Görüşme salonu yavaş yavaş sessizliğe ve karanlığa bürünmüştü.
Kabinler boşaldı ve ziyaretçiler özgür dünyalarına döndüler. Saat tam beşte,
gardiyanlardan biri Olvido’nun arkasındaki kapıyı tıkırdattı, Luther kalkıp
kapıyı açtı. Olvido görevliyi adıyla selamladı. Gardiyan gülümsedi, daha
fazlasına müsaade edemeyeceğini söyledi ve saatini gösterdi. Avukatlarım hep
birlikte ayağa kalktılar. Laura,
“Onlara yasal hakkımız olan bu ziyaretimizin normal çalışma
saatlerini aşacağı hususunda bilgi vermemiştik ancak yakında yine döneceğiz.”
dedi.
Olvido, “Ayrılmadan önce, bana sormak istediğin bir şey var mı?” diye sordu.
“Masum olduğumu nasıl ispatlayacaksın?” diye
sordum.
“Henüz bilmiyorum," dedi. "Başka?”
“Kantinden alışveriş yapabilmem için banka hesabımdan
para çekmelerine izin vermek istiyorum. Bunun için bir dilekçe yazıp imzalayabilir miyim? Miras
hakkıma el koydular ancak biraz birikimim vardı. Bir radyo, birkaç kitap ve yiyecek bir şeyler almak istiyorum.” dedim.
Kafamdaki plana göre her gün ton balığı, fıstık
ezmesi, kuru fasulye, mısır ekmeği, bir kavanoz salsa ve plastik poşetler
içinde önceden yıkanmış salata çeşitleri yiyecektim. Bunları satın almak için
basit bir form doldurup her sabah gelip beni kontrol eden gardiyana vermem
yeterliydi. Teksas Eyaleti beni altı, bilemedin yedi yıl içinde infaz etmeyi
planlamıştı ama onlardan önce hapishanede verdikleri yemeklerin beni
öldürmesine izin vermeyecektim.
“Bir şeyler satın alabilmek için nasıl form doldurulacağı konusunda bana yardımcı olabilecek bir komşum var, ondan biraz borç aldım, ancak burada kullanacağım
kendime ait bir hesabım yok.” dedim.
Luther, “Merak etme hallederiz, bu bir sorun değil.” dedi.
Bizi birbirimizden ayıran camın altındaki yuvanın kapak sürgüsünü açtı, çantasından çıkarttığı beyaz bir kağıdı benden tarafa
itti. İmzaladım ve ona geri uzattım.
“Tek yapmam gereken bu mu?” diye sordum.
Luther, “Bir haftaya kalmaz para hesabınızda.”
dedi.
Olvido, “Hadi artık, son çağrı yapıldı.” dedi.
Kafamı meşgul eden son konuyu da öğrenmek istiyordum.
“Komşu hücremde kalan mahkum muhbir olabilir mi?”
diye sordum.
Laura, sanki soruma gülmüştü, ama bundan emin olamadım.
Olvido, “Hayır, hayır böyle bir şeyin olacağını
sanmıyorum.” dedi. “İdam cezasına çarptırılmış bir mahkûm olduğunuzu hatırlatırım.
Artık onların herhangi bir muhbire ihtiyaçları yoktur.” dedi.
“Anlıyorum.” dedim.
Ayağa kalktılar ve elleriyle cama dokundular.
Sanırım aynı şeyi benim de yapmam ve cama dokunmam bekleniyordu, ben de öyle
yaptım. Demir kapı açıldı ve gittiler.
Orada iki saatten fazla yalnız başıma oturup bekledim.
Sonraki ziyaretime gelmeden önce tuvalete gitmem gerektiğini unutmamalıydım.
Gardiyanlar beni orada unutmamıştı, sadece götürmek için acele etmediler.
Hücreme döndüğümde, masamda, plastik bir tepsi içinde güvece benzeyen soğuk, tepeleme sığır
eti kâsesi gördüm. Bezelye olduğunu düşündüğüm griye kaçan yeşil bir nesneyi
inceledikten sonra tuvalete boşaltıp sifonu çektim. Avukatlarla yaptığım
konuşmaları hatırlamaya çalıştım, onlara her şeyi anlatmış olduğumu düşünüyordum. Acaba ben
de onlara, kendileri hakkında soru sormalı mıydım? Burada kimseye mahkûm olmanın görgü
kuralları öğretilmiyor!
Águila lütfedip özrümü kabul etti. “Bu kadar
zamanda henüz kafayı sıyırmış olamazsın, muchacho*. No me molesta**. ” dedi.
Bana ne tür sabun, tıraş bıçağı ve duş terliği alacağıma dair
önerilerini içeren bir not uçurdu. Notta ayrıca hangi muhafızların kelepçeleri
çok sıkı bağladığını, hangisinin duşta bir saat ya da daha fazla kalmama izin
vereceğini, hangisine rüşvet vererek ev yapımı alkollü içki ya da uyuşturucu
temin edebileceğimi ayrıntılı bir şekilde yazmıştı.
