Yolun sonunda prefabrik bir hangar kurduk
ve Tieresse'nin dersleri için tek motorlu bir turboprop uçağı satın aldık.
Hangardan batıya doğru uzanan üstü kapalı yoldan elli metre kadar uzakta, yatak
odası, yaşam alanı, egzersiz odası, kütüphane ve şef mutfağından oluşan iki yüz
metrekarelik dikdörtgen bir villa inşa ettik. Evin dört bir tarafını sundurma ile çevirdik, kuyu suyu, çatıyı örten güneş panelleri, odunla yanan fırın ve bir de şömine yaptık. Bahçenin girişinde gelecek misafirleri yatırabileceğimiz
küçük bir misafirhane düşünmüştük.
Tieresse yeni villamıza taşınmaya hazırdı, ama ben korkuyordum. Ben olmaksızın La Ventana'nın faaliyetini nasıl sürdüreceği konusunda endişelerim vardı. Tieresse,
bana De Gaulle’ün bir sözünü hatırlattı ve “Mezarlıklar kendilerini vazgeçilmez sanan
insanlarla dolu.” dedi.
Konuyu
değiştirmek istedim. Ona, devamlı bir arada olmanın ilerde problem yaratabileceğini
söyledim.
"Doğru söylüyorsun." dedi ve devam etti. "Fakat insan belli bir süre sevdiğinden uzak kalsa
bile aşk onun peşini bırakmaz. Gerçeği duymak istersen," Kısa bir süre gözlerimin içine baktı ve sonra "Eğer sürekli
benimle olmak zorunda olduğunu hissediyorsan, bırakıp kaçma ihtimalin endişelendiriyor
beni." dedi.
Evet, bu doğruydu. Asla sahtekâr bir alçak gönüllülük içinde bulunmadım. Aslına bakarsanız, onun beni sıkmayacak, çok akıllı ve çok enteresan biri olduğunu gayet iyi anlamıştım. Gülümseyerek bana,
"İlk çocuğunu koleje yazdıran acemi bir aileye benziyorsun." dedi.
Şafakta ve alaca karanlık bastığında çevredeki
arazilerde uzun yürüyüşler yapmayı ve ormandaki patika izlerini takip etmeyi
severdi. Tieresse'nin, kış mevsiminin sonunda, meradaki kır çiçeği tohumlarını ektiği
yerde, haziran sonlarına doğru ve temmuz başında kuş ayaklı menekşe, mor haşhaş ve ebegümeci patlaması yaşadık.
Onun orada geçirdiği ilk ve son çiçek sezonuydu...
Houston ve Kansas'taki yerler hariç, tüm evlerini
sattı ve onlardan elde ettiği geliri olduğu gibi hayır vakfına bağışladı. Tieresse'nin vazgeçemeyeceği tek bağımlılık hava yolculuğuydu. Bir keresinde:
"Hava alanı
görevlilerinin kıçımın etrafında dolaşması düşüncesi beni deli ediyor." demişti.
"Bunu kötü niyetle yaptıklarını sanmıyorum."
"Ah, Rafa, naifliğin beni
büyülüyor," deyip önce burnumu, sonra da ağzımı öpmüştü.
Nereye gidersek gidelim, özel bir
araba gelir, bizi alıp havaalanına götürür ve sonra özel bir jet bizi gitmek istediğimiz
yere uçururdu. Nişanlandığımızdan kısa bir süre sonra Reinhardt'ın doktora tezi savunmasını izlemek istedi, bu yüzden birlikte Boston'a doğru yola çıktık.
Karşıma bilgisayar yazılımlarıyla kafamı ütüleyen
birinin çıkmasını bekliyordum. Bunun yerine orta sıklet bir kolej güreşçisine
benzeyen biriyle karşılaştım.
"Tanıştığımıza
memnun oldum." dedi ve babamınkiler kadar nasırlaşmış avuçlarıyla elimi sıktı. Tieresse'ye
"Neden bana onun bir NCAA şampiyonu olduğunu söylemedin?" diye sordum.
"Çünkü sevdiklerinizin çok fazla
niteliği hakkında övünüyorsanız, diğer insanlar ya yalancı ya da kuruntulu
olduğunuzu düşüneceklerdir. Herkese Escoffier'den daha iyi pişirdiğini
söylememin nedeni de bu, ama asla George Clooney'den daha yakışıklı olduğunu
söylemiyorum." dedi.
Reinhardt'ı dinlerken geçirdiğimiz iki saat boyunca, dört kadın ve üç
erkeğin uluslararası finansal güvenlik önlemlerini tartışması bana Urduca
alt yazısız bir film izlemek gibi geldi. Dışarı çıkarken Reinhardt'a,
"Az önce izlediğimiz
şey hakkında hiçbir fikrim yoktu." dedim.
"Az önce izlediğin
şey aptalca bir manastır ritüeliydi sadece, iyi dayanabildin yine." dedi.
"Hadi
gidip pizza ve bira alalım." dedim.
"Bu sene hangi takım daha iyiydi, 1939 Yankees mi
yoksa 1908 Cubs’mu?" diye sordum.
"Bana göre favori gösterilen en iyi olan değil, bence
en iyisi 1978 Reds." dedi.
