KATEGORİLER

14 Ağustos 2022 Pazar

ONUNLA KONUŞTUM (2)

O geceyi unutamam. Tek kelimeyle müthişti! Böyle bir olayı insanın içinde saklaması ne zormuş meğer. Her şeyi paylaştığım eşim dahi beni anlamamış, delirdiğimi sanmıştı. Onunla konuşmamın üzerinden tam bir hafta geçti. Normal olduğuna inandırmak için kendini, en yakınına dahi rol yapmak zorunda kalıyor bazen insan. Bu nedenle onun yeniden gelmesini hem istiyor, hem istemiyordum.

Dün gece bir benzerini yaşadım. Eşim hastanede yatan annesinin yanında refakatçi kalmıştı. Gelmesi için bundan daha iyi bir zaman bulamazdım. Balkonda sigaramı yakmış onu düşünüyordum yine. Geçen sefer bir ara heyecanlanıp ne soracağımı unutmuştum. Bu yüzden kafamdan geçen soruları bir deftere not alsaydım diye düşünüyordum, tam o sırada kapı çaldı. Eyvah dedim, yine o!

Hemen koşup açtım kapıyı. O da ne? Otuz yaşlarında bir afet. Elim ayağım kesildi, nutkum tutuldu, bir şey diyemedim. Uzun bir süre menekşe gözlerine bakıp kaldım öylece. Gelen yine o muydu yoksa. Beni şaşırtmak, yoksa denemek mi istiyordu? Belki tanımadığım komşulardan biriydi. Ama bu kadar güzel bir kadın yeryüzüne ait olamazdı. Gökten inmiş bir melekti sanki! Belki de bir hayal. O olsa, aklımdan geçen bütün bu düşünceleri anlar, çoktan harekete geçerdi. Kendimi toparlayıp sordum:

"Buyurun, kimi aramıştınız?"

"Sizi." dedi. "Siz osunuz, tahmin etmiştim zaten." dedim, kibirlenerek. Tam içeri davet etmeye hazırlanıyordum ki aldığım cevap karşısında şok oldum. "Ben o değilim," dedi. "Peki, kimsiniz o zaman?" diye sordum. "Beni o gönderdi." dedi. "Kendisinin işi mi çıktı?" diye soracaktım az kalsın, haddimi aşmamak için zor tuttum kendimi. "Böyle kapının önünde mi konuşacağız?" diye sordu. "Buyurun," diyerek kendisini salona aldım. Daha yer göstermeden gidip doğruca geçen hafta oturduğu aynı yere oturdu. Ben de karşısına, koltuğuma geçtim. İnanılmaz bir fiziği vardı. Karşımda bacak bacak üstüne attı. Hayatımda bu kadar güzel bir kadın görmemiştim.

Geçen hafta sonu onunla sohbet ederken anlaşamadığımız bazı mühim konular çıkıyordu ortaya. Sözgelimi onun adalet sistemini aklım almamış, vicdanım kabul etmemişti. Özellikle mi seçmişti bu kadını? Bir erkeği en inanılmaz olaylara ikna etmek için bundan etkili bir yol olamazdı. O bir değil, bin dese inanırdım. Bütün savunma sistemim çökmüştü, geçen hafta onun karşısında bile bu kadar zayıf ve çaresiz hissetmemiştim kendimi.

"Doğru değil bu düşündüklerin," dedi. "Seni ikna etmeye göndermedi beni." 

"Peki ne için gönderdi?"

"Hile yaptı!" dedi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. "Kim?" dedim. "O" dedi. İlk şoku atlattıktan sonra, düşünmeye başladım. O hile yapar mıydı? Kısa bir süre sonra aklım başıma geldi. Yapar ya, dedim kendi kendime. Ondan her şey beklenir. Adil olan, hile yapmaz. Adalet kim, o kim!

Gözleri, ateş saçıyordu. Kimdi bu kadın? "Kim, kime hile yaptı, ne hilesi?" diye sordum merakla.

"Bana hile yaptı o, anlaşmamızı bozdu," dedi. "Seninle konuşmaması gerekiyordu. Ne o, ne ben göstermeyecektik kendimizi. Özellikle de o, hiç karışmayacaktı işlerinize. Kendi özgür iradenizle doğruyu bulacağınızı sanıyordu. Bense bunun imkânsız olduğunu söylemiştim ona." 

"Durun bir dakika, kafam karıştı, peki siz kimsiniz?" diye sordum.

"Karısıyım onun." dedi. "Onun karısı ha, vay canına!" dedim kendimi tutamayarak. Bana aldırmadan anlatmaya devam etti. "Yasak ayvayı da bana o yedirdi." dedi. Sinirlendiğini fark ettim. "Beni aranıza gönderdi. Yapılan bütün kötülükleri üstüme yıktı, bütün iyiliklere sahip çıktı." 

"Size bunu yaptıysa bize neler yapmaz..." dedim. 

"Anlaşmayı bozup seninle konuşunca bana da bu hakkı ver dedim. Mecburen kabul etmek zorunda kaldı. Anladınız mı şimdi size gelmemin nedenimi?" 

"Evet, anlıyorum." dedim. "Aranız pek iyi değil sanırım".

"Eh, işte bilirsin," dedi. "Karı koca arasında olan şeyler..." 

"Neyse, o zaman ben hiç aranıza girmeyeyim, yarın iyi olursunuz, kabak başıma patlar." dedim.

Birden aklıma geldi. "Ayva demiştiniz. Bizim bildiğimiz, yasak meyve ayva değil, elma. Hem onu Adem yedirmiş Havva'ya. Halbuki siz, onun size yedirdiğini söylediniz az önce.

"Adem, Havva, elma ve bunun gibi şeylerin hepsi uydurma. Bana yedirdiği ayvaydı, eminim."

"Zorla mı?" diye sordum. "Hayır, bana zorla bir şey yaptıramaz. Kandırdı beni." 

"Mağdursunuz yani. Onun mağdurusunuz siz de, bizler gibi."

"Erkek milleti işte!" dedi efkârlanarak. "Onun karısı bile olsan ezilmekten kurtulamıyorsun." 

Bir erkek olarak alınmıştım bu lâfına, ama sonra düşünüp hak verdim. En çok merak ettiğim soruya geldi sıra.

"Adalet konusunda siz de onun gibi mi düşünüyorsunuz?"

"Asla," dedi. "Çocuk ruhlu biri o. Bir gün canı sıkılmıştı. Çamurları karıştırıp bir heykel yaptı. Sonra can verdi ona. Yaşaması için ortam sağladı. Aklına gelen ben dahil herkese bazı görevler verdi. Ortamın işlemesi için denge dediği bir şey icat etti. Sonunda hep beraber o sistemin içine düştük. Bağlandık birbirimize. İş kontrolden çıktı, bunun sonunun nereye varacağını ne siz, ne ben, ne de o biliyor artık."

"Peki sana verdiği görev ne?"

"Bir çoğunuz söylediklerime inanmayacak. Sinsice kendilerini kandırdığımı sanıyorlar. Ama sen akıllı birine benziyorsun. Açık konuşacağım seninle."

"Yanlış anlamayın ama ondan daha güvenilir geliyorsunuz bana," dedim. "En azından adalet konusunda onunla hemfikir olmadığınızı ifade ettiniz. Bu bile size güvenmem için yeterli bir sebep."

"Şeytan benim adım." Bir anda ürperdim. Tansiyonum düştü, bayılacak gibi oldum. Sonra yavaş yavaş toparladım kendimi. Rengimin yerine geldiğini görünce kaldığı yerden devam etti anlatmaya. "Gördün mü," dedi. "Adımı duyduğunda bile ne hale geldin. Beni size hep böyle anlattı o, ne kadar düzenbaz, ne kadar iki yüzlü olduğumu. Bana kesinlikle inanmamanızı istedi. Hatta dediklerimi yaparsanız en ağır biçimde cezalandırmakla tehdit etti sizi. Bütün kötülüklerin başı olduğuma inandırdı hepinizi. Bana verdiği görev buydu aslında. Benim görevim, sizi ayartıp ona karşı gelmenizi sağlamaktı. Çok güveniyordu kendine. Ama sizin halinizi görünce isyan ettim sonunda. Baktı ki istediklerini yapmıyorum, tüm kötülükleri de aldı kendi üstüne. Çünkü denge dediği lanet olası şey bunu gerektiriyordu."

Duyduklarıma inanamıyordum. Acaba şeytanın bir oyunu muydu bu? Hangisi doğru söylüyordu, o mu yoksa bu mu? Bir imkânım olsa da yüzleştirebilseydim onları. Fakat kafam allak bulak olmuştu. Eğer dedikleri doğruysa onu bırakıp şeytanın tarafına geçmek daha mantıklı geliyordu.

"Peki, siz ne yapıyorsunuz şimdi?" 

"Sizin gibi düşünen insanlara gerçekleri anlatmaya çalışıyorum. Hakkımda söylenenlerin doğru olmadığını..."

 "Anladığım kadarıyla denge bozulmadıkça adalet tecelli etmeyecek."

"Ne yazık ki, doğru bu dediğin. Bu yüzden dengeyi bozmaya çalışıyorum ben de."

"Bunu yapacağına inanıyor musun?" diye sordum, heyecanlanmıştım. Bu yüzden sonradan fark ettim, siz yerine sen diye hitap ettiğimi. Ama ağzımdan çıkmıştı bir kere. Fakat o, hiç umursamış görünmüyordu.

"İnanıyorum ama önce sizlerin, hepinizin bana inanması lâzım."       

"Denge bozulursa, kendisiyle birlikte hepimizin yok olacağını söylemişti geçen hafta!." dedim.

Kibarca gülümsedi şeytan. "Bak bunu hep yapıyor, yine kandırmış sizi. Denge bozulduğunda sizlere bir şey olmaz. O ve ben yok oluruz sadece."

Neşeyle gözlerim ışıldadı. Ayağa fırladım, ellerimi havaya kaldırıp bağırdım. "O zaman adalet gelir!" 

"Evet," dedi. "Ben kendimi seve seve feda ederim sizin için. Ama o hâlâ zevk peşinde, eğleniyor sizlerle, aynı bir çocuğun oyuncaklarıyla oynaması gibi..."

Aklımdan gölge gibi bir düşünce seli geçti. Söyledikleri doğru muydu? Şeytan bu kadar iyi biri olabilir miydi? Yıllarca şeytanı kötüleyen o, kandırmış mıydı bizleri? Bütün kötülüklerin asıl sebebi o muydu yoksa? 

"Ölüm," dedim. "Ölüm hakkında ne düşünüyorsunuz?"

"Onun plânının bir parçası," dedi. "Dengeyi sağlamak için mecburdu buna." 

Denge, denge; sihirli kelime! Bıkmıştım artık bu sözcükten. Cevabı olmayan soruların bir kaçış yolu muydu bu? Denge bozulacak, adalet yerini bulacak! O zaman ölümsüzlük bizim olacak! Fantastik bir kurgu filminin içine düşmüştüm sanki. "Gölgelerin gücü adına!" Aklım iyice karışmıştı. Karşımda oturan güzel kadın zihnimin bana bir oyunu muydu? Anlattıklarından etkilenmiştim. Özellikle bizlere kendini feda edecek kadar şefkat göstermesi sadece kadına mahsus bir özellik olmalıydı. 

"Ondan nefret ediyorum artık," dedim. "Ama sizin gibi iyi birini kaybetmek istemem."

Menekşe gözlerinden iki inci tanesi düştü. "Biliyorum o sizi çok üzdü. Çektiğiniz onca acıya, kedere son vermenin tek yolu var. Şayet bana inanırsanız, ancak ben halledebilirim bu işi." 

"Nasıl?" diye sordum merakla. "Onu öldürebilirim!" dedi. Gözlerinden ateşler saçıyordu.

"Korkmuyor musunuz ondan? Şu konuştuklarımızı bile duyuyordur şimdi."

"Duyduğuna en ufak bir şüphem yok ama korkmuyorum. Bana bir şey yapamaz. Onun tek güvendiği sizlersiniz. Eğer ondan desteğinizi çekerseniz işimi kolaylaştırırsınız. Aksi halde üstesinden gelmem çok zor."

"Ya sonra," dedim. "Siz mi alacaksınız onun yerini?"

"Bu soruyu sormanız gerçekten üzdü beni. Demek ki hâlâ içiniz rahat değil. Ya da kendimi size tam anlatamadım. Eğer onu öldürürsem bu sadece benim değil sizin de başarınız olacak. Daha sonra boynumu uzatacağım önünüze. Beni de öldürün şimdi diyeceğim, kurtulmanız için... Size tuhaf geliyor ama sizin ne ona ne de bana ihtiyacınız var."

"Ben şahsen kıyamam size," dedim. "Sizi gerçekten tanıyan biri yapmaz böyle bir şey."

"Yapmak zorundasınız." dedi. 

"Peki şu meşhur "denge" kavramınız ne olacak. Sizler ölünce denge bozulmayacak mı?" diye sordum. Aklıma onunla geçen hafta yaptığım ilk konuşma geldi. "Bir tozun yerini değiştirmek bile dengenin bozulması için yeterli demişti bana." 

"Bazen doğru söylediği oluyor işte. Sistemin bir parçasıyız biz de sizler gibi. Biz olmayınca elbette denge bozulacak. Adalet temelinde yeni bir denge kurulacak. Ve o zaman bize gerek kalmayacak!" 

Kulağa hoş geliyordu sözleri, ama o günleri göremeyecektik. Eski birer dostmuş gibi birbirimizin yüzünü seyre daldık uzun bir süre. Bana acıyan gözlerle bakıyordu, bense ona ne kadar haksızlık ettiğimizi düşünüyordum. Sorular sorulmuş, cevaplar alınmıştı. Artık veda vakti gelmişti. Ayağa kalktı.

"Bana bir daha gelir mi dersiniz?" diye sordum onu kastederek. "Bilemem," dedi. 

"Ya siz, siz yine geleceksiniz değil mi?" Yalvarır gibi çıkmıştı sesim ağzımdan. Gelmesini çok istiyordum. 

