel, olgun ve de dolgun bir kadın. Fakat kapalı bir kutu kendileri. Geçmişine dair hiçbir şey anlatılmıyor. Evi var, arabası var, istediğini alabilecek kadar parası da var. Fakat bu değirmenin suyu nereden geliyor bilen yok. Bir ara mafya kılıklı biri ile karşılaşıp stüdyoda selamlaşıyorlar. O mafya reisi dostu mu? Aralarındaki ilişki nedir? Eski bir ilişki olduğunu anlıyoruz ama böyle bir kadını üniversite öğrencisi genç bir çocuğa bırakırlar mı? Yoksa Hayat Hanım, reisin gözünü mü korkutmuş?

Bir de Fazıl kardeşimizin yoksulluğa düşünce arkadaş çevresinden tamamen uzaklaştığından bahsediliyor. Hiçbir arkadaşının gözüne bu haliyle görünmek istemiyor. Fakat ne yaman bir çelişkidir ki, para karşılığında katıldığı kadın programında kameraların seyircileri yakın çekime almalarını bildiği halde tv'de arkadaşlarına görünmekten çekinmiyor!

Hayat Hanım, edebiyattan hiç hoşlanmayan bir tip fakat gece gündüz belgesel izliyor! İzlediği belgeselleri hafızasına öyle bir kazıyor ki, insan hayretler içinde kalıyor. Hayat hanımın Fazıl ile sürdürdüğü dostluğun bir ayağı izlediği belgeselleri anlatmak diğeri ise Fazıl'ın seks ihtiyacını gidermek!

Romanda olaylar genellikle birkaç mekânda geçiyor. Fazıl'ın konakladığı, her cins insanı misafir eden bir han, heykelli meyhane ve üniversite. Rusya'nın domates alımını durdurması ve devletin, çiftçinin zararını karşılamaması, Sıla'nın babasının fabrikasına çökmeleri dışında güncel olaylarda iktidar baskısına üstünkörü değiniliyor. Bir bakıyorsunuz üniversite öğrencileri iktidarı eleştiren pankart taşıdıkları için yaka paça polis tarafından göz altına alınmak isteniyor, sonra kahraman hocamız Nermin, polisin önüne çıkıp racon kesiyor ve görevimizi yapıyoruz diyen polislere benim görevim de çocukları korumak diyor. Polisler korkuyor, acaba Nermin Hoca'nın bir dayısı var mı diye. Bırakıp gidiyorlar. Ama Fazıl biliyor ki iki gün sonra gelip hocalarını göz altına alacaklar. Oradan geçiyor handa kalan şair lâkaplı muhalif gazeteciye, adam polis baskınında kendini bilmem kaçıncı kattan atıyor. Yetmedi, LGBT olayına parmak basmadan olmaz, handa kalan, 44 ayakkabı numaralı travesti Gülsüm'ü eli sopalı yobazlar darp edip kan revan içinde bırakıyorlar. Ve tabii ülkeden kaçış, ülkede gelecek görmeyen Sıla, kapağı yurt dışına atmakta buluyor çareyi. Stüdyoda tanışıp derin edebi sohbetler yaptığı delikanlı Fazıl'ı da götürmek istiyor yanında ama bizim Fazıl, fıstık gibi kızı bırakıp Hayat Hanım'ı tercih ediyor. Aşık mı oldu bu çocuk, yaşlı şuh kadına derken tam o esnada Hayat Hanım arazi oluyor. Bunun sebebi birlikte gördüğü Sıla'ya duyduğu kıskançlık mı yoksa bu beraberliğin sonunda delikanlının geleceğine ipotek koymasından dolayı duyduğu vicdan azabı mı, belirsiz. Sorgusuz sualsiz Fazıl'a tahsis ettiği arabasıyla Sıla'yı gezdirdiğini gören Hayat Hanım o kadar iyi bir insan ki, delikanlı Sıla'yla beraber yurt dışına gidebilsin diye 100.000 TL ateşliyor. Şimdi gel de işin içinden çık. Hayat Hanım, Fazıl'a aşık mı? Aşıksa Sıla'yla birlikte onu yurt dışına göndermesi hayatın doğal akışına uygun mu? Hoş, bu durum benim aşk tarifime uyuyor biraz. Fakat son kertede buharlaşıp yok olmasının sebebi ne peki?

Kısaca kurguyu zayıf buldum Hayat Hanım'da. Siyasi mesajların altı doldurulabilirdi. Konunun ele alınış tarzını basit bulduğumu söyleyebilirim. Ayrıca romanın üç karakteri, Fazıl, Hayat Hanım ve Sıla libidosu ne kadar yüksek varlıklar, bir an boş kalsalar hemen seks geliyor akıllarına. 

Diğer taraftan Ahmet Altan'ın sosyal içerikli böyle bir roman yazmasını yadırgadım. Bir zamanlar Habertürk tv kanalında tartışma programlarını izlerdim. Altan, Nagehan Alçı'yla birlikte Fetö'ye övgüler düzüp iktidarın tutumuna alkış tutarlardı. Ergenekon, Balyoz gibi uydurma davalarda Ordunun Atatürkçü çizgiden saptırılıp tarikatların ocağı haline getirilmesinde büyük rol oynadılar. Büyük bir olasılıkla A.B.D yeşil kuşak projesi kapsamında fonlandığını düşünüyorum. Bu sebeple, şimdi kalkıp iktidarın şirketlere çökmesinden yakınmasını, adaletsiz uygulamaları dile getirmesini samimi bulmadığımı söylemeliyim. Başladığım gibi bitireyim Mrs. Kedi'nin Hayat Hanım'ı çok daha gerçekçi ve güzeldi.              

ECİNNİLER - FYODOR MİHAYLOVİÇ DOSTOYEVSKI

Kitabın Adı: ECİNNİLER

Yazar: Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKİ

Çeviren: İsmail Yerguz - Engin Özden

Sayfa Sayısı: Cilt I: 366    Cilt II: 412

Yayınevi: Engin Yayıncılık

Türü: Roman 

İnsanın iç dünyasını ve anlam arayışını başarılı bir şekilde edebiyata aktaran Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881), Ruslar dışında herkesten nefret eden aşırı milliyetçi, muhafazakar bir Rus yazarıdır. Realizm akımının güçlü temsilcilerinden biri olan yazar, Ecinniler adıyla dilimize çevrilen kitabında, 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'da filizlenen ateizm, nihilizm* ve sosyalizm ideolojilerinin Rusya ve Rus insanı üzerindeki etkilerini ele alıp eleştirmekte. Dostoyevski'nin gerçek hayatta yaşadıklarının, karşılaştığı olayların ve kişilerin, Ecinniler romanında konu, olay ve karakterlere esin kaynağı olduğunu görüyoruz. Zamanın Rusya'sında, nihilist ve yasadışı Halkın İntikamı adlı gizli örgüt üyesi olan Nechayev'in, devrimci arkadaşları ile birlikte davalarına ihanet ettiği gerekçesiyle, 21 Kasım 1869'da, öğrenci Ivanov'u dövüp boğduktan sonra cesedini buz tutmuş bir gölün deliğine sakladığı, gerçekte yaşanmış bir olaydır. Dostoyevski, bu olaydan etkilenerek Ecinniler romanında, Nechayev'i, Pyotr Stepanoviç Verhovenski karakteriyle, Ivanov'u ise Ivan Şatov karakteriyle konu etmiştir. Diğer bir örnekte yazar, romanında yer alan Karmazinov karakteriyle, bir türlü anlaşamadığı ünlü nihilist Rus yazar Ivan Turgenyev'i işaret eder. Yazar, Karmazinov'u küçümseyerek, kendisinden birçok kentlinin saygı gösterdiği sözde büyük yazar olarak bahsetmektedir romanında. Bazılarına göre ise, Dostoyevski, Turgenyev'in "Babalar ve Oğullar" adlı eserine, Ecinniler romanıyla cevap vermiştir.