"Evet," dedim. "Büyük Kırmızı Makine." Sonunda Tieresse:
"Siz beyzboldan başka bir şey konuşmaz mısınız?" diye sohbetimizin arasına girmek zorunda hissetti kendini.
Reinhardt’la iyi anlaşmamız onun masum görünüşlü
atletik bir liseli olmasının yanı sıra bütün dünyada gençlerin ilgi duyduğu
konularda ve özellikle ortak ilgi alanımız beyzbol sayesinde olmuştu. Fakat her
nasılsa, endişelenmeme rağmen annesine nazaran birbirimizle yaşlarımızın daha yakın olması garipsenmedi.
O akşam, Reinhardt otelimize kadar bize eşlik etti ve sabah
kahvaltısında bize simit getirdi. Teksas’a dönerken Tieresse’ye
“Daha önce sana
bir şey söylemek istemedim ama Reinhardt’la tanışmak beni germişti. Oysa ne
kadar aptallık etmişim. Onu sevdim gerçekten." dedim.
Tieresse, "Reinhardt konuşma
olgunluğuna erişmiş biri ama benim mutlu olduğumu da biliyor." dedi.
"Benim
mutlu olduğumu anlamadığını nereden çıkarıyorsun?" diye sordum.
Bir Pazar akşamı onun evindeydik. Ben risotto
pişirirken, o bara oturmuş bir bardak şarap içiyordu. Tieresse bana canın neye
sıkkın diye sorduğunda, Otis Redding'in bir şarkısını mırıldanıyordum.
"Bazı
köpekler, uyurken bile efendilerinin iyi ruh halinde mi yoksa kötü ruh halinde
mi olacağını bilecek kadar büyük bir koku duyusuna sahiptir." dedim.
"Tam isabet,
hadi dökül o zaman" dedi.
Direnmem ve inkâr etmem boşuna olacaktı.
"La Ventana'da çalışan bütün arkadaşlarımı biliyorsun, oysa ben seninkileri tanımıyorum. Bu yüzden canım sıkılıyor, benden utandığını düşünüyorum." dedim.
"La Ventana'da çalışan bütün arkadaşlarımı biliyorsun, oysa ben seninkileri tanımıyorum. Bu yüzden canım sıkılıyor, benden utandığını düşünüyorum." dedim.
"Rafa," dedi, "Çevremde yüzlerce kişiyi tanıyorum ama
onlar arkadaşlarım değil. Benim arkadaşlarım sadece Reinhardt ve sensin."
"Ailenle berbat bir ilişki yaşamışken şimdi
oğlunla harika bir ilişkin olması ilginç, oysa ben, anne ve babamı çok sevmiştim
ve hiç çocuğum olmayacak." dedim.
Gözlerini bana dikti.
"Ne," dedim, "Yanlış bir şey mi
söyledim?"
"Hayır, seni gayet iyi anlıyorum." dedi.
Ertesi gece Britanny'nin veda partisi vardı.
Gece saat bir’de restorana iki dedektif geldi.
Benita bana bunu söylediğinde mutfaktaydım. Deniz komandolarının
giydiği cinsten beyaz bir tişört ve kot pantolon giyen düzgün görünümlü olanı, kendini
Dedektif Pisarro olarak tanıttı ve birkaç soruya cevap vermemi istedi.
"Ne hakkında?" dedim.
Beni alıp merkez karakoluna götürdükten sonra penceresiz
bir odaya attılar. Zaman kavramını yitirdim. Tieresse'yi aradım ve sesli mesajını
aldım. Onu tekrar tekrar aradım. Telefonu masaya yerleştirdim ve baş parmağımı sürekli
tekrar tuşuna basıp aramaya devam ettim. Kaç kez mesaj bıraktığımı bilmiyorum.
Savcı daha sonra, bu yaptıklarımın maskaralık olduğunu söyleyecekti.
Bir süre sonra Pisarro’nun çalışma arkadaşı Detektif Cole odaya girdi. Sorgu odasının diğer sandalyesine çökerken bir yandan eliyle örgü kravatını gevşetiyordu. Hışımla yakam yapıştı.
"Şimdi öt bakalım nasıl oldu bu iş." dedi.
"Hangi iş" dedim.
Pisarro içeri geldi. Cole'a daha nazik olmasını söylerken samimi görünüyordu. Belki de iyi polis, kötü polisi oynuyorlardı. Kim bilir?
(Devam edecek)
Tanıtım için çok teşekkür ederim
YanıtlaSilNe demek, ben teşekkür ederim:)
Siladam şaşkın biri gibi kadın bilge gibi, pek tatlı hayat gidiyo :) new york mets tutuyom beeen :) ama bölüm sonunda, yeni bir hayat sonları gibi oldu, yani o arada öldü mü kadın yani, hangi arada yaa :) ilginçli :)
YanıtlaSilAdam şaşkın, şanslı, şanssız her şey var yani:) Kadın evet, bilge ama oda hem şanslı hem de şanssız gibi. Adamın yalancısıyım; o garsonla yatarken, evini hırsız/hırsızlar soyup karısını öldürmüşler. Yeah, très intéressant :))
SilBağzı okuyucular size yetişemiyor:))kadın öldü gitti, tüh ya..
YanıtlaSilOnca parayı da götüremedi yanında değil mi?:)))
SilAma daha ölmesindi:( merakla devam...
YanıtlaSilMaalesef:(
Sil