KATEGORİLER

18 Mart 2016 Cuma

BİR TÜRK-YAHUDİ-MÜSLÜMAN ÖYKÜSÜ



Güler ORGUN anlatıyor, İstanbul, 2010

İstanbul gibi bir şehir yok dünyada.
Malum olaylardan sonra hayatımıza Avrupa ve Asya'da devam ettik.
Modern bir yaşantı sürdürürken güzel geleneklerimizi hiç unutmadık.
Farklı kültür ve farklı dinlerin yanı sıra birçok etnik kökenli aileye kucak açmış olan İstanbul, pek çok yönden dünyayı birbirine bağlamakta.

Bu yaşam öykümün, bildiğiniz öykülerden hiç birine benzediğini sanmıyorum.

Sözün özü, annem ve babam Yahudi olarak dünyaya geldiler ama daha sonra İslam dinine geçtiler. Böylelikle ben de bir Müslüman olarak doğdum.
Fakat daha sonra evlenebilmek için Yahudiliği seçtim.
Bu evlilik yürümedi ve sonra  Müslüman olan harika bir adamla ikinci evliliğimi yaptım.
Ve çocuklarım evlendiğinde, onların seçtiği kişiler  ne Müslüman ne de Yahudi'ydi.
Hatta damadım İskoç eteği bile giyiyor.

O zaman şu soru akıllara geliyor: Bir aile nasıl bu kadar farklı kültüre sahip olabilir?
Sorunun cevabı buradan, yani İstanbul'dan değil, ta 500 yıl öncesinin İspanya'sından başlar.

1492 yılının Ağustos ayında, Kristof Kolomb, Palos limanından ayrılıp batıya doğru yelken açtığı zaman, İspanya Yahudileri, Kral Ferdinand ve Kraliçe İsabella'nın emriyle binlerce yıldır yaşamakta oldukları yerlerden sürüldüler. Bu büyük göçe maruz bırakılan halk, sonraları Sefarad Yahudileri olarak bilindi. İbranice Sefarad İspanya anlamına gelir. Sürülen bu Yahudilerin çoğu Akdeniz'in diğer yakasında, yani Osmanlı Sultanlığının topraklarında kendilerine yeni yerler edindiler. Bu topraklara gelirken geleneklerini, giyim tarzlarını, hatta konuştukları Ladino diye adlandırdığımız Yahudi İspanyolcasını yanlarında getirdiler. Osmanlılar, hakim olduğu bütün topraklarda, Hristiyan Avrupa'ya kıyasla Yahudilere çok fazla toleranslı oldular. İşte benim ailem bu tarihin tam içinden gelmektedir. 

Köstence, Karadeniz sahilinde bir Romen şehri. Baba tarafım 20. yüzyıl başlarında burada yaşadı. Dedem İzak David Nassi, bir bankada çalışıyordu. Evlendi ve dört çocuğu oldu. 1903 yılında doğan en küçük çocukları daha sonra babam olacaktı. 1920 yılında çalıştığı bankanın İstanbul şubesine tayini çıktı dedemin. Bu sayede babam on yedi yaşındayken İstanbul'a gelmiş oldu.

Anne tarafımda ailemin izlerini daha da geriye sürebildim. Onlar da Sefarad Yahudilerindenmiş ve nesiller boyu Çanakkale'de yaşamışlar. Büyük büyükannem Miryam Levi, tam doksan altı yaşına kadar yaşadı, ona "Nonika" derdik. Osmanlı İmparatorluğunun son yıllarını ve 1923 yılında Kemal Atatürk'ün kurduğu modern Türkiye'nin doğuşunu gördü.

Nonika'mın bir kızı vardı, anneannem Esther. Moshe Benezra adında bir adamla evlenen anneannemin tam dokuz çocuğu oldu. Onlar daha sonra benim dayı ve teyzelerim oldular. Bu kocaman aile Sirkeci'de mütevazı bir evde yaşadı.

Bilindiği üzere, Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu Almanya ve Avusturya ile birlikte aynı cephede yer aldı. Dedem Moshe, Osmanlı ordusu saflarında savaşmak için askere gitti. Hangi cephelerde savaştı bilmiyorum ama Osmanlı İmparatorluğu, onun müttefikleri ile düşman kuvvetler arasında çok çetin muharebeler oldu. Anneannem Esther dedemin bu savaştan ne zaman döneceğini, hatta dönüp dönmeyeceğini bilemezdi. Ekmek parası için savaş bitip dedem eve dönünceye kadar bir ihracat firması için bezden fındık çuvalları dikti.