Rus edebiyatını severim. Bu nedenle Ecinniler romanına seveceğimden emin olarak başladım. Karakterlerin büyük kısmının üç isimli olması ve konuya biraz geç adapte olmamdan dolayı biraz zorlandığımı söyleyebilirim. Ne var ki yazarın karakter tahlilleri ve anlatım tarzına diyecek yoktu. Sonraları karakterleri tanımaya başladığımda olayların akışına kendimi kaptırdım. Dostoyevski, Sibirya sürgününden sonra kaleme aldığı bu ilk kitabında Rus toplumundaki dönüşümü, sınıfsal farklılıkları, toplumun Batı'dan, özellikle Fransız kültür ve ideolojilerinden etkilenmelerini, Çarlık Rusya'sı ile ona başkaldıran devrimciler arasında süregelen muhafazakarlık ve din temelli ayrışmaları ustaca kaleme almış. Özellikle ikinci cildi çok daha heyecanla okudum.  

"Siz halkı hiç umursamadığınız gibi onu küçük de gördünüz, iğrendiniz halktan. Halk deyince anladığınız Fransız halkıydı çünkü, onun da yalnızca Paris'te yaşayanları; Rus halkı da onlar gibi olmadığı için utandınız. Gerçeğin ta kendisidir bu! Halkı olmayanın Tanrı'sı da yoktur oysa! İnanın bana, halkını anlamayan, halkıyla ilişkilerini kesen biri yavaş yavaş anayurduna inancını da yitirir ve sonunda ya ateist ya da boş vermişin teki olur çıkar. Gerçeği kanıtlanmış bir olgudur bu!

Benim açımdan romanın en öğretici yanı Sosyalizm ve Ateizm ideolojilerinin Çarlık Rusya'sına Avrupa'dan sirayet etmesiydi. İtiraf edeyim ki, ben bu ideolojilerin esasen Rusya'da doğduğunu düşünüyordum. Roman'da olaylar belli bir eğitim seviyesine sahip, en az bir yabancı dil bilen, entelektüel bir çevrede geçiyor. Karakterlerin hemen hepsi orta halli ya da varlıklı kişiler. Bazıları zaman içinde ekonomik çöküş yaşadıkları için sıkıntıya düşseler de aynı çevrenin içindeler. Sık sık bir araya gelip fikir tartışmaları yapıyor, dans partilerine katılıyorlar. Yazar ilk olarak üniversitelerde ders veren Stepan Trofimoviç Verhovenski ile eski bir generalin nüfuzlu dul karısı Varvara Petrovna Stavrogina arasında yirmi yıl sürecek garip bir ilişkiyle başlıyor kitabına. Bir sonraki aşamada Varvara Petrovna'nın oğlu Pyotr Stepanoviç Verhovenski ile Stepan Trofimoviç'in oğlu ve romanın ana karakteri Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin çıkıyor sahneye. Nikolay Vsevolodoviç, çelişkiler, bunalımlar ve vicdan azabı içinde bir kişi. Pyotr Stepanoviç ise, Rus devrimine gönülden bağlı, Avrupa'dan gelen emirleri harfiyen uygulayan, gözünü daldan, budaktan esirgemeyen, ütopik bir hayalin peşinde biri. Yan karakterlerde son derece güçlü; İvan Şatov, kendisini kanatları altına alan Varvara Petrovna'nın eski serflerinden birinin oğlu. Dostoyevski kendine has düşüncelerini aktarma fırsatını buluyor bu karakter üzerinden. Aleksey Niliç Kirilov, ateizmle inanç arasında gidip gelen, iyi yürekli, yardımsever ve dürüst bir genç, Şatov'un yakın arkadaşı bir üniversite öğrencisi. Yazarın intihar düşüncesini ele aldığı bu karakter, intiharı, korkuyu öldürerek özgür kalmak ve nihayetinde Tanrı olmak fikrine dayandırmakta. Kirilov bir yerde şunu söylemektedir:

"En büyük özgürlüğü isteyen herkes, kendi kendini öldürmek zorundadır... Bundan öte özgürlük yoktur... Kendini öldürebilen kişi Tanrı'dır."

Romanda ele alınan inanç ve felsefe konuları epey ilgimi çekti. Yer yer dönemin yazarlarına filozoflarına atıfta bulunulurken bazen İncil'den yapılan alıntılarla Rus toplumundaki huzursuzluğun temel kaynağını inancın zayıflamasına bağlanıyor.   

"Yakınlarda, 2.000 kadar domuzdan oluşan bir sürü otluyordu. Yasaya göre domuz kirli sayılan bir hayvandı, bu yüzden Yahudiler domuz besleyemezdi. Cinler şöyle dedi: "Bizi şu domuzlara gönder de onların içine girelim." İsa izin verdi, cinler de 2.000 domuzun içine girdi. Domuzların hepsi çılgınca kaçışarak uçurumdan atladı ve gölde boğuldu." (İncil - Markos 5:12)     

Önceleri tanrıtanımaz olmasına rağmen nihilizm ve ateizm gibi akımların karşısında olan Stepan Trofimoviç Verhovenski, Rus halkının bire bir bu durumda olduğunu söyleyen ve vatandaşların beyinlerine giren yabancı ideolojileri, cinlerin domuzların içine girmesine benzetiyor. 

"Biliyor musunuz, burada sanki bizim Rusya'mız anlatılıyor! Hasta adamdan çıkıp, domuzların içine giren şu cinler... Ve büyük Rusya'mız, aziz, sevimli Rusya'mız, hasta Rusya'mız... Ve yüzyıllar boyu onda biriken irin, cerahat, kokuşmuş yaralar, büyüklü küçüklü her türden cin, şeytan... Ama yüce bir düşünce, yüce bir irade, cin tutmuş adamı nasıl sağalttıysa Rusya'yı da sağaltacak ve yüzeyi tutmuş görünen bütün o cinler, irin, pislik, adilik, Rusya'nın içinden çıkıp domuzların içine girmeyi kendiliğinden isteyecektir. Belki de çoktan girdiler bile! Biziz bunlar." 

Esasen romanın adıyla özdeşleşen konu da bu öyküden kaynaklanıyor. Diğer taraftan karakterlerin birbirleriyle ilginç diyaloglarına da şahit oluyoruz. Onlardan bir tanesi Nikolay Vsevolodoviç Stavrogin ile Aleksey Niliç Kirilov arasında geçmekte.

"Stavrogin: Apokalips'te** melek, artık zaman diye bir şeyin olmayacağını söyler.

Kirilov: Doğru, yerinde bir saptama. Tüm insanlık mutluluğa kavuştuğunda zaman artık olmayacak, çünkü gerekmeyecek. Çok yerinde bir düşünce.

Stavrogin: Zamanı nereye saklayacaklar peki?

Kirilov: Hiçbir yere, nesne değil ki zaman, bir düşünce, zihinde yok olup gidecek."

Romanın çevirisini başarılı buldum. İkinci çevirmen, Engin Özden hakkında pek bilgiye rastlamadım, muhtemelen yayınevi sahibidir kendisi, benim de ismin çıksın diye rica etmiş olmalı. Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu İsmail Yerguz ise en az 150 kitap kazandırmış dilimize. Rusça bildiğini sanmıyorum. Ecinni romanını sanırım Fransızcasından çevirmiştir. Bir de şu meşhur roman karakterimiz Stepan Trofimoviç Verhovenski, tam bir Fransızca hayranı, bütün diyaloglarında Rusçadan fazla Fransızca anlatıyor meramını. İşin ilginci çevresindeki insanlar da bu dili gayet iyi biliyorlar ve onun ne dediğini anlıyorlar.