İdam mahkûmlarının çoğu, başkalarının ne yaptığını merak etmez, ancak Águila, hepsinin beni tanıdıklarını söylemişti. Benim duruşmalarımı
radyonun gece haberlerinde sıkı bir şekilde takip etmişler. Águila,
kurbanımın şöhretli bir kişi olması nedeniyle meşhur olduğumu söyledikten sonra,
“Ünlü olmanın burada sana pek bir faydası olmaz, Inocente.”
dedi
Yere yığılmıştım ve ona sessizce Valium'un fiyatını
bilip bilmediğini, param gelince ödemek üzere birisinin bana bunu dışarıdan temin etme imkânı olup olmadığını sordum. Herkesin duyabileceği kadar
yüksek bir sesle,
“Bunu rüyanda görürsün, Cazador***, senin kafan iyi galiba.”
dedi.
Bir süre sonra kapımın altından atılan sıkıca katlanmış kâğıt bir fişek gördüm. Kâğıdın içinde kalemle çizilmiş gülen bir
yüz ve altı küçük beyaz hap vardı. "Gracias****" yazdım ve kağıdı kıvırıp geri uçurdum.
Ertesi sabah, Águila, dokuzuncu hamlede Bxf4
oynadı. Biraz düşünüp ona Vezir e8'e dedim.
“Vay canına! Güzel hamle, Inocente” dedi. “Sana
geri döneceğim.”
İlk dört ayda, otuz üç kez ayrıldım hücremden:
birer saatlik on sekiz havalandırma izni, birer saatten toplam on iki saat duş,
bir kez de hapishane müdürünü ziyaret. Ayrıca bekleme sürelerim de dâhil olmak
üzere toplam 17 saat süren yasal ziyaretlerim için iki kez hücremin dışına çıktım.
Görüşmeler ve ihtiyaç sürelerimin toplamı 50 saat yapıyordu. Bunun dışında, 2.878 saatlik zamanımı beş buçuk metrekarelik hücremde yalnız geçirmiştim. Gelecek ay ise hücremden hiç dışarı
çıkamayacaktım!
123. Gün: Bugüne kadar, ölüm hücrelerindeki mahkûmların
yaklaşık yüzde onunda cep telefonu vardı. Bende yoktu, ama kimlerde olduğunu
biliyordum. Bunu herkes biliyordu. Her bir telefonun karşılığında, mahkûmların
aileleri gardiyanlara nakit para ödemişti. Mahkûmlar telefonlarını, kalın
kitapların içini oyarak oluşturdukları boşluklarda, daktilo içlerinde ya da muhafızların
bakmadığı başka yerlere gizliyorlardı.
Operasyon, Şef adıyla bilinen bir mahkûmun, salı
gecesi saat yedi buçukta, Teksas Senatosu, Adalet Komisyonu Başkanıyla yaptığı telefon görüşmesi üzerine başlatıldı. Rivayet edildiğine göre, senatör,
evde ilk votka martinisini yudumlarken telefonla aranmıştı. Hiç kimse bizim Şef’in
senatörün gizli numarasını nasıl eline geçirdiğini bilmiyordu. Önce kendisini tanıtmış ve hücresinden aradığını söylemiş. Bilgisayar ve spor ekipmanı taleplerini dile
getirdikten sonra, sadist gardiyanlardan, saçma sapan yemek saatlerinden ve parçalı
fıstık ezmesi bulamadıklarından yakınmış. Duyduğum bu hikâyenin pek çok
versiyonu var. Bunlardan birine göre Senatör, "Kim bu yine" deyip söylenmiş, Şef, hiç istifini
bozmadan, adını ve mahkum numarasını bir kez daha tekrarladıktan sonra sorunlarının ne kadar
bir süre içinde giderilebileceğini sormuş.
Senatörün kokteyl saatinin yarıda kesilmesine
sebep olan bu olaydan yaklaşık on beş dakika sonra gardiyanlar bütün ölüm hücrelerine
baskın yapmaya başladılar. Bu iş birkaç gün sürmüştü. O sırada hapishanede idam cezasına
çarptırılmış 378 mahkûm vardı. Şafak vaktine kadar yapılan aramalarda on dört
cep telefonu bulunmuştu. Ertesi gün akşam yemeğinde bu sayı yirmi üçü buldu.
Aramalar bittiğinde, biri tekerlekli sandalyedeki bir mahkûmun rektumunda, diğeri de Big Al adlı obez mahkûmun karın yağı kıvrımlarının altına gizlenmiş toplam otuz bir tane cep telefonu bulundu. Ben yine de hepsini bulamadıklarını biliyordum.
muchacho* :İspanyolca, delikanlı
No me molesta** :İspanyolca, bu beni rahatsız etmez
Cazador*** : İspanyolca, avcı
Gracias**** : İspanyolca, teşekkürler
(Devam edecek)
aguila yı sevdim hem komik hem zeki :)
YanıtlaSilKomikler ve zekiler fazla yaşamıyooo:))
SilKaleminize sağlık dikkat çekici ilerliyor.
YanıtlaSilTeşekkürler:)
SilYa niye kendi başlarına iş açıyorlar? Can sıkıntısından gardiyanları zorla delirtiyorlar, zararı yine kendilerine dokunuyor. Tamam bir şekilde direniş gösteriyor, karşı duruş sergiliyorlar ama ne faydası var ki? Anlayamıyorum.
YanıtlaSilHeyecan arıyorlar:) Evet, can sıkıntısı. Çok sinir bozucu. İnsan kendi varlığını bir şekilde hissettirmesi gerek, hangi yoldan olursa olsun. Hatta kendine zarar vereceğini bilse bile. Bir faydası olacağından değil, muhtemelen insanın mayasında var, var olduğunu haykırmak...
Sil