Kitabın Adı: KAVGAM
Yazar: Adolf HİTLER (1889-1945)
Sayfa Sayısı: 464
Çeviri: Mümin Semerci
Yayınevi: Uğur Tuna Yayınları
Basım Yılı: I. Baskı. Ocak 2016
Türü: Otobiyografik Roman & Siyasal Manifesto
Kitap Hakkında: Kitap uzun süre hem yurdumuzda hem Avrupa ülkelerinde yasaklanmış. Birçok yayınevi tarafından yayınlandığı için her birinin kapak tasarımları ve sayfa sayıları farklılık gösteriyor. Benim okuduğum kitabın çevirisi başarılı ancak korsan yayın olmamasına rağmen çok fazla dizgi hataları var. Hitler hakkında en çok merak ettiğim konu Yahudilere yapmış olduğu insanlık dışı işkencelerin sebebini öğrenmekti. Bu ve buna benzer pek çok konuda aradığım cevapların büyük bölümünü buldum kitapta.
Çocukluğundan başlayarak hayatı, yaşadığı dönemin özellikleri, I. Dünya Savaşı'nın etkileri, siyasi ve sosyo-ekonomik durum yazarın kendi ağzından başarılı bir dille anlatılıyor. Savunduğu fikirleri ister benimseyin ister benimsemeyin mutlaka durup üzerinde düşünüyorsunuz. Siyasetin felsefesini yaparken, bir bakıyorsunuz eğitim sistemi hakkında görüşlerini sıralıyor ama her fırsatta Yahudiler için en aşağılayıcı sözleri sarf etmeden duramıyor.
Yahudilere karşı akıl almaz düşmanlığının yanı sıra başta parlamenter sistem (partiler, milletvekilleri, araştırma komisyonları vs), olmak üzere, burjuvazi, Marksizm, dinin siyasete alet edilmesi, aristokrasi de kıyasıya eleştirdikleri arasında. Ordu, sendikalar, üretici (işçi ve köylüler) ve elbette saf kan Alman olanlar Hitler'in sevgi ve sempatisine mazhar olan kesim.
Ülkesinin savaştan mağlup çıkma sorumluluğunu tamamen politikacılara yükleyen Hitler, orduya gelince, onun kendine düşen sorumluluğu tam olarak yerine getirdiğini anlatıyor.
Almanya'nın yeniden itibarını kazanmasının ancak ırkın korunmasıyla mümkün olacağı iddiasında. Siyasette teşkilatın yanında propagandanın çok daha fazla etkisi olduğunu söylüyor. Teşkilatta üye sayısından ziyade üyelerin niteliğinin önemli olduğunu düşünüyor. Öyle ki, parti teşkilatında fazla üye sayısının istenen bir şey olmadığını, taraftar sayısını arttırmanın daha faydalı olduğunu ifade ediyor. Spora, eğitime ve düzgün aile yapısına büyük önem veriyor. Kişisel menfaatlerin değil milli çıkarların önemli olduğunun altını çiziyor.
Öyle fikirleri var ki, al atasözü niyetine duvarına as. Irkları sınıflaması ise sapkınlık derecesinde. Yahudiler kadar olmasa da zenci ve yerlilere alt sınıf insan gözüyle bakıyor. Her zaman sertlikten yana. Bir meselenin heyet ve müzakereler yoluyla çözülemeyeceğini, meclis ve komisyonlarda alınan kararların sorumluluğunu hiç kimsenin üzerine almadığını ifade ediyor. Bu gibi başarısız sistemlerin yerine ülke yönetiminde tek adamlığın en uygun yönetim şekli olduğunu anlatıyor.