Dostoyevski'nin Ecinniler romanı gelmiş geçmiş en iyi siyasi roman olarak biliniyor. Bunun sebebi konunun bugün bile güncelliğini koruması. Sözgelimi ülkemizde cumhuriyetçilerle Osmanlıcılar arasında bitmeyen ideolojik kavganın bir benzerini Ecinniler'de görüyoruz. Bugün Abdülhamit hayranlarının, beyinleri Atatürkçü fikirlerle dolmuş cumhuriyet tutkunlarını, içlerine cin girmiş domuz gibi gördüklerini düşünüyorum. Muhafazakar ve dindar bir yazar olarak Dostoyevski, devrimci mücadeleyi devlete karşı bir eylem olarak görmekte. Dönemin yöneticileri, ilk baskıya verildiğinde kitabın içindeki bir bölümün çıkartılmasını istemiş, daha sonraki basımlarda bu bölümün gerçek yeri belli olmadığı için kitabın sonuna eklenmiştir. 

Ecinniler'i okurken ilk başlarda zorlanmış olsam da biraz vaktimi alan fakat çok şey öğrendiğim, aynı zamanda okurken de büyük zevk aldığım bir kitap oldu. Şu an edindiğim bilgilerle kitabı baştan bir kez daha okumak hissi var içimde. Özellikle klasik Rus edebiyatı severlere şiddetle tavsiye edebileceğim bir eser.

* Nihilizm: Kelime anlamı hiççiliktir. Bu görüşü savunan kişilere nihilist denir. Nihilistler, ahlâk, erdem, sorumluluk gibi tüm toplumsal değerleri reddederler. Onlara göre insanın var olması tamamen tesadüfidir ve herhangi bir dayanağı yoktur.

** Apokalips: Kıyamet günü

15 Ağustos 2022 Pazartesi

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #156

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri bu hafta 3. yılını doldurmuş bulunuyor. Söz konusu etkinliği başlatan, Edischar ve Taha Akkurt başta olmak üzere organizasyon liderliğini başarıyla sürdüren sevgili DeepTone'a, tartışmalara soruları ve yorumlarıyla destek veren tüm blog dostlarına teşekkürlerimi sunuyorum. Haftanın konusu benden geliyor:

Bu kez güncel bir olaydan yola çıkıp sorumu soracağım. Erzincan İliç'teki altın madeni işletmesinde patlayan bir borudan çevreye siyanür sızdığı ve bu nedenle Çevre Bakanlığınca ilgili kuruluşa en üst sınırdan ceza kesildiği, ardından da olayla ilgili adli soruşturma başlatıldığı, haberlere konu oldu. Haberin ilginç yanı şu; çevreye büyük zarar veren şirket faaliyetlerine karşı eylem yapan Bergama köylülerinin aksine burada şirkete en büyük desteğin tesise yakın bölgede yaşayan köylülerden gelmesi! Erzincan, İliç ilçesine bağlı Çöpler Köyünün hazin bir öyküsü var. Yıllar önce köyleri Keban Baraj gölünün suları altında kaldığı için aşiret mensuplarına devlet tarafından Çöpler Köyünde arazi ve yerleşim hakkı verilmiş. Taşındıkları arazide, altın madeni yataklarının bulunması üzerine aynı aşiret mensupları aileleriyle birlikte ikinci kez yerlerinden olmuşlar. Şirket tarafından arazilerine büyük paralar ödenip ailelerine dubleks evler verilmesinin yanı sıra tesiste yüksek ücretlerle kendilerine iş bulan köylüler, şirketin hiçbir taşeronluk işini dışarıdan birilerine kaptırmamış ve bu yoldan büyük bir rant elde etmişler. Bilim insanları siyanürle kirlenmenin sadece köye değil nehir yatakları vasıtasıyla çok daha geniş bölgelere, Basra Körfezine bile ulaşabileceğinden, hatta bütün dünyayı zehirleme olasılığından bahsediyorlar. Daha önce hayvancılıkla uğraşıp kıt kanaat geçimini sağlayan köylüler şirketin sağladığı imkânlarla ihya olmuş durumda. Bu yüzden soruna dikkat çekmeye çalışan çevre örgütlerini tesise yaklaştırmıyorlar.

"Çevreyi kirleten, doğayı tahrip eden ve canlıların yaşamını tehlikeye sokan işletmelerin faaliyetleri hakkında ne düşünüyorsunuz?"

"İnsanlar yaşadıkları çevreden sorumludurlar. Tüm canlıların yaşam alanı olan çevrenin temiz tutulması, fauna ve floranın korunması, işletmelerin çevre bilincini geliştirmeleri için  her türlü tedbiri almaları, hükümetlerin de bu konuda gerekli yasaları çıkarıp, denetleme görevini yerine getirmeleri gerekir." diyerek işin içinden sıyrılmak ve çevre konusunda ucuz hamaset yapmak bence doğru değil. Bu yüzden sizlere çevrenin öneminden bahsederek görev ve sorumlulukları vatandaşa, kurum ve kuruluşlara ve devlete pay etmeyeceğim. Alman filozofu Goethe'nin (1749-1832), "Herkes kendi kapısının önünü süpürse dünya tertemiz bir yer olur." söyleminin özellikle ülkemiz için pek de geçerli olmadığını ve çözüm eylemini bireyselliğin dışına almak istiyorum. 

Sanayileşmeyle birlikte en önemli küresel sorunlarından biri haline gelen çevre tahribi, insan aktivitelerinin biyolojik ve fiziksel çevre üzerindeki zararlı etkilerinin sonucunda ormanların yok edilmesi, su kaynaklarının yitirilmesi, denizlerin, hava ve toprağın kirletilmesi şeklinde kendini gösterir.

Geçenlerde izlediğim bir youtube kanalında bana hayli ilginç gelen sorulara gençler içtenlikle cevap veriyorlardı. O sorulardan bir tanesi, "Size bir milyon dolar verilecek ve bunun karşılığında dünyanın herhangi bir yerinde, hiç görmediğiniz, bilmediğiniz, tanımadığınız bir insan öldürülecek." Gençlerin neredeyse tamamı teklifi kabul edebileceklerini söylediler. Öyle ki, içlerinden bazıları dünyada nasıl olsa birileri ölüyor diyerek böyle bir teklife çok daha uygun bedelle rıza gösterebileceklerini ifade ettiler. İkinci aşamada soru biraz değişti. "Eğer öldürülecek kişi tanıdığınız bir kişi olsaydı, kararınız nasıl olurdu?" Bu soru karşısında ilk tepkileri görülmeye değerdi. Bir an ne yapacaklarını bilemediler ama biraz düşününce hepsi teklifi reddetti. Gençlerin aynı eyleme, farklı şartlar altında vermiş olduğu samimi tepkiler insan doğasını ne güzel açıklıyor!

İnsan bencil bir varlık, bunu değişmez bir gerçek olarak kabul etmemiz gerekir. Bazı insanlar verdikleri kararın neye mal olacağından bile habersizdirler. Eğer kendine fiziksel ve ruhsal açıdan zararı yoksa küçük bir çıkar uğruna yapamayacağı şey yoktur. İşte tam bu noktada "vicdan" dediğimiz önemli bir özelliğimiz devreye girer. "Vicdan" istisnai durumlar dışında insanlar arasında maddi değeri olan bir varlıktır. Öyle ki, kendisine fiziksel ve ruhsal zarar vermesi halinde bile çıkar uğruna bazı insanlar "vicdan" larını satabilir. Sözgelimi tetikçiler bu sınıfa girer. "Vicdan" işin büyüklüğüne, kişinin ihtiyaç durumuna, sosyal statüsüne, karakter yapısına bağlı olarak satılabilen bir değerdir. Tapu memuru 100 TL karşılığında, devletin bakanı 100.000 TL'ye satar devleti. Bu bedel aynı zamanda kişinin "vicdan" ın bedelidir. Herkesin, her işin bir bedeli vardır. Çok istisnai durumlarda "vicdan" bedeline paha biçilemez. Paha biçilmez "vicdan" sahipleri erdemli insan olma özelliğine ulaşmış kişilerdir ve genel olarak bu tür insanları karar verici mercilere getirmez toplum. 