1923'te, Cumhuriyet ilan edildikten sonra, diğer insanlarla birlikte bütün ailemiz milli bayramları kutladık. Geleneksel bir Sefarad Yahudi ailesi olarak Yahudilere özgü Pesach'ta olduğu gibi akşam yemeğine otuzdan fazla kişinin davet edildiği özel günleri ve bayramları da. Dedem konuşmasını tamamladıktan sonra ailenin hazırladığı geleneksel Sefarad yemekleri servis edilmeye başlardı.

1920 ve 1930'larda annem genç bir kadın iken İstanbul'daki bir Yahudi hastanesinde gönüllü muhasebeci olarak çalıştı. Orada genç yakışıklı bir adamla karşılaştı. Ondan çok hoşlanmıştı ama bir daha onu göremedi.

Birkaç ay geçtikten sonra yine İstanbul'da büyük bir fırtına çıkmıştı. Annem bir kapı önüne ilişmiş, yağmurdan korunmaya çalışıyordu. Ansızın elinde şemsiyesiyle hastanede gördüğü o güzel yüzlü adam çıktı karşısına. Henri Nassi'ydi adamın adı. Bu tesadüf sayesinde birbirlerine kur yapmaya başladılar. Daha sonra Henri ve Neama evlenmeye karar verdiler. Ancak durum göründüğünden biraz daha karışıktı. Size babamın bir Romen olduğunu söylemiş miydim? O Türk vatandaşı değildi ama vatandaşlığa geçmek istiyordu. Bunun için annemle evlenmeden önce başka bir şey daha yapmaları gerekiyordu. Birlikte İslam dinine geçtiler. Babam adını Avni Tunçer olarak değiştirdi. Prosedürü tamamlamak için annemle birlikte gidip müftünün huzuruna çıktılar. Bir yıl sonra, 1937'de gözlerimi dünyaya bir Müslüman olarak açtım.  

Büyüme çağımda İstanbul, dünyanın en tılsımlı ve en güzel şehirlerinden biri, Boğazın mücevheriydi. Yüzyıllar boyu hüküm süren Osmanlıdan,  Roma ve Bizans'tan kendi verdikleri isimle Konstantinopolis'ten kalan muazzam mimari yapılar.

Öte yandan 1930'lu yıllardan itibaren Avrupa çirkin bir hal almaya başlamıştı. 1939 yılında İkinci Dünya Savaşı başladı fakat bu savaşta Türkiye tarafsız kalmaya çalışıyordu. Çok sonraları Avrupa'da korkunç şeylerin yapıldığı su yüzüne çıktı. Alman Nazilerinden kaçan bazı Yahudi ailelerinin Türkiye'ye sığındıklarını bilmiyordum. Ancak evlerimizin pencerelerinde karartma uyguladığımızı hatırlıyorum. Ayrıca  ailem hissettirmemeye çalışsa da ekmek ve şeker karneye bağlanmıştı.

Savaş başladığında babam, diğer erkekler gibi askere çağrılmıştı. Kimse ne olacağını bilmiyordu. Türkiye savaşa girecek miydi? Girecekse hangi tarafta yer alacaktı? Pek çok Gayrimüslim aile savaş sırasında konulan "Varlık Vergisi" nedeniyle ekonomik bakımdan büyük zarar gördü. Babam da bu durumdan etkilendi ama yıllar önce İslam dinine geçtiği için ailenin diğer fertleri kadar  kötü durumlar yaşamadı.

Babam eve dönene kadar Türkiye savaş boyunca tarafsız kaldı ve 1945 yılından sonra yeniden kendi işine döndü. Beş yıl kadar sonra korkunç bir hastalık olan menenjite yakalandı. Doktor onun fazla yaşamayacağını söylemişti. Ancak o komadan çıkarken, aile fertlerinin kulağına şunu fısıldamıştı. "Ben ölemem, benim evlenecek bir kızım var." Çok fazla zaman geçmeden Ceki Karasu çıktı karşıma. Yahudi bir üniversite öğrencisiydi. Onunla evlenmeye karar verdik.

O bir Yahudi ben ise Müslümandım. Evlilik merasimimizi bir sinagogda yapmak istedik. Böylelikle Yahudiliğe geçtim. İlk önce müftüye gittim. Müftü sordu, "İyice düşündün mü?" "Evet" dedim. "Bunu isteyerek yapıyorum." Daha sonra Büyük Hahambaşına gittim ve Yahudi olmak için bütün prosedürleri tamamladım. 1954 yılında, Neve Şalom Sinagogunda evlendik.