"O izin verirse," dedi. "Fakat o gelirse benim gelmeme de itiraz edemez." Şuh bir göz attı, içimin yağları eridi. Kapıya kadar geçirdim. "Hoşça kal," dedi ayrılırken, gülümsedi. Salona dönüp attım kendimi koltuğa. Göğsüm sıkıştı, kalbim yerinden fırlayıp peşinden koşmak istiyordu adeta. Telefonun sesiyle kendime geldim. Arayan eşimdi. On kere aradım, niye cevap vermiyorsun diye çıkışıyordu. Sessiz modunda kalmış olmalı dedim. Madem sessiz modunda, şimdi nasıl duydun zil sesini? Öyle ya. Çok zekidir benim eşim. Şu bir gerçek ki, en ufak bir ses gelmemişti kulağıma. "Soluk soluğa geliyor sesin, dışarıda mıydın?" diye sordu. Ne diyeceğimi bilemedim. 


ONUNLA KONUŞTUM (1)

13 Ağustos 2022 Cumartesi

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 8)

Alt güvertede denizden esen tatlı rüzgârın keyfini çıkaran üçüncü sınıf yolcuları arasında kendine güzel bir yer bulan Haro, güneşi sırtına almış, arkasına geçtiği genç kızın saçına çift örgü yapıyordu. Ona özenen birkaç kadın, yanlarına çektikleri kızlarının saçlarını taramaya başladılar. Kimileri hünerli parmaklarıyla çocukların saç diplerini karıştırıyor, bitlenip bitlenmediklerini kontrol ediyorlardı. Biraz ötede yere bağdaş kuran Niki, arada bir Haro'ya gülümseyerek can sıkıntısını bastırmaya çalışıyordu.

"Ne arıyorsun?" Haro, çantasının içinde sürekli bir şeyler arayan arkadaşına seslendi. Niki, ona cevap vermeye fırsat bulamadan Norman'ın sesi duyuldu. Genç kız, hemen toparlandı.

"Kalimera!" Merdivenlerden aşağı indikten sonra güverteyi dolduran denkler arasında güçlükle ilerleyen Norman, Haro'nun yanına ulaşmıştı nihayet. "Kalimera." deyip gülümsedi Haro. Genç adam, doğruca Niki'nin olduğu yere yöneldi. Uzun kollu gri gömleğin üstüne koyu renkli kolsuz bir ceket giymişti. Niki, ayağa kalktı, heyecanın gizlemeye çalışarak gülümsüyordu. O da Haro'nun ardından belli belirsiz "Kalimera" diyerek gazeteciyi selâmladı.

Genç adam, ceketine gizlediği mavi kapaklı ince bir kitap uzattı Niki'ye. "Yunanistan'ı ziyaret etmeyi plânladığım sırada satın almıştım bunu..." dedi. "Hem İngilizce hem de Yunanca yazılmış." Niki gözlerini dikmiş Norman'a bakıyordu. Norman, devam etti anlatmaya. "Canın sıkıldığında okursun. Bunu sana vermek istiyorum." Niki, tepki vermeksizin, adeta büyülenmiş gibi Norman'dan alamıyordu gözlerini. 

"Güneş gözlerinde ışıldıyor." dedi Norman, hayranlıkla Niki'ye bakarken. 

Haro, "Ne diyor?" diye seslendi uzaktan. Gazetecinin Niki'yle ne konuştuğunu merak ediyordu.

"Şey,... " dedi.  Niki, gözlerini Norman'dan ayırmadan Haro'ya vereceği cevabı düşünüyordu. "Acıktığını söyledi. Yemek vakti gelmiş!" Norman'ı gülümsetti bu sözler.

Haro, telaşla ayaklandı ve arkadaşını kolundan çekip kaldırdı. "Hadi Antigone, gidelim."  Niki'nin yanından geçerlerken hayranlıkla gülümsedi. "İngilizceyi ne kadar güzel konuşuyorsunuz..." İki genç kız yemek salonuna doğru koşmaya başlayınca Niki seslendi arkalarından. "Durun, beni bekleyin." 

"Teşekkür ederim," dedi, Niki nihayet. Norman'ın uzattığı kitabı eline aldı. Eğilip çantasından üzerinde siyah taneleri olan bir zeytin dalı çıkarıp genç adama uzattı. "Bu benim adamdan." Norman memnuniyetle hediyeyi kabul etti. "Siyah zeytin." 

"Limni adasından mı?" 

"Evet," dedi Niki, başını salladı. "Biz Yunanca Lemnos diyoruz. "Siz nerede yaşıyorsunuz?"

"Detroit" dedi Norman, daldaki zeytinlerden birini koparıp ağzına atarken keyfi yerine gelmişti. "Ama babam İrlanda'da dünyaya gelmiş." 

"O zaman gerçek bir Amerikalı değilsiniz." dedi heyecanlanarak. Gözleri parlamıştı Niki'nin. "Sizin anneniz de sipariş gelin miydi yoksa?" 

"Hayır," dedi Norman, başını sağa sola salladı, gülümsedi. "Babam onunla ilk kez bir balıkhanede karşılaşmış. Orada çalışan kadınlardan biriymiş annem. Tezgâhın üzerinde, hep birlikte halibut temizliyorlarmış. Büyük, yassı bir balık çeşidi yani. Onun dalgalı kızıl saçlarını görür görmez aşık olmuş. Benim fotoğrafçı olmamın bir nedeni de bu zaten. Çiğ balık kokusuna dayanamadım." Norman, ağzına bir zeytin daha atıp kendisini ilgiyle dinleyen Niki'ye gülümsedi.

İkisi de gözlerini birbirinden alamıyordu. Norman içini çekti. "Keşke yaşadığım yerleri sana da gösterebilseydim."

***  

İkinci el gelinliklerin prova, onarım ve düzeltme işlerinden sonra (Karabulat'ın acentesi marifetiyle gemiye alınan Rus kızlarının dışında) bütün gelin adaylarının fotoğrafları çekilmişti. Dikiş makinesi, yeniden yukarı taşındığı için ihtiyaç oldukça Niki üst güverte salonuna çıkıyor, birinci sınıfta seyahat eden yolcuların gösterişli elbiselerini elden geçirip istenilen değişiklikleri yapıyordu. Yine öyle bir gün makinesinin başında, makası almak için dikiş kutusunu açtığında üzerinde "Niki" yazılı bir zarf buldu. Zarfın içinden antik çağlardan kalma Efesli tanrıça Artemis'e ait bir heykel başı fotoğrafı çıktı. Fotoğrafın dikiş kutusuna kimin tarafından konulduğunu tahmin etmek Niki için hiç de zor olmamıştı. Norman, uzun zaman önce Efes'i gezerken çekmişti bu fotoğrafı. Niki, elini fotoğrafın üzerinde gezdirirken tanrıçanın gözlerinden saçlarına varıncaya kadar sanatsal detaylara hayran kaldı. Yaşamı boyunca hiçbir heykele bu kadar incelikle bakmadığını fark etmişti. Ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz diye sorduğunda, Norman'ın verdiği cevabı hatırladı. "Başkalarının gözden kaçırdığı, önemsiz küçük şeyler..." demişti. Dediğinden bir şey anlamamıştı o zaman. Genç adamın sanata karşı duyarlılığını ve önemsiz, küçük şeyler derken nelerden bahsettiğini daha yeni kavramaya başlıyordu Niki.

Fotoğrafı zarfa koyarken derinlerden gelen müzik sesine kulak verdi. Alt güvertede, udunu kucağına almış yanık sesiyle şarkı söylüyordu, Haro. Gözlerini açık denizin en uzak noktasına dikmiş, saçları rüzgârla savrulurken kendinden geçmişti genç kız. 

"Acı benim yolculuğum, bilmem bu yolun sonu nereye varacak.

 Bana yaşamaktan bahsediyordun, ona elveda dedim çoktan.

Duygularımı asla bilemeyeceksin, sana sevgimden başka verecek bir şeyim yok.

Acılarınla suladın beni hayat, kalmadı hiç umudum."

O sırada salona giren Emine Bacı Niki'nin yanına geldi. Pencerenin perdesini aralayıp alt güvertede şarkı söyleyen Haro'yu seyretmeye koyuldu. Genç kızın dokunaklı sesinden etkilenmişti. "Bu şarkı bana hiç yabancı gelmiyor." dedi.

Bol dökümlü rengârenk elbisesiyle son derece rüküş görünüyordu, Emine. Bu yetmezmiş gibi ne kadar kolyesi varsa hepsini boynuna asmış, başına da saçlarının yarısını örten tuhaf, taca benzeyen bir şapka geçirmişti. Derinden bir iç geçirdikten sonra Niki'ye döndü. "16 yaşına gelinceye kadar devamlı dans edip şarkı söyledim." dedi. Elindeki yelpazeyi kapattı ve canı sıkkın bir ifadeyle kollarını açtı. "Sonra..." Başını salladı, sıradan bir şey söylercesine "Her şey bitti bir anda..." Niki, sessizce falcı kadını dinliyordu. Emine, genç kıza gülümseyip dikiş makinesinin önündeki koltuğa oturdu.

"Biliyorsun..." dedi. Sonra heyecanlı bir şekilde yeşil gözlerini açarak bir sır verir gibi Niki'ye doğru uzattı başını. "El falına bakıyorum. Şimdiye kadar en az 50.000 kişinin elini inceledim. Ellerine bakarak insanları iyi tanıdığımı düşünüyorum. Aldatan kimselerin eli kuru olur. Meselâ, bakanların eli soğuktur. Diplomatların elini soracak olursan onlarınki..." Kısa bir süre düşündükten sonra kaybettiği bir şeyi yeniden bulmuş gibi dikiş makinesinin üzerindeki kumaşı işaret etti. "İşte evet, aynı keten gibidir." Ciddi bir ifadeyle Niki'nin yüzüne baktı.

"Hadi uzat bana avucunu, senin de falına bakayım." Niki, tepki vermeksizin hafifçe gülümsüyordu yine. Emine, genç kızın umursamaz haline hayli şaşırmıştı. Hayatında ilk kez biri tarafından geri çevriliyordu. "Geleceğini öğrenmek istemez misin?" diye sordu. Niki kadının ısrarından sıkılmaya başlamıştı ama Emine Bacı da teslim olacağa hiç benzemiyordu. "Elin senin kısmetini söyleyecek, merak etmiyor musun?" Genç kızdan ses çıkmayınca yerinden kalkıp kırıtarak kulağına eğildi, "Bedava bakacağım, merak etme." dedi, falcıdan çok büyücüyü andıran iri yeşil gözlerini açarak gülümsedi.

"Fala ihtiyacım yok." dedi Niki. "Kısmetimi biliyorum ben." 

***

Gelin fotoğraflarını çeken Amerikalı gazeteciye büyük yardımı dokunmuştu Nikolas'ın. Bu süre içinde yakışıklı denizci boş kaldıkça Olga'yla sürekli göz temasında bulunuyor, genç kıza ilgi duyduğunu önüne çıkan her fırsatta hissettiriyordu. Aralarındaki tek sorun aynı dili konuşmamalarıydı. Fakat bu eksikliği sorun etmiyor, içlerinden geçeni bakışlarıyla birbirlerine kolaylıkla aktarabiliyorlardı. Nikolas arada bir mutfaktan aşırdığı bir meyve getirip heyecanla genç kıza uzatırdı bazen. Teşekkür etmesini beceremese de çocuksu gülümsemesiyle delikanlıyı mutlu ettiğinin farkındaydı Olga. Yanlarında kimse yoksa göz göze gelip uzun süre ellerini birbirinden ayırmıyorlardı. Fotoğraf çekimleri tamamlandıktan sonra işleri biraz zora girmişti. Bir gün, alt güverteye inen Nikolas, genç kızı kolundan tuttuğu gibi geminin ambar bölümüne götürdü. İlk kez genç kızın yüzünü okşamıştı orada. Büyük çuvallar, ahşap kasalar ve eşyaların arasında baş başa kalmak ikisinin de hoşuna gidiyordu. Ambarın deniz tarafı demir korkuluklarla kapatılmıştı. Başını korkuluklardan dışarı uzatıyordu bazen Olga, rüzgârla dalgalanan kızıl saçları ve devamlı gülümseyen masum yüzüyle Nikolas'ın yüreğini hoplatıyordu. Bu mekân, sonraki günlerde Olga'yla Nikolas'ın buluşma yeri haline geldi.

Yine başka bir gün, kırmızı bir elmayla çıkmıştı genç kızın karşısına, Nikolas. Elindeki elmayı genç kıza uzatırken başıyla buluşma yerini işaret etmiş, daha sonra içi su dolu kovayla süpürgesini alıp merdivenlerden yukarı çıkmıştı. Olga neşeyle elmayı dişlerken ambara doğru ilerlemeye başladı. Etrafı kontrol ettikten sonra ambar kapısından içeri sokuldu. Ürkek adımlarla eşyaların arasında ilerlerken gözü denizciyi arıyordu. Sessizliği yırtan azgın bir köpek havlamasıyla sıçradı yerinden. Hemen koşup deniz tarafındaki çuvallardan birinin arkasına gizlendi. Siyah bir köpek merdivenden inmiş kuyruğunu sallıyordu. Denizci kıyafetli biri gelmişti köpeğin peşinden. Olga'nın beklediği denizci değildi bu. Adam elindeki kovadan bir tabağa boşalttığı mamayı köpeğin önüne koyup işine geri döndü. Köpeğin korkusundan yerinden ayrılamıyordu genç kız. Yaklaşık yarım saat sonra merdivenlerden gelen ayak seslerini işitti. Neyse ki gelen Nikolas'tı bu kez. Olga diye seslendi denizci, kısık sesle. Genç kız hemen saklandığı yerden fırlayıp denizciye sarıldı. Birlikte deniz tarafındaki korkuluğun dibinde yere çöktüler. Sessizce bakışmaya başladılar. Nikolas kolunu genç kızın boynuna attı, ilk kez bu kadar yakınlaşmıştı ona, onun kızıl, dalgalı saçlarını okşarken nefesleri birbirine karışıyordu. Olga, mutluluğuna diyecek yoktu.