Devletin vicdanı olmaz, olamaz. Devleti yöneten kişiler vicdani sorumluluklarını yerine getirmedikleri ölçüde çevre sorunlarını ve ülkenin diğer sorunlarını çözemezler. En sağlam yasalar çıkarılsa dahi çevreyi korumak mümkün değildir. Gerekli yasaları düzenlemek, işletmeleri proje aşamasında ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) raporlarıyla ve uygulama aşamasında sıkı denetimleriyle kontrol altında tutmak devletin asli görevidir. Bunun dışında, çevrenin korunmasına yönelik bireysel eylemlerin, soruna çözüm getireceğine asla inanmıyorum. 

Bu bağlamda Erzincan'daki altın işletmesi örneğinde, gerek şirket sahipleri ve yöneticilerinin, gerekse çıkar karşılığı çevreye zarar vermesine göz yuman köylülerin yukarıda açıklamaya çalıştığım insani "vicdan" özelliklerinden medet ummanın boşuna bir çaba olduğunu düşünüyorum. Bu konuda kimin haklı olduğu, kimin doğruyu söylediği anlamsız bir tartışmadır. Şirket gerekli önlemleri aldığını iddia edecek, yoksul köylü çaresizliğinden dem vuracak, çevreciler sonuç getirmeyen bir mücadelenin içinde yer alacaklar. Sonuçta birçok işletme çevreye zarar vermeye devam edecek, sorun asla  çözülmeyecektir. Bu konuda tek çözüm devletin liyakatli kadroları iş başına getirmesidir. Aksi takdirde çıkar uğruna ormanlarımız yanacak, havayı, suyu ve toprağı kirletmeye devam edeceğiz.

14 Ağustos 2022 Pazar

ONUNLA KONUŞTUM (2)

O geceyi unutamam. Tek kelimeyle müthişti! Böyle bir olayı insanın içinde saklaması ne zormuş meğer. Her şeyi paylaştığım eşim dahi beni anlamamış, delirdiğimi sanmıştı. Onunla konuşmamın üzerinden tam bir hafta geçti. Normal olduğuna inandırmak için kendini, en yakınına dahi rol yapmak zorunda kalıyor bazen insan. Bu nedenle onun yeniden gelmesini hem istiyor, hem istemiyordum.

Dün gece bir benzerini yaşadım. Eşim hastanede yatan annesinin yanında refakatçi kalmıştı. Gelmesi için bundan daha iyi bir zaman bulamazdım. Balkonda sigaramı yakmış onu düşünüyordum yine. Geçen sefer bir ara heyecanlanıp ne soracağımı unutmuştum. Bu yüzden kafamdan geçen soruları bir deftere not alsaydım diye düşünüyordum, tam o sırada kapı çaldı. Eyvah dedim, yine o!

Hemen koşup açtım kapıyı. O da ne? Otuz yaşlarında bir afet. Elim ayağım kesildi, nutkum tutuldu, bir şey diyemedim. Uzun bir süre menekşe gözlerine bakıp kaldım öylece. Gelen yine o muydu yoksa. Beni şaşırtmak, yoksa denemek mi istiyordu? Belki tanımadığım komşulardan biriydi. Ama bu kadar güzel bir kadın yeryüzüne ait olamazdı. Gökten inmiş bir melekti sanki! Belki de bir hayal. O olsa, aklımdan geçen bütün bu düşünceleri anlar, çoktan harekete geçerdi. Kendimi toparlayıp sordum:

"Buyurun, kimi aramıştınız?"

"Sizi." dedi. "Siz osunuz, tahmin etmiştim zaten." dedim, kibirlenerek. Tam içeri davet etmeye hazırlanıyordum ki aldığım cevap karşısında şok oldum. "Ben o değilim," dedi. "Peki, kimsiniz o zaman?" diye sordum. "Beni o gönderdi." dedi. "Kendisinin işi mi çıktı?" diye soracaktım az kalsın, haddimi aşmamak için zor tuttum kendimi. "Böyle kapının önünde mi konuşacağız?" diye sordu. "Buyurun," diyerek kendisini salona aldım. Daha yer göstermeden gidip doğruca geçen hafta oturduğu aynı yere oturdu. Ben de karşısına, koltuğuma geçtim. İnanılmaz bir fiziği vardı. Karşımda bacak bacak üstüne attı. Hayatımda bu kadar güzel bir kadın görmemiştim.

Geçen hafta sonu onunla sohbet ederken anlaşamadığımız bazı mühim konular çıkıyordu ortaya. Sözgelimi onun adalet sistemini aklım almamış, vicdanım kabul etmemişti. Özellikle mi seçmişti bu kadını? Bir erkeği en inanılmaz olaylara ikna etmek için bundan etkili bir yol olamazdı. O bir değil, bin dese inanırdım. Bütün savunma sistemim çökmüştü, geçen hafta onun karşısında bile bu kadar zayıf ve çaresiz hissetmemiştim kendimi.

"Doğru değil bu düşündüklerin," dedi. "Seni ikna etmeye göndermedi beni." 

"Peki ne için gönderdi?"

"Hile yaptı!" dedi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Kim?" dedim. "O" dedi. İlk şoku atlattıktan sonra, düşünmeye başladım. O hile yapar mıydı? Kısa bir süre sonra aklım başıma geldi. Yapar ya, dedim kendi kendime. Ondan her şey beklenir. Adil olan, hile yapmaz. Adalet kim, o kim!

Gözleri, ateş saçıyordu. Kimdi bu kadın? "Kim, kime hile yaptı, ne hilesi?" diye sordum merakla.

"Bana hile yaptı o, anlaşmamızı bozdu," dedi. "Seninle konuşmaması gerekiyordu. Ne o, ne ben göstermeyecektik kendimizi. Özellikle de o, hiç karışmayacaktı işlerinize. Kendi özgür iradenizle doğruyu bulacağınızı sanıyordu. Bense bunun imkânsız olduğunu söylemiştim ona." 

"Durun bir dakika, kafam karıştı, peki siz kimsiniz?" diye sordum.

"Karısıyım onun." dedi. "Onun karısı ha, vay canına!" dedim kendimi tutamayarak. Bana aldırmadan anlatmaya devam etti. "Yasak ayvayı da bana o yedirdi." dedi. Sinirlendiğini fark ettim. "Beni aranıza gönderdi. Yapılan bütün kötülükleri üstüme yıktı, bütün iyiliklere sahip çıktı." 

"Size bunu yaptıysa bize neler yapmaz..." dedim. 

"Anlaşmayı bozup seninle konuşunca bana da bu hakkı ver dedim. Mecburen kabul etmek zorunda kaldı. Anladınız mı şimdi size gelmemin nedenimi?" 

"Evet, anlıyorum." dedim. "Aranız pek iyi değil sanırım".

"Eh, işte bilirsin," dedi. "Karı koca arasında olan şeyler..." 

"Neyse, o zaman ben hiç aranıza girmeyeyim, yarın iyi olursunuz, kabak başıma patlar." dedim.