Merak ettiğim diğer bir konu ise, I. Dünya Savaşında müttefik konumunda olan Osmanlı İmparatorluğu hakkında neler söyleyeceğiydi. Kitabın sonuna doğru sadece bir kez anıyor Osmanlı'nın adını. Orada da, savaşa girerken devlet yöneticilerinin emekliye ayrılmış Osmanlı İmparatorluğunu müttefik olarak seçmekle hata yaptıklarını iddia ediyor. Bize okul kitaplarında anlatılan "Osmanlı hiç savaş kaybetmedi, müttefikimiz Almanya yenildiği için biz de yenilmiş sayıldık" ifadesi çok basit geliyor şimdi bana.
Savaş sonrası galip devletler ile Almanya arasında imzalanan Versay Antlaşması da bir utanç vesikası onun için. Eski Alman Şansölyesi (Başbakan) Bismarck ve İtalyan Faşist direnişçi Mussolini en fazla takdir ettiği insanlar.
Kitap şahsen benim ilgimi çekti. Hem döneme farklı bir açıdan bakmayı, hem de Hitler hakkında bilmediğim pek çok şeyi öğrendim kendi ağzından. Demokrasinin eğitim seviyesi düşük toplumlar için büyük bir kandırmaca olduğunu söylerken ben, Hitler'in de bunu açıkça ifade ettiğine şahit oldum. Demokrasiyi kendi kirli emellerine alet edenlerin yanında onun ne kadar masum kaldığını da.
Bazı görüşlerinin çok tanıdık olması gerçekten de ürkütücü... Demokrasi konusundaki fikirlerine ise ben de katılıyorum. Bir manken, "dağdaki çobanla benim oyum bir mi" demişti ya, o açıdan değil. Çobana ihtiyaç duyan koyunlar açısından katılıyorum bu fikre. Eğitim seviyesi düşük yığınların güçlü propagandalar ardına nasıl takıldığının dünya çapında çok örneği var zira..
YanıtlaSilTeşekkürler, bu çok faydalı paylaşım için.
Ben çok teşekkür ederim. Bir yönetim biçimi olarak demokrasi İskandinav ülkelerinde başarı kazanmış görünüyor. Bu ülkelerde başbakanın bile halktan fazla ayrıcalığı yok. Bu yüzden insanlar metroda karşılaşsa bile, ona yerini vermeye yeltenmiyor. İsviçreli bir proje müdürüm vardı yetmişinin üzerinde, bizimle birlikte elinde tepsi yemek kuyruğuna girerdi. Bu bir eğitim mi yoksa kültür sorunu mu bilemiyorum. Sorun her neredeyse, demokrasi elbisesi her ülkenin bedenine uymuyor.
YanıtlaSilÇok doğru söylüyorsunuz, arada fersah fersah anlayış farkı var. Güya demokrasi ile yönetiliyoruz, ama yönetenlerle yönetilenler arasındaki uçurum korkunç. Metroya binen başbakanlara hayran hayran bakıyoruz ve bu durum bize masal gibi geliyor. Bu farklılık bence hem eğitim, hem de kültür sorunu. Biat etme kültüründen, padişahların eteklerinin öpüldüğü bir saçmalıktan geliyoruz, "devlet büyüğü" diye bir kavram dilimize yerleşmiş.
SilÜzerine cehalet de eklenince...
Belki de demokrasinin ne olup ne olmadığını öğretmek lazım insanlara en başta. Sözünü değil, özünü öğretmek tabii. Devletimizin fiili yönetim şeklinin demokrasi değil, diktatörlük olduğunu anlatmak lazım kafaları karıştırmadan. Bunu yapmak için içi dolu kafalar lazım.
YanıtlaSilBenim de çok merak ettiğim bir kitap. Bir ara almaya niyetlenmiştim ama satışta bulamamıştım. Şuan Ali Kaya'nın çevirisi alınabilir gibi.
YanıtlaSilKitabı almadan önce sizin görüşlerinizi okumak iyi oldu.
Okumaya değecek bir kitap. Son dönem gelişmelerle paralellikler de kurabiliyorsunuz. Her liderin okuduğuna ve birşeyler kaptığına inanıyorum. Kızılacak yönlerinin dışında takdir edilecek yönlerinin de olması ilginç gelmişti bana.
Sil