***

Özel olarak dizayn edilmiş kaptan kamarası, işlemeli kadife perdeleri, ve maun mobilyalarıyla göz kamaştıran bir görünüme sahipti. Kaptanın pek de hoşlanmadığı ağır bir misafiri vardı yanında. Norman'a karşı ilk raundu galip bitirmesine karşılık Karabulat, hayli gergin görünüyordu.  Masanın kenarına oturmuş, kaptanı yanına çekmek için şekilden şekile giriyordu. 

"Peki, Yelena konusunda ne düşünüyorsun dostum? Şu bizim Rus kızından bahsediyorum." Karabulat, gözlerini kır sakalını okşayan kaptana dikmiş ondan gelecek cevabı bekliyordu.

"Şu an bu konuları konuşacak durumda değilim!" deyip kestirip attı, kaptan. Sıkıntıyla gözlerini yere indirirken ayağa kalktı. Elindeki usturayla aynanın karşısına geçip sakalını düzeltmeye başladı. Bir müddet sessiz kaldıktan sonra dönüp Karabulat'a umursamaz bir şekilde gülümsedi. "Türk mühendise hediye olarak gönderebilirsin onu." 

"Kaptan Marinos, biliyorsun... Onların inançları farklı, bu yüzden ikisini bir araya getirmek doğru olmaz dostum."

Kaptan cevap vermeden arkasını döndü. Karabulat, düşünceli görünüyordu, derin bir nefes alarak iç geçirdi.

"Tanrıya şükür, elime birinci kalite parçalar düştü yine..." Sallanarak ayağa kalktı ve kaptana yaklaştı. "Sanırım 1917 yılıydı... 11 kişilik bir grup... iri göğüsleri vardı hepsinin..." Elini cebine atıp lakayt bir şekilde anlatmaya devam etti. "1919 yılındakilerin hepsi de mavi gözlüydü, onları daha da çekici hale getiren küçük benleri vardı yüzlerinde..."1920 yılında ise insanı azdıran kocaman kalçalarıyla çıkmışlardı karşıma..." El hareketleriyle konuşmasını desteklerken geçmiş maceralarını hatırlayıp heyecanlanıyor, zaman zaman nefesi kesiliyordu Karabulat'ın. Kaptan'ı güldürüyordu onun bu hali. 

"Şimdi,..." dedi Karabulat, bir nefes aldı. "Bakirelerim var..." Gözlerini şehvetle açıp sözcüklerin üzerine basa basa konuşurken ağzından sular saçıyordu. Sinsice kaptana eğilip gülümsedi, "Garanti belgeli hem de..." Gevrek gevrek güldü. Bir yandan aynanın karşısında saçını taramaya çalışan Kaptan, Karabulat'ın yüzüne bakmaksızın sessizce gülümsüyordu.  

"Olga Kratingova, 16 yaşında..." Ceketinin cebinden çıkardığı mühürlü bir kâğıdı okumaya başladı, Karabulat. "Taganrok'ta yaşıyor, anatomik olarak bakire... Nisan 1922..." Kaptanın yüzü asıldı bir anda. Karabulut ona aldırmadan zevkten kendini kaybetmiş bir halde soluk soluğa anlatmaya devam ediyordu. "Düşünebiliyor musun dostum, küçücük... Altından bir kâse..." 

"Benim yetmiş kadınım var gemide... Hepsini toplayıp Oklahoma'ya atacaklar... Fakat onların içinde altı tanesi var ki, gerçekten özel ilgiyi hak ediyor..." Karabulat, ipin ucunu kaçırmıştı, hiç niyeti yoktu susmaya. Kaptan ise iyice sıkılmıştı bu sohbetten, suratını asarak susmasını bekliyordu kart horozun. 

"Her neyse,.." dedi kaptan bu uygunsuz konuşmayı sonlandırmak niyetiyle. Karabulat'a gözlerini dikti. "Fotoğrafçının üzerine fazla gitme! Ona bulaşma!"

***

Norman içeri girdiğinde, güvertenin geniş salonu sıradan günlerden birini yaşıyordu. Bardan içkilerini alan yolcular birbirinden güzel şapkaları ve gösterişli kıyafetleriyle masaları doldurmuş, sohbet ediyorlardı. Amerikalı gazeteci, gelin fotoğraflarını çektikten sonra ödünç aldığı fotoğraf makinesini kaptana geri vermeyi geciktirmişti. Eski alışkanlığıyla ilginç bulduğu anları yakalayıp büyük bir hazla deklanşöre basıyordu. Yardımcısı yakışıklı Nikolas da peşini bırakmıyordu gazetecinin. 

"Al bunları Nikolas, hemen laboratuvara götür." dedi, Norman. Sırtındaki çantaları omuzunun üstünden indirip denizciye uzattı. Salonun bir köşesinde makinesinin başında dikiş diken Niki'yi görünce heyecanlandı.

"Niki," diye seslendi yakışıklı denizci Nikolas, uzaktan. "Kaptanın ceketini unutma!" 

Norman doğruca Niki'nin yanına geldi. Karşısına geçip fotoğraf makinesini ayarlamaya çalışırken, genç kız kendisine tuhaf bir şekilde bakıyordu. "Sakin ol," dedi. "Makinede film falan yok. Sadece buradan yüzünü görmek istiyorum." Niki, mahcup bir şekilde elini yüzüne kapatıp gülümsedi.

Gazeteci devamlı yer değiştirerek uygun bir enstantane yakalamak için gözünü objektiften ayırmazken Niki, dikiş makinesinin pedalını çevirip işine devam etti.

Niki'nin yanına iyice yaklaşmıştı, Norman. "Üzerimdeki bütün düğmeleri kopartacağım," dedi. "Sırf onları ellerinle yerlerine dikerken seni izlemek için..." 

"O zaman iki katı ücret ödersin." dedi Niki, ciddiliğini bozmadan. Norman, gülümsedi.

"Niki Douka," dedi. "Hadi bana biraz kendinden bahset." 

"Anlatmaya değecek bir şeyim yok Mr. Norman Harris." Konuşma tarzlarından dolayı gülmemek için kendilerini zor tutuyorlardı.

"Hayallerin yok mu hiç senin?" diye sordu Norman.

"Var," dedi Niki. "Bir tane,... Sınger dikiş makinesi"

"Başka?"

"Kumaş..." 

"Daha başka?"

"Başka..." Bir süre düşündü, Niki.  "Sürüyle müşteri..."

"Hepsi bu kadar mı?"

"Evet, hepsi bu kadar." Niki, son derece ciddi ve kendinden emin görünüyordu.

"Buna inanamıyorum." dedi, Norman.

"Niki onu yap, Niki bunu yap, Niki git, Niki gel deyip durur bana herkes. Niki, ailemizin reisi sensin derdi ailem." 

"Öyle misin gerçekten?"

"Evet, öyleyim."

"Senin gibi insanlar bizim gibileri hayata bağlıyor." 

"Hayır, hiç de değil. En azından benim için geçerli değil bu." Gözleri daldı Niki'nin. "Babamdı o, beni hayata bağlayan."

"Babasına bak kızını al." dedi Norman. 

"Babam çok gırgır bir adamdı." Niki, gururla gülümsedi.

"Benimki de hayat doluydu." Norman da dalıp gitmişti eskilere. "Kasırga gibi eserdi." 

"Babasına bak oğlunu al." dedi Niki, Norman'dan esinlenerek. İkisi birden gülüştüler.

"Şaka yapmaktan hoşlanıyorsun." dedi Norman,

"Sayfa 27, İngiliz atasözü. Şaka yapmadım." Niki dikiş makinesinden başını kaldırıp Norman'a baktı. "Bizde şakayı çoğunlukla erkekler yapar."

"Şu anda memleketinde değil, gemidesin, rahat ol. İstediğin şakayı yapabilirsin."


9 Ağustos 2022 Salı

AĞAÇ EV SOHBETLERİ #155

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu yine sevgili DeepTone/Sade ve Derin  belirledi:

"Şehirlerde trafik yükünü azaltmanın yolları neler olabilir?"

Ülkemizde trafiğe kayıtlı araçların yarıdan fazlası otomobil! Otomobil gerçekten ihtiyaç mı? Cevabım net, evet. İnanması güç ama trafikteki araç sayısı, gelişmişliğin ve refahın göstergesi. Dünyada her bin kişiye düşen araç sayısı bakımından ülkemiz, 233 araçla 60. sırada yer alıyor. Bizim üstümüzde A.B.D başta olmak üzere Kanada, Japonya ve diğer gelişmiş Avrupa ülkeleri var. Üstelik bu ülkelerin hemen hepsi yıllardan beri raylı sistemlerle donatılmış. Hal böyleyken araç sayısını kısıtlayıp halkı toplu taşımaya özendirmek, bedeni saran bir hastalığın herhangi bir yerine pansuman tedavisi yapmak gibidir, sorunu ortadan kaldırmaz. 

Şehir plânlaması diye bir şey var. Nüfus artış hızını dikkate alarak yerleşim yerlerinin önceden plânlaması, buna uygun alt yapı projelerinin geliştirilmesi lâzım. Şehrin her tarafını rant devşirmek için plânsız bir şekilde AVM, konut ve sanayi tesisleriyle doldurursak mevcut alt yapı doğal olarak ihtiyacı karşılayamaz. Nüfus arttıkça yeni yolların, alt ve üst geçitlerin, köprülerin, köprülü kavşakların yapılması, bazen de mevcut yollara ilave şeritler ilave edilmesi gerekir. Nereye yapacağız bütün bunları? Yapılmış binaları, tesisleri kamulaştırarak yer açmak çözüm değil. Sözde her şehrin kendine has plânlaması var ama siyasi nedenlerle, çıkar uğruna sürekli değişime uğruyor. 

Onca alt yapı projesi; yol, köprü, tünel inşa edildiği halde trafik sorunu, neden şehirlerin en büyük kâbusu olmaya devam ediyor? Belli ki çarpık şehirleşme yüzünden ihtiyaca cevap verebilecek projeler üretilmemiş.

Mühendislik 101: İyi bir proje: 1. Amacına hizmet etmeli, 2. Sağlam ve dayanıklı olmalı, 3.Ekonomik olmalı, 4. Çevreye en az zarar vermeli, 5. Estetik olmalı.

Peki, bu kriterler, hakkını vererek uygulanmış mı / uygulanıyor mu ülkemizde? Hayır. Biz Türkler, öyle nereye, ne için, ne büyüklükte, nasıl bir proje yapmamız gerekir olayına pek kafa yormayız. Elimizdeki şehir plânlarımızı da kafamız estiği gibi değiştiririz. Siyasiler propaganda yapmak için gerekli gereksiz, plânsız, programsız projeler üretirler. Amaç, şehir plânına uygun, düzgün trafik akışı sağlayabilecek, sağlam, ekonomik, çevreye duyarlı yol projelerini hayata geçirmek değil, yandaş müteahhitleri haksız kazançlarla ihya edip kendi paylarına düşeni almak sadece. Giderler, olmadık yerlere AVM'ler, çok katlı konut projeleri, sanayi bölgeleri tesis ederler ama alt yapısı kaldıracak mı, trafik yükü artacak mı diye düşünmezler. Liyakatin yerlerde süründüğü bizim gibi geri kalmış ülkelerde (gelişmekte olan ülke sıfatı artık gerçeği yansıtmıyor) şehir plâncılarının, meslek örgütlerinin görüşleri alınmadığı gibi bakanlık, belediye, Kara Yolları gibi kurumlara, proje ve uygulama aşamalarında denetim görevini de yaptırmazlar. Bu kurumlarda çalışanların çoğu liyakatten yoksun kişiler olup, iktidarın kulu, kölesidirler. Aralarında helal süt emmiş olanlar asla karar verici makamlara getirilmezler.

Büyük şehirlerde trafik sıkışıklığı nedeniyle boşa harcanan akaryakıt ve zamandan kaynaklı maliyetler hiç de azımsanacak boyutta değil. Yapılan bir araştırmanın sonucuna göre, söz konusu maddi kayıpların sadece A.B.D' de, 150 milyar Amerikan Doları sınırına dayandığı söyleniyor. Ne yazık ki, işin bu yönünü kendisine dert eden kimse yok ülkemizde.  

Şehirlerde trafik yükünü azaltmanın tek yolu var bence. Şehri komple yıkıp liyakatli kişi ve kurumlarca, akıllı bir şehir plânlamasına dahilinde, mühendislik kurallarına uygun şekilde yeniden kurmak! Zira, bazı tedbirler ilk bakışta kısmi ve geçici bir rahatlama sağlayacak gibi görünseler de kangrene dönüşmüş trafik sorununa kalıcı çözüm getiremezler. Şehri komple yıkıp yeniden yapamayacağımıza göre ömrümüz yollarda geçecek. Hem zamanımız hem de paramız boşa gidecek. Gittikçe artan araç sayısına bakılırsa öyle bir an gelecek ki, eskiden hava kirliliği nedeniyle gündemimize giren, bir gün tek, ertesi gün çift sayılı plâkaların trafiğe çıkma uygulaması başlayacak. Geri kalmış ülkelerin kaderi... 

Özellikle şehrin sorunlu bölgelerinde, trafik yoğunluğunun artmasına sebep olabilecek, başta AVM ve konut projeleri olmak üzere her türlü bina ve tesise bakanlık ve belediyeler tarafından inşaat ruhsatı verilmediği takdirde, trafik yükünü azaltamasak da artmasına engel olabiliriz belki. 

7 Ağustos 2022 Pazar

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 7)

Masalar, sandalyeler, konuşma seslerinin uğultuya dönüştüğü salonun uzak bir köşesine yığılmıştı. Üçüncü sınıf yolculara ait yemekhane, olağanüstü günlerinden birini yaşıyordu. İkinci el gelinliklerini giymiş yüzlerce kadın ve genç kızla dolan salon, beyaz lalelerden oluşan büyük bir çiçek bahçesine dönmüştü. Ürkek bakışlarla çevreyi süzen gelin adaylarından bir kısmının başlarında, duvak niyetine kullandıkları basit, birer tülbent parçası vardı. Bazıları ise, dantel işlemeli tül duvaklarını, ince beyaz kurdeleden saç bantları ya da beyaz çiçekli taçlarla süslemişti. Yüzlerce gelinin bir araya toplandığı, insanı hayrete düşüren, sıra dışı bir görüntü çıkmıştı ortaya.