Birden aklıma geldi. "Ayva demiştiniz. Bizim bildiğimiz, yasak meyve ayva değil, elma. Hem onu Adem yedirmiş Havva'ya. Halbuki siz, onun size yedirdiğini söylediniz az önce.

"Adem, Havva, elma ve bunun gibi şeylerin hepsi uydurma. Bana yedirdiği ayvaydı, eminim."

"Zorla mı?" diye sordum. "Hayır, bana zorla bir şey yaptıramaz. Kandırdı beni." 

"Mağdursunuz yani. Onun mağdurusunuz siz de, bizler gibi."

"Erkek milleti işte!" dedi efkârlanarak. "Onun karısı bile olsan ezilmekten kurtulamıyorsun." 

Bir erkek olarak alınmıştım bu lâfına, ama sonra düşünüp hak verdim. En çok merak ettiğim soruya geldi sıra.

"Adalet konusunda siz de onun gibi mi düşünüyorsunuz?"

"Asla," dedi. "Çocuk ruhlu biri o. Bir gün canı sıkılmıştı. Çamurları karıştırıp bir heykel yaptı. Sonra can verdi ona. Yaşaması için ortam sağladı. Aklına gelen ben dahil herkese bazı görevler verdi. Ortamın işlemesi için denge dediği bir şey icat etti. Sonunda hep beraber o sistemin içine düştük. Bağlandık birbirimize. İş kontrolden çıktı, bunun sonunun nereye varacağını ne siz, ne ben, ne de o biliyor artık."

"Peki sana verdiği görev ne?"

"Bir çoğunuz söylediklerime inanmayacak. Sinsice kendilerini kandırdığımı sanıyorlar. Ama sen akıllı birine benziyorsun. Açık konuşacağım seninle."

"Yanlış anlamayın ama ondan daha güvenilir geliyorsunuz bana," dedim. "En azından adalet konusunda onunla hemfikir olmadığınızı ifade ettiniz. Bu bile size güvenmem için yeterli bir sebep."

"Şeytan benim adım." Bir anda ürperdim. Tansiyonum düştü, bayılacak gibi oldum. Sonra yavaş yavaş toparladım kendimi. Rengimin yerine geldiğini görünce kaldığı yerden devam etti anlatmaya. "Gördün mü," dedi. "Adımı duyduğunda bile ne hale geldin. Beni size hep böyle anlattı o, ne kadar düzenbaz, ne kadar iki yüzlü olduğumu. Bana kesinlikle inanmamanızı istedi. Hatta dediklerimi yaparsanız en ağır biçimde cezalandırmakla tehdit etti sizi. Bütün kötülüklerin başı olduğuma inandırdı hepinizi. Bana verdiği görev buydu aslında. Benim görevim, sizi ayartıp ona karşı gelmenizi sağlamaktı. Çok güveniyordu kendine. Ama sizin halinizi görünce isyan ettim sonunda. Baktı ki istediklerini yapmıyorum, tüm kötülükleri de aldı kendi üstüne. Çünkü denge dediği lanet olası şey bunu gerektiriyordu."

Duyduklarıma inanamıyordum. Acaba şeytanın bir oyunu muydu bu? Hangisi doğru söylüyordu, o mu yoksa bu mu? Bir imkânım olsa da yüzleştirebilseydim onları. Fakat kafam allak bulak olmuştu. Eğer dedikleri doğruysa onu bırakıp şeytanın tarafına geçmek daha mantıklı geliyordu.

"Peki, siz ne yapıyorsunuz şimdi?" 

"Sizin gibi düşünen insanlara gerçekleri anlatmaya çalışıyorum. Hakkımda söylenenlerin doğru olmadığını..."

 "Anladığım kadarıyla denge bozulmadıkça adalet tecelli etmeyecek."

"Ne yazık ki, doğru bu dediğin. Bu yüzden dengeyi bozmaya çalışıyorum ben de."

"Bunu yapacağına inanıyor musun?" diye sordum, heyecanlanmıştım. Bu yüzden sonradan fark ettim, siz yerine sen diye hitap ettiğimi. Ama ağzımdan çıkmıştı bir kere. Fakat o, hiç umursamış görünmüyordu.

"İnanıyorum ama önce sizlerin, hepinizin bana inanması lâzım."       

"Denge bozulursa, kendisiyle birlikte hepimizin yok olacağını söylemişti geçen hafta!." dedim.

Kibarca gülümsedi şeytan. "Bak bunu hep yapıyor, yine kandırmış sizi. Denge bozulduğunda sizlere bir şey olmaz. O ve ben yok oluruz sadece."

Neşeyle gözlerim ışıldadı. Ayağa fırladım, ellerimi havaya kaldırıp bağırdım. "O zaman adalet gelir!" 

"Evet," dedi. "Ben kendimi seve seve feda ederim sizin için. Ama o hâlâ zevk peşinde, eğleniyor sizlerle, aynı bir çocuğun oyuncaklarıyla oynaması gibi..."

Aklımdan gölge gibi bir düşünce seli geçti. Söyledikleri doğru muydu? Şeytan bu kadar iyi biri olabilir miydi? Yıllarca şeytanı kötüleyen o, kandırmış mıydı bizleri? Bütün kötülüklerin asıl sebebi o muydu yoksa? 

"Ölüm," dedim. "Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?"

"Onun plânının bir parçası," dedi. "Dengeyi sağlamak için mecburdu buna." 

Denge, denge; sihirli kelime! Bıkmıştım artık bu sözcükten. Cevabı olmayan soruların bir kaçış yolu muydu bu? Denge bozulacak, adalet yerini bulacak! O zaman ölümsüzlük bizim olacak! Fantastik bir kurgu filminin içine düşmüştüm sanki. "Gölgelerin gücü adına!" Aklım iyice karışmıştı. Karşımda oturan güzel kadın zihnimin bana bir oyunu muydu? Anlattıklarından etkilenmiştim. Özellikle bizlere kendini feda edecek kadar şefkat göstermesi sadece kadına mahsus bir özellik olmalıydı. 

"Ondan nefret ediyorum artık," dedim. "Ama sizin gibi iyi birini kaybetmek istemem."

Menekşe gözlerinden iki inci tanesi düştü. "Biliyorum o sizi çok üzdü. Çektiğiniz onca acıya, kedere son vermenin tek yolu var. Şayet bana inanırsanız, ancak ben halledebilirim bu işi." 

"Nasıl?" diye sordum merakla. "Onu öldürebilirim!" dedi. Gözlerinden ateşler saçıyordu.

"Korkmuyor musunuz ondan? Şu konuştuklarımızı bile duyuyordur şimdi."

"Duyduğuna en ufak bir şüphem yok ama korkmuyorum. Bana bir şey yapamaz. Onun tek güvendiği sizlersiniz. Eğer ondan desteğinizi çekerseniz işimi kolaylaştırırsınız. Aksi halde üstesinden gelmem çok zor."

"Ya sonra," dedim. "Siz mi alacaksınız onun yerini?"

"Bu soruyu sormanız gerçekten üzdü beni. Demek ki hâlâ içiniz rahat değil. Ya da kendimi size tam anlatamadım. Eğer onu öldürürsem bu sadece benim değil sizin de başarınız olacak. Daha sonra boynumu uzatacağım önünüze. Beni de öldürün şimdi diyeceğim, kurtulmanız için... Size tuhaf geliyor ama sizin ne ona ne de bana ihtiyacınız var."

"Ben şahsen kıyamam size," dedim. "Sizi gerçekten tanıyan biri yapmaz böyle bir şey."

"Yapmak zorundasınız." dedi. 

"Peki şu meşhur "denge" kavramınız ne olacak. Sizler ölünce denge bozulmayacak mı?" diye sordum. Aklıma onunla geçen hafta yaptığım ilk konuşma geldi. "Bir tozun yerini değiştirmek bile dengenin bozulması için yeterli demişti bana." 