Birkaç yıl sonra Ceki ile ayrı yaşamaya başladık. O üniversite eğitimine Amerika Birleşik Devletlerinde devam etmek istemişti ama ben Türkiye'de kalmayı tercih ettim. Sonuç olarak ikiye bölündük. Boşandıktan sonra babamla çalışmaya başladım. Boş vakitlerimde at binmeye giderdim. Sonra arkadaşlarımdan biri vasıtasıyla Günel Orgun'la tanıştırıldım. Hoş bir Müslümandı o. Ayrıca tipik bir Türk'tü aynı zamanda. Sarı saçları, güzel yeşil gözleri vardı. Bu sefer tamam dedim, aradığım adam bu.

1965 yılının kasım ayında evlendik. Ne Müslüman ailelerinin geleneklerine göre ne de bir Sinagogda. Yaptığımız medeni bir nikah töreniydi sadece. Günel, Müslüman olarak kaldı ben de Yahudi olarak. Oğlumuz Orhan 1966 yılında dünyaya geldi, iki yıl sonra da kızımız Gün.

Çocuklarımızı büyütürken İstanbul'daydık. Hatta bir çiftlik evinde. Çocuklarım çiftlik hayatının içinde olmalarına rağmen çok çalıştılar. 

Sizlere doktoralarını kazandıklarını söylerken  her ikisiyle de gerçekten gurur duyuyorum. Orhan Dilbilim, Gün ise İngiliz Edebiyatı üzerinde ihtisas yapıyor. Gün, mükemmel bir İskoçyalıyla evlendi, daha sonra iki çocukları oldu. Orhan ise Kaliforniya'da yaşıyor ve orada öğretmenlik yapıyor. Kaliforniya'daki torunlarım benimle bazen İspanyolca konuşurlar. 65'inden sonra İspanyolca öğrenmek için Cervantes Enstitüsüne kaydoldum. Buna Ladino dilimin üzerindeki tozları atmak için karar verdim de denebilir.

Şimdi ben Türkiye'de Ladino dilinde yayınlanan ve Sefarad Yahudilerine ait haberlerin bütün dünyada okunduğu "El Amaneser" gazetesinde editör yardımcılığı görevini yapıyorum. İşte bu sayede büyükbabam ve büyükannem Moshe ve Esther Benezra'nın konuştuğu dillere geri dönmüş oluyorum. Benim İspanya Yahudilerimden kalan mirasa.

Ailem bizlere zengin ama karışık bir kültürü mirası bırakmıştır. Anne ve babam doksanlı yaşlara geldiklerinde bize bıraktıkları kültür mirası ile ilgili bazı sorularımıza maruz kaldılar, onlara sorduk: Müslüman mezarlığına mı yoksa Yahudi mezarlığına mı gömülmek istersiniz? Uzun uzun düşündüler bu soru üzerinde. Çalkantılı bir asırda yaşayan ailemizde hem Müslüman hem Yahudi olanlar vardı. 

1997 yılının bir Mayıs akşamında annem Neama Benezra Tunçer öldü. Ertesi günü onun vasiyetini yerine getirerek bir Müslüman mezarlığına gömdük onu. Cenaze töreninde imam işini yaptığı esnada bir şeyin farkına varmış olmalı ki,  "Şimdi biz Musa'dan Muhammed'e kadar bütün peygamberlere dua ediyoruz." dedi.

500 yıl önce, ailemiz İspanya'dan sürüldüğünde kendilerine sığınacak yer ararlarken burayı, İstanbul'u buldular. Belki de burada bizler Asya ile Avrupa, eski ile yeni, hatta dinler arasında bir köprü olduk.

Anlatan: Karen Sarhon
Görüntü Yönetmeni: Ulrike Ostermann
Müzik: Las Puertas
Çeviren: Osman Kadri TOKERİ
CENTROPA 2010 - www.centropa.org

4 yorum:

  1. Etkileyici bir yaşam öyküsü. İçinde hoşgörüyü barındıran, farklı kültür ve inançta olanların pekala birlikte yaşayabileceğini anlatan güzel bir yazı...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Gerçekten de öyle. İnsanlar iktidar, para hırsı ve bağnazlıktan arındığı vakit hayatın tadına varabiliyorlar. Acıları azalıyor, sevinçleri çoğalıyor.

      Sil
  2. ha haaa birleşmiş dinler ve milletler :)

    YanıtlaSil