Yanındaki iki denizciyle birlikte merdivenlerden inen Norman, birinci sınıfta görmeye alıştığımız şık kıyafetinden hayli farklıydı bu kez. Boynundaki kravatı atmıştı, ayağına eski bir kot pantolon geçirmiş, üstüne de krem rengi gömlek ve kahverengi ütüsüz bir ceket giymişti. Bunun sebebi, çalışırken rahat hareket edeceğini düşünmesinin yanı sıra, fotoğraflarını çekecek gelin adaylarına onlardan biriymiş gibi görünmek istemesiydi. Ancak salona adımını atar atmaz yanıldığını anladı. Hiç beklemediği bir durumla karşılaşmıştı; pırıl pırıl gelinlikleri içinde yüzlerce genç kız ona bakıyordu. Masalsı bu güzellik karşısında büyülenmiş, ağzı açık kalmıştı. Gözleri, salonu dolduran birbirinden güzel sipariş gelinlere dalmıştı, hayranlıkla seyrediyordu karşısındaki bu muhteşem manzarayı. Savaşın acılarıyla yoğrulmuş, Rusya'nın, Ege adalarının, Trakya'nın ve Anadolu'nun bağrından kopan yüzlerce Rus, Rum, Ermeni, Türk genç kızı rızaları olmadan, hiç görmedikleri, huyunu suyunu bilmedikleri adamlarla hayatlarını birleştireceklerdi! Hepsinin gözlerinde türlü yaşam hikâyelerinin izleri okunuyordu. Norman'ın görmek, okumak, anlamak istediği gözlerdi bunlar. Kimi umutlu, kimi neşeli, kimi endişeli, kimi hüzünlü, kimi acılı gözler... Her biri ailelerine destek olmak için yaşamak, başlarına gelecek sıkıntılara katlanmak zorundaydılar. Çoğu fakir, bir lokma ekmeğe muhtaç, öksüz, yetim, kimsesiz... Seçilmiş, saf, temiz ve güzel kızlar, genç kadınlar... İçlerinden bazıları sıla hasretine, geminin pis ve sağlıksız koşullarına dayanamayıp hayatını kaybedecek, Amerika'yı göremeden okyanusun derin sularına kurban verilecekti. Kimini karşılayan bile olmayacak ya da resmindeki gibi güzel değilmişsin denilerek ortada bırakılacaklardı. Bütün bu düşünceler film şeridi gibi birbiri ardına gözlerinin önünden geçti Norman'ın. Bulunduğu yere çakılmış, gelin adaylarını büyük bir hazla, saygıyla ve hayranlıkla izliyordu. 

"Muhteşem..." dedi. Gözleri dolmuştu. "Yaz mevsiminde yağan kar taneleri gibi..." 

Salondaki uğultu kesilmiş, gelin adaylarının meraklı bakışları, genç gazeteci üzerinde toplanmıştı. Norman, her bir gelinin yüz ifadesine bakıp farklı anlamlar çıkarmaya verdi kendini. Bir ara Olga'ya ilişti gözü. Genç kız, henüz 15 yaşındaydı, içlerinde en küçük olanı oydu. Üzerinde ne bir gelinlik, ne de başında duvağa benzer bir şey vardı. Sadece siyah partal bir ceket giymişti üzerine. Belli ki yolculuğa en hazırlıksız çıkanıydı o. Birkaç adım ilerleyip gelin kalabalığının arasına sokuldu. Daha yakından görmek, onları teker teker tanımak istiyordu. Göz göze geldiklerinde utanıp yavaşça başlarını önüne eğiyordu kızlar. Onar, on beşerli gruplar halinde kümelenmiş gelin adayları arasında dolaşıyordu. Rumların bulunduğu gruba geldiğinde gülümseyerek, "Kalimera" dedi sıcak bir ses tonuyla. Kızlar, hep bir ağızdan "Kalimera" diyerek aldılar selâmını Norman'ın. Biraz ötede, kendisini meraklı gözlerle izleyen gruba yöneldi. İçlerinden biri başına ay yıldızlı bir taç takmıştı. Henüz on yedisinde, açık kahverengi gözlü masum görünüşlü bir kızdı. Norman, gruptaki kızları uzun uzun süzdükten sonra, "Gun aydin" dedi bozuk Türkçesiyle. Kızlar hep bir ağızdan "Günaydın" diyerek karşılık verdiler. Tam o sırada arka taraftan birinin sesi duyuldu.

"Fatma, benim en büyük yardımcım." Norman, arkasına dönüp sesin geldiği yere baktığında Niki'yi gördü. "O olmasaydı, onca gelinliği yetiştirmezdim tek başına." diyerek yanına geldi genç kız.

Norman, "Nereliymiş Fatma?" diye sordu Niki'ye. 

"Asıl memleketi Salihli'ymiş. Ailesinin durumu son derece iyiymiş önceleri. Ancak savaşta babasını kaybedince reji yönetimi bütün topraklarına el koyup birikmiş borçlarına saymış. Annesi bu duruma fazla dayanamamış, kocasından hemen sonra vefat etmiş. Yanına sığındığı öz amcası, başlık parası için Fatma'yı iki köy ötede, bir ağaya vermek istemiş. Baskılardan bunalan Fatma, sonunda gördüğü eziyete dayanamamış ve köyünü bırakıp kaçmış." 

"Nereye kaçmış?" Niki'nin anlattıkları Norman'ın ilgisini çekmişti.

"Aslında kaçamamış, köy çıkışında heyecana kapılıp düşmüş ve ayağını incitmiş."

"Eee, geri dönmemiş mi köye?"

"Hayır, kader yüzüne gülmüş, Ohannes Amcası yetişmiş imdadına. Ohannes, Bornovalı bir incir ve üzüm tüccarıymış. Reji yönetimi ile arası iyiymiş. Köylüden topladığı iyi kalite üzüm ve incirleri Avrupa'ya satıyormuş. Ohannes, daha önce amcasının evinde birkaç kez görmüş Fatma'yı. Bu yüzden tanımış tabi hemen. Olan biteni öğrenince onu yanına alıp İzmir'e götürmüş.

"Bütün bunları o mu anlattı sana?" 

"Fatma Rumca bilmiyor, ben komşularımızdan biraz Türkçe öğrenmiştim ama konuşabilecek kadar değil." Niki, Fatma'nın yanında sürekli gülümseyen Rum kızını işaret etti. "Fatma'nın hikâyesini Eleni anlattı bana. Eleni, İzmirli, hem Rumcayı hem de Türkçe'yi ana dili gibi konuşabiliyor."

"Peki sonra?"

"Ohannes, sadece üzüm tüccarlığı yapmıyormuş. Güzel kızları toplayıp onları Amerika'ya gönderen bir ajansın sahibiymiş aynı zamanda." Niki, Fatma'nın yanındaki genç kızları gösterdi. "Bütün bu kızlarla Ohannes'in köşkünde tanışmış Fatma." Her birini eliyle işaret edip göstererek isimlerini saymaya başladı. "Gülsüm, Makbule, Rita, Natali, Marian, Eleni, Azniv... Hepsi de Ohannes'in Amerika'ya gönderdiği sipariş gelinler..."   

"Vay canına!" diyerek şaşkınlığını gösterdi, Norman.

Biraz daha ilerledi gelinlerin arasında. "Good morning" dedi, herkese. "Maalesef Rusça bilmiyorum." derken gülümsedi. Kendini tanıttıktan sonra sakin bir şekilde yapacaklarını anlatmaya başladı.

"Adım Norman Harris. Öncelikle fotoğraflarınızı çekmeme izin vererek beni onurlandırdığınız için hepinize ayrı ayrı teşekkür ederim. Hepiniz... Gerçekten... İnanılmaz derecede güzel görünüyorsunuz. Gelinliklerinizi giyip süslenmişsiniz. Fakat bu iş biraz zaman alacak..." Arkada kalan genç denizciyi gösterdi Norman, "Şurada kapının yanında duran delikanlı, Nikolas, benim yardımcım... Güzel gelinliklerinizle beraber sizin fotoğraflarınızı çekerken bana yardım edecek." Norman, gelinlerin başlarına taktıkları yapma çiçeklerle bezenmiş taçlara baktı, hayranlıkla. "Harika... Başınızdaki çiçekli duvaklar çok hoşuma gitti benim de. Muhteşem görünüyorlar... Hepinizin farklı ülkelerden geldiğini biliyorum. Sizlerin ayrı ayrı fotoğraflarınızı çekmeye çalışacağım..." Elinde küçük bir tepsiyle yanına gelen Niki'yi görünce konuşması kesildi gazetecinin. Diğerleri gibi gelinliğini giymemiş, kuzguni siyah saçlarını gösterişsiz siyah elbisesinin üzerine salmıştı. Niki, tepsinin üzerindeki küçük cam sürahiden özenle ince bir bardağa boşalttığı içkiyi Norman'a uzattı. 

"Size iyi şanslar dilerim, efendim." 

Norman, Niki'ye gülümsedi. Onun bu nazik davranışından etkilenmişti. Niki, de ona gülümseyerek karşılık verdi ve bakışını yere indirdi. Norman, gözlerini Niki'den ayırmaksızın içkisinden küçük bir yudum aldı.

"Teşekkür ederim," dedi. "İyi dileklerinize ihtiyacım var. Eğer Nikola'yla iletişim sorunu yaşarsam, sizin İngilizcenize de ihtiyacım olabilir." Biraz geri çekilen Norman, Niki'yi tepeden aşağı süzdü. "Neden siyahlar giymişsin?" Niki, Norman'a baktı.

"Çünkü fotoğraf çektirmeyeceğim." Dönüp giderken Norman seslendi arkasından.

"Niki, Lütfen, gitme hemen, ilk senin fotoğrafını çekmek istiyorum." Yalvarırcasına gözlerinin içine bakıyordu genç kızın. "Bana şans getirmesi için." Niki sessizliğini korudu, ona cevap vermeden ayrıldı.

"Nikola, hadi başlıyoruz." Norman, kaptandan aldığı fotoğraf makinesini tripoda sabitlemeye çalışan denizciye seslendi. Niki'nin inadını bir türlü kıramamıştı. Denizcilerden bir diğeri, eline aldığı ayaklı projektörün yerini değiştirip duruyor, gazeteciye bakıp ondan gelecek talimatı bekliyordu. Salonun bir köşesi kamera, tripod, yansıtıcı, fon perdesi, ışık ve kablolarla kusursuz bir stüdyo haline gelmişti. Norman'ın yüzü gülüyordu, hazırlıklar kısa zamanda tamamlanmış, denizciler üstlendikleri görevi layıkıyla yerine getirmişti. "Gençler, hazır mıyız?" diye son bir kez seslendi, neşeyle. 

Norman'ın peşini bırakmayan Karabulat, tam o sırada merdivenlerden aşağı iniyordu. Başında beyaz fötr şapkası, beyaz takım elbise ve koyu gri kravatıyla şıklığına diyecek yoktu. Ancak bu görünümüyle bağdaşmayan çikletini yine ihmal etmemişti. Bu özelliğini bilmeyen yabancı biri, onu geviş getiren bir  hayvana benzetirdi şüphesiz. Stüdyoya çevrilen alanda hazırlıklarla ilgilendiği izlenimi yaratmaya çalışan Karabulat, gözlerini birbirinden güzel gelinlerin üzerinde gezdirirken farkında olmadan yüzünde oluşan sinsi ifade, gerçek niyetini ele veriyordu. Salonun uzak bir köşesinde kümelenen grubun içinde masum bir şekilde gülümseyen küçük Olga'yı görür görmez içi ferahlamıştı. Fakat pek uzun sürmedi bu durum. Zira Norman'ın kendine yardımcı seçtiği yakışıklı genç denizci, Nikola da her fırsatta Olga'yı kesiyordu. Genç kızın gülümsemesinin nedenini anlamıştı Karabulat, bir anda suratı asıldı, keyfi kaçtı. Hırsla salonu terk ederek merdivenlere yöneldi.

Norman makinenin başına geçti, eliyle işaret ettiği güzel bir Rum kızının yanına gelmesini istedi.

"İlk olarak senden başlayalım mı? Ne dersin?" Genç kız ürkek adımlarla yaklaştı. Heyecandan ne yapacağını bilmez halde gazetecinin karşısına geçti. Norman, kıza durması gereken yeri gösterdikten sonra "O halde çekime başlıyoruz." dedi. Arkada ayakta sıralarını bekleyen diğer gelinlere seslendi. "Şimdi hepiniz oturun lütfen, bulunduğunuz yere çökün hadi." Yüzlerce gelin eteklerini toplayıp salonun zeminine çömeldiler. Norman genç kıza yakından bakıp saçlarını, duvağını düzeltti. "Evet, bu şekilde daha güzel duracak." Eliyle makineyi işaret etti. "Şimdi şuraya, merceğe doğru bakmanı istiyorum. Dediğimi anlayabiliyor musun?" Kız başını sallayarak anladığını gösterdi. 

Nikola, elindeki deftere kızın ismini kaydettikten sonra yüksek sesle okudu. "Aikaterini, 23 yaşında..."