"Bazen doğru söylediği oluyor işte. Sistemin bir parçasıyız biz de sizler gibi. Biz olmayınca elbette denge bozulacak. Adalet temelinde yeni bir denge kurulacak. Ve o zaman bize gerek kalmayacak!" 

Kulağa hoş geliyordu sözleri, ama o günleri göremeyecektik. Eski birer dostmuş gibi birbirimizin yüzünü seyre daldık uzun bir süre. Bana acıyan gözlerle bakıyordu, bense ona ne kadar haksızlık ettiğimizi düşünüyordum. Sorular sorulmuş, cevaplar alınmıştı. Artık veda vakti gelmişti. Ayağa kalktı.

"Bana bir daha gelir mi dersiniz?" diye sordum onu kastederek. "Bilemem," dedi. 

"Ya siz, siz yine geleceksiniz değil mi?" Yalvarır gibi çıkmıştı sesim ağzımdan. Gelmesini çok istiyordum. 

"O izin verirse," dedi. "Fakat o gelirse benim gelmeme de itiraz edemez." Şuh bir göz attı, içimin yağları eridi. Kapıya kadar geçirdim. "Hoşça kal," dedi ayrılırken, gülümsedi. Salona dönüp attım kendimi koltuğa. Göğsüm sıkıştı, kalbim yerinden fırlayıp peşinden koşmak istiyordu adeta. Telefonun sesiyle kendime geldim. Arayan eşimdi. On kere aradım, niye cevap vermiyorsun diye çıkışıyordu. Sessiz modunda kalmış olmalı dedim. Madem sessiz modunda, şimdi nasıl duydun zil sesini? Öyle ya. Çok zekidir benim eşim. Şu bir gerçek ki, en ufak bir ses gelmemişti kulağıma. "Soluk soluğa geliyor sesin, dışarıda mıydın?" diye sordu. Ne diyeceğimi bilemedim. 


ONUNLA KONUŞTUM (1)

13 Ağustos 2022 Cumartesi

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 8)

Alt güvertede denizden esen tatlı rüzgârın keyfini çıkaran üçüncü sınıf yolcuları arasında kendine güzel bir yer bulan Haro, güneşi sırtına almış, arkasına geçtiği genç kızın saçına çift örgü yapıyordu. Ona özenen birkaç kadın, yanlarına çektikleri kızlarının saçlarını taramaya başladılar. Kimileri hünerli parmaklarıyla çocukların saç diplerini karıştırıyor, bitlenip bitlenmediklerini kontrol ediyorlardı. Biraz ötede yere bağdaş kuran Niki, arada bir Haro'ya gülümseyerek can sıkıntısını bastırmaya çalışıyordu.

"Ne arıyorsun?" Haro, çantasının içinde sürekli bir şeyler arayan arkadaşına seslendi. Niki, ona cevap vermeye fırsat bulamadan Norman'ın sesi duyuldu. Genç kız, hemen toparlandı.

"Kalimera!" Merdivenlerden aşağı indikten sonra güverteyi dolduran denkler arasında güçlükle ilerleyen Norman, Haro'nun yanına ulaşmıştı nihayet. "Kalimera." deyip gülümsedi Haro. Genç adam, doğruca Niki'nin olduğu yere yöneldi. Uzun kollu gri gömleğin üstüne koyu renkli kolsuz bir ceket giymişti. Niki, ayağa kalktı, heyecanın gizlemeye çalışarak gülümsüyordu. O da Haro'nun ardından belli belirsiz "Kalimera" diyerek gazeteciyi selâmladı.

Genç adam, ceketine gizlediği mavi kapaklı ince bir kitap uzattı Niki'ye. "Yunanistan'ı ziyaret etmeyi plânladığım sırada satın almıştım bunu..." dedi. "Hem İngilizce hem de Yunanca yazılmış." Niki gözlerini dikmiş Norman'a bakıyordu. Norman, devam etti anlatmaya. "Canın sıkıldığında okursun. Bunu sana vermek istiyorum." Niki, tepki vermeksizin, adeta büyülenmiş gibi Norman'dan alamıyordu gözlerini. 

"Güneş gözlerinde ışıldıyor." dedi Norman, hayranlıkla Niki'ye bakarken. 

Haro, "Ne diyor?" diye seslendi uzaktan. Gazetecinin Niki'yle ne konuştuğunu merak ediyordu.

"Şey,... " dedi.  Niki, gözlerini Norman'dan ayırmadan Haro'ya vereceği cevabı düşünüyordu. "Acıktığını söyledi. Yemek vakti gelmiş!" Norman'ı gülümsetti bu sözler.

Haro, telaşla ayaklandı ve arkadaşını kolundan çekip kaldırdı. "Hadi Antigone, gidelim."  Niki'nin yanından geçerlerken hayranlıkla gülümsedi. "İngilizceyi ne kadar güzel konuşuyorsunuz..." İki genç kız yemek salonuna doğru koşmaya başlayınca Niki seslendi arkalarından. "Durun, beni bekleyin." 

"Teşekkür ederim," dedi, Niki nihayet. Norman'ın uzattığı kitabı eline aldı. Eğilip çantasından üzerinde siyah taneleri olan bir zeytin dalı çıkarıp genç adama uzattı. "Bu benim adamdan." Norman memnuniyetle hediyeyi kabul etti. "Siyah zeytin." 

"Limni adasından mı?" 

"Evet," dedi Niki, başını salladı. "Biz Yunanca Lemnos diyoruz. "Siz nerede yaşıyorsunuz?"

"Detroit" dedi Norman, daldaki zeytinlerden birini koparıp ağzına atarken keyfi yerine gelmişti. "Ama babam İrlanda'da dünyaya gelmiş." 

"O zaman gerçek bir Amerikalı değilsiniz." dedi heyecanlanarak. Gözleri parlamıştı Niki'nin. "Sizin anneniz de sipariş gelin miydi yoksa?" 

"Hayır," dedi Norman, başını sağa sola salladı, gülümsedi. "Babam onunla ilk kez bir balıkhanede karşılaşmış. Orada çalışan kadınlardan biriymiş annem. Tezgâhın üzerinde, hep birlikte halibut temizliyorlarmış. Büyük, yassı bir balık çeşidi yani. Onun dalgalı kızıl saçlarını görür görmez aşık olmuş. Benim fotoğrafçı olmamın bir nedeni de bu zaten. Çiğ balık kokusuna dayanamadım." Norman, ağzına bir zeytin daha atıp kendisini ilgiyle dinleyen Niki'ye gülümsedi.

İkisi de gözlerini birbirinden alamıyordu. Norman içini çekti. "Keşke yaşadığım yerleri sana da gösterebilseydim."

***  

İkinci el gelinliklerin prova, onarım ve düzeltme işlerinden sonra (Karabulat'ın acentesi marifetiyle gemiye alınan Rus kızlarının dışında) bütün gelin adaylarının fotoğrafları çekilmişti. Dikiş makinesi, yeniden yukarı taşındığı için ihtiyaç oldukça Niki üst güverte salonuna çıkıyor, birinci sınıfta seyahat eden yolcuların gösterişli elbiselerini elden geçirip istenilen değişiklikleri yapıyordu. Yine öyle bir gün makinesinin başında, makası almak için dikiş kutusunu açtığında üzerinde "Niki" yazılı bir zarf buldu. Zarfın içinden antik çağlardan kalma Efesli tanrıça Artemis'e ait bir heykel başı fotoğrafı çıktı. Fotoğrafın dikiş kutusuna kimin tarafından konulduğunu tahmin etmek Niki için hiç de zor olmamıştı. Norman, uzun zaman önce Efes'i gezerken çekmişti bu fotoğrafı. Niki, elini fotoğrafın üzerinde gezdirirken tanrıçanın gözlerinden saçlarına varıncaya kadar sanatsal detaylara hayran kaldı. Yaşamı boyunca hiçbir heykele bu kadar incelikle bakmadığını fark etmişti. Ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz diye sorduğunda, Norman'ın verdiği cevabı hatırladı. "Başkalarının gözden kaçırdığı, önemsiz küçük şeyler..." demişti. Dediğinden bir şey anlamamıştı o zaman. Genç adamın sanata karşı duyarlılığını ve önemsiz, küçük şeyler derken nelerden bahsettiğini daha yeni kavramaya başlıyordu Niki.