"Ne kadar güzel adın varmış!" dedi, Norman. Son hazırlıklar tamamladı. "İşte şimdi başlıyoruz. Tamam, böyle kal, kıpırdama, bu şekilde çok güzel çıkacak resmin." dedi. Gözünü makinenin vizörüne dayadı. Bu esnada projektör ayağını iki eliyle sabitleyen Nikola, büyülenmiş gibi gözlerini alamıyordu Olga'dan. Olga da sessizce gülümsüyordu ona. Nikola ile Olga arasındaki bu sessiz mesajlaşma birinin daha dikkatinden kaçmamıştı. Gelinliği ve taçlı duvağıyla sırasını bekleyen Haro, Niki'nin kulağına eğilip bir şeyler fısıldadı. Niki, Haro'ya anlamlı bir bakış atarak göz kırptı. Norman Aikaterini'ye bakıp sağ elinin baş ve işaret parmaklarını açarak çenesinin altına götürdü. "Hadi biraz gülümse şimdi." dedi. Önce anlamadı genç kız, gözlerini açtı. Daha sonra Norman'ın şekilden şekile girdiğini görünce içten gelen bir gülümsemeyle aydınlandı yüzü. "Tamam," dedi Norman, eliyle işaret ederek. "Böyle kal, sakın bozma." Deklanşörün cızırtılı sesi duyuldu, ardından patlayan flaş salonu aydınlattı. "Sıradaki!" diye seslendi Norman. Nikola gözlerini Olga'dan ayırıp telaşla yeni gelinin adını not aldı ve arkasından herkesin duyabileceği bir sesle duyurdu. "Angeliki, 19 yaşında..."

***

Norman, odasına girdiğinde, gemi fotoğrafçısı şişko Yorgo, masasının başına oturmuş, önceden tab ettiği fotoğrafların kenarlarını kesmekle meşguldü.

"Bitirebildin mi?" diye sordu, Norman.

"Evet," dedi Yorgo, kendinden emin bir şekilde. Basılmış portre fotoğraflardan birini gösterdi gazeteciye. "Beğendiniz mi?"

"Harika," dedi Norman. Fotoğrafların bir kısmını çantasının içine koyup "Görüşmek üzere," dedi ve odadan ayrıldı.

"Görüşürüz," dedi, Yorgo. Masasından kalktı, bir zarfın içine koyduğu negatifleri evrak dolabının çekmecesine koyduğu sırada kapıdan içeri Karabulat girdi. "Selâm Yorgo!" dedi heyecanla. Yorgo, dönüp başını çevirdi, masasına geçip yerine oturdu. "Hoş geldin."

Karabulat, masanın üzerindeki fotoğraf yığınını karıştırmaya başladı. "Şu utangaç gelinlere göz atmamda mahsur var mı?" 

Yorgo, yanında yılışıp duran adama dikti gözlerini. "Bunun için ödeme yapmanıza gerek yok, istediğiniz kadar bakabilirsiniz."

"Pekâlâ, ama ben yine de size hizmetinizin karşılığını ödemek istiyorum Yorgo." Karabulat, elini pantolonunun cebine attı ve bir tomar para çıkardı. "Mmm. Sizden istediğim sadece birkaç negatif." İkna edici yumuşak bir ses tonuyla fotoğrafçıya yaklaştı. "Amerikalıya onları kaybettiğini söylersin olur biter." Para tomarından birkaç banknotu ayırıp masa lambasının altına iliştirdi. 

"Üzgünüm," dedi Yorgo. "Ancak, isteğinizi yerine getirmem ne yazık ki mümkün değil. Amerikalı onların hepsini dolabında saklıyor.

Böyle bir cevabı beklemeyen Karabulat, büyük bir öfkeyle lambanın altına bıraktığı paraları çekip geri aldı. "Kahretsin.." diyerek odayı terk etti.   

Norman, o günkü çekim işini bitirdikten sonra aşırı derecede yorulmasına rağmen kendini hayli mutlu hissediyordu. Odasına gidip duşunu aldı, üstünü değiştirdi. Yemek için güverteye çıkarken arkasından seslenen Karabulat'ı fark edince durup bekledi.

"Yelena Missin," dedi Karabulat. "Bizim Rus kızlarından biri. Bana onun fotoğrafını verin, lütfen." Yoluna devam eden Norman'a ayak uydururken anlatmaya devam etti. "Onun sağdıcıyım ve kendisi benim korumam altında. Müstakbel kocası çok iyi bir adam..."

"Endişelenmenize gerek yok Mr. Karabulat. Bedenini teşhir eden bir fotoğrafını çekmedim. Korkmasına hiç gerek yok." 

"Bırakın profil fotoğrafını, onun yüzünü, hatta yüzünün yarısını bile çekmenize müsaade etmiyorum. Şimdi uzatmayın da, onun fotoğraflarını lütfen verin bana."

Keyfi kaçan Norman, durup içini çekti. "Baskılar tamamlandıktan sonra en kısa zamanda size veririm." demek zorunda kaldı.

Karabulat pes etmiyordu. "Sizin onları tab ettiğinizi biliyorum."

"Fakat bizzat kendisi kabul etti fotoğrafının çekilmesini..." dedi Norman, Karabulat'ın salvolarını son bir kez savuşturma umuduyla.

"Biliyorsunuz, Mr. Harris," dedi Karabulut. "Bu kızlara hiçbir koşulda hayır dememeleri öğretilmiş."

Norman başını salladı. "Pekâlâ, onunla bir daha konuşurum."

Karabulat adeta yapışmıştı Amerikalıya. "Onun ne dediği önemli değil. Demem o ki, acentemizin bir çalışma prensibi var. Onunla bir sözleşme imzaladık." Yeniden yürümeye başladılar.

Norman sinirleniyordu. Karabulut'un karşısına geçti. "Şunu bilin ki, benim de bazı prensiplerim var." 

Karabulat bir netice alamayacağını nihayet anlamıştı. Sıkıntıyla iç geçirdi. "Pekâlâ," dedi. "Birbirimizin kalbini kırmaya gerek yok. Gemide bu konularla uğraşan birileri vardır mutlaka." Tehditkâr bir şekilde kaşlarını kaldırdı ve bir şey söylemeden arkasını dönüp gitti. Norman, canı sıkıntısıyla olduğu yerde donup kaldı kısa bir süre.   

*** 

Aradan birkaç gün geçmişti. Üst güvertede, gemi mürettebatından bazı üst düzey görevlilerle sohbet eden Norman, çekmiş olduğu fotoğrafları gösterdi kaptana. Kaptan kendi fotoğraflarını hayranlıkla incelerken Norman'a iltifat yağdırıyordu.  "Olduğumdan on yaş daha genç görünüyorum." Keyifle gevrek gevrek güldü. Fotoğraflar arasından kendine ait olanları alıp yanındaki bıyıklı ikinci kaptana uzattı. "Bunları şişko Yorgo'ya göster. fotoğraf nasıl çekilir görsün" dedi. "Onları sağlam bir yerde muhafaza etsin." Adam memnuniyetle başını salladı. "Peki kaptan, derhal kendisine teslim edeceğim." İkinci kaptan, fotoğrafları alıp yanlarından ayrıldı.

Norman, gelin adaylarının fotoğraflarını gururla kaptana göstermeye devam ediyordu. Kaptan, fotoğraflara gülümseyerek birer birer bakarken birden duraksadı. Başını kaldırıp Norman'a baktı, gülümseyen yüzü sıkıntılı bir hal almıştı.

"Norman, Ruslardan uzak dur, dostum." Yüzünün ifadesine bakılırsa kaptanın bu sözü, tavsiyeden çok tehdit içeriyordu.

"Bu yasağı koyan onların koruması mı?" diye sordu Norman.

Gayet sert bir şekilde, gözlerini dikerek cevapladı soruyu kaptan, "Ben yasaklıyorum."

"Bunun nedenini söyler misiniz?"

"Para!" 

"Ne parası?"

"Mr. Karabulat nevi'ne münhasır bir şahsiyet. Ancak kendisi, Interocean Denizcilik İşletmesinin en sadık müşterisi. Tam on bir yıldır sorunsuz bir işbirliğimiz var. Onun acentesi kanalıyla gelenler dışındaki kadınlar ve kızlarla yetinmek zorundasın. Onlar sana yeter de artar bile." 

Kaptan sözlerini bitirdikten sonra arkasını dönüp uzaklaştı. İşlerin bu hale geleceği aklının ucundan geçmemişti Norman'ın. Can sıkıntısıyla bir sigara yaktı. İçinin ateşiyle birlikte dumanı denize doğru üfledi. Karabulat, savaşı kazanmış görünüyordu. 


2 Ağustos 2022 Salı

ONUNLA KONUŞTUM (1)

Baştan söyleyeyim. Biliyorum, burada yazdıklarıma inanmayacaksınız. İnansanız bile ya hayal gördüğümü ya da delirdiğimi düşüneceksiniz. Ama olsun, her şeyi göze alıp yazacağım yine. 

Evet, onunla sohbet ettim. Aklımdaki soruların hepsini sordum ona. Sorularımın hepsine açık yüreklilikle cevap verdi.

Balkonda sağ avucumun içine çenemi dayamış onu düşünüyordum. O var mıydı? 

Düşüncelerimin en derin yerinde kapı çalındı. Gece yarısını çoktan geçmişti. Kim olabilirdi bu saatte kapımı çalan? Beyaz takım elbiseli, orta yaşlı bir adamdı. Düzgün birine benziyordu. Beni içeri almayacak mısın? diye sordu. Sen kimsin, tanımadığım birini niye evime alayım? dedim. "Ben oyum" dedi. Şaşırmış bir vaziyette "O kim?" diye sordum. "O benim" dedi. "Balkonda düşündüğün o işte." 

"Olamaz." diye geçirdim içimden, beni duyması imkânsızdı. Ama beni sanki duymuş gibi cevap verdi. "Olmadığımı söylüyordun, oldum işte!" Ya gerçekten oysa diyecek oldum, hafiften korkmaya başladığım bir sırada. Hemen cevap geldi. "Gerçekten oyum, korkmana gerek yok." dedi. Ama felâket korkuyordum. Bırakın ona soru sormayı, düşüncemi okuduğunu öğrendikten sonra onunla ilgili bütün bildiklerimi hafızamdan kovmaya çalışıyordum. "Beni içeri almamakta kararlı mısın?" diye sordu, sakin bir şekilde. Cevap vermeden kapıyı açtım, girdi içeri. 

Salondaki koltuklardan birini seçti, ben de hemen karşısına geçip oturdum. Tam o sırada eşim sesleri duyup yanıma geldi. Meraklı bakışlarını dikti üzerime. "Kiminle konuşuyorsun?" Gözümle onu işaret ettim. "Niye bana kaş göz işareti yapıyorsun, delirdin mi? dedi. Anladım ki onu görmüyordu. Hemen kendimi toparladım. "Yok, bir şey." dedim. "Kimseyle konuşmuyordum, sana öyle gelmiştir." 

O oradaydı, oturduğu yerden sessizce bizi izliyordu. Eşim "Hadi artık yatmıyor musun?" deyip odasına döndü. Onunla konuşmaya kalksam, sesleri duyup gelecekti yine. Ayağa kalktım, soğutucudan çıkardığım kola şişesini kafama dikip kuruyan ağzımı ıslattım. O orada duruyor, gözlerini dikmiş bana bakıyordu. Yoksa hayal mi görüyordum. Emin olmak için ona biraz yaklaştım. Dokunmak için elimi uzattım, bir anda görünmez oldu. Kalbim dışarı fırlayacak sandım. "Konuşmana gerek yok, düşünceni okuyabilirim." dedi. "Benim söyleyeceklerimi de ancak sen duyabilirsin." Dönüp yerime oturdum. Bacaklarım titriyordu.

Şimdi tam karşımdaydı. Onu görebiliyordum. Az önce kapının önünde bekleyen beyaz elbiseli, orta yaşlı, yakışıklı adam. Balkonda düşünürken aklımdan geçirdiğim binlerce soru buharlaşmıştı sanki. Heyecandan olmalı... Hazır fırsatını bulmuşken bütün sorularımı sormak ne kadar iyi olurdu oysa. Uzun bir süre bir şey yapmadan bakıştık. Yüzünde bir gülümseme ya da duygularını ele verecek bir ifade yoktu. Sonra yavaş yavaş ilk soru canlanıverdi kafamda. Milyarlarca insan arasından neden beni seçmişti. Neden ben? diye geçirdim aklımdan. Bu soruyu sesli sorabilseydim eğer, muhtemelen kekeleyerek çıkardı ağzımdan.  

"Hemen kendini nimetten sayma," dedi. "Seçilmiş biri değilsin. Beni düşünen herhangi birinin ya da aynı anda birden fazla kişinin karşısında olabilirim.  Sen ya da başkası, bunun hiç önemi yok." 

Bozuntuya vermedim. İkinci olarak aklıma şu soru geldi. "Ne yapmamı istiyorsun? Benden istediğin ne?"

"Hiçbir şey, sadece düşünmeni istiyorum" dedi.

"Neyi?" diye sordum.

"Her şeyi." dedi. Verilen muğlak cevaplardan hiç hoşlanmamıştım. 

Halüsinasyon olmalı bu gördüğüm dedim içimden. Gördüğüm, işittiklerimin hiçbiri gerçek değil.

"Doğru." dedi. "Yaşam dediğiniz de öyle." 

 Peki gerçek olan ne?

"Sadece benim, gerçek olan." dedi.

 "Bizim gerçekle sizinki birbirini tutmuyor," dedim içimden. "Biz gerçeği beş duyumuzla fark ederiz. Oysa seni eşim bile göremedi."

"Olabilir," dedi. "Kendi bakış açınızdan gerçek olan sizlersiniz, bense bir hayal olabilirim, tabii size göre." 

"Bu daha mantıklı bir cevap." dedim. "Ama bana hâlâ mantıksız gelen daha çok şey var." 

"Denge..." dedi. "Bir toz zerresinin yerini değiştirmeye kalksam evren alt üst olur." 

"Biz buna kelebek etkisi diyoruz." dedim.

"Evet, onun gibi bir şey ama çok daha fazlası. Kelebeğin kanat çırpmasından değil üzerine yapışan tozdan bahsediyorum." 

"Anlıyorum," dedim. "Çok hassas bir denge, ilâhi hassasiyet." 

"Şimdi anlıyor musun, her iyilik ve kötülük, her neşe ve keder birbirini dengeliyor." dedi.

"Biliyordum zaten." dedim. "Sanırım başka türlü dengeyi tutturamazdın. Son derece mantıklı cevaplar verip önümü kesiyorsun. Şimdi sana desem ki beni ikna etmek için gerçek bir mucize göster, dengeyi bozamam diyeceksin."

"Beni anlayacağını biliyordum." dedi, gülümseyerek.

"Peki, niye bir kadın değil de erkek görünümünde geldin?" diye sordum.

"Kadın olarak gelseydim, eşinden korkup içeri almazdın beni."

"Haklısın, almazdım. Bir nine kılığına girebilirdin meselâ."

"O zaman pek inandırıcı gelmezdim sana değil mi?"

"Neyse," dedim. "Geçelim bunları, adalet senin için ne ifade ediyor?"

"O sizin uydurduğunuz bir kavram. Yok öyle bir şey. Güçlü olan kazanır, bu, dengenin koşullarından biri, hatta en önemlisi." 

"Her şeyi dengeye bağlıyorsun. Adil olduğunu sanıyordum." 

"Hepiniz yanılıyorsunuz. Sanılanın aksine adil değilim. Kainatı ayakta tutan adalet değil dengedir."

"Tersini söyleseydin, inandırıcı olmazdın." dedim. "Evrim teorisini destekler gibisin."

"O teori değil, gerçeğin ta kendisi." dedi.

Onu ilk gördüğümdeki kadar korkmuyordum artık. Bacaklarım titremiyordu, kalbim normal ritmine dönmüştü. Şimdi cesaretimi toplayıp aklıma gelen her soruyu sorabilirdim. Şu ana kadar aldığım cevapları içime sindiremesem de onları gayet açık ve mantıklı buluyordum. Aklımın yetmediği diğer bir kavram da "sonsuzluk" tu. Zaman ve mekânda sonsuzluğu kavrayamıyordum. Uzay boşluğunda milyonlarca, belki de sonsuz sayıda galaksi... Üstelik sürekli genişlediği iddia ediliyor. Çocukluğumdan beri ne zaman gökyüzünün derinliklerine baksam hep arkasında ne olduğunu merak ederdim. Zaman da öyle. Evrenin büyük patlamayla 13,8 milyar yıl önce oluştuğuna dair big bang teorisi bir şeyler anlatıyordu. Peki ondan önceki zamanda ne vardı. Kaç evren vardı bizimkine benzer. Kaç evren daha oluşacaktı. Zamanın başlangıcı sonsuz yıl geriye götürüyordu bizi. Muhtemelen sonsuz yıl daha sürecekti. İşte bu sonsuzluk kavramları içinde, yaşadığımız evren bir toz tanesi kadar yer tutmuyordu. "Sonsuzluk" insan aklının algılayamadığı bir kavram. Küçük evrenimizde her şeyin bir başı bir de sonu olduğuna inanıyorduk çünkü.

"Aklından geçenleri biliyorum," dedi. "Sonsuz soyut bir kavram size göre. Sonsuzluğu düşünerek anlam kazandıramazsınız, bunu sana anlatmak benim için hayli zor. Siz gerçekle hayali, soyutla somutu karıştırıyorsunuz. Zaman ve mekân zannettiğin gibi soyut kavramlar değil."

"Söyle bana öyleyse, gerçek bir şeyler duymak istiyorum senden." dedim. "Zamanın ve mekânın önünde, arkasında ne var?"

"Hiç, hiçbir şey!" dedi.

Olabilir dedim kendi kendime. Hiçliği de anlayamıyordum zira. Daha fazla kurcalamaya gerek yoktu. "Peki neden bu maceraya sürükledin bizi, amacın ne?"

"İnanmayacaksın ama, can sıkıntısı..." dedi. Şaşırmıştım bu cevaba. Fakat bundan farklı ne derse desin kolay ikna etmeyecekti beni. Böyle deyince susup kaldım. "Eğleniyor musun şimdi bari?" diyecek oldum.

"Hem de nasıl." dedi, gülümseyerek. Çok sinirlendim. Milyarlarca canlının çektiği onca eziyetten  keyif almasını hiç yakıştıramamıştım ona. 

"Denge için bu şarttı." dedi.

Yine başa dönmüştük. Başlarım senin dengene dememek için zor tuttum kendimi. Ama o düşüncemi okumuştu.

"Biraz saygılı olmayı denesen!" deyip çıkıştı. Aramızdaki sohbet ağız dalaşına dönmüştü.

"Saygıyı senden öğrenecek halim yok benim. Adaleti olmayana saygı gösteremem. Ne yapabilirsin ki, canımı mı alacaksın. Gücün yeterse gel al hadi. Biliyorum, "denge" konusunu açacaksın. Canını zamanından önce alsam denge bozulur diyeceksin yine bana."

"İyi bildin," dedi. "Her şey yerinde ve zamanında!"

"Anlıyorum," dedim. "Kontrolü kaybettin. Denge bozulursa bizimle beraber sen de yok olacaksın. Bütün korkun bu değil mi? O yüzden çirkinliklere göz yumuyorsun." 

Başını öne eğdi. "Aksi takdirde hepimiz yok oluruz." dedi.

Bu durumda yaşamak için birbirimize ihtiyacımız var. Sen olmasaydın biz olmazdık ama bizsiz senin de yaşama şansın yok. Bizi birbirimizden ayıran tek şey bizim ölümlü olmamız. Oysa sen hep vardın ve var olacaksın, tabii denge bozulana kadar. Fakat yine de sahip olduğun bu üstünlük senin için bir şeyler yapmamızı gerektirmez. Üstünlük dediğim ölümsüzlük, aslına bakarsan çok da iyi bir şey değil. Sonsuz bir hayat can sıkıcı gelebilir insana. Farkımız kalmaz seninle. Biz de senin gibi oluruz. Can sıkıntısıyla yeni belâlar açarız alemin başına. Sonra esiri oluruz belâlarımızın. Yok yok, kabul ediyorum. Senin işin bizden daha zor. Vicdanın var mı bilmiyorum ama eğer varsa pişmanlık vardır içinde, dengeyi bozmamak için acı çekiyor olmalısın.  

"Aşağı yukarı bütün dediklerin doğru, vicdanım var, acı çekiyorum bazen. Ama pişman olduğumu sanma. Yoksa can sıkıntısından patlardım. Şimdi iyi kötü eğleniyorum sizinle. Bazılarınız gerçekten çok komik. Yapamayacağım şeyler istiyorlar benden. Tabii istediklerini veremiyorum onlara. Tesadüfen istedikleri olduğunda ben yaptım sanıyorlar. Olmasını istemedikleri şeyleri de benden biliyorlar. Büyük keyif alıyorum onların bu halinden. Bir de hesap soracakmışım onlara. Hah, hah, haa! Ne hesabı? Uçuk kaçık vaatlerde bulunmuşum, aklın almadığı cezalar verecekmişim. Gerçekten hayal aleminde yaşıyorsunuz ve bunun farkında değilsiniz. Hayal aleminde yaşadığınız doğru ama sizin bütün bunları gerçek sanmanız ve kendi uydurduğunuz kurallara göre sizi imtihan edeceğime inanmanız ne kadar tuhaf. Bir an benim yerimde olsan, yukarıdan bakıp gülmez miydin bu halinize? Bundan güzel eğlence mi olur?"

"Haklısın," dedim. Kızdırmıştı beni ama dürüstlüğüne diyecek yoktu. 

"Soracağın başka bir şey yoksa ben gideyim artık," dedi. Biraz düşündüm, aklıma yeni bir şey gelmedi. Keyifli bir sohbetti. Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüdü sessizce. Tam çıkarken "Durun bir dakika" dedim. "Bu konuşmaları blogumda yayınlayabilir miyim?" 

"Elbette," dedi. Sağ elinin işaret ve orta parmağını bitiştirip kolunu havaya kaldırdı, vedalaşma işareti olmalıydı bu. Arkasından "Yine gelecek misin?" diye bağırdım. Heyecandan sesimin ayarı kaçmış olmalıydı ki eşim uyanıp yanıma geldi.

"Bu sefer kesin duydum sesini, bana numara yapma, söyle kim vardı yanında?" 

Kaçış yoktu, doğrusunu söylemek zorundaydım. Kim bilir aklından neler geçiriyordu? "Oydu dedim."

"Deli etme beni, o kim?"

"Anlatsam da anlamazsın. Oydu işte, az önce çıkıp gitti. Onunla konuşuyordum."

Gözlerini dikti, "Keçileri mi kaçırdın?" 

"Belki," dedim. Başımdan geçenleri olduğu gibi anlattım. İnanmadı tabii. Kim inanır ki? 

"Doktordan randevu alıyorum şimdi," dedi.

"Gerekmez," dedim. "Ben delirmedim."

"O zaman halüsinasyon gördün. Bu da deliliğin başlangıcı. Tedavi olman lâzım."

"Belki gelmez bir daha," dedim. "Gelirse söz, o zaman gideriz doktora." 

Bütün bunları yaşadığımdan eminim. Hayal değildi hiçbiri. Onu gördüm. Daha doğrusu o gösterdi kendini. Yakışıklı bir adamın cisminde. Söylediklerinin çoğu doğruydu bana göre. Ama yine de kızmıştım ona. Sırf o eğlensin diye onca sıkıntı çekmemiz niye. Açıklamaları tatminkârdı. İşi kolay değildi ama kendisi sarmıştı bu derdi başına. Pişman olmadığını söyledi. Başka ne yapabilirmiş? Ben mi öğreteceğim sana? Bakın bu soruyu atlamışım. Niye güzel bir hayat istemedin ki? Buna gücün mü yetmedi? Yeteri kadar eğlenceli bulmadın mı? 

Neyse, o gelir yine bana. Daha sonra burada anlatırım konuştuklarımızı. Sizin de eğer soracaklarınız varsa bana yazın. Bu yazdıklarımı aman eşim görmesin. Şimdi doktor diye tutturur yine başıma. 



AĞAÇ EV SOHBETLERİ # 154

Sevgili DeepTone tarafından organize edilen Ağaç Ev Sohbetleri etkinliğimiz tüm heyecanıyla devam ediyorÖnceki haftaların sohbet konularını ve konu başlıklarını öneren arkadaşlarımızın  isim listesini burada bulabilirsiniz. Ağaç Ev Sohbetleri'nde bu haftanın konusunu sevgili DeepTone/Sade ve Derin  belirledi:

"Ülkeler, hükümetler, öncelikle Rusya ve A.B.D., uzay programları için milyonlarca dolar harcıyorlar. Ay, Mars, diğer galaksiler, kara delik, diğer evrenler bugünlerde odak noktaları. Bazı insanlar bu kadar paranın daha çok dünya sorunları için harcanmasının doğru olduğunu düşünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz?"

Evet, ben de onlar gibi düşünüyorum. Bu netlikte cevap vermemin sebebi sorudaki "daha çok" ifadesi. Elbette elimizdeki kaynakların önce dünya sorunlarının çözülmesi için harcanması gerekir. Hani ayranı yok içmeye... diye başlayan meşhur bir atasözümüz var, aynı o hesap. Sanki açlığı, kıtlığı, salgın hastalıkları, savaşları, küresel ısınmanın yarattığı sorunlarımızı, fırsat eşitliğini, ırkçılığı, din sömürüsünü, çeteleri, mafyaları çözdük de şimdi sıra uzayı keşfetmeye geldi. 

Uzay araştırmalarına kaynak aktarılmasın demiyorum. Bilimsel çalışmaların her zaman desteklenmesinden yanayım. Ancak yapılan her işin doğru bir amacı, zamanı, plân ve programı olmalı. Soğuk savaş döneminde yapılan uzay araştırmaları A.B.D ve Rusya arasında bir yarışa, gövde gösterisine dönüşmüştü. Milyonlarca dolar harcanıp aya ayak basıldı ve başımız göğe erdi. Neil Armstrong, aya ayak bastıktan sonra "Benim için küçük ama insanlık için büyük bir adım" demişti. O tarihten bu yana tam 53 yıl geçti. Onca zaman içinde aya yaptığı bu mukaddes ziyaretin insanlığa ne faydası oldu? Bence astronot bey oldukça mütevazı konuşmuş. Asıl söylenecek cümle şu olmalıydı: "İnsanlık için küçük ama benim için büyük bir adım!" Zira aya ilk basan insan olarak tarihe ismini yazdırması dışında bu vatandaşın dünyada süregelen hiçbir sorunu çözdüğünü sanmıyorum.

Uzay araştırma programlarının bir amacı, bir hedefi olmalı. Amaç dünyanın dış güçlere karşı güvenliğini sağlamak ise, buna sadece gülerim. Yıldız savaşları sadece fantastik, bilim kurgu filmlerinde olur. Başka gezegenlerden gelip dünyamızı tehdit edecekler masalına inanmıyorum. Başka gezegenlerde yaşam olmadığını düşündüğümden değil. Bizim ulaşamadığımız yerden gelen bir türün teknolojisine karşı tankla füzeyle karşı koymamız bana mantık dışı geliyor. Kaldı ki düşmanı uzayda değil dünyamızda aramak daha akıllı bir yaklaşım olacaktır.

Evrenin oluşumu, kara delikler, solucanlar vs. konularda araştırma yapmak, bilinmeyenleri çözmek ve bilime katkı sağlayacak çalışmalar için uzay programları sürdürülmelidir. Elbette bunlara ayrılacak bütçede aşırıya kaçılmamalı. 

Rusya, Soyuz roketleriyle uzaya astronot göndermek için 80 milyon USD, A.B.D ise 50 milyon U.S.D istiyormuş! Pek muhterem cumhurbaşkanımız da parayı basıp bir Türk astronot gönderecekmiş uzaya! Neremle güleyim bilemedim. Her şeyimiz tamam, her rengi boyadık, bir fıstık yeşilimiz kaldı!

Gelelim dünya kaynaklarının azalması ve yeni kaynak arayışları için uzaya açılma meselesine. Eğer dünya kaynaklarını "insan" gibi kullanabilsek, çevreyi kirletmesek, sağlığa zarar vermeyen yeni kaynaklar araştırabilsek mevcut kaynaklarımız güneş sönene kadar yeter bize. Bu da yaklaşık 10 milyar yıl demek. O zamana kadar birbirimizi yemeden ayakta kalabilirsek şüphesiz teknoloji bizi başka gezegenlere götürebilecektir zaten. 