Fotoğrafı zarfa koyarken derinlerden gelen müzik sesine kulak verdi. Alt güvertede, udunu kucağına almış yanık sesiyle şarkı söylüyordu, Haro. Gözlerini açık denizin en uzak noktasına dikmiş, saçları rüzgârla savrulurken kendinden geçmişti genç kız. 

"Acı benim yolculuğum, bilmem bu yolun sonu nereye varacak.

 Bana yaşamaktan bahsediyordun, ona elveda dedim çoktan.

Duygularımı asla bilemeyeceksin, sana sevgimden başka verecek bir şeyim yok.

Acılarınla suladın beni hayat, kalmadı hiç umudum."

O sırada salona giren Emine Bacı Niki'nin yanına geldi. Pencerenin perdesini aralayıp alt güvertede şarkı söyleyen Haro'yu seyretmeye koyuldu. Genç kızın dokunaklı sesinden etkilenmişti. "Bu şarkı bana hiç yabancı gelmiyor." dedi.

Bol dökümlü rengârenk elbisesiyle son derece rüküş görünüyordu, Emine. Bu yetmezmiş gibi ne kadar kolyesi varsa hepsini boynuna asmış, başına da saçlarının yarısını örten tuhaf, taca benzeyen bir şapka geçirmişti. Derinden bir iç geçirdikten sonra Niki'ye döndü. "16 yaşına gelinceye kadar devamlı dans edip şarkı söyledim." dedi. Elindeki yelpazeyi kapattı ve canı sıkkın bir ifadeyle kollarını açtı. "Sonra..." Başını salladı, sıradan bir şey söylercesine "Her şey bitti bir anda..." Niki, sessizce falcı kadını dinliyordu. Emine, genç kıza gülümseyip dikiş makinesinin önündeki koltuğa oturdu.

"Biliyorsun..." dedi. Sonra heyecanlı bir şekilde yeşil gözlerini açarak bir sır verir gibi Niki'ye doğru uzattı başını. "El falına bakıyorum. Şimdiye kadar en az 50.000 kişinin elini inceledim. Ellerine bakarak insanları iyi tanıdığımı düşünüyorum. Aldatan kimselerin eli kuru olur. Meselâ, bakanların eli soğuktur. Diplomatların elini soracak olursan onlarınki..." Kısa bir süre düşündükten sonra kaybettiği bir şeyi yeniden bulmuş gibi dikiş makinesinin üzerindeki kumaşı işaret etti. "İşte evet, aynı keten gibidir." Ciddi bir ifadeyle Niki'nin yüzüne baktı.

"Hadi uzat bana avucunu, senin de falına bakayım." Niki, tepki vermeksizin hafifçe gülümsüyordu yine. Emine, genç kızın umursamaz haline hayli şaşırmıştı. Hayatında ilk kez biri tarafından geri çevriliyordu. "Geleceğini öğrenmek istemez misin?" diye sordu. Niki kadının ısrarından sıkılmaya başlamıştı ama Emine Bacı da teslim olacağa hiç benzemiyordu. "Elin senin kısmetini söyleyecek, merak etmiyor musun?" Genç kızdan ses çıkmayınca yerinden kalkıp kırıtarak kulağına eğildi, "Bedava bakacağım, merak etme." dedi, falcıdan çok büyücüyü andıran iri yeşil gözlerini açarak gülümsedi.

"Fala ihtiyacım yok." dedi Niki. "Kısmetimi biliyorum ben." 

***

Gelin fotoğraflarını çeken Amerikalı gazeteciye büyük yardımı dokunmuştu Nikolas'ın. Bu süre içinde yakışıklı denizci boş kaldıkça Olga'yla sürekli göz temasında bulunuyor, genç kıza ilgi duyduğunu önüne çıkan her fırsatta hissettiriyordu. Aralarındaki tek sorun aynı dili konuşmamalarıydı. Fakat bu eksikliği sorun etmiyor, içlerinden geçeni bakışlarıyla birbirlerine kolaylıkla aktarabiliyorlardı. Nikolas arada bir mutfaktan aşırdığı bir meyve getirip heyecanla genç kıza uzatırdı bazen. Teşekkür etmesini beceremese de çocuksu gülümsemesiyle delikanlıyı mutlu ettiğinin farkındaydı Olga. Yanlarında kimse yoksa göz göze gelip uzun süre ellerini birbirinden ayırmıyorlardı. Fotoğraf çekimleri tamamlandıktan sonra işleri biraz zora girmişti. Bir gün, alt güverteye inen Nikolas, genç kızı kolundan tuttuğu gibi geminin ambar bölümüne götürdü. İlk kez genç kızın yüzünü okşamıştı orada. Büyük çuvallar, ahşap kasalar ve eşyaların arasında baş başa kalmak ikisinin de hoşuna gidiyordu. Ambarın deniz tarafı demir korkuluklarla kapatılmıştı. Başını korkuluklardan dışarı uzatıyordu bazen Olga, rüzgârla dalgalanan kızıl saçları ve devamlı gülümseyen masum yüzüyle Nikolas'ın yüreğini hoplatıyordu. Bu mekân, sonraki günlerde Olga'yla Nikolas'ın buluşma yeri haline geldi.

Yine başka bir gün, kırmızı bir elmayla çıkmıştı genç kızın karşısına, Nikolas. Elindeki elmayı genç kıza uzatırken başıyla buluşma yerini işaret etmiş, daha sonra içi su dolu kovayla süpürgesini alıp merdivenlerden yukarı çıkmıştı. Olga neşeyle elmayı dişlerken ambara doğru ilerlemeye başladı. Etrafı kontrol ettikten sonra ambar kapısından içeri sokuldu. Ürkek adımlarla eşyaların arasında ilerlerken gözü denizciyi arıyordu. Sessizliği yırtan azgın bir köpek havlamasıyla sıçradı yerinden. Hemen koşup deniz tarafındaki çuvallardan birinin arkasına gizlendi. Siyah bir köpek merdivenden inmiş kuyruğunu sallıyordu. Denizci kıyafetli biri gelmişti köpeğin peşinden. Olga'nın beklediği denizci değildi bu. Adam elindeki kovadan bir tabağa boşalttığı mamayı köpeğin önüne koyup işine geri döndü. Köpeğin korkusundan yerinden ayrılamıyordu genç kız. Yaklaşık yarım saat sonra merdivenlerden gelen ayak seslerini işitti. Neyse ki gelen Nikolas'tı bu kez. Olga diye seslendi denizci, kısık sesle. Genç kız hemen saklandığı yerden fırlayıp denizciye sarıldı. Birlikte deniz tarafındaki korkuluğun dibinde yere çöktüler. Sessizce bakışmaya başladılar. Nikolas kolunu genç kızın boynuna attı, ilk kez bu kadar yakınlaşmıştı ona, onun kızıl, dalgalı saçlarını okşarken nefesleri birbirine karışıyordu. Olga, mutluluğuna diyecek yoktu.

***

Özel olarak dizayn edilmiş kaptan kamarası, işlemeli kadife perdeleri, ve maun mobilyalarıyla göz kamaştıran bir görünüme sahipti. Kaptanın pek de hoşlanmadığı ağır bir misafiri vardı yanında. Norman'a karşı ilk raundu galip bitirmesine karşılık Karabulat, hayli gergin görünüyordu.  Masanın kenarına oturmuş, kaptanı yanına çekmek için şekilden şekile giriyordu. 

"Peki, Yelena konusunda ne düşünüyorsun dostum? Şu bizim Rus kızından bahsediyorum." Karabulat, gözlerini kır sakalını okşayan kaptana dikmiş ondan gelecek cevabı bekliyordu.

"Şu an bu konuları konuşacak durumda değilim!" deyip kestirip attı, kaptan. Sıkıntıyla gözlerini yere indirirken ayağa kalktı. Elindeki usturayla aynanın karşısına geçip sakalını düzeltmeye başladı. Bir müddet sessiz kaldıktan sonra dönüp Karabulat'a umursamaz bir şekilde gülümsedi. "Türk mühendise hediye olarak gönderebilirsin onu." 

"Kaptan Marinos, biliyorsun... Onların inançları farklı, bu yüzden ikisini bir araya getirmek doğru olmaz dostum."

Kaptan cevap vermeden arkasını döndü. Karabulat, düşünceli görünüyordu, derin bir nefes alarak iç geçirdi.

"Tanrıya şükür, elime birinci kalite parçalar düştü yine..." Sallanarak ayağa kalktı ve kaptana yaklaştı. "Sanırım 1917 yılıydı... 11 kişilik bir grup... iri göğüsleri vardı hepsinin..." Elini cebine atıp lakayt bir şekilde anlatmaya devam etti. "1919 yılındakilerin hepsi de mavi gözlüydü, onları daha da çekici hale getiren küçük benleri vardı yüzlerinde..."1920 yılında ise insanı azdıran kocaman kalçalarıyla çıkmışlardı karşıma..." El hareketleriyle konuşmasını desteklerken geçmiş maceralarını hatırlayıp heyecanlanıyor, zaman zaman nefesi kesiliyordu Karabulat'ın. Kaptan'ı güldürüyordu onun bu hali. 

"Şimdi,..." dedi Karabulat, bir nefes aldı. "Bakirelerim var..." Gözlerini şehvetle açıp sözcüklerin üzerine basa basa konuşurken ağzından sular saçıyordu. Sinsice kaptana eğilip gülümsedi, "Garanti belgeli hem de..." Gevrek gevrek güldü. Bir yandan aynanın karşısında saçını taramaya çalışan Kaptan, Karabulat'ın yüzüne bakmaksızın sessizce gülümsüyordu.  

"Olga Kratingova, 16 yaşında..." Ceketinin cebinden çıkardığı mühürlü bir kâğıdı okumaya başladı, Karabulat. "Taganrok'ta yaşıyor, anatomik olarak bakire... Nisan 1922..." Kaptanın yüzü asıldı bir anda. Karabulut ona aldırmadan zevkten kendini kaybetmiş bir halde soluk soluğa anlatmaya devam ediyordu. "Düşünebiliyor musun dostum, küçücük... Altından bir kâse..." 

"Benim yetmiş kadınım var gemide... Hepsini toplayıp Oklahoma'ya atacaklar... Fakat onların içinde altı tanesi var ki, gerçekten özel ilgiyi hak ediyor..." Karabulat, ipin ucunu kaçırmıştı, hiç niyeti yoktu susmaya. Kaptan ise iyice sıkılmıştı bu sohbetten, suratını asarak susmasını bekliyordu kart horozun. 

"Her neyse,.." dedi kaptan bu uygunsuz konuşmayı sonlandırmak niyetiyle. Karabulat'a gözlerini dikti. "Fotoğrafçının üzerine fazla gitme! Ona bulaşma!"

***

Norman içeri girdiğinde, güvertenin geniş salonu sıradan günlerden birini yaşıyordu. Bardan içkilerini alan yolcular birbirinden güzel şapkaları ve gösterişli kıyafetleriyle masaları doldurmuş, sohbet ediyorlardı. Amerikalı gazeteci, gelin fotoğraflarını çektikten sonra ödünç aldığı fotoğraf makinesini kaptana geri vermeyi geciktirmişti. Eski alışkanlığıyla ilginç bulduğu anları yakalayıp büyük bir hazla deklanşöre basıyordu. Yardımcısı yakışıklı Nikolas da peşini bırakmıyordu gazetecinin. 

"Al bunları Nikolas, hemen laboratuvara götür." dedi, Norman. Sırtındaki çantaları omuzunun üstünden indirip denizciye uzattı. Salonun bir köşesinde makinesinin başında dikiş diken Niki'yi görünce heyecanlandı.

"Niki," diye seslendi yakışıklı denizci Nikolas, uzaktan. "Kaptanın ceketini unutma!" 

Norman doğruca Niki'nin yanına geldi. Karşısına geçip fotoğraf makinesini ayarlamaya çalışırken, genç kız kendisine tuhaf bir şekilde bakıyordu. "Sakin ol," dedi. "Makinede film falan yok. Sadece buradan yüzünü görmek istiyorum." Niki, mahcup bir şekilde elini yüzüne kapatıp gülümsedi.

Gazeteci devamlı yer değiştirerek uygun bir enstantane yakalamak için gözünü objektiften ayırmazken Niki, dikiş makinesinin pedalını çevirip işine devam etti.

Niki'nin yanına iyice yaklaşmıştı, Norman. "Üzerimdeki bütün düğmeleri kopartacağım," dedi. "Sırf onları ellerinle yerlerine dikerken seni izlemek için..." 

"O zaman iki katı ücret ödersin." dedi Niki, ciddiliğini bozmadan. Norman, gülümsedi.

"Niki Douka," dedi. "Hadi bana biraz kendinden bahset." 

"Anlatmaya değecek bir şeyim yok Mr. Norman Harris." Konuşma tarzlarından dolayı gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.

"Hayallerin yok mu hiç senin?" diye sordu Norman.

"Var," dedi Niki. "Bir tane,... Sınger dikiş makinesi"

"Başka?"

"Kumaş..." 

"Daha başka?"

"Başka..." Bir süre düşündü, Niki.  "Sürüyle müşteri..."

"Hepsi bu kadar mı?"

"Evet, hepsi bu kadar." Niki, son derece ciddi ve kendinden emin görünüyordu.

"Buna inanamıyorum." dedi, Norman.

"Niki onu yap, Niki bunu yap, Niki git, Niki gel deyip durur bana herkes. Niki, ailemizin reisi sensin derdi ailem." 

"Öyle misin gerçekten?"

"Evet, öyleyim."

"Senin gibi insanlar bizim gibileri hayata bağlıyor." 

"Hayır, hiç de değil. En azından benim için geçerli değil bu." Gözleri daldı Niki'nin. "Babamdı o, beni hayata bağlayan."

"Babasına bak kızını al." dedi Norman. 

"Babam çok gırgır bir adamdı." Niki, gururla gülümsedi.

"Benimki de hayat doluydu." Norman da dalıp gitmişti eskilere. "Kasırga gibi eserdi." 

"Babasına bak oğlunu al." dedi Niki, Norman'dan esinlenerek. İkisi birden gülüştüler.

"Şaka yapmaktan hoşlanıyorsun." dedi Norman,

"Sayfa 27, İngiliz atasözü. Şaka yapmadım." Niki dikiş makinesinden başını kaldırıp Norman'a baktı. "Bizde şakayı çoğunlukla erkekler yapar."

"Şu anda memleketinde değil, gemidesin, rahat ol. İstediğin şakayı yapabilirsin."