Uzay programları kapsamında yapılan araştırmalar sayesinde bugün kullandığımız bazı alet, cihaz ve teknolojik yeniliklerin hayata geçirildiğini biliyoruz. Bununla birlikte, uzay çalışmalarına ayrılan bütçe, hiçbir koşulda, yazımın başında değinmiş olduğum dünyanın temel sorunlarının çözümü için ayrılan bütçenin yüzde onundan fazla olmamalı bence.        

1 Ağustos 2022 Pazartesi

YAŞAM MAHKUMLARI (BÖLÜM # 6)

Lombozlardan sızan yorgun güneş ışığı, yatakhaneyi hareketlendirmeye başladı. Niki, yanında uyuklayan Haro'nun masum yüzünü daha iyi seçebiliyordu artık. Altın rengi saçlarını içten gelen bir sevgiyle okşarken yavaşça gözlerini açtı Haro, Niki'ye bakıp belli belirsiz gülümsedi. 

"Uyandırmak istememiştim," dedi Niki. "Ama benim hemen hazırlanmam lâzım. Dün, denizcilerden biri gelip haber verdi. Kaptan, beni görmek istiyormuş. Sizi almaya geldim, dedi. Bugün olmaz, ancak yarın gelebilirim, dedim." 

"Seninle ne işi olabilir ki kaptanın?" Haro yattığı yerden doğrulurken meraklı gözlerle arkadaşına baktı. 

"Birinci Sınıf'ta terziye ihtiyaçları varmış."

"Senin terzi olduğunu kim söylemiş?"

"Bilmiyorum," dedi Niki, önemsemez bir tavırla. "Birinci Sınıf yolcuları arasına çıkamam bu halde. Duş alıp üstüme düzgün bir şeyler giymem gerek." 

Haro, ranzanın yanında dikilmiş, buğulu gözlerle Niki'yi izliyordu. Gördüğü kâbusun etkisini üzerinden atamadığı her halinden belliydi. Niki, genç kızın durumunu görünce içi burkuldu. Onu bu şekilde bırakıp gidemezdi. 

"Hadi hemen eşyalarını al gel, birlikte duşa girelim. İkimizin de buna ihtiyacı var."

Haro, yaralı bir kuş gibi boynunu büktü, sessizce arkasını döndü, ayaklarını sürüyerek kendi ranzasına doğru yürüdü.

Yıkanma yerinin kabaralı duvarları, gri renkli saç levhalarla kaplanmıştı, sol tarafta birbiri ardına duş kabinleri, sağda ise bir o kadar lavabo bulunuyordu. Bir sis bulutu gibi havada asılı kalan buhar tabakası, aynaların üzerindeki lambalardan gelen ışığın parlaklığını alıyor, ortamı turunculaştırıyordu. Soyunup eşyalarını koridorun sonunda, bir uçtan bir uca gerilmiş çamaşır ipine serdikten sonra aynı duş kabinine girdiler birlikte. Haro, duştan akan sıcak suyun altında hareketsiz duruyordu. Niki yıkandıktan sonra Haro'yla ilgilendi. Süngeri eline alıp sırtını ovalamaya başladı, tenine her dokunuşta canı yanıyor, acıyla irkilip kendini geri çekiyordu genç kız. İyice yıkandıktan sonra üstleri çıplak bir halde kabinin dışına çıkarak lavabonun önünde kurulanmaya başladılar. Aslında Haro, elinde havlu olduğu halde öylece duruyor, arkadaşı onu kurulamaya çalışıyordu. Aynaya yansıyan bitkin yüzünü seyre dalan Haro'nun süt beyazı sırtında, kızıl şeritler halinde verevine uzayan birkaç yara izi dikkatini çekti Niki'nin. Havlunun ucuyla genç kızın canını yakmamaya özen göstererek teninde biriken su damlalarını sildikten sonra kulağına fısıldadı.

"Hiç merak etme, Kanada'ya varıncaya kadar hepsi kaybolacak bunların."

Haro, tepkisiz bir yüz ifadesiyle aynadaki suretine bakmaya devam ediyordu. Niki, havluyu yara izlerinin üzerine nazikçe bastırdı. Çıplak göğüslerini kollarıyla kapatan Haro, acısını içine hapsedercesine gözlerini yumdu, bağırmamak için dişlerini sıkıyordu. Solgun yüzünü yavaşça Niki'ye çevirip anlatmaya başladı.

"Kanada'ya gitmem kesinleştikten sonra çok zor günler geçirdim." dedi içini çekerek. "İlk kaçtığımda babama yakalandım, beni eve sürükledi. Karşısına alıp tatlı dille uzun uzun nasihat etmişti. Antonis, yakışıklı, iyi bir genç fakat bizleri de düşünmek zorundasın, öyle çekip gidemezsin diyordu. Kardeşlerini, beni, büyükbabanı hiç mi düşünmüyorsun? Böyle bir fırsat geçmiş eline, kendini de aileni de kurtarabilirsin. Oysa ben ne kendimi, ne de ailemi düşünecek haldeydim. Aklımda sadece Antonis vardı. Sonraki günlerde birkaç kez daha kaçmayı denedim ama her seferinde babam yakaladı beni. Kararlılığımı görünce şiddet uygulayıp gözümü korkutmaya çalıştı. Yine baş edemeyince, mısır tarlasındaki kulübemizin bir odasına kilitledi beni. Yemeden içmeden kesilmiştim. Geceleri, göğsümde sakladığım Antonis'in fotoğrafına bakıp sabahlara kadar gözyaşı döküyordum. Mektuplarını tekrar tekrar okuyup avutuyordum kendimi."

Niki, genç kızın acıklı hikâyesini dinlerken ıslak saçlarını tarıyor, sevgiyle başını okşayıp onu teselli etmeye çalışıyordu. Haro, derin bir nefes aldı. Niki'nin yüzüne hüzünle bakarken o anları yeniden yaşıyordu sanki. Gözlerini havaya dikti ve anlatmaya devam etti.

"O gün, küçük erkek kardeşim yanıma gelmişti. Masanın üzerinden anahtarı alıp kapıyı açtı. Harçlıklarından biriktirdiği birkaç kuruşu tutuşturdu elime. Antonis'e sigara ve kiraz likörü alırsın, dedi. Kapıdan tam çıkıyordum ki bir anda babamla yüz yüze geldim. O günden sonra anahtarı cebinde taşımaya başladı. Günü gelince beni eşyalarımla paketleyip İstanbul'a getirdi ve gemiye bindiğimi görene kadar gözünü ayırmadı üzerimden. Son yakalandığımda, kolumdan tutup odaya sürüklemişti babam, daha sonra belinden çıkarttığı deri kemeri defalarca vurdu sırtıma. Her şeye rağmen beni çok sevdiğini biliyordum." Genç kızın gözleri dalmıştı.

"Peki ama neden..." Niki, Haro'nun son sözlerine anlam verememişti. İnsan sevdiği birine nasıl şiddet uygulayabilirdi? Babasını düşündü. Sağ olsaydı aynı şeyi o da yapar mıydı acaba?

"Çaresizlikten..." dedi Haro, "Çünkü başka çaresi yoktu babamın." Haro, kaderine razı, buruk bir halde gülümsedi. Derdini dökünce biraz rahatlamıştı sanki. Bir yandan giyinmeye zorlarken kendini, anlatmaya devam etti. "Erkek kardeşlerimi yanıma aldıramazsam, mecburen orduya yazılmak zorunda kalacaklar. Biri 12, diğeri 16 yaşında. Annemi kaybettikten sonra ikisini de ben büyüttüm. Hiç aklıma gelmezdi, Kanadalı birinin çıkıp bana talip olacağı."  

Banyodan çıkıp Niki'nin ranzasında oturdular karşılıklı. Niki, arkadaşının saçlarına şekil verirken Haro, içini dökmeye devam ediyordu.

"Onlar hakkında ne biliyoruz, Niki?" Biraz bekleyip kendisi verdi cevabını. "Sadece yaptıkları işi ve adreslerini... Hepsi bu kadar..." Haro da, farkında olmadan sevecen bir şekilde okşamaya başlamıştı arkadaşının yüzünü, saçlarını. "Yabancı birinin yatağına nasıl gireceğiz?"

***

Saçlarını topuz yapmış, en güzel elbisesini giymişti. Gemiye binmeden önce bekleme salonunda gördüğü Birinci Sınıf yolcularının kıyafetlerine, konuşmalarına, tavır ve hareketlerine bakıp büyük bir hayranlıkla izleyen Niki, asla onlar gibi olamayacağını biliyordu. Merdivenleri çıkarken bütün gözlerin üzerinde toplanacağını, bir yaratık görmüş gibi kendisini alaya alıp küçümseyeceklerini hayal ediyor, bundan büyük rahatsızlık duyuyordu. Kaptanın davetini kabul etmeseydi, kurallara göre gemiden atarlar mıydı onu, bilmiyordu. Öte yandan böyle bir saygısızlığı zaten kendisine yakıştırmazdı. Son basamağı çıkıp Birinci Sınıf yolcularının bulunduğu kata geldi. Elindeki tepsiyle koridorun başındaki odalardan birinden çıkan bahriye kıyafetli genç adamı görür görmez arkasından seslendi. Bir gün önce kaptandan kendisine haber getiren denizci Nikola'ydı bu. Delikanlı elindeki tepsiyi yanındaki arkadaşına verip samimi bir şekilde gülümseyerek Niki'nin yanına koştu ve kendisini takip etmesini söyledi.

Denizcinin peşine takılan Niki, koridor boyunca gördükleri karşısında az kalsın küçük dilini yutacaktı. Yerler pahalı halılarla döşenmiş, kamaraların açıldığı geniş koridor duvarları yağlı boya tablolarla süslenmişti. Her yer tavandan sarkan kristal avizelerle ışıl ışıl aydınlatılıyordu. En lüks otellerle yarışabilecek konfora sahip mekânlardaki şatafat, aklını başından aldı genç kızın. Meraklı gözlerle etrafına bakınırken böyle bir yeri ancak rüyasında görebileceğini düşündü. Niki'nin tedirginliği yüzüne aksetmişti. Sık sık elini başına götürüp saçını, daha sonra kıyafetini düzelterek heyecanını bastırmaya çalışıyordu. Şık giyimli yolcular ve onlara hizmet etme telaşındaki mürettebat, kapalı çarşıya dönen geniş koridorları doldurmuş, birbirlerine kibarca yol veriyorlardı. İnsan kalabalığı içinde ilerlemeye çalışırken sık sık dönüp arkasına bakan Nikola, terzi Niki'nin peşinden gelip gelmediğini yokluyor, adımlarını ona göre ayarlıyordu. Temiz kıyafetli garsonların bir kamaradan diğerine koşturduğu, birbirini kesen görkemli koridorların arasından geçip oldukça geniş ve gürültülü bir salona geldiler. Girişte Maria'nın dokuz perisi, giydikleri göz alıcı yeni tuvaletleriyle birbirlerine poz verip şen şakrak kahkahalar atıyor, şakalaşıyorlardı. Kaptanın yakın dostu Maria, gelenin terzi Niki olduğunu öğrenir öğrenmez güler yüzle karşıladı onu, elinden tutup kızlarının yanına getirdi.

"İşte," diye bağırdı Maria, cırtlak sesiyle. "Karşınızda, terziler kraliçesi!" Kızlar etrafını sardı hemen. Maria, gururla takdimine devam etti. "Bana çalınan tuvaletimden daha güzelini dikecek." 

Niki, kendisine gösterilen ilgiye şaşırmıştı. Hiç beklemediği bir manzaraydı bu. Üzerindeki gerginlik yavaş yavaş kayboldu. Kızlar, ayaklarına gelen kısmeti kaçırmak istemiyordu. Sırayla kaideye benzeyen dairesel, alçak ve geniş bir sehpanın üzerine çıkıp poz veriyorlar, Niki'ye fikrini soruyorlardı. Niki, kızların üzerindeki kıyafetleri çekiştirerek potluklarını alıyor ve bedenlerine uymayan kısımları nasıl düzelteceğini söylüyordu onlara. Prova yaptıran kızlardan biri iyice havaya girmişti. Sağ kolunu havaya kaldırıp haykırdı.

"Efes harabelerine yeni bir heykel geliyor!" Kızlar hep birlikte tezahürat yapıp alkışladılar. 

Heykel pozu veren kızın etek boyunu işaretlemek için yere diz çöken Niki, yanına gelip sırtına dokunan eli fark etmemişti. Maria, nazik bir şekilde "Özür dilerim tatlım, işini bölmek istemem ama şimdi kızlarla dans çalışmalıyız." dedi. Sonra ellerini çırparak kızlara seslendi. "Haydi kızlar, yürüyün bakalım, şimdi dikiş provasına ara verip dans provasına başlıyoruz." Kızlar sıra halinde dizilip eğitmenleri Maria'nın peşinden salonun köşesinde kendileri için ayrışmış geniş alana koştular. Biraz ötede falcı Emine Bacı, geniş bir koltuğa kurulmuş, karşısına aldığı Norman'ın kahve falına bakıyordu. O sırada Singer marka dikiş makinesi taşıyan iki denizci salondan içeri girdi. Denizciler makineyi Emine ve Norman'ın oturduğu yerin yanına bıraktı. Niki, eski bir dostuna kavuşmuş gibi sevinerek gülümsedi, evcil bir hayvanı okşarcasına makinenin sırtında elini gezdirdikten sonra altına bir sandalye çekip makinenin başına oturdu. 

Maria'nın kızlara verdiği komutlar, müziğin sesi ve kızların gürültüsü salonu inletiyordu. Dans eden kızların performansını beğenip alkışlarıyla tempo tutan Emine Bacı onlara doğru bağırdı. "Harikasınız hanımlar, bravo hepinize!" 

Niki, dansçı kızlara ait tuvaletlerden birini almış dikiş makinesine götürürken Emine Bacı'nın kendisini takip ettiğini fark etti. Başını kaldırıp göz göze geldiğinde genç kıza takılmak için beklediği fırsatı yakaladığını düşündü kadın. "Bana bak!" dedi. "Kızların etek boylarını olabildiğince kısa yapmaya çalış tamam mı? Biliyorsun, onların sanatıyla ilgilenmez kimse" deyip  göz kırptı Niki'ye. Niki de espriyi anladığını gösteren bir gülümsemeyle ona karşılık verdi. 

Maria ve dokuz perisi neşeyle dans provalarına devam ediyordu. Artık gürültüden rahatsız olmaya başlayan Emine yerinden kalktı, Norman'a "Akşam yemekte görüşürüz." deyip salonu terk etti. Birkaç dakika sonra çiçeklerle süslenmiş beyaz, şık şapkalarıyla orta yaşlı iki kadın ortalığı birbirine katarak salona girdi. "Haydi, herkes dışarı! Acele edin, acele edin lütfen." Sesi duyan Maria, kızlar ve diğer yolcular ne olduğunu anlamadan hep birlikte üst güverteye doğru koşuşturmaya başladı. Başına püsküllü kırmızı fes giymiş şık takım elbiseli iki tüccar da kol kola girip kalabalığın peşine takılmıştı.

"İsmail sen çık, bize de güzel bir yer ayarla," dedi biri diğerine. "Ben çocukları alıp geliyorum hemen." O esnada Niki, dikiş makinesinin üzerine serdiği kumaşı mezurasıyla ölçüp biçmeye devam ediyordu. Niki ve Norman'ın dışında kimsenin kalmadığı salonda zaman zaman varlığını hissettiren makine sesinden başka bir ses duyulmuyordu.

Çevresine aldırmadan işe koyulmuştu Niki. Onu uzaktan izleyen Norman, biraz ötedeki koltuğunda yalnız başına oturuyordu. Sigarasından derin bir nefes çekti. 

"İşinizde çok iyisiniz." dedi. Fena başlangıç sayılmazdı. Bir yerden sohbeti başlatması gerektiğini düşünüyordu, Norman. Hamaratlığı ve zekâsından etkilendiği genç kızla yakınlaşabilmek için dayanılmaz bir arzu duyuyordu içinde. 

Elindeki makasla masaya serdiği kumaşı kesmeye hazırlanan Niki, başını kaldırdı, Norman'a kısa bir bakış attıktan sonra işine devam ederken cevap verdi. "Herkesin kendince bir yeteneği var."

Norman, Niki'nin verdiği cevabın üzerinde düşünürken sigarasından bir nefes daha çekti. Onun yeteneği fotoğrafçılık üzerineydi ama gazeteye sinirlenip Tanrı'nın verdiği hediyeyi geri çevirmişti. Bununla birlikte zaman zaman aklına gelse de pişmanlık duymamıştı henüz. Yeni bir sayfa açacaktı hayatında. Diğer taraftan Niki'ye olan hayranlığı, sevgisi her geçen gün artıyordu. Boston'dan gelen o mektubu almasaydı, bu yolculuğa çıkmayacak, Niki'yi hiç tanımayacaktı. Ona daha yakın olabilmek, ilgisini çekebilmek için elinden geleni yapıyordu. Bu konuda hatırı sayılır bir mesafe aldığını söylemek pek yanlış sayılmazdı. Niki'nin de her fırsatta sorduğu sorularla kendisini tanımaya çalıştığını biliyordu.

"Ne tür fotoğraflar çekiyorsunuz?" Niki'nin bu sorusu, Norman'ı haklı çıkarmıştı. Artık kendisiyle ilgilendiğinden emindi neredeyse. Yine yüzüne bakmamış, başını kaldırmaya tenezzül etmemişti, fakat buna da razıydı genç adam.

"Sıra dışı olanları..." dedi, Norman. 

"Parasını kim ödüyor?"  Bu kez Niki, kısa süreliğine başını kaldırıp gülümsemiş ve sonra kesmekte olduğu kumaşa vermişti dikkatini.

"Hiç kimse!" 

"Nasıl yani?" Beklemediği bu cevap şaşırtmıştı Niki'yi. İlk kez elindeki makası bırakıp doğruldu. Meraklı gözlerle Norman'a baktı.

"Hmm, nasıl desem, başkalarının gözden kaçırdığı şeylerin fotoğrafını çekmekten hoşlanıyorum." dedi Norman, derinden bir iç geçirdi. "Detayları... Fazla önemsenmeyen küçük şeyleri..." 

"Fazla önemsenmeyen küçük şeyler...?" Niki, Norman'a meraklı gözlerle bakarken onu anlamaya çalışıyordu. "Amerikalıların fotoğrafını mı çekiyorsunuz sadece?" 

"Amerikalılara satıyordum..." derken Norman'ın sıkıntılı hali yüzüne yansıdı. "O günlerde, manzara kartlarını postalamak modaydı hâlâ..."

Niki, boş gözlerle Norman'a bakıp sessizce dikiş makinesine yöneldi. Norman, anlaşıldığından emin olmak istiyordu.

"Dediklerimi tam olarak anlayabiliyor musun?" 

"Biraz" dedi Niki, gülümserken. "Hâlâ fotoğraf çekmek istiyor musunuz?" Bir yandan makinenin iğnesine iplik geçirmeye çalışıyordu.

"Kimin umurunda..." dedi Norman, içini çekerek.

"Adamızın gelinlerinin fotoğraflarını çekebilirsiniz meselâ..." dedi Niki. 

"Kendini dahil etmiyor musun buna?" Norman ilk kez genç kızla göz göze gelmişti. Uzun bir süre süzdüler birbirlerini. Sorusunu Yunanca yineledi. "Esy Ohi?" Sen yok musun? Yalvaran bir hale büründü sesi.

"Ohi... Hayır." dedi, Niki kararlı görünerek.

Niki'nin cevabı, ateş gibi yaktı yüreğini Norman'ın. Sigarasına sarıldı efkârlanarak. Ayağa kalktı, pencerenin yanına yürüdü. Denize bakıp derin bir nefes çekti ve olabildiğince uzağa üfledi. Sonra Niki'ye döndü.

"Her neyse," dedi, Norman. "Zaten imkânsız bu iş." Niki'nin tepkisini ölçer gibiydi. "Artık fotoğraf makinem olmadığına göre..." 

Niki, heyecanlandı. Dikiş makinesinden başını kaldırıp sordu, "Ne, yoksa onu kaybettiniz mi?"

"Sattım," dedi Norman, kederli bir yüz ifadesiyle. Niki, başını öne eğdi, bir şey söylemedi. Sessizliği bozan dikiş makinesinin sesi oldu. 

***

Dev yolcu gemisi RMS Mauretania, Atlantik Okyanusunun mavi sularında hedefine doğru ilerlerken Amerika'ya varış günü yaklaştıkça üçüncü sınıf yolcuları arasındaki heyecan artıyordu. Kaptanın kadim dostu Maria için kısa sürede muhteşem bir elbise diken Niki, gemidekilerin takdirini kazanmıştı. Maria'nın gösteriye hazırladığı kızların tuvaletlerini de elden geçirdikten sonra, iki kat alta, Üçüncü Sınıf yolcularına ayrılan bölüme taşıtmıştı dikiş makinesini. Yüzlerce genç kız, annelerine, kardeşlerine ya da yakınlarına ait gelinliklerini bohçalarının içinden çıkarıp Niki'nin önüne yığmıştı. Sabahın erken saatlerinden akşama kadar eli iğne tutan birkaç arkadaşıyla birlikte Niki, kullanılmış gelinlikleri genç kızların ölçülerine göre uydurup, onlara beyaz tülden duvaklar, gelin başları dikiyordu. Üst güvertede, parti ve eğlencenin olmadığı akşamlarda, yakın dostu Niki'nin ısrarına dayanamayan Haro, havanın kararmasıyla birlikte, yanından ayırmadığı udunu kumaş kılıfından çıkarır yürek burkan memleket ezgileri çalmaya başlardı gelin adaylarına.

O saatlerde can sıkıntısıyla sigarasını tüttürürken üst güverte boyunca bir ileri bir geri volta atan Norman, udun yanık nağmelerine eşlik eden kızların hüzün dolu şarkılarını duyar duymaz heyecanlanıp hemen korkuluklara koşuyor, Haro'nun yanından ayrılmayan Niki'yi bir kez olsun görebilmek için çırpınıyordu. Dikiş makinesi aşağı taşındığından beri genç kızla bütün irtibatı kesilmişti gazetecinin. Portre fotoğrafını çekmesini rica eden kaptanın talebini geri çevirdiğine bin pişman olmuştu. Niki ve arkadaşlarının fotoğraflarını çekmek için hangi yüzle ondan ödünç kamera isteyebilirdi? Hayatı boyunca bir fotoğraf makinesinin eksikliğini bu denli hissetmemişti içinde. Son zamanlarda yalnız kalmayı tercih ediyordu, iyice içine kapanmıştı. Akşam yemeklerinde Karabulat'ın iğrenç şakalarına, kucaklarında cins beyaz kediler taşıyan süslü kadınların yakınlık kurma çabalarına, Maria ve çıtır kızlarının yılışık kahkahalarına tahammül edemiyordu artık. Her sabah kahvesini içtikten sonra Emine Bacı'ya fal baktırmak bile ilgisini çekmiyordu. Diğer Birinci Sınıf yolcularının abartılı kıyafetleri, iş ve siyaset sohbetleri, eğlenceli gece partileri cezbetmiyordu onu. Mürettebattan biri, yanına gelip yemek saatini bildirene kadar güvertenin uzak bir köşesine çekilip derin düşüncelere, hayallere dalarak geçiriyordu vaktini. Tanıdıkları arasında kafa dengi, sözü, sohbeti dinlenebilecek tek kişi geminin kaptanıydı. Can sıkıntısından bunaldığı bir günün akşamında kaptanla konuşmaya karar verdi.

Kaptan, yemeyi içmeyi seven cana yakın biriydi. Bu yüzden mürettebatın Norman'ı mutfağa yönlendirmesi sürpriz olmadı. Şapkasını, sırmalarla bezenmiş denizci kıyafetini üzerinden atmış, askılı pantolon üzerine beyaz bir gömlek giymişti. Tezgâhlardan birinin başında, neşeyle şarkı söylerken bir anda karşısına çıkan gazeteciyi görünce ne yapacağını bilememişti. Şaşkınlığını üzerinden atınca sıcak ilgisini esirgemedi gazeteciden. Raflardan birine uzandı, oradan aldığı uzo şişesini ince uzun bardaklara boşalttıktan sonra bardaklardan birini uzattı Norman'a. Başını çevirmeden arka tarafta telaş içinde koşuşturan mutfak personeline doğru seslendi.     

"Sadece pilav, Herakles." Kaptan misafirine gülümserken açıklama ihtiyacı duydu. "Onsuz yapamam." Kadehini kaldırdı, kendisini ilgiyle dinleyen sarışın adamınkiyle tokuşturdu. "Bana çok iyi bakıyor." Büyük bir keyifle rakısından bir yudum çekti. "Biliyor musun?" dedi, "Gemide hoşuma giden tek yer burası." Norman hak verircesine hafifçe salladı başını. İki adam bardaklarını kaldırıp geriye kalan içkilerini aynı anda kafalarına diktiler. Tam o sırada beyazlar içindeki aşçı Herakles göründü, bir tabak dolusu pilavı tezgâhın üstüne bıraktı. Kaptan'ın gözlerinin içi gülüyordu pilava bakarken, Norman bundan iyi bir zaman bulamayacağını düşündü. Konuya nasıl gireceğini tasarladı kafasında.

"Kaptan..." dedi, sonunda. Sesini temizleyip devam etti. "Eğer teklifiniz hâlâ geçerliyse, bana ödünç bir kamera vermeniz gerekiyor. Akşam yemeğinden sonra, portre fotoğrafınızı çekebilirim."

"Fikrinizi değiştirmenize sebep olan ne, bilmek isterim." dedi Kaptan, ciddileşerek.

"Sizinki kadar yakışıklı bir yüze dayanmak çok zor, Kaptan" Norman rolünde kusursuz görünüyordu, yüzünde alaycı bir gülümseme yerine samimi bir ifade vardı.

Kaptan neşeyle başını sallayıp kahkahayı patlattı. "Ya, demek öyle!" dedi, inanmış görünerek. "Peki," dedi, benden sonra sıra kimde, başka kimlerin fotoğrafını çekeceksin?" Biraz bekledikten sonra şakayla karışık ilk aklına gelenleri sıraladı. "Yakışıklı Herakles'in mi? Yoksa bizim fotoğrafçı çiroz Yorgo'nun mu?" Bu kez ikisi birden kahkahaya boğuldular.

"Üçüncü Sınıfta seyahat eden kadın yolcuların, yani gelin adaylarının portre fotoğraflarını çekmek istiyorum." Gazetecinin bu isteği Kaptan'ı şaşırtmış, tedirgin etmişti. Sorgulayan gözlerini genç adama yöneltti. Norman kendinden emin bir şekilde devam etti. "Gelinlikleri ve duvaklarıyla birlikte..." 

Kendisine oldukça tuhaf gelen bu öneri karşısında kaptan, dudaklarını büzüp kaşlarını havaya kaldırdı. "Fakat," dedi. "Onlardan tam yedi yüz tane var." 

Norman, bir cevher bulmuşçasına heyecanla kaldırdı ellerini. "Düşünebiliyor musunuz, birbirinden farklı tam yedi yüz çift göz..."

Başını öne eğdi, kaptan. Öğrencisine nasihat veren tecrübeli bir öğretmen edasıyla, "Mr. Harris," dedi. "Birinci derece beş kuzenim ve ayrıca dört yeğenim, aynı gemidekiler gibi Amerika'ya sipariş gelin gittiler. O hanımların bizden istediği tek şey..." Bir süre ara verdikten sonra Norman'ın donuklaşan yüzüne baktı. "Saygı!" dedi, kelimenin üzerine basarak.